TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
HATİCE KARA BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2013/3180)
Karar Tarihi: 13/4/2016
Başkan
:
Burhan ÜSTÜN
Üyeler
Nuri NECİPOĞLU
Erdal TERCAN
Kadir ÖZKAYA
Rıdvan GÜLEÇ
Raportör
Kamil KAYA
Başvurucu
Hatice KARA
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, doğum borçlanması ve yaşlılık aylığı bağlanması (emeklilik) işlemlerinin yapılması isteminin Sosyal Güvenlik Kurumunca (SGK) reddedilmesi üzerine emeklilik ve borçlanma hakkının tespiti ile talebin yerine getirilmemesi sebebiyle uğranılan zararın tazmini istemiyle açılan davada eksik inceleme sonucunda hatalı karar verilmesi, kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti konusunda gerekçeli kararda hüküm kurulması, yargılama giderlerinden davanın açılmasına sebebiyet veren davalı yerine davacının sorumlu tutulması nedenleriyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 30/4/2013 tarihinde Denizli 1. Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 27/2/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 17/12/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 17/2/2016 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 3/3/2016 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını 14/3/2016 tarihinde ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu 19/3/2009 tarihli dilekçeyle doğum borçlanması ve emeklilik işlemlerinin yapılması istemiyle SGK'ya başvuruda bulunmuştur.
9. Başvurucunun borçlanma istemi, doğumun çalıştığı iş yerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmediği gerekçesiyle reddedilmiştir.
10. Başvurucu, emeklilik ve borçlanma hakkının tespiti ile talebinin yerine getirilmemesi sebebiyle uğradığı zararın tazmini istemiyle SGK aleyhine 25/6/2010 tarihinde Denizli 2. İş Mahkemesinde (Mahkeme) dava açmıştır.
11. Dava sürerken SGK tarafından 16/9/2010 tarihinde yayımlanan 2010/106 sayılı genelge ile “doğum borçlanması için doğumun, işyerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi şartı” kaldırılmıştır.
12. Başvurucu bunun üzerine 18/8/2010 tarihinde aynı taleplerle tekrar SGK’ya başvuruda bulunmuş, SGK tarafından başvurucunun borçlanma talebi kabul edilerek borçlanma bedeli hesaplanmış, borcun ödenmesiyle de başvurucuya 1/11/2010 tarihi itibarıyla yaşlılık aylığı bağlanmıştır.
13. Başvurucu, Mahkemeye verdiği 22/10/2010 tarihli dilekçesiyle borçlanmaisteminin hiçbir yasal değişiklik olmadığı hâlde SGK tarafından dava açıldıktan sonra yerine getirildiğini ancak talebinin süresinde yerine getirilmemesi nedeniyle uğradığı zararın giderilmediğini belirterek bunun tazminine Mahkemece karar verilmesini talep etmiştir.
14. Mahkeme 28/12/2010 tarihli ve E.2010/385, K.2010/696 sayılı kararıyla borçlanma talebinin dava sürerken yerine getirilmiş olması nedeniyle konusuz kalan bu taleple ilgili karar verilmesine yer olmadığına, davacının SGK’ya ilk başvuru tarihi olan 19/3/2009 itibarıyla emeklilik koşullarının prim ve hizmet süresi yönünden oluşmadığı gerekçesiyle geçmiş zararların tazmini talebinin reddine karar vermiştir.
15. Mahkeme ayrıca başvurucunun yaptığı yargılama giderlerinin yarısının davalı SGK’dan tahsiline, 1.100 TL vekâlet ücretinin başvurucudan alınarak davada kendini vekille temsil eden davalı SGK’ya verilmesine hükmetmiştir. Kararın gerekçesi ve hüküm kısmı şöyledir:
“...
Doğumdan sonra geçen iki yıllık sürenin borçlandırılması hakkı 5510 SY'nın 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine tabi sigortalılara verilmiş olup, iki yıllık sürenin borçlandırılmasında "hizmet akdine tabi çalışılmaması koşulu" ile doğum borçlandırılmasında "hizmet akdine tabi çalışılmaması" koşulu ile doğum tarihinden önce hizmet akdinin var oduğu, ayrıca maddede yer alan "sigortalı kadın" ifadesinden de Kanun'un tanıklar başlıklı 3. maddesinde yer alan ve hakkında kısa ve/veya uzun vadeli sigorta kolları bakımından adına prim ödemesi gereken kişi anlaşılmaktadır.
TBMM Genel Kurulunda söz konusu maddeye ilişkin verilen yönergenin gerekçesinde "Doğum yapan kadın sigortalıların çalışmamış olmaları durumunda, çocuklarının daha sağlıklı yetiştirilmesi ve bakımının anneleri tarafından yapılması sırasında işten ayrılmış olmaları nedeni ile, bu süreleri daha sonra borçlanabilmeleri imkanı sağlanmıştır" ifadesine yer verilmiştir.
Hem madde metninde yer alan "sigortalı kadın" hem de gerekçede yer alan "kadın sigortalıların çalışmamış olmaları" ve "işten ayrılmış olmaları" ibareleri borçlanma yapacak olan kadınların doğumdan önce hizmet akdine tabi olarak sigortalı çalışıyor olmaları şartını açıkça koymaktadır.
...
Talep, cevap ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; davacının 9999614 sicil no ile kurum sigortalısı olduğu, davacının ilk çocuğunun 29.06.1986 doğumlu, ikinci çocuğunun 15.01.1991 doğumlu olduğu, her iki çocuğun da davacının ilk sigortalı işe giriş tarihinden sonra doğduğu, davacının doğum borçlanması talebinin kurumca kabul edilmiş olduğundan bu taleple ilgili olarak konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davacının 19.03.2009 tarihi itibariyle koşulları oluşmadığından yaşlılık aylığı bağlanması talebinin ve bu tarihten itibaren ödenmeyen aylıkların yasal faizi ile davalı kurumdan tahsili talebinin 19.03.2009 tarihi itibari ile prim ve hizmet süresi yönünden aylık bağlama koşullarının eksiksiz olmadığı, davacının bu tarihteki doğum borçlanması talebinin kurumca kabul edilmesi halinde dahi borçlanılan sürelerin primlerinin davacı tarafça kuruma ödendiği ayı takip eden aybaşı itibari ile aylık bağlanabileceğinden reddine karar vermek gerekmekle aşağıdaki hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere:
Davacının doğum borçlanması talebi kurumca kabul edilmiş olduğundan bu taleple ilgili olarak konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına,
Davacının 19.03.2009 tarihi itibariyle koşulları oluşmadığından yaşlılık aylığı bağlanması talebinin ve bu tarihten itibaren ödenmeyen aylıkların yasal faizi ile davalı kurumdan tahsili talebininreddine...”
16. Başvurucu; Mahkemenin ara kararıyla istediği bilgilerin SGK tarafından bildirilmemesine rağmen davanın karara bağlandığını, SGK’ya ilk başvuru tarihi olan 19/3/2009 itibarıyla emeklilik için gerekli şartları taşıdığını, borçlanma talebi kabul edilseydi daha erken emekli olabileceğini, geç emekli edilmesi nedeniyle oluşan kayıplarının telafi edilmediğini belirterek söz konusu kararı temyiz etmiştir.
17. Davalı tarafça da temyiz edilen karar, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 5/3/2013 tarihli ve E.2011/10379, K.2013/3949 sayılı ilamıyla onanmıştır. Onama ilamı şöyledir:
“Davacı, doğum sonrası prim borçlanma hakkının bulunduğunun emekli aylığı talebinin yerine getirilmemesi nedeniyle uğradığı hak kaybının yasal faiziyle Kurum tarafından karşılanmasına, Kurum işleminin iptaline karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde dava konusuz kaldığından karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.
Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayanağı maddidelillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, taraf vekillerinin yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA ... karar verildi.”
18. Nihai karar başvurucuya 2/4/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
19. Başvurucu 30/4/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
20. 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 41. maddesi (10/9/2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun’un 43. maddesi ile yapılan değişiklikten önceki hâliyle) şöyledir:
“Bu Kanuna göre sigortalı sayılanların;
a) Kanunları gereği verilen ücretsiz doğum ya da analık izni süreleri ile 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalı kadının, iki defaya mahsus olmak üzere doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartıyla talepte bulunulan süreleri,
kendilerinin veya hak sahiplerinin yazılı talepte bulunmaları ve talep tarihinde 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt ve üst sınırları arasında olmak üzere, kendilerince belirlenecek günlük kazancın % 32’si üzerinden hesaplanacak primlerini borcun tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde ödemeleri şartı ile borçlandırılarak, borçlandırılan süreleri sigortalılıklarına sayılır...”
21. 17/7/1964 tarihli ve 506 sayılı mülga Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 5510 sayılı Kanun’un 106. maddesi gereğince yürürlükte olan geçici 81. maddesi şöyledir:
“Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte;
A) Bu Kanunun yürürlük tarihinden önce yürürlükte bulunan hükümlere göre yaşlılık aylığı bağlanmasına hak kazanmış olanlar ile sigortalılık süresi 18 yıl ve daha fazla olan kadınlar ve sigortalılık süresi 23 yıl ve daha fazla olan erkekler hakkında, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce yürürlükte bulunan hükümler uygulanır.
B) (İptal edilen bend: Anayasa Mahkemesinin 23/02/2001 tarihli ve E. 1999/42, K. 2001/41 sayılı kararı ile; yeniden düzenleme) 23/05/2002 tarihinde;
a) (A) bendi kapsamında olanlar hariç sigortalılık süresi 18 (dahil) yıldan fazla olan kadınlar 20 yıllık sigortalılık süresini ve 40 yaşını doldurmaları, sigortalılık süresi 23 yıldan (dahil) fazla olan erkekler 25 yıllık sigortalılık süresini ve 44 yaşını doldurmaları ve en az 5000 gün,
b) Sigortalılık süresi 17 (dahil) yıldan fazla, 18 yıldan az olan kadınlar 20 yıllık sigortalılık süresini ve 41 yaşını doldurmaları, sigortalılık süresi 21 yıl 6 ay (dahil) dan fazla, 23 yıldan az olan erkekler 25 yıllık sigortalılık süresini ve 45 yaşını doldurmaları ve en az 5000 gün,
Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş bulunmaları şartı ile yaşlılık aylığından yararlanabilirler.
...”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
22. Mahkemenin 13/4/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
23. Başvurucu; doğum borçlanması ve emeklilik işlemlerinin yapılması istemiyle 19/3/2009 tarihinde SGK’ya yaptığı başvurunun, doğumun çalıştığı iş yerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmediği gerekçesiyle reddedildiğini; 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinde borçlanma koşulları arasında sayılmayan bu şartın Kurum tarafından getirildiğini, Kurumun bu keyfî uygulamasına karşı emeklilik ve borçlanma hakkının tespiti ve talebinin yerine getirilmemesi sebebiyle uğradığı zararın tazmini istemiyle dava açtığını, dava sürerken yasal hiçbir değişiklik olmadığı hâlde SGK’nın isteği üzerine 18/8/2010 tarihinde SGK’ya yaptığı ikinci başvuru sonucunda borçlanma talebi kabul edilip kendisine yaşlılık aylığı bağlandığını ancak geçmiş kayıplarının karşılanmadığını zira ilk başvuru yaptığı 19/3/2009 tarihinde talebi kabul edilmediğinden söz konusu tarihten aylık bağlanma tarihine kadar alması gereken aylıkları alamadığını, fazladan prim ödemek zorunda kaldığını, geç emekli edildiği için alması gereken yaşlılık aylık miktarının düştüğünü, bu zararlarının giderilmesini Mahkemeden talep ettiğini ancak 19/3/2009 tarihi itibarıyla emeklilik koşullarının prim ve hizmet süresi yönünden oluşmadığı gerekçesiyle talebinin reddedildiğini, bu gerekçenin gerçeği yansıtmadığını zira yaşlılık aylığı için 40 yaş, 20 yıl sigortalılık ve 5000 gün prim ödenmesi şartlarının bulunduğunu, sigortalılık ve yaş şartlarını taşıdığını, borçlanma talebi zamanında kabul edilseydi prim eksiğini de borçlanarak tamamlayıp emekli olabileceğini, olayda resmî belgeler yerine SGK’nın soyut iddialarına dayalı olarak eksik incelemeyle hüküm kurulduğunu, kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti konusunda gerekçeli kararda hüküm kurulduğunu, yargılama giderlerinden davanın açılmasına sebebiyet veren davalı yerine kendisinin sorumlu tutulduğunu belirterek Anayasa’nın 36., 40. ve 125. maddelerinde düzenlenen haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş; ihlalin tespiti ve yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
24. Başvurucunun şikâyetleri 19/3/2009 tarihinde SGK’ya yaptığı ilk başvuru tarihi itibarıyla doğum borçlanması ve emeklilik için gerekli yasal şartları taşıdığı hâlde talebinin kabul edilmemesi sebebiyle oluşan zararının karşılanması istemiyle açtığı davanın Mahkemece eksik inceleme ile reddedilmesi, kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti konusunda gerekçeli kararda hüküm kurulması ve yargılama giderlerinden davanın açılmasına sebebiyet veren davalı yerine kendisinin sorumlu tutulması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkindir.
25. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
26. Başvurucunun adil yargılanma hakkı kapsamında kalan ihlal iddialarından, kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti konusunda gerekçeli kararda hüküm kurulduğu iddiasının aleni karar hakkı, diğer iddialarının ise gerekçeli karar hakkı yönünden incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Aleni Karar Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
27. Başvurucu, yargılama sonunda kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti ile ilgili gerekçeli kararda hüküm kurulmasıyla aleni karar hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
28. Bakanlık görüş yazısında başvurucunun anılan iddiasıyla ilgili görüş bildirilmemiştir.
29. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
30. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar alenî olarak verilir.”
31. Sözleşme’nin 6. maddesinde belirtilen aleni yargılanma hakkı, davanın aleni duruşma ile görülmesinin yanı sıra mahkeme kararının da aleni olarak açıklanması gereğine işaret etmektedir. Anayasa’nın 36. maddesinde açıkça aleni yargılanma hakkından söz edilmemekle birlikte adil yargılanma hakkının somut görünümlerinden biri olan bu hak, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da zımni bir unsuru olup ayrıca duruşmaların herkese açık olduğunu belirten ve aleniyetin hem kişinin adil yargılanma hakkından yararlanmasına hem de toplumun adalete güvenini sağlamak bakımından kamu yararına hizmet ettiğine işaret eden madde gerekçesi de dikkate alındığında yargılamanın aleniyetinin yanı sıra hükmün aleniyetine de işaret ettiği anlaşılan Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- aleni yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır (Tahir Gökatalay, B. No: 2013/1780, 20/3/2014, § 31).
32. Hükmün aleni olması mahkeme kararlarının mutlaka açık duruşmada tefhimi anlamına gelmeyip ilgililerin bilgi edinmesi amacıyla kararın yayımlanması veya mahkeme kalemine bırakılması da yargılamanın bütünü dikkate alınarak aleni hüküm elde edilmesi açısından yeterli görülebilir (Tahir Gökatalay, § 32; benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Pretto ve diğerleri/İtalya, B. No: 7984/77, 8/12/1983, §§ 20–28).
33. Başvuruya konu yargılamada İlk Derece Mahkemesi tarafından, gerekçesi daha sonra açıklanmak üzere kurulan hükmün esasına bağlı olan yargılama masrafları ile vekâlet ücreti konusunun gerekçeli karar evrakında değerlendirildiği görülmüştür. Kısa kararın duruşmada hazır bulunan başvurucuya tefhim edildiği, gerekçeli kararın da ilgili usul hükümleri uyarınca yargılamanın taraflarına tebliğinin sağlanmış olduğu değerlendirildiğinde kısa kararda belirtilmeyen vekâlet ücreti ile ilgili gerekçeli kararda hüküm kurulmasının başvurucunun aleni karar hakkına yönelik açık bir ihlal oluşturmadığı sonucuna varılmıştır.
34. Açıklanan nedenlerle başvurucunun aleni karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Gerekçeli Karar Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
35. Başvurucu 19/3/2009 tarihinde SGK’ya yaptığı ilk başvuru tarihi itibarıyla borçlanma ve emeklilik için gerekli yasal şartları taşıdığı hâlde talebinin kabul edilmemesi sebebiyle oluşan zararının karşılanması istemiyle açtığı davanın resmî belgeler yerine SGK’nın soyut iddialarına dayalı olarak eksik inceleme ile Mahkemecereddedildiğini, davanın açılmasına sebebiyet veren davalı yerine yargılama giderlerinden kendisinin sorumlu tutulduğunu belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
36. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamıştır.
2. Esas Yönünden
37. Başvurucu; doğum borçlanması ve emeklilik işlemlerinin yapılması istemiyle 19/3/2009 tarihinde SGK’ya yaptığı başvurunun, doğumun çalıştığı iş yerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmediği gerekçesiyle reddedildiğini, 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinde borçlanma koşulları arasında sayılmayan bu şartın Kurum tarafından getirildiğini, Kurumun bu keyfî uygulamasına karşı emeklilik ve borçlanma hakkının tespiti ile talebin yerine getirilmemesi sebebiyle uğradığı zararın tazmini istemiyle dava açtığını, dava sürerken yasal hiçbir değişiklik olmadığı hâlde SGK’nın isteği üzerine 18/8/2010 tarihinde SGK’ya yaptığı ikinci başvuru sonucunda borçlanma talebi kabul edilip kendisine yaşlılık aylığı bağlandığını ancak geçmiş kayıplarının karşılanmadığını, bu zararlarının giderilmesini Mahkemeden talep ettiğini ancak 19/3/2009 itibarıyla emeklilik koşullarının prim ve hizmet süresi yönünden oluşmadığı gerekçesiyle talebinin reddedildiğini, bu gerekçenin gerçeği yansıtmadığını, sigortalılık ve yaş şartlarını taşıdığını, borçlanma talebi zamanında kabul edilseydi prim eksiğini de tamamlayıp borçlanarak emekli olabileceğini, olayda resmî belgeler yerine SGK’nın soyut iddialarına dayalı olarak eksik incelemeyle hüküm kurulduğunu belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
38. Bakanlık görüş yazısında adil yargılama hakkı kapsamında yer alan güvencelerden birinin silahların eşitliği ilkesi olduğu, bu ilke gereği davanın taraflarından birinin diğeri karşısında zayıf duruma düşürülmemesi gerektiği; hukuki güvenlik ilkesinin, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını ve bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesi gerekli kıldığı; hukuki belirlilik ilkesi gereğince de yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gerektiğini, somut olay yönünden SGK'nın, Kanun'da öngörülmeyen bir kısıtlama ile doğum borçlanmasında işten ayrıldıktan sonra 300 gün içinde doğum yapma şartınıgenelgeyle getirdiği, genelge değişikliğiyle bu şartın sonradan kaldırıldığı, söz konusu değişiklik öncesinde kişilerin benzer mağduriyetlerini mahkemelere başvurma yoluyla ortadan kaldırmaya çalıştıkları, başvurucunun da mahkemeye başvurarak emekli olma konusunda meşru beklentisi olduğu ifade edilerek başvurucunun şikâyeti incelenirken bu hususların dikkate alınması gerektiği yönünde beyanda bulunulmuştur. Başvurucu, Bakanlık görüşüne katıldığını belirterek başvuru formundaki iddialarını tekrarlamıştır.
39. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
40. Anayasa’nın 141. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.”
41. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, Sözleşmenin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen gerekçeli karar hakkı ve silahların eşitliği ilkesi gibi ilke ve haklara Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
42. Hakkaniyete uygun yargılamanın bir unsuru olan gerekçeli karar hakkı, Anayasa’nın 141. maddesinin birinci fıkrası uyarınca mahkemelerin uyması gereken bir yükümlülük olarak düzenlenmiştir. Bir muhakemede usule ilişkin koruma sağlayan adil yargılanma hakkının önemli unsurlarından biri olan gerekçeli karar hakkı, kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamayı ve denetlemeyi amaçlamaktadır (Sencer Başat ve diğerleri [GK], B. No: 2013/7800, 18/6/2014, § 31).
43. Anayasa’daki hakların etkili bir biçimde korunması için davaya bakan mahkemelerin Anayasa’nın 36. maddesine göre “tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi” vardır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Dulaurans/Fransa, B. No: 34553/97, 21/3/2000, § 33). AİHM içtihatlarına göre bir mahkemenin davaya yaklaşımının, anılan mahkemenin başvurucuların iddialarına yanıt vermekten ve başvurucuların temel şikâyetlerini incelemekten kaçınmasına neden olması hâlinde Sözleşme’nin 6. maddesi davanın hakkaniyete uygun bir biçimde incelenmesi hakkı bakımından ihlal edilmiş olur (Kuznetsov/Rusya, B. No: 184/02, 11/4/2007, §§ 84, 85).
44. Mahkemeler “kararlarını hangi temele dayandırdıklarını yeterince açık olarak belirtme” yükümlülüğü altındadır. Bu yükümlülük, tarafların temyiz hakkını kullanabilmeleri için gerekli olmasının yanı sıra (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Hadjıanastassıou/Yunanistan, B. No: 12945/87, 16/12/1992, § 33) tarafların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddialarının kurallara uygun biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri ve ayrıca demokratik bir toplumda, toplumun kendi adına verilen yargı kararlarının sebeplerini öğrenmelerinin sağlanması için de gereklidir (Sencer Başat ve diğerleri, § 34).
45. Mahkeme kararlarının gerekçeli olması adil yargılanma hakkının unsurlarından biri olmakla beraber bu hak, yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya ayrıntılı şekilde yanıt verilmesi gerektiği şeklinde anlaşılamaz. Bu nedenle gerekçe gösterme zorunluluğunun kapsamı kararın niteliğine göre değişebilir. Bununla birlikte başvurucunun ayrı ve açık bir yanıt verilmesini gerektiren usul veya esasa dair iddialarının cevapsız bırakılmış olması bir hak ihlaline neden olacaktır. (Muhittin Kaya ve Muhittin Kaya İnşaat Taahhüt Madencilik Gıda Turizm Pazarlama Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/1213, 4/12/2013, § 26).
46. Bir kararda tam olarak hangi unsurların bulunması gerektiği, davanın niteliğine ve koşullarına bağlıdır. Muhakeme sırasında açık ve somut bir biçimde öne sürülen iddia ve savunmaların davanın sonucuna etkili olması, başka bir deyişle davanın sonucunu değiştirebilecek nitelikte bulunması hâlinde davayla doğrudan ilgili olan bu hususlara mahkemelerce makul bir gerekçe ile yanıt verilmesi gerekir (Sencer Başat ve diğerleri, § 35).
47. Ayrıca insan haklarına ilişkin güvenceler soyut ve teorik olarak değil, uygulamada ve etkili bir şekilde sağlanmalıdır. Buna göre mahkemelerin, ileri sürülen iddia ve savunmalara şeklen cevap vermiş olmaları yeterli olmayıp iddia ve savunmalara verilen cevapların dayanaksız olmaması, mantıklı ve tutarlı olması da gerekir. Diğer bir ifadeyle mahkemelerce belirtilen gerekçeler, davanın şartları dikkate alındığında makul olmalıdır (Sencer Başat ve diğerleri, § 36).
48. Makul gerekçe; davaya konu olay ve olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak, olay ve olgular ile hüküm arasındaki bağlantıyı gösterecek nitelikte olmalıdır (İbrahim Ataş, B. No: 2013/1235, 13/6/2013, § 24). Gerekçelendirme, davanın sonucuna etkili olay, olgu ve kanıtları açıklamak yükümlülüğü olmakla birlikte bu şekildeki gerekçelendirmenin mutlaka detaylı olması gerekmez. Ancak gerekçelendirmenin, iddia ve savunmadan birinin diğerine üstün tutulma sebebinin ve bu kapsamda davanın taraflarınca gösterilen delillerden karara dayanak olarak alınanların mahkemelerce kabul edilme ve diğerlerinin reddedilmesi hususunda makul dayanakları olan bir bilgilendirmeyi sağlayacak ölçü ve özene sahip olması beklenir (Sencer Başat ve diğerleri, § 37).
49. Kanun yolu mahkemelerince verilen karar gerekçelerinin ayrıntılı olmaması, ilk derece mahkemesi kararlarında yer verilen gerekçelerin onama kararlarında kabul edilmiş olduğu şeklinde yorumlanmalıdır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. García Ruiz/İspanya, B. No: 30544/96, 21/1/1999, § 26). Ancak başvurucuların dile getirmesine rağmen ilk derece mahkemesinin de tartışmadığı esaslı hususlara ilişkin temyiz başvuruları ile başvurucuların usule ilişkin haklarının ihlal edildiğine yönelik somut şikâyetlerinin, temyiz incelemesinde tartışılmaması, gerekçeli karar hakkının ihlali olarak görülebilir (Faik Gümüş, B. No: 2012/603, 20/2/2014, § 49).
50. Diğer taraftan Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkının içinde zımnen mevcut olan ilkelerden biri de hukuki güvenlik ilkesidir. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar(AYM, E.2013/64, K.2013/142, 28/11/2013).
51. Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını ona göre düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir. Öngörülebilirliğin mutlak bir ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir. Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı olan yoruma açık formüllerdir (Murat Daş, B. No: 2013/3063, 26/6/2014, § 41).
52. AİHM’e göre öngörülebilirlik kavramının kapsamı, kuralın anlamı, uygulanacak kişilerin sayısı ve statüsüne bağlı olup yasa kuralına yönelik olarak birden fazla yorumunun yapılabiliyor olması tek başına kuralın Sözleşme’nin aradığı anlamda “öngörülebilirlik” şartını karşılamada başarısız olduğu anlamına gelmez. Mahkemelerin görevi, kuralın günlük yaşamdaki uygulamalarını dikkate alarak yoruma dair şüpheleri kesin olarak ortadan kaldırmaktır (Gorzelik ve diğerleri/Polonya, B. No: 44158/98, 17/2/2004, § 65). Yüksek Mahkemelerin yasanın tutarlı bir şekilde uygulanmasında güvence olması göz ardı edilemez (Tudor Tudor/Romanya, B. No: 21911/03, 24/3/2009, §§ 29, 30, Ştefănică ve diğerleri/Romanya, B. No: 38155/02, 2/11/2010, §§ 36, 37).
53. Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu birtakım güvenceler içermesi gereklidir. Belirlilik ilkesi hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey; belirli bir kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu kanundan öğrenebilme imkânına sahip olmalıdır. Birey, ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörüp davranışlarını düzenleyebilir (Abdulhalim Karavil, B. No: 2013/849, 15/4/2013, § 34).
54. Bireylerin makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik ilkesi, içtihadın değişmezliği şeklinde bir hak bahşetmemektedir. Ancak aynı hususta daha önce çıkan kararlardan farklı bir hüküm kurulması hâlinde mahkemelerce, bu farklılaşmaya ilişkin makul bir açıklama getirilmesi gerekmektedir (Servet Saraçoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/1281, 24/6/2015, §§ 118,119; benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Stoilkovska/Makedonya Eski Yugoslav Cumhuriyeti, B. No: 29784/07, 18/7/2013, § 49).
55. Başvuru konusu olayda başvurucu 19/3/2009 tarihinde SGK’ya başvurarak doğum borçlanması ve emeklilik talebinde bulunmuş; kendisine yaşlılık aylığı bağlanması için gerekli olan 40 yaş ve 20 yıl sigortalılık şartlarını taşıdığını, eksik prim ödemelerini ise doğum borçlanması yaparak tamamlamak istediğini bildirmiştir. SGK ise 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinde açıkça düzenlenmeyen “doğum borçlanması için doğumun, işyerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi” şartının oluşmadığı gerekçesiyle başvurucunun talebini reddetmiştir.
56. Başvurucu, talebinin SGK tarafından reddedilmesi üzerine Kurum aleyhine 25/6/2010 tarihinde dava açarak kuruma başvuru tarihi olan 19/3/2009 itibarıyla doğum borçlanması ve emeklilik şartlarının oluştuğunun tespiti ile talebinin yerine getirilmemesi sebebiyle uğradığı zararın tazminine karar verilmesini talep etmiştir.
57. Somut uyuşmazlığa konu 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinde açıkça yer almayan “doğum borçlanması için doğumun, işyerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi” şartının SGK’nın 26/12/2008 tarihli ve 2008/111 sayılı genelgesiyle getirildiği, 16/9/2010 tarihinde yayımlanan 2010/106 sayılı genelge ile de kaldırıldığı anlaşılmıştır. Başvurucu, dava sürerken bu şartın kaldırılması üzerine 18/8/2010 tarihinde aynı taleplerle tekrar SGK’ya başvuruda bulunmuş; SGK tarafından başvurucunun borçlanma talebi kabul edilerek borçlanma bedeli hesaplanmış; borcun ödenmesiyle de başvurucuya 1/11/2010 tarihi itibarıyla yaşlılık aylığı bağlanmıştır.
58. Başvurucu Mahkemeye verdiği 22/10/2010 tarihli dilekçesiyle borçlanmaisteminin hiçbir yasal değişiklik olmadığı hâlde SGK tarafından dava açıldıktan sonra yerine getirildiğini ancak talebinin süresinde yerine getirilmemesi nedeniyle uğradığı zararın giderilmediğini belirterek zararın tazminine Mahkemece karar verilmesini talep etmiştir.
59. Mahkeme, dava devam ederken başvurucunun doğum borçlanması talebinin davalı kurumca kabul edilmiş olması nedeniyle konusu kalmayan bu talep hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Başvurucunun ikinci talebi olan 19/3/2009 tarihi itibarıyla emeklilik ve doğum borçlanması talebinin yerine getirilmemesi nedeniyle uğradığı zararın tazminine ilişkin olarak ise söz konusu tarihte başvurucunun prim ve hizmet yönünden emeklilik şartlarının oluşmadığı, borçlanma talebi kabul edilse bile borçlanılan sürelerin primlerinin kuruma ödendiği ayı takip eden aybaşı itibarıyla aylık bağlanabileceği gerekçesiyle bu talebin reddine karar vermiştir (bkz. § 15).
60. Mahkeme, gerekçeli kararında 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesini, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda maddeye ilişkin verilen önerge gerekçesi ve aynı Kanun’un 3. maddesindeki “sigortalı kadın” ifadesinin tanımından hareketle yorumlayarak sigortalı kadının doğum borçlanması yapabilmesi için doğumdan önce hizmet akdine tabi olarak çalışıyor olması gerektiğini belirtmiştir. Mahkemenin ilgili hukuk kurallarını yorumlayarak ulaştığı bu sonuç ile davalı SGK’nın 2008/111 sayılı genelgesinde getirdiği ve 2010/106 sayılı genelge ile kaldırdığı “doğum borçlanması için doğumun, işyerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi” şartını benimsediği anlaşılmaktadır.
61. İlke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
62. Bu bağlamda somut yargılama açısından Mahkemenin, ilgili mevzuat hükümleriniyorumlayarak sigortalı kadının doğum borçlanması yapabilmesi için doğumdan önce hizmet akdine tabi olarak çalışıyor olması gerektiği sonucuna ulaşması Mahkemenin hukuk kurallarını yorumlama ve takdir yetkisi kapsamında değerlendirilebilir. Ancak yargılama devam ederken ilgili Kanun hükmünde bir değişiklik olmadığı hâlde davalı SGK’nın 26/12/2008 tarihli ve 2008/111 sayılı genelgeyle getirdiği “doğum borçlanması için doğumun, işyerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi” şartını 16/9/2010 tarihinde yayımlanan 2010/106 sayılı Genelge ile kaldırdığı dikkate alındığında daha önce başvurusu reddedilen başvurucunun doğum borçlanması ve emeklilik talebinin kurumca zamanında kabul edilmemesi nedeniyle uğradığı hak kaybı olup olmadığı, varsa bunun giderilmesi gerekip gerekmediği konusunda Mahkemece bir araştırma ve değerlendirme yapılması gerektiği açıktır.
63. Başvurucu 19/3/2009 tarihinde SGK’ya başvurduğuna ilişkin belgelerini sunarak hak kayıplarının Mahkemece tespiti ve giderilmesini talep etmiştir. Ancak Mahkeme,başvurucunun emeklilik ve borçlanma talebini önce reddedip sonra kabul eden davalı Kurumun ilgili Kanun maddesinde hiçbir değişiklik olmadığı hâlde uygulamada farklılığa giderken başvurucunun eski uygulama nedeniyle uğradığı hak kaybı varsa bunun neden giderilmediğini sorgulamadığı gibi bunun giderilmesi gerekip gerekmediği konusunda bir değerlendirme de yapmamıştır.
64. Mahkeme, ilgili mevzuat hükümlerini de yorumlamak suretiyle 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesine göre sigortalı kadının doğum borçlanması yapabilmesi için doğumdan önce hizmet akdine tabi olarak çalışıyor olması gerektiği sonucuna ulaşarak başvurucunun doğumdan önce çalışmıyor olması nedeniyle 19/3/2009 tarihinde emeklilik şartlarının oluşmadığını belirtmiş ise de davalı Kurumun dahi Kanun'u bu yönde yorumlayarak yaptığı uygulamadan vazgeçtiği dikkate alındığında Mahkemenin bu gerekçesinin davanın şartlarına uygun bir gerekçe olmadığı açıktır.
65. Öte yandan Mahkeme, karar gerekçesinde 19/3/2009 tarihi itibarıyla başvurucunun hizmet süresi yönünden aylık bağlanma koşullarının eksiksiz olmadığını belirtmiştir. Başvurucu; Mahkemeye sunduğu dilekçe ve belgelerde 1/12/1981 tarihinde sigortalı olduğunu, 506 sayılı Kanunun geçici 81. maddesi gereğince emeklilik için aranan 20 yıl hizmet şartının oluştuğunu ileri sürmüş olup başvurucunun 1981 yılında sigortalı olduğu dikkate alındığında 19/3/2009 tarihi itibarıyla hizmet süresi yönünden aylık bağlanma şartlarının ne şekilde oluşmadığı konusunda da Mahkemenin yeterli gerekçe ortaya koymadığı anlaşılmaktadır.
66. Başvurucu dava dilekçesinde doğum borçlanması için kadının "hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmıyor ve çocuğunun yaşıyor olması" dışında başkaca bir şart aranmayacağına ilişkin Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 25/2/2010 tarihli ve E.2009/8312, K.2010/2516 sayılı kararını emsal göstermiş ancak bu içtihadın neden benimsenmediğiyle ilgili de gerekçeli kararda bir açıklama olmadığı görülmüştür.
67. Mahkemenin gerekçeli kararında başvurucunun ilk başvuru tarihinde doğum borçlanması talebi kabul edilseydi dahi borçlanılan sürelerin primlerinin başvurucu tarafından Kuruma ödendiği ayı takip eden ay başı itibarıyla aylık bağlanabileceği gerekçesiyle talebin reddine karar verildiği belirtilmiş ise de davalı Kurum tarafından borçlanma talebinin kabul edilmemesi ve borçlanma bedelinin hesaplanmaması nedeniyle bu bedelin yatırılamamasında başvurucunun ne gibi bir sorumluluğu olduğunun kararda yeterince tartışılmadığı anlaşılmaktadır.
68. Somut uyuşmazlığa benzer davalarda Yargıtay 10. ve 21. Hukuk Dairelerininistikrar kazanan içtihatlarında, doğum borçlanması için 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinde doğumun iş yerinden ayrıldıktan sonraki 300 gün içinde gerçekleşmesi gerektiği şeklinde bir şartın aranmadığı, bu düzenlemeyi davalı kurumun uygulamaya ilişkin hazırladığı tebliğ ile getirdiği, Kurumun tek taraflı olarak hazırladığı tebliğin mahkemeleri bağlamayacağı belirtilerek doğum borçlanması hakkının tespiti için açılan davalarda bu şartın aranmayacağına karar verdikleri anlaşılmaktadır (Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 18/10/2010 tarihli ve E.2009/13466, K.2010/9978 sayılı, 7/2/2011 tarihli ve E.2010/424, K.2011/747 sayılı, 5/7/2010 tarihli ve E.2010/4710, K.2010/7933 sayılı, 1/12/2010 tarihli ve E.2010/13262, K.2011/12068 sayılı, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 9/6/2011 tarihli ve E.2010/1853, K.2011/8537 sayılı ilamları).
69. Başvurucu da temyiz dilekçesinde konu ile ilgili içtihatları belirterek ve Mahkemenin Kanun’u yorumlama şeklinin hatalı olduğunu ileri sürerek kararın bozulmasını talep etmiş; Yargıtay 21. Hukuk Dairesi ise başvurucunun temyiz itirazlarını herhangi bir gerekçe ortaya koymadan reddederek İlk Derece Mahkemesi kararını onamıştır (bkz. § 17). Onama ilamında somut dava yönünden istikrar kazanmış içtihatlardan farklı karar verilmesinin nedeniyle ilgili bir gerekçe belirtilmemiştir.
70. Bu belirlemeler karşısında yargılama süreci bir bütün olarak incelendiğinde başvuru konusu davada başvurucunun temel şikâyetlerinin Derece Mahkemeleri tarafından yeterince incelenmediği, davanın sonucuna etkili olan olay ve olgular hakkında yeterli gerekçenin ortaya konmadığı, somut uyuşmazlıkta benzer davalarda benimsenmiş yerleşmiş içtihatlardan farklı karar verilmesini gerektiren durum bulunduğuna dair makul bir neden belirtilmeden karar verildiği kanaatine varılmıştır.
71. Bu itibarla hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri ışığında adil yargılanma hakkı yönünden yapılan değerlendirmede somut yargılamada başvurucunun adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
72. Açıklanan nedenlerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
73. Başvurucu, dava sonunda yargılama giderlerinden davanın açılmasına sebebiyet veren davalı yerine kendisinin sorumlu tutulmasıyla adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş olup başvurucunun gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği sonucuna varıldığından, adil yargılanma hakkına ilişkin anılan iddia yönünden ayrıca bir değerlendirme yapılmasına gerek görülmemiştir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
74. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
75. Başvurucu ihlalin tespiti ve yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur.
76. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
77. Adil yargılanma hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Denizli 2. İş Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
78. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Aleni karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
2. Gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
C. Kararın bir örneğinin adil yargılanma hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Denizli 2. İş Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
D. 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
13/4/2016 tarihinde Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA karar verildi.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucu, 19/3/2009 tarihinde SGK’ya yaptığı ilk başvuru tarihi itibarıyla borçlanma ve emeklilik için gerekli yasal şartları taşıdığını, buna rağmen borçlanma ve emeklilik talebinin kabul edilmemesi sebebiyle oluşan zararının karşılanması istemiyle açtığı davanın eksik inceleme ile reddedildiğini belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrasında kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin şikâyetlerin bireysel başvuruda incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir.
Anılan kurallar uyarınca, ilke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda açık bir keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
Somut olayda Mahkeme, başvurucunun 19/3/2009 tarihinden itibaren ödenmeyen aylıklarının yasal faizi ile davalı kurumdan tahsili talebini, bu tarih itibarıyla prim ve hizmet süresi yönünden aylık bağlama koşullarının eksiksiz olmadığı, doğum borçlanması talebi kabul edilseydi dahi borçlanılan sürelerin primlerinin başvurucu tarafından Kuruma ödendiği ayı takip eden ay başı itibarıyla aylık bağlanabileceği gerekçesiyle reddetmiştir (bkz. § 15).
Mahkemenin anılan gerekçesi ve başvurucunun iddiaları incelendiğinde, iddiaların özünün Derece Mahkemeleri tarafından delillerin değerlendirilmesinde ve yorumlanmasında isabet olmadığına ve esas itibarıyla yargılamanın sonucuna ilişkin olduğu görülmektedir.
Mahkemenin kararında bariz takdir hatası veya açıkça keyfilik oluşturan herhangi bir durum bulunmadığı ve kanun yolu şikâyeti niteliğinde olan iddianın, “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Açıklanan nedenlerle, başvurucunun gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.
Üye