TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
ŞÜKRÜ KÜÇÜK VE DİĞERLERİ
BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/7969)
|
|
Karar Tarihi: 8/9/2015
|
R.G. Tarih- Sayı: 27/10/2015-29515
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Alparslan ALTAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Recep KÖMÜRCÜ
|
|
|
Celal Mümtaz AKINCI
|
Raportör Yrd.
|
:
|
Halil İbrahim DURSUN
|
Başvurucular
|
:
|
1- Şükrü KÜÇÜK
|
|
|
2- Nihal KÜÇÜK
|
|
|
3- Figen KÜÇÜK
|
|
|
4- Şahin KÜÇÜK
|
Vekilleri
|
:
|
Av. Halis YAŞAR
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, görevli doktorun
kişisel kusuru neticesinde yakınları Esmer Küçük’ün
öldüğünü iddia eden başvurucuların, görevli doktor aleyhine adli yargıda açtığı
tazminat davasının, hukuka aykırı şekilde husumet yokluğu gerekçe gösterilerek
reddedilmesi nedeniyle adil yargılanma hakkının, anılan karar sebebiyle
tazminat hakkından yoksun kalınması nedeniyle de mülkiyet hakkının ihlal
edildiği iddiaları hakkındadır.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 28/10/2013
tarihinde yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi
neticesinde belirlenen eksiklikler tamamlatılmış ve başvuruda, Komisyona
sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm İkinci
Komisyonunca 31/12/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru formu ve eklerinde
ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
5. Başvuruculardan Şükrü Küçük’ün eşi ve diğer başvurucuların annesi Esmer Küçük,
hamileliğinin sekizinci ayında iken rahatsızlanması üzerine 10/11/2005
tarihinde Ağrı Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesine götürülmüş, Dr. N.
G. tarafından muayene edilmiştir. Muayene neticesinde anne karnında öldüğü
anlaşılan bebek, 23.00-24.00 saatleri arasında yapılan operasyon sonucu
sezaryen ile doğurtulmuştur. Ameliyattan sonra durumu kötüleşen ve kanaması
olan anne Esmer Küçük, Ağrı Devlet Hastanesine sevk edilmiş ancak saat 04.30’da
hayatını kaybetmiştir.
6. Yaşanan olay sonrasında Dr.
N. G. hakkında taksirle ölüme neden olma suçundan açılan kamu davasında, alınan
Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 16/2/2009 tarihli raporuna göre Dr. N. G.nin yaptığı ameliyatın tıp kurallarına uygun olduğu ancak
ameliyat sonrası genel durumu iyi olmayan hastanın takibini yapmaması nedeniyle
uygulamasının tıp kurallarına aykırı olduğu yönünde görüş bildirilmiştir. Dr.
N. G. hakkındaki kamu davası devam etmektedir.
7. Başvurucular, Ağrı 1. Asliye
Hukuk Mahkemesine sundukları 5/2/2010 havale tarihli dilekçeyle özetle,
ameliyat sonrasında kanaması durmayan Esmer Küçük’ün,
Dr. N. G. tarafından yoğun bakım servisi teknik olarak olmayan Ağrı Devlet
Hastanesine sevk edildiğini, ilgili servisin hemşiresi ile nöbetçi doktoru
tarafından Dr. N. G.ye ulaşılmasına rağmen Dr. N. G.nin
iki dakikalık yolu göze alıp hastanın durumuna müdahaleye gelmediğini ve
telefonlarını kapatarak hastanın Erzurum'a sevkini istediğini, iki çıkmaz
seçenek içine sokulan hastanın ölüme terk edildiğini, Dr. N. G.’nin eyleminin hizmetten ayrılabilir kişisel kusur olduğunu
belirterek Dr. N. G. aleyhine maddi ve manevi tazminat talebiyle dava
açmışlardır.
8. Mahkeme, 20/11/2012 tarihli
ve E.2010/48, K.2012/703 sayılı kararı ile davanın husumet yokluğu nedeniyle
reddine karar vermiştir. Gerekçenin ilgili kısmı şöyledir:
“…
…kişilerin uğradığı
zararla, zarara sebebiyet veren kamu personelinin yürüttüğü görev arasında
herhangi bir ilişki kurulabiliyorsa, ortada görevle ilgili bir durum var
demektir ve bu tür davranışlar kasten veya ihmalen
işlenmesine bakılmaksızın, kamu personelinin hizmetten ayrılamayan kişisel
kusurları olarak ortaya çıkmakta ve bu husus, 657 sayılı Yasanın 13’üncü
maddesindeki “kişilerin kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları
zararlar” ibaresinde ifadesini bulmaktadır.
Diğer taraftan,
Anayasa’nın 129/5 maddesinde “kusur” şartından bahsedildiğine göre yetkisini
kullanan memurun veya kamu görevlisinin işlediği eylemin kasten mi yoksa ihmalen mi gerçekleştirdiğine bakılmaksızın bu
eylemlerinden doğan davaların ancak idare aleyhine açılması gerektiğinin kabulü
zorunludur.
(…)
Davacı taraf, davalı
doktorun görevi sırasında kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan
hastaya müdahalede bulunmayıp, ihmal nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu
iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmışlardır.
Davacıların bu
iddiası, içerikçe davalı doktorun görevi sırasında ve yetkisini kullanırken
işlediği bir kusura ve bu kusurun niteliği itibariyle de kamu görevlisinin
ihmaline dayanmaktadır.
Hal böyle olunca,
davalının görevi dışında kalan kişisel kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik
ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin görev sırasında ve görevle ilgili
olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde bulunmasına göre, eldeki davada husumet
kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir. Öyle ise, dava idare aleyhine
açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerektiğinden aşağıdaki şekilde hüküm
kurulmuştur.”
9. Başvurucular tarafından
temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 18/4/2013 tarihli ve
E.2013/5981, K.2013/7369 sayılı ilamıyla onanmıştır.
10. Başvurucuların karar
düzeltme talebi, aynı Dairenin 12/9/2013 tarihli ve E.2013/10632, K.2013/14042
sayılı ilamıyla reddedilmiştir.
11. Anılan karar, 1/10/2013 tarihinde
başvurucuların vekiline tebliğ edilmiş ve 28/10/2013 tarihinde yapılan bireysel
başvuruda süre aşımı bulunmadığı tespit edilmiştir.
B. İlgili Hukuk
12. Anayasa’nın 40. maddesinin
üçüncü fıkrası şöyledir:
“Kişinin, resmi
görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu
olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
13. Anayasa’nın 125. maddesinin
son fıkrası şöyledir:
“İdare, kendi eylem
ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”
14. Anayasa’nın 129. maddesinin
beşinci fıkrası şöyledir:
“Memurlar ve diğer
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği
şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. “
15. 14/7/1965 tarihli ve 657
sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun “Kişilerin
uğradıkları zararlar” başlıklı 13. maddesinin birinci fıkrası
şöyledir:
“Kişiler kamu hukukuna
tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri
yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar.
Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen
para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili personel tarafından zimmete
geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden
Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu
personele rücu hakkı saklıdır.”
16. 6/1/1982 tarihli ve 2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Doğrudan
doğruya tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“İdari eylemlerden
hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı
bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri
tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde
ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri
gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki
işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde
cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi
içinde dava açılabilir.
Görevli olmayan adli
ve askeri yargı mercilerine açılan tam yargı davasının görev yönünden reddi
halinde sonradan idari yargı mercilerine açılacak davalarda, birinci fıkrada
öngörülen idareye başvurma şartı aranmaz.”
17. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 17/10/2007 tarihli ve E.2007/4-640, K.2007/725 sayılı kararı şöyledir:
“(…)
Davacı, davalının
yanlış tedavi uygulaması nedeniyle eşinin ölümüne neden olduğunu ileri sürmüş;
mahkemece, davanın Sağlık Bakanlığı’na karşı açılması gerektiği; davalıya
husumet yöneltilemeyeceği gerekçe gösterilerek yazılı şekilde karar
verilmiştir.
‘Anayasa 129/5’de,
memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri
kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare aleyhine açılabileceği
benimsenmiştir. Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp; idari yetkilerin kullanılma
alanı ile eş anlatımla, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar
ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde; kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu
güvencesinden yararlanma olanağı bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının tanı
ve tedavide hatalı davrandığı ileri sürülerek tazminat isteminde bulunulmuştur.
Şu durumda, açıkça kişisel kusura dayanılmıştır. O nedenle, Anayasa m.129/5
hükmünün göz önünde tutulabilmesi söz konusu değildir. Mahkemece, işin esasının
incelenmesi; davalının kişisel kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması
ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle, yazılı
şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir’
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama
sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
(…)
Hukuk Genel Kurulunca
incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve
dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı
iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında
açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle, Anayasanın 129/5 maddesi gereğince
memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen
zararlara ilişkin davaların idare aleyhine dava açılabilmesinin, eylemin hizmet
kusurundan kaynaklanmış olması koşuluna bağlı bulunmasına; dava dilekçesinde
sıralanan maddi olguların davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığını
göstermesi karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp
değerlendirilerek sonuca varılmasının gerekmesine; Hukuk Genel Kurulu’nun
15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E.
2001/643 K.; 29.03.2006 gün ve 2006/4-86 E. 2006/111 K.; 20.09.2006 gün ve
2006/4-526 E. 2006/562 K. Sayılı ilamlarında da aynı ilkenin vurgulanmış
olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına
uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
18. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve E.2011/4-592, K.2012/25, sayılı kararı şöyledir:
“…
…gerek Anayasa,
gerekse Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan düzenlemelerin, memur ve kamu
görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı; daha sonra ilgilisine rücu
edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna giderek, mağdura zararını daha
iyi bir şekilde giderecek bir muhatap ve tereddütsüz bir yargı yolu sağladığı; bugüne kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali
sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmiş
olmasının yerinde olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun
tamamen idare ile memur arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu;
öte yandan, Anayasa’nın 129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine
getirirken veya yetkilerini kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma
altına girip girmeyeceğine ilişkin olarak da, yasanın “kusur” ifadesi kullanması
karşısında eylemin kasten veya ihmalen işlenmesine
bakılmaksızın idarenin sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza
mahkemesinde yargılanmasının hatta ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı,
bunun da ancak rücu davasında dikkate alınacağı; sonuçta, memur ve kamu
görevlisinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve
işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun kasti suç niteliği taşısa bile hizmet
kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması
gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur ve kamu görevlisinin yaptığı iş
ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde ise bu eylemden memurun kişisel
olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda
ve kamu görevlisi veya memur aleyhine açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile
kabul edilmiştir.
…”
19. Danıştay Onbeşinci
Dairesinin 13/2/2014 tarihli ve E.2013/10851, K.2014/752 sayılı kararı
şöyledir:
“…
… davacının
30.04.2010 tarihinde A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde
yapılan ameliyatta hatalı tıbbi müdahale yapıldığından bahisle 04.05.2011
tarihinde Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde ilgili doktorlar aleyhine dava
açtığı, davanın 10.04.2012 tarih ve E:2011/229, K:2012/158 sayılı kararla
"Pasif Husumet Yokluğu" nedeniyle reddedildiği, söz konusu bu kararın
16.11.2012 tarihinde kesinleştiği, davacının 26.12.2012 tarihinde Sağlık
Bakanlığı'na 200.00,000-TL maddi, 200.000,00-TL manevi tazminatın tarafına ödenmesi
istemiyle başvuruda bulunduğu, başvurusunun zımnen reddedilmesi üzerine,
tarafına 100.000,00-TL manevi ve 100.000,00-TL maddi olmak üzere toplam
200.000,00-TL tazminatın ameliyat tarihinden itibaren ödenmesine karar
verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, Asliye
Hukuk Mahkemesinde davanın açıldığı tarih eylemin idariliğinin
öğrenildiği tarih olarak kabul edilerek bu tarihten itibaren idareye başvuruda
bulunulmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar
verilmişse de; davacı Asliye Hukuk Mahkemesinde açmış olduğu davada verilen
karar sonucunda eylemin idariliğini öğrenmiş olup husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine dair verilen
kararın kesinleştiği 16.11.2012 tarihinden itibaren 2577 sayılı Kanunun 13.
maddesi uyarınca 1 yıllık dava açma süresinin başladığının kabulü
gerekmektedir.”
20. Danıştay Onbeşinci
Dairesinin 20/2/2014 tarihli ve E.2013/11650, K.2014/1022 sayılı kararı
şöyledir:
“…
…
davacının, 2004 yılının ağustos ayında bisikletten düşerek yaralanması üzerine
kaldırıldığı Konya Numune Hastanesi'nde yapılan tedavi ve ameliyatından sonra
iyileşememesi sonucunda başvurduğu Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden
13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği,
davacının ameliyatı gerçekleştiren doktor S. S. aleyhine tazminat istemiyle
08/02/2011 tarihinde Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/75 sayılı esasına
kayıtlı olarak açtığı davanın 14/06/2012 tarih ve E:2011/75, K:2012/585 sayılı
kararla anılan davanın idareye karşı açılması gerektiğinden husumet nedeniyle
reddedildiği ve bahsi geçen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 09/11/2012
tarih ve E:2012/15934, K:2012/16599 sayılı kararıyla onanarak kesinleşmesi
üzerine davalı idare aleyhine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Buna göre, davacının
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden 13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan
%26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği, bunun üzerine 08/02/2011 tarihinde
ameliyatı gerçekleştiren doktor aleyhine tazminat istemiyle Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davanın
husumet yokluğu nedeni ile reddedilerek buna ilişkin kararın 09/11/2012
tarihinde kesinleştiği, davacının söz konusu kararın kesinleşmesiyle birlikte
eylemi ve eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği 09/11/2012
tarihinden itibaren 1 yıl içinde, 08/05/2013 tarihinde açtığı davada süre aşımı
bulunmamakta olup; İdare Mahkemesince, davanın esası hakkında bir
karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen
kararda usul hükümlerine uygunluk görülmemektedir.”
21. Danıştay Onuncu Dairesinin
13/12/2006 tarihli ve E.2005/8406, K.2006/7137 sayılı kararı şöyledir:
“…
…davacılar murisi M.
A.'nın, 20.2.1997 tarihinde su kuyusuna düşerek
ölmesi üzerine, kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar
aleyhine Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, 28.5.1999 tarihinde açılan maddi
tazminat davasında, anılan mahkemece, 6.6.2002 tarihinde verilen kararla, kuyunun
bulunduğu yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle
davalıların meydana gelen olayda sorumluluklarının bulunmadığı
gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddedildiği, bu kararın temyizi üzerine
Yargıtay 4. Hukuk Dairesince, haksız eylem nedeniyle sorumlu kişilerin tespit
edilerek hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle mahkeme kararının bozulduğu,
davacılar tarafından, söz konusu kararın düzeltilmesi istemiyle yapılan
başvurunun aynı dairece reddedildiği ve bu kararın Asliye Hukuk Mahkemesi
kayıtlarına 10.10.2003 tarihinde girdiği, daha sonra davacılar tarafından
Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, bu kez Karayolları Genel Müdürlüğüne
karşı, 2.3.2004 tarihinde tazminat davası açıldığı, açılan iki davayı
birleştiren Bartın 2. Asliye Hukuku Mahkemesince, kuyunun bulunduğu taşınmazın
Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığından, zararın doğmasına bu
idarenin hizmet kusurunun neden olduğu gerekçesiyle, davanın taşınmaz sahibi
olarak bilinen şahıslara yönelik kısmının reddine, Karayolları Genel
Müdürlüğüne yönelik kısmının ise idari yargıda görülmek üzere, idare
mahkemesine gönderilmesine karar verildiği, bu kararın 18.7.2005 tarihinde
kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde, Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı
idare mahkemesinde, maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle görülmekte
olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu olayda, eylemin idariliğinin,
davacılar murisinin ölümüne neden olan kuyunun bulunduğu yerin, Karayolları
Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı gerekçesiyle, gerçek kişiler aleyhine
açılan davanın, Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, husumet yönünden reddine
ilişkin kararın kesinleştiği, 10.10.2003 tarihinde ortaya çıktığı kuşkusuzdur.
Bu duruma göre,
kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar aleyhine 28.5.1999
tarihinde açılan maddi tazminat davası sonucunda, Bartın 2. Asliye Hukuk
Mahkemesince, 6.6.2002 tarihinde, kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel
Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların meydana gelen olayda
sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddi
yolunda verilen kararın kesinleştiği tarih olan 10.10.2003 tarihinde eylemin idariliğinin belirlendiği, bu tarihten itibaren, 2577
sayılı Yasa'nın 13. maddesinde öngörülen 1 yıllık süre içinde, 2.3.2004
tarihinde adli yargı yerinde dava açıldığı, bu davanın idare mahkemesinde
görülmesi gerektiği gerekçesiyle görev yönünden reddine ilişkin kararın,
18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde Karayolları Genel
Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde açılan bu davanın süresinde kabul
edilerek, işin esasının incelenmesi gerekirken, süre aşımı bulunduğu
gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet
görülmemiştir.”
22. Danıştay Onuncu Dairesinin
4/11/2011 tarihli ve E.2008/7182, K.2011/4711 sayılı kararı şöyledir:
“…
Bir eylemin idariliği ve doğurduğu zarar bazı durumlarda eylemin
gerçekleşmesiyle, kimi zaman da değişik araştırma ve incelemelerden, hatta ceza
davalarından sonra ortaya çıkabilmektedir.
Özelikle, kamu
görevlilerinin idari tasarrufta bulunurken uyulması zorunlu görülen kurallara
uymamaları nedeniyle kendilerine izafe edilebilecek nitelikte olmakla birlikte,
resmi yetkilerin kullanımı sırasında gerçekleştiği için idaresinden de
ayrılamayan görev kusurlarından doğan zararın tazmini istemiyle açılacak tam
yargı davalarında eylemin idariliği, zararın, kamu
görevlisinin kişisel kusurundan mı, görev kusurundan mı kaynaklandığının ceza
muhakemesi sonucunda belirlenmesiyle ortaya çıkabilmektedir.
Bu nedenlerle, 2577
sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen 1 ve 5 yıllık sürelerin eylemin idariliğinin ve doğurduğu zararın ortaya çıktığı tarihten
itibaren hesaplanması zorunludur. Aksi yorumun, dava açma yolunun kullanımını
güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz etkileyeceğini belirtmek gerekir. Anılan
Yasa hükmünde öngörülen tam yargı davalarının, idari eylem nedeniyle uğranılan
zararın tazminine yönelik olması sebebiyle davanın açılabilmesi için eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması
zorunludur.
Dosyanın
incelenmesinden, davacının eşinin yaralanması üzerine kaldırıldığı Salihli
Devlet Hastanesi’nde 24.4.2004 tarihinde ölümünün gerçekleştiği, acil servis
personelinden doktor S.T. hakkında taksirle bir kişiyi öldürme suçunu
işlediğinden bahisle 25.9.2006 günlü iddianame ile açılan ceza davasının
sürdüğü, davacının ise iddianamenin 13.10.2006 tarihinde tebliğ edilmesi üzerine
8.10.2007 gününde maddi ve manevi tazminat talebiyle davalı idareye yaptığı
başvurunun 27.11.2007 tarihinde tebliğ edilen 20.11.2007 günlü işlemle reddi
sonrasında 25.1.2008 tarihinde dava açtığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, eylemin idariliğinin S.T.
hakkında açılan ceza davasında verilecek kararın kesinleştiği tarihte ortaya
çıkabileceği dikkate alındığında, iddianamenin tebliği üzerine
yapılan başvurunun reddi sonrasında açılan davada süre aşımı, davanın süre
aşımı bakımından reddi yolunda verilen Mahkeme kararında ise hukuksal isabet
bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
23. Mahkemenin 8/9/2015
tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucuların 28/10/2013 tarihli ve
2013/7969 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucuların
İddiaları
24. Başvurucular, hizmetten
ayrılabilir kişisel kusuru ile yakınlarının ölmesine sebep olan görevli doktor
aleyhine, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları doğrultusunda adli yargıda
açtıkları tazminat davasının içtihat değişikliği nedeniyle hukuka aykırı
şekilde husumet yönünden reddine karar verildiğini; davanın, ameliyat sonrası
kendisine defalarca ulaşılmış olmasına rağmen hastaneye gelmeyen ve hastaya
müdahale etmeyen görevli doktorun kişisel kusuru sebebiyle açıldığını, yapılan
ameliyatla ilgili bir iddialarının olmadığını, doktrinde ve uygulamada kendi
haklılıklarını ortaya koyan bir çok karar bulunduğunu belirterek Anayasa’nın
36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüş, maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuşlardır.
25. Başvurucular ayrıca, anılan
karar sebebiyle tazminat hakkından yoksun kaldıklarını belirterek Anayasa’nın
35. maddesinde tanımlanan mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
B. Değerlendirme
1. Adil Yargılanma Hakkının İhlal
Edildiği İddiası Yönünden
26. Anayasa’nın 148. maddesinin
dördüncü fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvuruda,
kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.”
27. 30/3/2011 tarihli ve 6216
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası
şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça
dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
28. 6216 sayılı Kanun'un 48.
maddesinin (2) numaralı fıkrasında açıkça dayanaktan yoksun başvuruların
Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir. Anayasa'nın
148. maddesinin dördüncü fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvurular
kapsamında değerlendirilen kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin
şikâyetlerin bireysel başvuruda incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır.
29. Anılan kurallar uyarınca,
ilke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve
olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının
yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili
varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine
konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının
adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel
başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede,
kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular, bariz takdir hatası veya açık keyfîlik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No:
2012/1027, 12/2/2013, § 26).
30. Başvurucular, yakınlarının
ölmesine sebep olan doktor aleyhine açtıkları tazminat davasının öngörülemez
şekilde husumet yokluğu nedeniyle reddedildiğini, doktorun kişisel kusuruna
dayanılarak açılan davanın reddedilmesinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
1/2/2012 tarihinde içtihat değişikliğine gitmesinin etkili olduğunu, doktrinde
ve uygulamada davanın esası hakkında karar verilmesini ortaya koyan bir çok
karar bulunduğunu belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüşlerdir.
31. Yukarıda yer verilen
iddialar dikkate alındığında başvurucuların, açtıkları davanın Yargıtay Hukuk
Genel Kurulunun yeni içtihadı doğrultusunda husumet yönünden reddedilmesinden
şikâyet ettikleri anlaşılmaktadır. Başvurucular, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
içtihat değişikliğinden sonra kendi açtıkları davanın husumet yönünden
reddedilmiş olmasına rağmen benzer başka bir davanın kabul edildiği yönünde
herhangi bir iddia ileri sürmemektedirler. Bu durumda başvuru konusu şikâyetin,
içtihat değişikliği doğrultusunda verilen husumet yönünden ret kararına ilişkin
olduğu anlaşılmıştır.
32. Yargıtay, 1/2/2012
tarihinden önceki içtihatlarında, kamu görevlilerinin görevi sırasında hizmet
araçlarını kullanarak üçüncü bir kişiye zarar vermeleri hâlinde “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gitmiş ve kamu
görevlisine karşı kişisel kusuruna dayanılarak adli yargıda tazminat davası
açılabilmesini kabul etmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
kararı için bkz. § 17). Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli
kararları ile anılan içtihattan dönülmüş ve kamu görevlilerinin mali
sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru”
ve “kişisel kusur” ayrımına
gidilmesinin yerinde olmadığı, kamu görevlilerin görevi sırasında hizmet
araçlarını kullanarak yaptıkları eylem ve işlemlere ilişkin kişisel kusurlarının
kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı, bu nedenle açılacak
davanın idare aleyhine açılması gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa kamu
görevlilerinin yaptıkları iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde ise
bu eylemden kamu görevlilerinin kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle
açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlileri aleyhine
açılabileceği kabul edilmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
kararı için bkz. § 18).
33. Somut olayda başvurucular,
doktorun kişisel kusuru nedeniyle yakınlarının öldüğünü belirterek doktor
aleyhine Ağrı 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası
açmışlardır. Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli içtihadı
doğrultusunda, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri
kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil ancak
kamu idaresi aleyhine açılabileceği gerekçesiyle, doktor hakkında açılan
davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar vermiştir. Mahkeme, bu sonuca “hizmet kusuru” ile “hizmetten ayrılabilir kişisel kusur”
kavramlarını ilgili hukuk kuralları çerçevesinde yorumlayarak varmış ve somut
olayda hizmetten ayrılabilir kişisel kusurdan bahsetmenin mümkün olmadığı
sonucuna ulaşmıştır. Temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesince usul ve
yasaya uygun bulunarak onanmıştır.
34. Bireylerin
makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik ilkesi, içtihadın değişmezliği
şeklinde bir hak sunmamaktadır. Mahkemelerin yorumlarında dinamik ve evirilen bir yaklaşımın
sürdürülememesi reform ya da gelişimi engelleyeceğinden kararlardaki değişim,
adaletin iyi idaresine aykırılık teşkil etmez (Türkan
Bal [GK], B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 54)
35. Mahkeme içtihatlarındaki
değişme, yargı organlarının takdir yetkisi kapsamında kalmakta olup böyle bir
değişiklik özü itibarıyla, önceki çözümün tatminkâr bulunmaması anlamına gelir (Türkan Bal [GK], § 55). Bu bağlamda
Yargıtay, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan
doğan tazminat davalarının, kamu görevlileri aleyhine mi yoksa ilgili kamu
idaresi aleyhine mi açılması gerektiği hususunda gerekçesini açıklamak
suretiyle içtihat değişikliğine gitmiş ve başvurucuların doktor aleyhine
açtıkları dava, söz konusu içtihat doğrultusunda husumet yönünden
reddedilmiştir.
36. Mahkemenin gerekçesi ve
başvurucuların iddiaları incelendiğinde iddiaların özünün, derece mahkemesi
tarafından delillerin değerlendirilmesinde ve hukuk kurallarının
yorumlanmasında isabet olmadığına ve esas itibarıyla yargılamanın sonucuna
ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
37. Başvurucular; yargılama
sürecinde karşı tarafın sunduğu deliller ve görüşler hakkında bilgi sahibi
olamadıklarına, kendi delillerini ve iddialarını sunma olanağını bulamadıklarına,
karşı tarafça sunulan delillere ve iddialara etkili bir şekilde itiraz etme
fırsatı bulamadıklarına ya da uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili
iddialarının derece mahkemesi tarafından dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da
kanıt sunmadıkları gibi Mahkemenin kararında bariz takdir hatası veya açık keyfîlik oluşturan herhangi bir durum da tespit
edilememiştir.
38. Açıklanan nedenlerle,
başvurucular tarafından ileri sürülen iddiaların kanun yolu şikâyeti
niteliğinde olduğu, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açık
keyfîlik de içermediği anlaşıldığından başvurunun bu
kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin "açıkça dayanaktan yoksun olması"
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Yaşam
Hakkının İhlal Edildiği İddiası Yönünden
39. Başvurucular, yakınlarının
ölümüne neden olan doktor aleyhine açtıkları tazminat davasının husumet
yönünden reddedilmesi nedeniyle tazminat hakkından yoksun kaldıklarını belirterek
Anayasa’nın 35. maddesinde tanımlanan mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüşlerdir. Başvurucuların anılan iddiaları; yakınları, doktorun kişisel
kusuru neticesinde ölmesine rağmen yaşam hakkı kapsamında gerekli tazminin
sağlanamaması hususu ile ilgilidir. Bu sebeple olayların başvurucu tarafından
yapılan hukuki tavsifi ile bağlı olmayan Anayasa Mahkemesi, başvurucuların
Anayasa’nın 35. maddesinin ihlal edildiğine ilişkin iddialarını, Anayasa’nın
17. maddesinde tanımlanan yaşam hakkı kapsamında incelemiştir.
40. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”
kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
41. Anılan Anayasa hükmüyle
kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığının bütünlüğü,
gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin
müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır. Bu çerçevede devletin,
egemenlik alanında yaşayan ve kontrolü altında bulunan kişilerin yaşam hakkı
ile maddi ve manevi varlıklarına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş olan
müdahalelere yönelik olarak da gerekli soruşturma, kovuşturma, failleri tespit
edip cezalandırma ve gerektiğinde bundan doğan zararları etkili bir şekilde
bizzat karşılama veya sorumlularına karşılatma yükümlülüğü bulunmaktadır.
Kişilerin yaşam hakkı ile vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan
zararlara yönelik etkili bir tazminin sağlanamadığı ve bu çerçevede devletin,
Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği
durumlarda, kişinin yaşam hakkının ya da vücut bütünlüğünün korunduğundan söz
edilemez (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 40).
42. Bu çerçevede, yakınlarının
devlet hastanesinde verilen kusurlu hizmet sebebiyle öldüğünü iddia eden
başvurucuların, bu olay nedeniyle kendilerine yeterli ve adil bir tazmin
sağlanmadığı iddiası, Anayasa’nın 17. maddesinin koruma alanı kapsamında yer
almaktadır.
43. 6216 sayılı Kanun'un 46.
maddesinin (1) numaralı fıkrasında, ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen
işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan
etkilenenlerin bireysel başvuru hakkına sahip oldukları kurala bağlanmıştır.
Yaşam hakkının doğal niteliği gereği, yaşamını kaybeden kişiler açısından bu
hakka yönelik bir başvuru, ancak yaşanan ölüm olayı nedeniyle mağdur olan ölen
kişilerin yakınları tarafından yapılabilecektir. Başvuru konusu olayda,
müteveffa Esmer Küçük, başvuruculardan Şükrü Küçük’ün
eşi ve diğer başvurucuların annesidir. Bu nedenle başvuru ehliyeti açısından
bir eksiklik bulunmamaktadır (Sadık Koçak ve
diğerleri, B. No. 2013/841, 23/1/2014, § 65).
44. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca
temel hak ve özgürlüklerin ihlaline neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya
da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının
bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.
45. Bireysel başvurunun ikincil
niteliği gereği başvurucunun, ihlal iddialarını öncelikle yetkili idari ve
yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi
ve delilleri zamanında sunması, dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli
özeni göstermesi gerekir (Mustafa Bülent
Erten, B. No: 2012/649, 26/3/2013, §§ 18 ve 19).
46. Başvuruya konu olayda
başvurucular tarafından, yakınlarının ölmesine sebep olduğu iddiasıyla doktor
aleyhine Ağrı 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açıldığı, Ağrı 1. Asliye
Hukuk Mahkemesinin 20/11/2012 tarihli kararı ile Anayasa’nın 129. maddesinin
beşinci fıkrası ve 657 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca, kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işlemiş oldukları kusurlu
davranışlarından dolayı açılacak tazminat davalarının, ilgili kamu görevlisine
değil, kamu idaresi aleyhine açılabileceği belirtilerek başvurucuların
davasının husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verildiği; Mahkemece,
uyuşmazlığın esastan incelenmeyerek husumetin yanlış yöneltildiği tespitine dayalı
olarak ret kararı verildiği anlaşılmaktadır. Başvurucular tarafından açılan
davanın esası hakkında derece mahkemelerince bir inceleme yapılmadığı ve
husumetin yanlış yöneltildiği gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği
dikkate alındığında somut olayda, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda
bulunabilmek için etkili başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun yerine
getirildiği söylenemez.
47. Danıştay içtihatlarına göre
adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden
itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca idari
yargıda tam yargı davası açılması mümkün iken başvurucular tarafından, idari
yargıda tam yargı davası açıldığına ilişkin herhangi bir bilgi ve belge de
sunulmamıştır (İlgili Danıştay kararları için bkz. §§ 19-22).
48. Açıklanan nedenlerle, ihlal
iddiasına ilişkin olarak etkili başvuru yollarının tüketilmemiş olduğu
anlaşıldığından başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik şartları
yönünden incelenmeksizin “başvuru yollarının
tüketilmemiş olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurucuların,
1.
Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal edildiği
yönündeki iddialarının “açıkça dayanaktan
yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının ihlal edildiği
yönündeki iddialarının "başvuru
yollarının tüketilmemiş olması" nedeniyle KABUL EDİLEMEZ
OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucular üzerine bırakılmasına,
8/9/2015
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.