TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
EMİN ACAR BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2014/333)
|
|
Karar Tarihi: 4/10/2017
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
|
|
Muammer
TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
Raportör
|
:
|
Özgür DUMAN
|
Başvurucu
|
:
|
Emin ACAR
|
Vekili
|
:
|
Av. Abdulkerim YENİL
|
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; belediyece yapılan ihaleyle satın alınan taşınmazın
geri alınması üzerine açılan davada hükmedilen tazminat bedelinin düşük
belirlenmesi ve bu tazminatın yargılamada geçen sürede değer kaybetmesi
nedeniyle mülkiyet hakkının, ayrıca yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 8/1/2014 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
A. Uyuşmazlığın Arka
Planı
8. Aksaray Belediye (Belediye) Meclisinin 16/10/1968 tarihli
kararı ile Belediyeye ait bazı taşınmazların satışına karar verilmiş, satışın
gerçekleştirilmesi için de Belediye Encümenine yetki verilmiştir. Belediye
Encümeni 17/4/1969 tarihinde Aksaray ili Zafer Mahallesi'nde bulunan çeşitli
taşınmazlarının satışına karar vermiş ve bu kapsamda anılan mahallede bulunan
444 ada 6 ve 31 parsel, 28/4/1969 tarihinde 62 ada 25 parsel, 27/9/1974
tarihinde 444 ada 13 ve 48 ada 8 parsel sayılı taşınmazları ihale yoluyla
satışa çıkarmıştır. Yapılan ihaleler sonucu söz konusu taşınmazları başvurucu
satın almıştır.
9. Başvurucu, ihale bedeli olarak Belediyeye on adet makbuz
karşılığı toplam 70.935 TL (eski Türk lirası) tutarında ödeme yapmıştır. Bu
ödemelerin 60.935 TL tutarındaki dokuz adedi 1969 yılında, 10.000 TL
tutarındaki biri ise 6/10/1971 tarihinde yapılmıştır. Ancak söz konusu
taşınmazlar, tapuda Belediye tarafından başvurucuya devredilmemiştir.
B. Tapu İptali ve Tescil
Davası Süreci
10. Bunun üzerine başvurucu, Belediye aleyhine Aksaray 1. Asliye
Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Mahkeme
19/12/1990 tarihinde davanın kabulüne ve uyuşmazlık konusu taşınmazların
tapularının iptali ile başvurucu adına tapuya tesciline karar vermiştir.
11. Temyiz edilen hüküm, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin (Daire)
6/3/1992 tarihli ilamıyla bozulmuştur. Bozma ilamında, Belediye taşınmazlarının
satışı için Belediye Meclisi ve Encümeni kararı ile taşınmazların ihaleye
çıkarılması yanında ayrıca noter önünde sözleşme düzenlenmesi gerektiği
belirtilmiştir. Daire; somut olayda 2/6/1934 tarihli ve 2490 sayılı Artırma,
Eksiltme ve İhale Kanunu'nun 25 ve 26. maddelerine aykırı olarak, böyle bir
sözleşmenin yapılmadığını tespit etmiştir. Öte yandan Daire, satış tarihinden sonra
yürürlüğe giren 22/5/1986 tarihli ve 3290 sayılı Kanun'un geçici 2.
maddesindeki düzenlemeye de dikkat çekmiştir. Buna göre davaya konu taşınmazlar
"geniş tarlalar" niteliğinde olup bu nitelikteki taşınmazların
satışının anılan Kanun'un amacına uygun olmadığı kabul edilmiştir.
12. Başvurucu karar düzeltme talebinde bulunmuş ancak Dairenin
22/1/1993 tarihli ilamıyla başvurucunun karar düzeltme talebinin reddine karar
verilmiştir.
13. Bozma ilamına uyan Mahkeme 28/4/2000 tarihinde davanın
reddine karar vermiştir. Başvurucu kararı temyiz etmiş, Dairenin 4/12/2000
tarihli ilamıyla hükmün onanmasına karar verilmiştir. Başvurucunun karar
düzeltme talebi ise Dairenin 11/10/2001 tarihli ilamıyla reddedilmiştir.
C. Tazminat Davası Süreci
14. Başvurucu bu defa ihale bedellerinin taşınmazların
11/10/2001 tarihindeki (tapu iptali ve tescil davasının reddine ilişkin kararın
kesinleştiği tarihteki) rayiç bedellerinin ödenmesi istemiyle Belediye aleyhine
yine Aksaray 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde 10/4/2002 tarihinde tazminat davası
açmıştır.
15. Mahkeme dava konusu taşınmazlarda keşif yapmış, keşif sonucu
düzenlenen bilirkişi raporunda, dava konusu taşınmazların tapu iptali ve tescil
davasının açıldığı 20/8/1984 ile bu davanın kesinleşme tarihi olan 11/10/2001
tarihleri itibarıyla rayiç değerleri gösterilmiştir.
16. Mahkeme 15/9/2005 tarihinde davanın kabulü ile 298.775,12 TL
tutarındaki maddi tazminatın 11/10/2001 tarihinden itibaren işleyecek yasal
faizi ile birlikte davalı Belediyeden alınarak başvurucuya ödenmesine karar
vermiştir. Kararın gerekçesinde, dava konusu taşınmazların davalı Belediye
tarafından ihale yoluyla başvurucuya satıldığı ve bu taşınmazların başvurucunun
zilyetliğinde olduğu belirtilmiştir. Mahkeme bu sebeple sürenin tapu iptali ve
tescil davasının reddine ilişkin kararın kesinleştiği tarihten başlayacağını
kabul ederek davalı yanın zamanaşımı defini reddetmiştir. Mahkeme ayrıca
başvurucunun Belediye tarafından yapılan ihaleyle dava konusu taşınmazları iyi
niyetli olarak aldığını ve tapuda devir yapılmaması sebebiyle mağdur olduğunu
belirtmiştir. Mahkemeye göre bu nedenle başvurucunun haksız bir kullanımı söz
konusu değildir. Kararda, başvurucu uyuşmazlık konusu taşınmazları satın aldığı
hâlde tapu devrinin yapılmamış olduğu ve başvurucuya taşınmazlar için ödediği
bedelin iade edilmediği belirtilerek davalı Belediyenin sebepsiz zenginleştiği
açıklanmıştır. Mahkemece, yapılan keşif ve düzenlenen bilirkişi raporuna göre
taşınmazların 11/10/2001 tarihi itibarıyla tespit edilen rayiç bedelleri üzerinden
başvurucu yararına hesaplanan alacağa hükmedilmesi gerektiği sonucuna
varılmıştır.
17. Belediye kararı temyiz etmiş, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin
1/6/2009 tarihli ilamıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Bozma ilamında,
öncelikle ihale bedellerinin tümünün ödenip ödenmediğinin tespiti gerektiği
belirtilmiştir. 13. Hukuk Dairesi, tespit edilecek ödeme miktarının satış
bedeline oranı belirlendikten sonra, belirlenecek bu oranın tapu iptali ve
tescil davasının kesinleştiği tarih itibarıyla taşınmazların rayiç değerlerine
uygulanması sonucu bulunacak bedele hükmedilmesi gerektiğini kabul etmiştir.
18. Davalı Belediyenin karar düzeltme talebinde bulunması
üzerine Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 8/2/2010 tarihli ilamıyla önceki bozma
kararı kaldırılmıştır. Karar düzeltme ilamında, tapu iptali ve tescil davasında
taraflar arasındaki satışın geçersizliğinin tespit edildiğine vurgu
yapılmıştır. İlama göre bu durumda başvurucu, yaptığı ödemeler nedeniyle "denkleştirici adalet ilkesi" uyarınca akdin ifasının
imkânsız hâle geldiği tapu iptali ve tescil davasının kesinleştiği tarihte
ulaştığı değeri isteme hakkına sahiptir. 13. Hukuk Dairesi bu sebeple, ilk
derece mahkemesince, enflasyon, tüketici eşya fiyat endeksi, altın ve döviz
kurlarındaki artışlar, memur maaş ve işçi ücretlerindeki artışlar gibi çeşitli
ekonomik etkenlerin ortalamaları alınmak suretiyle başvurucunun ödediği bedelin
tespiti gerektiğini belirtmiş, böylelikle iade tarihinde ulaşacağı alım gücüne
göre alacağın tespit edilmiş olacağını açıklamıştır.
19. Bozma ilamına uyan Mahkeme adli istinabe yoluyla hesap
konusunda uzman kişilere bilirkişi incelemesi yaptırmış; 5/10/2012 tarihli
raporda, başvurucunun ödediği bedelin 11/10/2001 tarihinde ulaştığı değer
hesaplanmıştır. Raporda ödeme tarihlerinden itibaren Cumhuriyet altını, külçe
altın, Alman markı, ABD doları, asgari ücret, toptan eşya fiyat endeksi
verilerine göre ayrı ayrı hesaplama yapılmış; bu altı ekonomik verinin
ortalaması esas alınmıştır. Bilirkişi raporuna göre başvurucunun Belediyeye
ödediği paranın tapu iptali ve tescil davasının kesinleştiği 11/10/2001
tarihinde ulaştığı değer 32.068 TL'dir. Mahkeme 29/1/2013 tarihli kararı ile
bilirkişi raporunda belirtilen 32.068 TL tutarındaki tazminatın 11/10/2001
tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı Belediyeden
alınarak başvurucuya ödenmesine karar vermiştir.
20. Temyiz edilen hüküm, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 8/10/2013
tarihli ilamıyla onanmıştır.
21. Nihai karar başvurucu vekiline 9/12/2013 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
22. Başvurucu 8/1/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Mevzuat Hükümleri
23. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenîsi'nin "Gayrimenkul
mülkiyetinin iktisabı" kenar başlıklı 633. maddesi şöyledir:
"Gayrimenkul mülkiyetini iktisap için
tapu siciline kayıt, şarttır. Bununla beraber işgal, miras, istimlak, cebri
icra tarikleriyle veya mahkeme ilamı ile bir gayrimenkulü iktisabeden
kimse tescilden evvel dahi ona malik olur.
Fakat tescil merasimi ikmal edilmedikçe
temliki tasarrufta bulunamaz."
24. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun "Tescil" kenar başlıklı 705.
maddesi şöyledir:
“Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille
olur.
Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal,
kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden
önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi,
mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”
25. 4721 sayılı Kanun'un "Yürürlükten
kaldırılan kanun" kenar başlıklı 1028. maddesi
şöyledir:
"17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk
Kanunu Medenîsi yürürlükten kaldırılmıştır."
26. 3/12/2001 tarihli ve 4722 sayılı Türk Medenî Kanununun
Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un
"Geçmişe etkili olmama kuralı" kenar başlıklı 1. maddesi
şöyledir:
"Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği
tarihten önceki olayların hukukî sonuçlarına, bu olaylar hangi kanun yürürlükte
iken gerçekleşmişse kural olarak o kanun hükümleri uygulanır.
Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği
tarihten önce yapılmış olan işlemlerin hukuken bağlayıcı olup olmadıkları ve
sonuçları, bu tarihten sonra dahi, yapıldıkları sırada yürürlükte bulunan
kanunlara göre belirlenir.
..."
27. 4722 sayılı Kanun'un "Aynî
haklar" kenar başlıklı 18. maddesi şöyledir:
"Eski hukuka göre kurulmuş olup da, Türk Kanunu Medenîsinin yürürlükte bulunduğu zamanda
varlıklarını korumuş olan aynî haklar, Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği
tarihten sonra da varlıklarını sürdürürler. Bu haklardan Türk Medenî Kanunu
uyarınca kurulması mümkün olmayanlar, tapu kütüğünün beyanlar sütununa
yazılır."
28. Olay ve uyuşmazlık tarihi itibarıyla yürürlükte olan 2490
sayılı mülga Kanun'un 25. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:
" Yapılması komisyonların selâhiyeti içinde bulunan ihalelerde ,
ihale tarihinden ve vekâletlerin tasdikine bağlı olan işlerde ihale kararının
kendisine veya kanunî ikametgâhına tebliğ tarihinden itibaren tatil. günleri sayılmamak üzere 15 gün içinde müteahhit muvakkat
teminatı kat’i teminat miktarına çıkarmağa ve şartnamede yazılı masrafları
müteahhide ait olmak üzere mukavele yapmağa ve noterliğe tescil ettirerek
alâkalı daireye vermeğe mecburdur. Bu müddet zarfında alâkalı daire dahî bu mukavelenin tanzim, imza ve tescili hususunda
kendisine düşen bütün vazifeleri yapmakla mükelleftir...
Alâkadar daire ihaleden sonra kendisine ait
mükellefiyeti yapmadığı takdirde müteahhit ihale tarihinden itibaren 15 gün
tamamlandıktan sonra taahhüdünden feragat etmeğe selâhiyetlidir.
Bu selahiyet ihale tarihinden itibaren nihayet bir ay
zarfında taallûk ettiği daireye yazı ile bildirmek suretiyle kullanılır. Bu
takdirde sebebiyet veren daireden teminat için ihtiyar eylediği masrafı
istemeğe hak kazanır.
...
...
Alâkadar daire mukavele ve şartname ile
kendisine düşen vazifeleri yerine getirmezse, müteahhit aynı hadiseden dolayı
kendisine bu kanunla tahmil edilen mali mes’uliyet
derecesinde tazminat isteyebilir.
..."
29. Olay ve uyuşmazlık tarihi itibarıyla yürürlükte olan
3/4/1930 tarihli ve 1580 sayılı Belediye Kanunu'nun "Belediyelerin hakları, salahiyet ve imtiyazları" kenar
başlıklı 19. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:
"Belediyelerin hakları, salahiyetleri ve
imtiyazları şunlardır:
...
6- Belediyeye ait hizmetlerin ifası zımnında
şahsı hükmi sıfatiyle sınır dahil ve haricinde menkul
ve gayrimenkul mallara tasarrufa, bey` ve şiraya,
icar ve isticar, ikraz ve istikraza, teberruatın
kabulüne, emsali nukut ve taahhüdatı medeniyeyi ifaya ve davaya ve sulh ve ibraya ehil olmak;
..."
30. 1580 sayılı Kanun'un "Meclisin
müzakere edeceği ve karar vereceği işler" kenar başlıklı 70.
maddesinin ilgili kısımları şöyledir:
"Meclis aşağıda gösterilen işleri
müzakere eder bunlar hakkında karar verir:
...
11- Menafii umuma
mahsus belediye gayrimenkul emvalinin bir hizmete tahsisi, ciheti tahsisinin
tebdil veya akar haline ifrağı,
..."
2. Yargısal İçtihatlar
31. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15/12/2010 tarihli ve
E.2010/13-618, K.2010/668 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Öncelikle; taşınmaz satımının hukuki niteliği,
unsurları, tabi olduğu şekil şartları üzerinde durmakta yarar vardır.
Bilindiği üzere, tapulu bir taşınmazın
mülkiyetinin devrini öngören her türlü sözleşmelerin resmi şekilde yapılması
geçerlilik koşuludur (743 sayılı Türk Kanunu Medenisi m. 634; 4721 sayılı Türk
Medeni Kanunu m. 706; Borçlar Kanunu m. 213; Tapu Kanunu m. 26; 1512 sayılı
Noterlik Kanunu m. 60). Tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetini devir borcu
doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak
yapılmadığından geçersiz bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan bir cebri tescil
davası kural olarak kabul edilemez. Yasa hükümlerinin öngördüğü biçimde
yapılmayan sözleşmeler hukuken geçersizdir; burada öngörülen şekil, sözleşmenin
geçerlilik koşulu olup, kamu düzenine ilişkindir. Bu nedenledir ki, gerek mahkemece gerekse Yargıtay’ca doğrudan göz önünde
tutulur (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 05.12.2001 gün ve 2001/13-1021 E.,
2001/1101 K.; 16.04.2008 gün ve 2008/8-324 E., 2008/328 K.; 27.05.2009 gün ve
2009/1-181 E., 2009/220 K.; 16.06.2010 gün ve2010/14-290 E., 2010/328 K. sayılı
ilamları).
Burada, kanunun öngördüğü şeklin bir
geçerlilik (sıhhat)şartı olarak düzenlendiğini, buna uyulmadan yapılan
sözleşmelere “geçersizlik” müeyyidesinin bağlandığını, bunun hukuki mahiyet
olarak emredici nitelikte olduğunu, bu nedenle de “geçersizlik” müeyyidesine
bağlanan şekil eksikliğinin hâkim tarafından, taraflar ileri sürmeseler dahi,
yargılamanın her aşamasında re'sen gözönüne alınması gerektiğini belirtmekte yarar vardır.
818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 20/I. maddesi; 'Bir akdin mevzuu gayrı mümkün veya
gayri muhik yahut ahlaka mugayir olursa o akit batıldır' hükmünü içermektedir.
Söz konusu maddeye göre, bir akdin konusu
mümkün değilse, o akit imkânsızdır. Burada söz konusu olan imkânsızlık,
başlangıçtaki, yani sözleşme yapıldığı sırada mevcut olan imkânsızlıktır. Bu
halde, konusu hukuki veya fiili sebeplerden dolayı imkânsız olan sözleşme
butlan yaptırımına tabidir ve başlangıçtan itibaren geçersizdir. Burada geçerli
olan butlan yaptırımından bahsedebilmek için, imkânsızlık sözleşmenin konusu
ile ilgili olmalı ve yalnız borçlu bakımından değil, objektif mahiyette ve
herkes için söz konusu olmalıdır. Batıl bir sözleşme baştan itibaren hiçbir
hüküm ve sonuç doğurmaz. Fakat, sözleşme yapılırken taraflardan biri
imkânsızlığı biliyor veya bilmesi gerekiyorsa ve buna rağmen diğer tarafı
bundan haberdar etmemişse, bu durumda karşı tarafın uğradığı menfi zararı
karşılamakla yükümlüdür...
Hukuk Genel Kurulu'ndaki görüşmeler sırasında;
davacının, tapuda kayıtlı taşınmazı tapu sicil memuru huzurunda resmi şekilde
düzenlenen satım sözleşmesiyle satın aldığı, kayden
satın aldığı tarihte tapuda satımı engelleyen bir kayıt da bulunmadığından
ortada şekil bakımından geçerli bir sözleşme bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Taraflar arasındaki satım sözleşmesinin
geçerli olduğu kabul edildiğine göre, davacının bu sözleşme ilişkisi nedeniyle
doğan zararını hangi hukuki ilke gereğince tazmin edilmesi gerektiği konusunun
incelenmesi gerekir.
Hukuk Genel Kurulu'nda yapılan görüşmeler
sırasında azınlıkta kalan görüş burada sebepsiz zenginleşme bulunduğu ve bunun
sonucu olarak da davacının zararının denkleştirici adelet ilkeleri uyarınca karşılanması gerektiğni
ileri sürmüştür.
Bu nedenle öncelikle sebepsiz zenginleşme
kavramı ve hukuki işlemlerden doğan borçlardan farkının açıklanması
gerekmektedir. Sebepsiz zenginleşmeden söz edilebilmesi için; bir taraf
zenginleşirken diğerinin fakirleşmesi, zenginleşme ve fakirleşme arasında uygun
nedensellik bağının bulunması ve zenginleşmenin hukuken geçerli bir nedene
dayalı olmaması gerekir. Borçlar Kanununun konuya
ilişkin 61 ve devamı maddelerindeki düzenlemelere göre, sebepsiz zenginleşme;
geçerli olmayan veya tahakkuk etmemiş yahut varlığı sona ermiş bir nedene ya da
borçlu olunmayan şeyin hataen verilmesine dayalı
olarak gerçekleşebilir.
Sebepsiz zenginleşme bunlardan hangisi yoluyla
gerçekleşmiş olursa olsun, sebepsiz zenginleşen, aleyhine zenginleştiği tarafa
karşı, geri verme borcu altındadır.
Öte yandan, hukuki işlemin borç doğurmasının
nedeni irade açıklamasıdır. Sebepsiz zenginleşmenin borç doğurmasının nedeni ise,
tam aksine, kişinin iradesi dışında malvarlığında bir eksilmenin meydana
gelmesidir. Bunun sonucu olarak, taraflar arasında malvarlıkları arasındaki
değişim bir sözleşmeye, yani tarafların açıkladıkları iradeye dayanırsa,
sebepsizlikten ve dolayısıyla sebepsizzenginleşmeden
söz edilemez. Hukuki işlemlerden ve bunun en yaygın türü olan sözleşmeden doğan
borçlarda, borçlunun borcunu anlaşmaya uygun olarak yerine getirmesi gerekir.
Borçlu anlaşmaya uygun hareket etmezse, alacaklı borca aykırılık hükümlerini
işletir ve mümkün ise borcun aynen ifasını, değilse doğan zararının
giderilmesini talep eder. Sebepsiz zenginleşmede ise, sadece mal varlığındaki
eksilmenin giderilmesinin talep edilmesi söz konusudur. Bütün bu açıklamalara
göre, sebepsiz zenginleşme alacaklıya, ikinci derecede (tali nitelikte) bir
dava hakkı temin eder. Malvarlığındaki azalmanın başka asli nitelikteki
davalarla önlenmesi mümkün ise, sebepsiz zenginleşme davası gündeme gelemez.
Aynı ilkenin bir sonucu olarak, sözleşmeden doğan bir hukuki ilişkinin
bulunduğu hallerde tarafların sebepsiz zenginleşmeye dayanan bir talepte
bulunması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 13.6.2007 gün ve
2007/18-330 E., 2007/350 K; 17.02.2010 gün ve 2010/13-93 E., 2010/88 K. sayılı
ilamları).
Bu tür işlemlerde amaç; davalının edindiği
çoğalma sonucu, tüm malvarlığında meydana gelen artışın iadesinden ibarettir.
O nedenle, zenginleşmenin kapsamını tayinde, müktesibin malvarlığında oluşan çoğalma ile azalmanın
karşılaştırılması yapılmalı, böylece, kazanç ve farkın oluşturacağı sonuç,
zenginleşmeyi ortaya koymalıdır...
...
Somut olay bakımından üzerinde durulması
gereken bir diğer konu da tamamen zapt halidir. Tamamen zapt hali, şeyin tamamı
üzerinde üçüncü kişinin mülkiyet hakkının sabit olması halinde söz konusu olur.
Satılanın tamamen zaptı satım akdinin münfesih olması sonucunu doğurur ve alıcı
da akdin hüküm ifade etmemesinden doğan bütün haklara sahip olur.
...
Bu genel açıklamalar karşısında somut olay değerlendirildiğinde;
davacı alıcı ile davalı satıcı arasındaki tapulu taşınmazın satışına ilişkin
sözleşmenin tapu sicil memuru huzurunda düzenlendiği, taşınmazın satımını
engelleyen yasal bir engelin satış anında bulunmadığı tapu kayıtlarından
anlaşılmaktadır. Taşınmazın bulunduğu bölgede yapılan ve tapuya şerh verilmeyen
orman sınırlandırmasının bu kapsamda yapılan satım akdini hükümsüz kılmayacağı,
tarafların hileli bir eylemlerinden söz edilmediği gibi devletin geçersiz bir
sözleşme düzenleyeceği de kabul edilemez. Bu nedenle yasanın öngördüğü biçim
koşullarına uygun olarak yapılan ve yapıldığı tarihte konusu hukuki veya fiili
sebeplerden dolayı imkansız olmayan bu sözleşmenin
geçerli olduğu sonucuna varılmalıdır.
Hal böyle olunca geçerli olarak kurulan bu
sözleşmenin konusunu oluşturan taşınmazın üçüncü bir kişi tarafından satım
anından önceki bir ayni hakka dayanarak alıcının elinden alınması hali zapt
durumunu oluşturmakta olup, bu durum satıcının zapta karşı tekeffül
sorumluluğunu doğurmaktadır.
Bu durumda sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanaması mümkün değildi. Çünkü, sebepsiz zenginleşme
geçerli olmayan ve tahakkuk etmemiş yahut varlığı sona ermiş bir nedene ya da
borçlu olunmayan bir şeyin hataen verilmesine dayalı
olarak gerçekleşebilir. Ayrıca sebepsiz zenginleşme alacaklıya, ikincil (tali
nitelikte) bir dava hakkı vermektedir. Malvarlığındaki azalmanın başka asli
nitelikteki davalarla önlenmesi mümkün ise, sebepsiz zenginleşme davası gündeme
gelemez.
...
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu somut olayda
olduğu gibi başlangıçta gerçerli olarak kurulan
ancak, sonradan hükümsüz hale gelen bir sözleşmede zararı şu şekilde
belirlemiştir: 'Bir sözleşmenin başlangıçta geçerli olarak kurulmasına rağmen
daha sonra ortaya çıkan nedenler dolayısı ile imkansız
hale gelmesi durumunda, davacı gerçek ve güncel müspet zararını talep
edebilmelidir' (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 29.09.2010 gün ve 2010/14-386
esas,2010/427 karar sayılı ilamı).
Buradaki ilke; zarar doğurucueylem,
zarar görenin malvarlığında ne miktarda bir azalmaya neden olmuş ise, zarar
verenin tazminat borcu da, o miktarda olmalıdır. Öyle
ise, oluşan gerçek zarar ne kadarsa, tazminat da o kadar olacaktır. Bir başka
değişle, ödenecek tazminat o miktarda olmalıdır ki, eğer zarar verici eylem
gerçekleşmemiş olsaydı, zarar görenin malvarlığı ne durumda olacak idiyse,
ödenecek tazminatla, aynı durum tesis edilebilsin (Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu'nun 05.03.2003 gün ve 2003/19-152esas, 2003/125 karar; 29.09.2010 gün ve
2010/14-386 esas,2010/427 sayılı ilamları).
Hal böyle olunca, davacının ödediği satış
bedelinin Özel Dairece başlangıçtan itibaren geçersiz satışlarda uygulanması
gereken denkleştirici adalet ilkesine göre;
enflasyon, tüketici eşya fiyat endeksi, altın ve döviz kurlarındaki artış, maaş
artışları gibi ekonomik etkenlerin ortalamaları esas alınarak bulunacak bedelin
davacının gerçek zararını karşılamadığı ortadadır.
Somut olayda, davacı alıcı ile davalı satıcı
arasında tapuda yapılan gayrimenkul satım sözleşmesinin başlangıçta geçerli
olarak kurulmasına ve taşınmazın davacıya teslim edilmesine rağmen daha sonra
üçüncü kişinin (Hazinenin) satım anında ve öncesinde mevcut olan, alıcı vesatıcının da bilmediği, bir ayni hakka dayanarak
taşınmazın mahkeme kararı ile davacının elinden alınması söz konusudur."
32. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14/1/2015 tarihli ve
E.2014/3-8, K.2015/10 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen
uyuşmazlık; belediyenin maliki bulunduğu taşınmazı 775 sayılı Gecekondu
Kanunu’nun 25 ve 26. maddeleri uyarınca davacıya tahsisine ilişkin sözleşmenin
geçerli olup olmadığı, varılacak sonuca göre davacının talep ettiği alacağın
taşınmazın ifasının imkânsız hale geldiği tarihteki rayiç değeri mi, yoksa belirtilen
tarihte denkleştirici adalet ilkesi uyarınca
belirlenecek değerinin mi olduğu noktasında toplanmaktadır.
...
Diğer taraftan satış sözleşmesi mülkiyetin
devrini amaçlayan bir sözleşmedir. Bununla alıcı bir bedel karşılığında
taşınmazın mülkiyetini kazanmakta, satıcı da mülkiyeti devir ve zilyetliği
teslim borcu altına girmektedir. İnceleme konumuz olanolayda
davalı Belediye yapılan satış sözleşmesi ile davacıya arsanın mülkiyetini devir
etmemekte, arsayı davacı adına tahsis etmekte, yani davacıya ayırmaktadır. Bu
sözleşme ile ne davalı taraf arsanın mülkiyetini ve zilyetliğini kaybetmekte,
ne de davacı taraf arsanın mülkiyetini ve zilyetliğini kazanmaktadır.
...
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu somut olayda
olduğu gibi başlangıçta geçerli olarak kurulan ancak, sonradan hükümsüz hale
gelen sözleşmede zararı “Bir sözleşmenin başlangıçta geçerli olarak kurulmasına
rağmen daha sonra ortaya çıkan nedenler dolayısı ile imkansız
hale gelmesi durumunda, davacı gerçek ve güncel müspet zararını talep
edebilmelidir.” şeklinde belirlemiştir. Burada benimsenen ilkeye göre; zarar
doğurucu eylem, zarar görenin malvarlığında ne miktarda bir azalmaya neden
olmuş ise, zarar verenin tazminat borcu da, o miktarda
olmalıdır. Öyle ise, oluşan gerçek zarar ne kadarsa, tazminat da o kadar
olacaktır. Bir başka deyişle, ödenecek tazminat o miktarda olmalıdır ki, eğer
zarar verici eylem gerçekleşmemiş olsaydı, zarar görenin malvarlığı ne durumda
olacak idiyse, ödenecek tazminatla, aynı durum tesis edilebilsin (Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu'nun 29.09.2010 gün ve 2010/14-386 esas,2010/427 karar;
15.12.2010 gün ve 2010/13-618-668 esas, karar ve 05.03.2003 gün ve 2003/19-152
esas, 2003/125 karar sayılı ilamları).
Ayrıca, davacının ödediği satış bedelinin
Yerel Mahkemece başlangıçtan itibaren geçersiz satışlarda uygulanması gereken denkleştirici adalet ilkesine göre (enflasyon, tüketici
eşya fiyat endeksi, altın ve döviz kurlarındaki artış, maaş artışları gibi
ekonomik etkenlerin ortalamaları esas alınarak) bulunacak bedelin davacının
gerçek zararını karşılamadığı ortadadır.
Bu genel açıklamalar karşısında somut olay
değerlendirildiğinde; davacı ile davalı belediye arasında ‘bedel karşılığı arsa
tahsis sözleşmesi’nin yapıldığı ve davacı tarafın
edimini yerine getirdiği, sözkonusu sözleşmenin başlangıçta
geçerli olarak kurulmasına rağmen daha sonra davalı belediye tarafından
taşınmazın bulunduğu alanda imar değişikliği yapılarak sözleşmenin ifasını
kendi kusurlu eylemi ile imkansız hale getirdiği
anlaşılmaktadır. Bu durumda sözleşmenin ifasının imkansız
hale geldiği tarihteki davacının gerçek ve güncel müspet zararına hükmedilmesi
gerekmektedir."
33. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/10/2014 tarihli ve
E.2013/1-117, K.2014/745 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Hukuk
Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık ise; çaplı taşınmazda harici satın alma
olgusu nedeniyle davalı lehine tanınacak hapis hakkı tutarının hangi değer esas
alınarakbelirlenmesi gerektiği noktasında
toplanmaktadır.
...
Sebepsiz
zenginleşmenin (haksız iktisabın) temeli hakkaniyet esasına dayanmakta olup,sebepsizzenginleşmenin asıl
unsurunu da “denkleştirici adalet” ilkesi
oluşturmaktadır.
Geçerli
bir sebebe dayanmaksızın bir kişinin mal varlığından diğerinin mal varlığına
kayan değerlerin eksiksiz iadesi denkleştirici adalet
düşüncesine dayanır. Denkleştirici adalet ilkesi ise,
haklı bir sebep olmaksızın başkasının mal varlığından istifade ederek kendi mal
varlığını artıran kişinin elde ettiği bu kazanımıgeri
vermek zorunda olduğunu ve gerçek bir eski hale getirme yükümlülüğü bulunduğunu
ifade eder.
TMK'nun2/2. maddesinde düzenlenen hakkın
kötüye kullanılması yasağı kuralı, hakime özel ve istisnai hallerde(
adalete uygun ) hüküm verme olanağı sağlamaktadır.Yargı
organları, çıkarlar dengesini ve adalet duygularını gözeterek toplumun
gereksinimlerini karşılamakla yükümlüdür.
Ülkemizde
yaşanan enflasyon ortamı nedeniyle, paranın değeri(alım
gücü) aradan geçen uzun zamana bağlı olarak düşmektedir. Doğal olarak belli bir
miktar paranın verildiği tarihteki alım gücü ile aynı miktar paranıniade günündeki alım gücü arasında fark edilir ölçüde
azalma olmaktadır.
Geçersiz sözleşme gereğince, akdin
düzenlendiği tarih itibariyle verilen paranın aynen iadesine karar verilmesi
ise, enflasyonist etkilerin yoğun olarak yaşandığı ülkemizin ekonomik ortamında
büyük adaletsizlikler doğurur. Bu da toplamsal barış vehuzuru
engeller.
Öyle ise, hukuken geçersiz sözleşmeler, haksız
iktisap kuralları uyarınca tasfiye edilirken, denkleştirici
adalet kuralıve hakkaniyetgözetilerek,
sözleşme tarihinde satış bedeli olarak verilen paranın, taşınmazın iadesinin
talep edildiği davatarihi itibariyle enflasyon,
tüketici eşya fiyat endeksi, altın ve döviz kurlarındaki artışlar, memur
maaşları ve işçi ücretlerindeki artışlar gibi çeşitli ekonomik etkenlerin
ortalamaları alınmak sureti ile ulaşacağıalım gücü,
paranın reel değeritespit edilerek bu bedel, hapis
hakkı( alıkoyma) bedelinin tayininde hükme esas alınmalıdır."
34. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 13/3/2013 tarihli ve
E.2013/1569, K.2013/4254 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davalı
Belediyenin dava dışı Hazineye ait parseli haricen davacıya satmasına ilişkin
sözleşmeden kaynaklandığı sabittir. Yasanın aradığı şekil şartlarına uyularak
resmi merciler önünde yapılmış bir satış sözleşmesi olmadığından yapılan
taşınmaz satış işlemi TMK. nun
706, BK.nun 213, Tapu Kanununn
26. maddesi hükmüne göre geçersizdir. Bu nedenle, taraflar ancak verdiklerini
isteyebilir. Bu durumda, taraflar arasındaki uyuşmazlığın sebepsiz zenginleşme
kurallarına uygun çözümlenmesi ve tasfiye edilmesi gerekir. Hukuken geçersiz
sözleşmeden kaynaklanan bu nitelikteki bir uyuşmazlığın sebepsiz zenginleşme
kurallarına göre çözümlenip tasfiye edilebilmesi için öncelikle sebepsiz
zenginleşmenin kapsamını tespitteki ilke ve esasların açıklanmasında yarar
görülmüştür.
Geçerli bir sebebe dayanmaksızın bir kişinin
mal varlığından diğerinin mal varlığına kayan değerlerin eksiksiz iadesi denkleştirici adalet düşüncesine dayanır. Denkleştirici adalet ilkesi ise, haklı bir sebep olmaksızın
başkasının mal varlığından istifade ederek kendi mal varlığını artıran kişinin
elde ettiği bu kazanımı geri verme zorunda olduğunu ve gerçek bir eski hale
getirme yükümlülüğü bulunduğunu ifade eder.
Bilindiği gibi ülkemizde yaşanan enflasyon
uzun yıllar boyu yüksek oranlarda seyretmiş ve paramızın değeri (alım gücü) de
bununla ters orantılı olarak devamlı düşmüştür. Belli bir miktar paranın
verildiği tarihteki alım gücü ile aynı miktar paranın aradan geçen zamana bağlı
olarak iade günündeki alım gücünün farklı ve çok daha az olduğu bir gerçektir.
Bugüne kadar uygulanan kurallara göre geçersiz
sözleşme gereğince alıcının akit tarihinde verdiği paranın aynı miktarda
iadesine karar verilmesi, gerçek hayatta büyük sarsıntılara, tutarsızlıklara,
adalete karşı var olması gereken güvenin sarsılmasına neden olmuş, kamu
vicdanında haklı eleştiri konusu yapılmıştır. Hukuk kuralları, gerçek hayata
uygun olduğu, toplumun adalet ihtiyacına -cevap verebildiği sürece hayatiyetini
devam ettirip saygınlık sağlar ve hukuk kuralı olma özelliğini korur. O nedenle
hukuk kuralları, görevli organlarca değiştirilince bu konuda yeni düzenlemeler
yapılıncaya kadar zedelenmeden gerçek hayata uygun olarak yorumlanıp
uygulanmalıdırlar. Bu görevin ise yargıya ait olduğunda duraksamaya yer yoktur.
Nitekim, gerek Yargıtay kararlarında ve gerekse
öğretide bu görüşe paralel düşünceler bulunmaktadır. Bu düşüncelerin isimleri
farklı ise de varılmak istenen sonuç aynıdır.
Şu durumda; hukuken geçersiz sözleşmeler,
sebepsiz zenginleşme kuralları uyarınca tasfiye edilirken, denkleştirici
adalet kuralı hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. Bu
husus hakkaniyetin ve adaletin bir gereğidir. Bu bakımdan iadeye karar
verilirken, satış bedeli olarak verilen paranın alım gücünün ilk ödeme
tarihindeki alım gücüne ulaştırılması ve bu şekilde iadeye, karar verilmesi
uygun olacaktır. Aksi takdirde, kısmi iade durumu oluşacak, iade dışındaki
zenginleşme iade borçlusu yedinde haksız zenginleşme olarak kalacak, iade borçlularınıniadede direnmelerineneden
olacaktır.Ancak,burada
denkleştirme yapılırken,iade alacaklısının geçersiz
sözleşmenin ifa edilmeyeceğini öğrendiği tarihe dikkat edilmelidir. Zira,
geçersiz sözleşmenin artık ifa edilmeyeceğini bile bile haksız zenginleşmenin
iadesini istemeyen alacaklı, zararının artmasına kendisi sebep olacağından bu
artan zararını iade borçlusundan istemelidir.
..."
35. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 4/2/2014 tarihli ve
E.2013/16782, K.2014/1463 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Dosya kapsamından davacıların 10.12.1971,
19.11.1984 ve 08.02.1989 tarihli harici satış sözleşmeleri ile ... Köyü
Muhtarlığından taşınmaz satın aldıkları, davacıların tapu devrini almadan Köy
Muhtarlığının davalı .... Belediye Başkanlığına bağlandığı, dava konusu
taşınmazın tapu kaydına göre 10.11.1975 tarihinde Köy Muhtarlığı adına kayıtlı
iken, 22.11.2003 tarihinde davalı belediye adına tescil edildiği
anlaşılmaktadır.
Davacıların ayrı ayrı açtıkları tapu
iptal-tescil davalarının reddedildiğini, kararların 09.03.2011 tarihinde
kesinleştiği, bu davanın ise 07.02.2012 tarihinde (10 yıllık zamanaşımı süresi
içerisinde) açılması nedeniyle mahkemece; davalı vekilinin zamanaşımı def'inin
reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
...
Davada, geçersiz satış sözleşmesi nedeniyle
ödenen bedelin tahsili talep edilmektedir.
TBK'nun 78-82 (BK'nun 61-66) maddeleri gereğince;
sebepsiz zenginleşme; haklı bir sebep olmaksızın bir
başkasının emeğinden ve mal varlığından yararlanma olarak açıklanmıştır.
Taşınmaz satışı, resmi şekilde yapılmadıkça
satış sözleşmesi hukuken geçerli değildir (TMK md.
705, TBK md. 237, Tapu Kanunu'nun md.
26, Noterlik Kanunu'nun md. 60). Geçersiz sözleşme
tarafları bağlamaz. Bu nedenle davacı ve davalı ancak verdiklerini geri
isteyebilir. Sebepsiz zenginleşen, aleyhine zenginleştiği tarafa karşı, geri
verme borcu altındadır.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı
delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir
isabetsizlik görülmemesine göre, taraf vekillerinin sair temyiz itirazları
yerinde değildir.
Ancak, davacıların ödediği satış bedelinin denkleştirici adalet ilkesi gereğince dava tarihi
itibariyle ulaştığı alım gücü karşılığının belirlenip davalıdan tahsiline karar
verilmesi gerekir. Geçersiz satış sözleşmesine göre ödenen bedelin akdin
ifasının imkansız hale geldiği tarih itibariyle denkleştirici adalet ilkesine göre altın fiyatları, memur
maaş katsayı artışı, döviz fiyatlarındaki artış, ÜFE fiyatlarındaki artış ile
dava konusu taşınmazların emsal taşınmazlara göre değeri esas alınmak suretiyle
elde edilecek ortalama rakama karar verilmesi gerekirken, mahkemece; yeterli
olmayan bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle yazılı şekilde hüküm kurulması
doğru görülmemiştir."
36. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 17/10/2016 tarihli ve
E.2016/11877, K.2016/11687 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Davacı vekili dava dilekçesi ile; müvekkilinin
... Kasabası ... Mevkiinde bulunan 4.702.50 m2liktaşınmazı, davalı Belediyeden
1976 yılında ihaleyoluyla55.565.92 TL bedel ile satın aldığı, ... 2012 yılında
dava konusu taşınmazın baraj gölü altında kalması sebebiyle zilyetliğinin
ortadan kalktığını, ... davacının ise bu yerin tapusunu alamadığı için
kamulaştırma bedelini de alamadığını, bunun üzerine harici satış sözleşmesine
dayanarak, müvekkili tarafından davalı aleyhine açılan ... Asliye Hukuk
Mahkemesinin 2010/168 esas sayılı tapu iptal ve tescil davasında taşınmazın müvekkilinin
adına tescilinin istendiği ancak bahse konu taşınmazın... barajı göl sahası
içinde kaldığını, devletin hüküm ve tasarrufualtında
bulunan yerlerden olup kazandırıcı zamanaşımıyla kazanılmayacağından bahisle
davanın reddedildiği ve Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin ... kararı ile onandığı,
kararın 22.06.2012 tarihinde kesinleştiğini, bahse konu taşınmazın tapu
kaydının davacı adına tescili sağlanamadığından davacınındavalıyayapmış
olduğu55.565.92 TL ödeme nedeniyle uğramış olduğu zararın tanziminin gerektiğinden,
[dava açtığı anlaşılmaktadır].
...
Taraflar arasında imzalanan 1976 tarihli
sözleşme, tapulu taşınmaza ilişkin olmasına rağmen, resmi biçimde
yapılmadığından geçersizdir. (TMK.md.706, MK. md.634, BK.213, T.Kanunu md.26). Bu nedenle,
geçerli sözleşmelerde olduğu gibi taraflarına hak ve borç doğurmaz. Bu durumda
davacı; bu geçersiz sözleşme nedeniyle, davalıya verdiği bedeli ancak, sebepsiz
zenginleşme kuralları çerçevesinde geri isteyebilir.
Geçersiz satış sözleşmesi gereğince; diğerinin
mal varlığına kayan değerlerin iadesi "Denkleştirici
Adalet" düşüncesine dayanmaktadır. Denkleştirici
Adalet İlkesi ise, haklı bir sebebe dayanmadan başkasının mal varlığından
istifade ederek, kendi mal varlığını artıran kişinin elde ettiği kazanımı geri
verme zorunda olduğunu ve gerçek bir eski hale getirme yükümlülüğünü ifade
eder.
Bu bakımdan, sebepsiz zenginleşmeye konu
alacağın iadesine karar verilirken, taşınmazın satış bedelinin alım gücünün ilk
ödeme günündeki alım gücüne ulaştırılması ve bu şekilde iadeye karar verilmesi
gerekir. Bu güncelleme yapılırken, güncellemeye esas alınan somut verileri tek
tek uygulanarak, ödeme tarihinden ifanın imkânsız hale geldiği tarihe kadar
paranın ulaştığı değer her bir dönem için hesaplanmalı, sonra bunların
ortalaması alınmalıdır.
Başka bir deyişle, denkleştirici
adalet kuralı gereğince iadeye karar verilirken, satış bedeli olarak verilen
paranın alım gücünün, ifanın imkansız hale geldiği
tarihteki alım gücüne uyarlanması zorunluluğu bulunmaktadır.
Satım bedelinin iade tarihindeki ulaştığı
bedel belirlenirken ödenen paranın çeşitli ekonomik etkenler nedeniyle azalan
alım gücünün enflasyon, tüketici eşya fiyat endeksi, altın, işçi ücretlerindeki
artış ve döviz kurlarındaki artış ortalamaları gözönünde
tutulmalıdır.
..."
B. Uluslararası Hukuk
1. Zaman Bakımından Yetki
ile İlgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları
37. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (Sözleşme) hükümlerinin bir taraf devlet açısından Sözleşme'nin
yürürlüğe girdiği tarihten önce meydana gelmiş eylem veya olaylar bakımından
ilgili devleti bağlamadığı gibi bu tarihten önce sona ermiş durumları da
bağlamadığını belirtmektedir. Dolayısıyla zaman yönünden yetki açısından
dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana
geldiği tarihtir. Söz konusu ihlalin ortadan kaldırılması için açılan davanın
sonuçlandığı tarih, onay ya da tanıma tarihinden sonraki bir tarih olsa da bu
durum Mahkemenin zaman bakımından yetkisinde herhangi bir değişikliğe neden
olmaz. Ancak AİHM'e göre Sözleşme'nin onaylanmasından önce başlayan ve ihlal
oluşturan bir eylem ya da olay, bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu
durumda "devam eden bir durum" söz konusu olduğundan Mahkemenin
davaya bakmaya yetkisi bulunmaktadır (Blecic/Hırvatistan [BD], B.
No: 59532/00, 8/3/2006).
38. Buna göre AİHM, zaman bakımından yetkinin tespitinde kural
olarak müdahalenin meydana geldiği tarihi esas almaktadır. Müdahale
- devam etmemek kaydıyla - kritik tarihten önce ise zaman bakımından
yetki dışında, sonra ise yetki kapsamında görülmektedir. 30/3/2011 tarihli ve
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun’un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa
Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi ise müdahale işlemine karşı yapılan
başvuruların kesinleşme tarihine göre belirlenmelidir. Ancak Anayasa
Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin belirlenebilmesi bakımından kesinleşen
nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan
müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekmektedir (Zeycan Yedigöl
[GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, §
31). Bu nedenle belirtilen söz
konusu farklılıklar da gözetilerek mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin
"anlık bir eylem" olup olmadığı ve hangi durumlarda "devam eden
bir müdahale"nin mevcut olduğuna ilişkin AİHM
yaklaşımının incelenmesi yararlı olacaktır.
39. AİHM, özel statülü kiracılık hakkına ilişkin sözleşmenin
sonlandırılması olayında başvurucunun ihlalin devam ettiği yönündeki
itirazlarına karşın kişinin mülkünden yoksun bırakılmasının anlık bir eylem
olup devam eden bir ihlal oluşturmadığını ifade etmiştir (Blecic/Hırvatistan, § 86). Yine kamulaştırma çerçevesinde el
konulan taşınmazlarla ilgili bir başvuruyu inceleyen AİHM benzer gerekçelerle "... yani Türkiye Cumhuriyeti için 1 Nolu Ek Protokol'ün 1. maddesinin yürürlüğe girdiği 28 Ocak
1987 tarihinden önce, Hazine'ye devredilmesini dikkate alan AİHM, 1961 tarih ve
221 sayılı Kanun'a dayalı bir mülkiyet mahrumiyetinin koşullarını incelemek
için zaman bakımından yetkisiz olduğu kanaatine varmaktadır." demek
suretiyle kabul edilemezlik kararı vermiştir (Ekdal ve diğerleri/Türkiye, B. No: 6990/04, 25/1/2011, § 48). Saint Vincent De Paul ŞefkatRahibeleri
Birliği/Türkiye ((k.k.), B. No: 19579/07,
27/1/2015) kararında da başvurucunun mülk sahibi olduğu kabul edilse dahi mülk
sahibi sıfatının 1965 ve 1978 yıllarında iptal edildiği, başkaları adına
kaydedildiği ve ihtilaf konusu taşınmazların mülkiyetinin 28/1/1987 tarihinden
çok önce değiştiği tespitiyle mülkiyet hakkından yoksun bırakmanın ilke olarak
anlık bir eylem teşkil ettiğini hatırlatan AİHM, başvuruyu Sözleşme
hükümleriyle zaman yönünden uyumsuz görmüştür (Saint
Vincent De Paul ŞefkatRahibeleri Birliği/Türkiye, §
51).
40. Buna göre AİHM, mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki
mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin kural olarak anlık bir eylem
oluşturduğunu ve bu müdahalenin sürekli bir hak mahrumiyeti durumu
oluşturmadığını belirtmektedir (Malhous/Çek
Cumhuriyeti (k.k.)[BD], B. No: 33071/96, 13/12/2000; Prince Hans-Adam II Of Liechtenstein/Almanya,
B. No: 42527/98, 12/7/2001, § 85; Blecic/Hırvatistan,
§ 86; Ekdal
ve diğerleri/Türkiye, § 48). 41. Almeida Garrett, Mascarenhas
Falcão ve diğerleri/Portekiz (B. No:
29813/96-30229/96, 11/1/2000, § 43) kararında ise başvurucuların 1975 ve 1976
yıllarında kamulaştırılan taşınmazlar yönünden tazminat alabilmek için
başlatılan idari ve yargısal süreçlerin devam ettiğini gözeten AİHM,
başvurucuların mülklerinden yoksun bırakılmalarının tartışmasız bir biçimde
anlık bir eylem olduğu için zaman bakımından yargılama yetkisinin dışında
olduğunu tespit etmiş ancak iç hukukta kendilerine tanınan bir hak olan
tazminatın ödenmemesinden dolayı başvurucuların şikâyetçi olduklarını dikkate
almıştır. AİHM, Inughuit kabilesi mensuplarının 1951
yılında inşa edilen Thule Hava Üssü nedeniyle avcılık
ve balıkçılık haklarının sonradan kısıtlanması ve 1953 yılı Mayıs
ayında ahalinin kendi yerleşim yerlerinden başka bir yere yerleştirilmeleri ile
ilgili Hingitaq 53 ve diğerleri/Danimarka ((k.k.), B. No: 18584/04, 12/1/2006) kararında da aynı sonuca
ulaşmıştır. Mahkeme, şikâyet edilen olayların anlık bir eylemle Danimarka’nın Sözleşme'yi onayladığı Eylül 1953 ve ek protokolü
onayladığı Mayıs 1954 tarihinden önce meydana geldiği ve zaman yönünden
Sözleşme'nin ilgili hükümleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle başvuruyu reddetmiş
ancak başvurucuların mülkiyet haklarına yapılan müdahaleler nedeniyle iç
hukukta tazminat yolunun bulunduğunu ve tazminat sürecinin zaman bakımından
yetkili olunan dönemde devam ettiğini gözeterek tazminat yönünden başvuruları
incelemiştir. 1933 yılında kamulaştırılan bir taşınmaza ilişkin tazminat
davasının süre aşımı yönünden reddedilmesine ilişkin Yagtzılar ve diğerleri/Yunanistan (B. No: 41727/98, 6/12/2001)
kararında ise iç hukukta tanınan tazminat sürecinin yetmiş yıldan beri devam
ediyor olması nedeniyle başvuru kabul edilebilir bulunmuştur (Yagtzılar ve diğerleri/Yunanistan, § 41).
42. Bütün bu kararlardan anlaşıldığı üzere AİHM, mülkiyetten
yoksun bırakmayı anlık bir eylem olarak görmekte olup iç hukukun Sözleşme'nin
onaylanmasından önce meydana gelen olaylarla ilgili olarak tazminat hakkını
tanımadığı durumlarda bu hususta yapılacak herhangi bir başvurunun zaman
bakımından yetki kuralı (ratione temporis)
gereği Sözleşme'de güvence altına alınmış haklarla
bağdaşmayacağı, taraf devletlere Sözleşme'nin onaylanmasından önce meydana
gelen zararlar için tazminat ödeme sorumluluğu yüklemediği görüşündedir.
2. Mülke Konu Alacağın
Değer Kaybına Uğratıldığı Şikâyetleri ile İlgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Kararları
43. AİHM, istikrarlı olarak kamu makamlarınca yapılacak
ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle ilişkilendirmektedir. Mahkemenin
çeşitli kararlarında, makul olmayan bir gecikme gibi nedenlerle tazminatın
değer kaybettiği durumlarda bu tazminatın yeterliliğinin azalacağı
belirtilmiştir (Angelov/Bulgaristan, B. No: 44076/98, 22/4/2004,
§ 39). Nitekim böyle başvurularda AİHM; esas itibarıyla kamu makamlarının,
geçen süre nedeniyle ödenmesi gereken tutardaki değer kayıplarını telafi etmek
için gecikme faizi ödeyip ödemediğini dikkate almaktadır. Kısacası AİHM;
mülkiyet hakkı kapsamında faiz ödemesini esasen devletin, borçlu olduğu tutar
ile alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon
nedeniyle oluşan değer kayıplarını giderme yükümlülüğüyle ilişkilendirmektedir
(Akkuş/Türkiye, B. No: 19263/92,
9/7/1997, § 29).
44. Devlet tarafından ödenecek bir bedelin enflasyon karşısındaki
değer kayıplarında AİHM, ikili bir ayrıma gitmektedir. Mahkemelerce belirlenmiş
bir para alacağının ödenmemesi hâlinde daha katı bir tutum sergileyerek %5'e
kadar değer kayıplarını hesaplama faktörlerindeki değişkenlerle ilgili kabul
etmektedir (Arabacı/Türkiye (k.k.), B. No: 65714/01, 7/3/2002). Çünkü burada ödemelerin
geç yapılması, mahkeme kararlarının icra edilmesi ile ilgili bir sorundur.
Mahkemelerde geçen yargılama süresindeki enflasyon nedeniyle kamulaştırma
bedelinin değer kaybı yönünden ise, meydana gelen farkın tazminatın
belirlenmesi yönteminden kaynaklandığı ve bu konuda kamusal makamların belirli
bir takdir yetkisinin olduğu da gözetilerek bu farkın başvurucular açısından
aşırı bir yük getirip getirmediği incelenerek karar verilmektedir (Aka/Türkiye, B. No: 19639/92, 23/9/1998,
§§ 41-51; Güleç ve Armut/Türkiye (k.k.), B. No: 25969/09, 16/11/2010).
45. AİHM'in Eko-Elda Avee/Yunanistan
kararında (B. No: 10162/02, 09/03/2006), haksız olarak tahsil edilen verginin
beş yıl beş ay sonra faizsiz olarak iade edilmesi, belli bir meblağdan
yararlanma hakkı uzun süre engellenen başvurucunun mali durumunda önemli bir
zarara yol açması nedeniyle ölçülü görülmemiş ve mülkiyet hakkının ihlal
edildiğine karar verilmiştir (Eko-Elda Avee/Yunanistan, §§
23-31).
46. Yine benzer şekilde
Sefine Baş/Türkiye kararında da (B. No: 49548/99, 24/06/2008)
tazminatın faiz ödemesine bağlı değer kaybına ilişkin şikâyetler incelenmiştir.
Başvuruya konu olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003 tarihinden
itibaren geçerli olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul edilmiştir. AİHM
öncelikle idare mahkemesinin kararının talep edilebilir bir “alacak”
oluşturduğunu ve bu nedenle başvurucunun Sözleşme'ye
ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesi anlamında mülkiyet oluşturan bir hakkının
mevcut olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca bu hakkın, başvurucuya Emekli
Sandığına başvurduğu tarihten itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük
olarak tanındığını vurgulamıştır. Bununla birlikte AİHM, başvurucuya salt bu
hakkın tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmadığını
kabul etmiştir. AİHM'e göre mağdur sıfatının ortadan kalkabilmesi için ileri
sürülen ihlalin hem zamanında hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir.
Mahkeme bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada
geçen süre zarfında uğranılan maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini
belirtmiştir. AİHM geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili
dönemde Türkiye'de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne
alarak başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Sefine Baş/Türkiye, §§ 58-64).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
47. Mahkemenin 4/10/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mülkiyet Hakkının
İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları
48. Başvurucu ilk olarak Belediyeden ihale yoluyla satın aldığı
taşınmazların tapuda devredilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkından mahrum
bırakıldığını belirtmiştir. Başvurucu, bu sebeple açtığı tapu iptali ve tescil
davasının emsal içtihatlara rağmen reddedildiğinden yakınmıştır. Başvurucu
ikinci olarak tazminat istemiyle Belediye aleyhine açtığı davada, derece
mahkemelerince uyuşmazlık konusu taşınmazların rayiç bedelleri yerine denkleştirici adalet ilkesine göre alacak bedelinin
belirlenmesinin adil olmadığını ifade etmiştir. Başvurucuya göre hükmedilen
miktar oldukça düşüktür. Başvurucu; iade borçlusunun iade borcunun
zenginleştiği kadar olması gerektiğini, somut olayda ise Belediyenin Mahkemece
hükmedilen 32.068 TL tutarındaki alacak bedeli karşılığında yaklaşık değeri
3.500.000 TL olan taşınmazların sahibi olduğunu belirtmiştir. Son olarak
başvurucu; tazminat davasının on bir yılı aşkın bir sürede sonuçlandığını,
yargılamada geçen bu süre içinde paranın alım gücünün önemli ölçüde azaldığını,
dolayısıyla hükmedilen alacağın yargılama sırasında değer kaybettiğini ifade
etmiştir. Başvurucu bu sebeplerle, mülkiyet ve adil yargılanma hakları ile
eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
2. Değerlendirme
49. Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.”
50. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, açmış olduğu tapu iptali ve
tescil davasının emsal Yargıtay içtihatlarına aykırı olarak reddedilmesinin
eşitlik ilkesini ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Ancak bu iddianın ciddiye
alınabilmesi için başvurucunun kendisi ile benzer durumdaki kişilere yapılan
muamele ile kendisine yapılan muamele arasında bir farklılığın bulunduğunu ve
bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın sırf ırk, renk, cinsiyet, din, dil,
cinsel yönelim ve benzeri ayrımcı bir nedene dayandığını makul delillerle
ortaya koyması gerekmekte olup somut olayda ise başvurucunun bu yöndeki
iddialarını temellendirecek somut bulgu ve kanıtları ortaya koyamadığı
anlaşılmaktadır. Bu nedenle eşitlik ilkesi yönünden herhangi bir inceleme
yapılmasına gerek görülmemiştir.
51. Başvurucu ayrıca Mahkemece hükmedilen alacağının
yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle değer kaybına uğradığını belirterek adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Ancak başvurucunun söz
konusu şikâyetinin özü itibarıyla mülkiyet hakkının ihlali iddiasına ilişkin
olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle başvurucunun makul sürede yargılanma
hakkının ihlali dışındaki bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında
incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
a. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
52. Başvurunun öncelikle zaman bakımından yetki yönünden
değerlendirilmesi gerekmektedir.
53. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca
Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi
olup Mahkeme, ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar
aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler
karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da
içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Mahkemenin
zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin
olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması
gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No:
2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S.,
B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).
54. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak
belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra
gerçekleştiği iddia edilen müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir.
Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia
edilen hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No:
2013/1566, 10/12/2015, § 31).
55. Anayasa Mahkemesi içtihadına göre mülkiyetten yoksun bırakma
şeklindeki mülkiyet hakkına yapılan müdahaleler kural olarak anlık eylemler
olup sürekli bir müdahale oluşturmaz (Agavni Mari Hazaryan ve
diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 114). Ancak bu kuralın bir
istinası ise mevzuatta bir tazminat yolunun bulunması ve bu tazminat yolunun
zaman bakımından yetki alanında devam etmesi durumudur (bkz. § 40).
56. Başvuru konusu olayda başvurucu, diğer şikâyetleri yanında
ayrıca Belediyeden ihale yoluyla satın aldığı taşınmazların tapuda devrinin
yapılmamasından yakınmaktadır. Başvurucu bu şikâyetiyle ilgili olarak Belediye
aleyhine Aksaray 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde tapu iptali ve tescil davası
açmış, Mahkeme 28/4/2000 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Temyiz
edilen hüküm, Dairenin 4/12/2000 tarihli ilamıyla onanmış;karar düzeltme talebinin Daire tarafından
reddedildiği 11/10/2001 tarihli ilamıyla söz konusu hüküm kesinleşmiştir.
Dolayısıyla tapu iptali ve tescil davası, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından
yetkisinin başladığı 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmiştir.
57. Bununla birlikte tapu iptali ve tescil davası aleyhine
sonuçlanan başvurucu, bu defa Belediye aleyhine yine aynı Mahkemede 10/4/2002
tarihinde tazminat davası açmıştır. Mahkeme 29/1/2013 tarihinde davanın kısmen
kabulü ile 32.068 TL tutarındaki tazminatın 11/10/2001 tarihinden itibaren
işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı Belediyeden alınarak başvurucuya
ödenmesine karar vermiştir. Temyiz edilen hüküm, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin
8/10/2013 tarihli ilamıyla onanmıştır.
58. Bu durumda somut olayda,tapu
iptali ve tescil davasının reddine ilişkin karar Anayasa Mahkemesinin zaman
bakımından yetkisi dışında kesinleşmiştir. Bununla birlikte başvurucunun açtığı
tazminat davasına ilişkin yargılama süreci Anayasa Mahkemesinin zaman
bakımından yetkisi içinde kesinleştiğinden mülkiyet hakkının ihlal edildiğine
ilişkin şikâyetinin tazminat yönünden değerlendirilmesi gerekmektedir
(karşılaştırma için bkz. Agavni Mari Hazaryan
ve diğerleri, §§ 94-120).
59. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan
mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin bu iddianın tazminat talebi yönünden
kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
i. Mülkün Varlığı
(1) Genel İlkeler
60. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında "Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir."
denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa'nın anılan
maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve
parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM,
E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda, mülk olarak
değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar
ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı
sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir
(Mahmut Duran ve diğerleri, B.
No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
61. Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı; mevcut mal, mülk ve
ekonomik değerleri koruyan bir temel haktır. Kişinin hâlihazırda sahibi
olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı, bu konudaki menfaati ne kadar
güçlü olursa olsun mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu hususun istisnası
olarak belli durumlarda bir "ekonomik değer" veya icrası mümkün bir
"alacağı" elde etmeye yönelik "meşru bir beklenti"
Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Meşru
beklenti; makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın
doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma
ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına dayanan,
yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma
beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın
varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No:
2012/636, 15/4/2014, § 36, 37).
62. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp
bir kanun hükmü, yerleşik bir yargısal içtihat veya ayni menfaatle ilgili
hukuki bir işleme dayalı beklentidir (Selçuk
Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28). Dolayısıyla Anayasa ve
Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet
hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının
tanınmasına bağlı olup bu tanım, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile
yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd.
Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Bu çerçevede mülkiyet
hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var
olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa
Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54).
(2) İlkelerin Olaya
Uygulanması
63. Somut olayda başvurucu, 1969 ile 1974 yılları arasında
çeşitli tarihlerde Belediye tarafından yapılan ihalelerde Aksaray ilinde
bulunan beş adet taşınmazı satın almıştır. Ancak bu taşınmazların tapuda
devirleri yapılmamıştır. Başvurucunun bunun üzerine açtığı tapu iptali ve
tescil davası ise ihale sonrası noterde sözleşme düzenlenmediğinden satışın
geçersiz olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.
64. Türk hukukunda taşınmaz mülkiyeti, kural olarak 4721 sayılı
Kanun'un 705. maddesinin birinci fıkrası uyarınca tapu siciline tescil ile
kazanılır. Ancak aynı maddenin ikinci fıkrasına göre miras, mahkeme kararı,
cebri icra, işgal, kamulaştırma ve kanunda öngörülen diğer hâllerin
gerçekleşmesi durumunda mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı belirtilmiştir.
Olay ve uyuşmazlık konusu dönem itibarıyla yürürlükte olan 743 sayılı mülga
Kanun'un 633. maddesinde de aynı hükümlere yer verilmiştir.
65. Başvuru konusu olayda ise anılan kanun hükümlerinde
öngörülen miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal veya kamulaştırma gibi bir
durum söz konusu değildir. Bu durumda uyuşmazlık konusu taşınmazlar Belediye
tarafından ihale edilmekle beraber başvurucu adına tapuya tescil işlemi
gerçekleştirilmediğinden başvurucunun bu taşınmazların mülkiyetini kazanamadığı
görülmektedir. Yukarıda değinildiği üzere Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından
yetkisi dışında sonuçlanan tapu iptali ve tescil davası da başvurucu aleyhine
sonuçlanmış olup bu yargılama neticesinde taşınmazın satışının hukuken geçersiz
olduğu tespit edilmiştir (bkz. §§ 10-13). Dolayısıyla başvurucunun taşınmazın
mülkiyetini edinme hususunda somut temele dayalı meşru bir beklentisinin olduğu
da söylenemez.
66. Ancak başvurucu, uyuşmazlık konusu taşınmazları satın
alabilmek için Belediyeye 1969 ve 1971 yıllarında çeşitli tarihlerde toplam
70.935 TL (eski Türk lirası) tutarında ödeme yapmıştır. Bu taşınmazlar Belediye
tarafından başvurucuya tapuda devredilmediğine göre söz konusu alacak tutarı
yönünden başvurucunun mülkiyet hakkının mevcut olduğu kuşkusuzdur. Nitekim
başvurucunun açtığı tazminat davası neticesinde derece mahkemeleri de
başvurucunun alacağının varlığını kabul etmiştir (bkz. §§ 14-20).
ii. Müdahalenin Varlığı ve
Türü
67. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden
diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına
müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın
35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu
belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na
yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına
müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak
mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda
"mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının
genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının
kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle
devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân
sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından
mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca
belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi,
mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§
55-58).
68. Somut olayda başvurucudan ihale bedellerinin alınarak
ihaleye konu taşınmazların tapuda satışlarının yapılmadığı hâlde bu bedellerin
iade edilmemesi suretiyle başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale edildiği
kuşkusuz olup müdahalenin, mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına ilişkin
genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.
iii. Müdahalenin İhlal
Oluşturup Oluşturmadığı
(1) Genel İlkeler
69. 6216 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında
açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Anayasa Mahkemesince kabul edilemezliğine
karar verilebileceği belirtilmiştir. Bu bağlamda başvurucunun ihlal iddialarını
kanıtlayamadığı, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya
müdahalenin meşru olduğu açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama
şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça dayanaktan yoksun kabul edilebilir (Hikmet Balabanoğlu,
B. No: 2012/1334, 17/9/2013, § 24).
70. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak
olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri
düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde
bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler,
demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın
Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin
Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı
amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep
Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).
71. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi gereği
kişilerin mülkiyet haklarına getirilen sınırlamanın hakkın özüne dokunmaması ve
ulaşılmak istenen kamu yararı ile bireyin sınırlandırılan hakkı arasında adil
bir dengenin kurulması gerekir. Bu adil denge, mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle
bireye, şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi durumunda
bozulmuş olur.
72. Bir mülkün devir tarihindeki bedelinin daha sonra ödenmesi
durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan
hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin
tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da
bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek
haksızlığa uğratılmaktadır (AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011).
73. Anayasa Mahkemesi kanun koyucunun bir hak olarak öngördüğü
veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması nedeniyle mağdur
olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, kamu kurumlarının fazladan bedeli
tahsil ettikleri tarih ile ödeme tarihi arasında geçen sürede alacakta veya
hakka konu bedelde meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde
orantısız bir yük oluşturması hâlinde ihlal kararları vermiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No:
2013/817, 19/12/2013; Akel Gıda San. ve Tic.
A.Ş., B. No: 2013/28, 25/2/2015). Anayasa Mahkemesi ayrıca,
mahkemelerce hükmedilen tazminatın yargılamada geçen süre nedeniyle enflasyon
karşısında değer kaybettiği bir başvuruda da ölçülülük yönünden mülkiyet
hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Abdulhalim
Bozboğa, B. No: 2013/6880, 23/3/2016).
(2) İlkelerin Olaya
Uygulanması
74. Başvurucunun alacağının tahsili istemiyle Mahkemede
10/4/2002 tarihinde açtığı dava 29/1/2013 tarihinde kısmen kabul edilmiş,
temyiz üzerine hüküm Yargıtay 3. Hukuk Dairesince 8/10/2013 tarihinde
onanmıştır. Buna göre derece mahkemelerince, başvurucunun ihale bedeli olarak
ödediği alacağının satış sözleşmesinin geçersiz olması ve ihaleye konu
taşınmazların tapuda devirlerinin yapılmamış olması nedeniyle iadesi gerektiği
kabul edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin
kanuna aykırı olduğu derece mahkemelerince belirlenmiştir.
75. Ancak başvurucunun bu alacağının tespit edilmiş olması tek
başına başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun
mağdur sıfatının ortadan kalkabilmesi için ileri sürülen ihlalin hem zamanında
hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne
alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir.
76. Somut olayda başvurucu öncelikle, ihaleye konu taşınmazların
piyasa rayiç değerleri yerine bu taşınmaz için ödediği bedelin "denkleştirici adalet ilkesi"ne
göre güncellenerek tazminat miktarının belirlenmesinden yakınmaktadır.
77. Yukarıda da değinildiği üzere söz konusu taşınmazlar
başvurucuya ihale edilmekle birlikte başvurucu adına tapuya tescil
edilmemiştir. Dolayısıyla uyuşmazlığa konu dönem itibarıyla yürürlükte olan 743
sayılı Kanun'un 633. maddesine göre bu taşınmazların mülkiyetini başvurucunun
kazanmadığı görülmektedir. Kaldı ki tapu iptali ve tescil davasında yapılan
yargılama neticesinde derece mahkemeleri, satış sözleşmesinin geçersiz olduğuna
karar vermiştir. Başvurucunun açtığı tazminat davasında da Yargıtay 13. Hukuk
Dairesinin 8/2/2010 tarihli karar düzeltme ilamında bu hususa vurgu yapılarak
başvurucunun, ödediği bedelin tapu iptali ve tescil davasının kesinleştiği
tarihte ulaştığı değerini isteme hakkı olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi
de bu olgulardan hareketle somut olayda mülkün varlığını, başvurucunun ihaleler
için ödediği bedeller yönünden kabul etmiştir (bkz. §§ 63-66).
78. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında, mülkiyet
edinildikten sonra kamu makamlarınca çeşitli gerekçelerle kişilerin mülkünden
yoksun bırakılmaları durumunda -belirli istisnai durumlar dışında- mülkün iade
edilmesi veya bunun mümkün olamadığı hâllerde mülkün tam ve gerçek karşılığının
tazminat olarak ödenmesi gerektiği ifade edilmiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri,§§ 58, 59; Nebahat
Tanrıverdi, B. No: 2012/1313, 6/3/2014, § 51). Nitekim Yargıtay da
bir sözleşmenin geçerli olarak kurulmasına rağmen daha sonra ortaya çıkan
nedenlerle ifanın imkânsız hâle gelmesi veya zapta karşı tekeffül durumlarında
davacının gerçek ve güncel müspet zararını talep edebileceğini kabul etmiştir(bkz. §§ 31-33). Buna karşılık Yargıtaya
göre satışın çeşitli gerekçelerle baştan itibaren geçersiz olduğunun tespit
edildiği durumlarda ise borçlar hukuku çerçevesinde sebepsiz zenginleşme
hükümleri uygulanır. Yargıtay, geçersiz satış sözleşmesi için ödenilen bedelin ödeme tarihindeki değerinin "denkleştirici adalet ilkesi" doğrultusunda dava tarihi
itibarıyla uyarlanarak tazminat bedelinin belirlenmesi gerektiğini kabul
etmiştir (bkz. §§ 34-36). Dolayısıyla somut olayda taraflar arasındaki
sözleşmenin geçersiz olduğunun kabul edildiği ve taşınmazların mülkiyetinin de
henüz başvurucuya devredilmemiş olduğu gerekçesiyle aynı yorumu yaptıkları
dikkate alındığında derece mahkemelerinin tazminatın belirlenmesine ilişkin
yöntemlerinin keyfî veya öngörülemez nitelikte olmadığı anlaşılmaktadır. Diğer
bir deyişle derece mahkemelerince, başvurucunun taşınmazın mülkiyetini
kazanamadığının tespit edilmiş olması sebebiyle taşınmazların rayiç bedeli
yerine bu taşınmazlar için ödediği bedel mülk kapsamında görülerek başvurucunun
alacağının güncel verilerle uyarlanması yoluna gidilmiştir.
79. Derece mahkemelerince hükmedilen tazminat bedelinin ölçülü
olup olmadığı yönünden ise uygulanan "denkleştirici
adalet ilkesi"nin mahiyetine bakılmalıdır. Yargıtaya göre bu ilke çerçevesinde davacıların geçersiz
satış sözleşmesi ödediği satış bedelinin denkleştirici
adalet ilkesi gereğince dava tarihi itibarıyla ulaştığı alım gücü karşılığının
belirlenip davalıdan tahsiline karar verilmesi gerekir. Yargıtay içtihatlarında
alım gücünün tespiti için geçersiz satış sözleşmesine göre ödenen bedelin akdin
ifasının imkânsız hâle geldiği tarih itibarıyla altın fiyatları, memur maaş
katsayı artışı, döviz fiyatlarındaki artış, enflasyon oranları dikkate alınmak
suretiyle elde edilecek ortalamanın dikkate alınması gerektiği belirtilmektedir
(bkz. §§ 30-35).
80. Uygulanan hesap yöntemi dikkate alındığında Yargıtayın "denkleştirici
adalet ilkesi" çerçevesinde yaptığı bu yorumun, Anayasa Mahkemesinin mülk
kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılmamasına ilişkin
ilkeleri ile uyumlu olduğu anlaşılmaktadır (bkz. §§ 69-73). Nitekim somut
olayda da bilirkişi kurulunun 5/10/2012 tarihli raporunda, başvurucunun ödediği
bedelin 11/10/2001 tarihinde ulaştığı değerin ekonomik hayatta yer alan farklı
verilerdeki artış oranları birlikte dikkate alınarak hesaplandığı
görülmektedir. Bilirkişi kurulu raporunda, ödeme tarihlerinden itibaren
Cumhuriyet altını, külçe altın, Alman markı, ABD doları, asgari ücret, toptan
eşya fiyat endeksi verilerine göre ayrı ayrı hesaplama yapılmış; bu altı
ekonomik verinin ortalaması esas alınarak tazminatın başvurucunun da talep
ettiği 11/10/2001 tarihi itibarıyla ulaştığı değer belirlenmiştir. Derece
mahkemelerinin de bu raporu hükme esas alarak sonuca vardıkları görülmektedir.
Dolayısıyla somut olayda başvurucuya iade edilmesi gereken alacağın (ödediği
ihale bedelleri) 11/10/2001 tarihine uyarlanarak tazminat olarak ödenmesine
karar verildiğinden bu yönden başvurucunun alacağının değer kaybına
uğratılmadığı anlaşılmaktadır.
81. Bununla birlikte başvurucu, belirlenen bu tazminatın
yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de paranın alım gücü ve enflasyon
karşısında değer kaybına uğradığını ileri sürmektedir.
82. Somut olayda başvurucunun alacağı 11/10/2001 tarihi
itibarıyla derece mahkemelerince toplam 32.068 TL olarak belirlenmiştir. Bu
noktada davanın niteliği gereği Mahkemenin 29/1/2013 tarihli kararı
çerçevesinde söz konusu alacağın infazının mümkün olduğu gözetilmelidir. Ayrıca
başvurucunun bu alacağının ödenmediğine veya Mahkemenin kararından sonra bu
alacağın değer kaybına uğratılarak ödendiğine dair bir şikâyetinin bulunmadığı
da dikkate alınmalıdır. T.C. Merkez Bankası verilerine göre 2001 yılı Ekim ayı
ile 2013 yılı Ocak ayı arasında enflasyonda meydana
gelen artış %243,81’dir. Bu durumda başvurucuya ödenmesi gereken söz konusu
alacağın 2013 yılı Ocak ayı itibarıyla T.C. Merkez
Bankası verileri kullanılarak enflasyon karşısında değer kaybının giderilmiş
karşılığı 110.252 TL’dir.
83. Dolayısıyla yukarıdaki verilere göre başvurucunun mülkiyet
hakkı kapsamında değerlendirilen toplam 32.068 TL tutarındaki alacağının değer
kaybını telafi edecek fark 78.184 TL'dir. Buna karşılık derece mahkemelerince
başvurucunun alacağına 11/10/2001 tarihinden itibaren yasal faiz işletilmesine
karar verildiği görülmektedir. Bu durumda aynı dönemde başvurucuya yaklaşık
olarak 79.352 TL tutarında faiz ödemesi yapılması öngörülmüştür. Buna göre söz
konusu faiz tutarı da dikkate alındığında başvurucunun alacağının bu yönden de
bir değer kaybına uğratılmadığı anlaşılmaktadır.
84. Sonuç olarak başvurucunun ihale bedellerini ödemesine rağmen
ihaleye konu taşınmazların tapuda devredilmemesi suretiyle yapılan müdahalenin,
mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılmadan
ödenmesine karar verildiği gözetildiğinde başvurucuya şahsi olarak aşırı ve
olağan dışı bir külfet yüklemediği değerlendirilmiştir. Böylelikle somut olay
bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında
kurulması gereken adil dengenin bozulmadığının anlaşıldığı ve mülkiyet hakkına
ilişkin açık bir ihlalin bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Bu gerekçelerle
mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın, diğer kabul edilebilirlik
nedenleri incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
B. Makul Sürede
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
85. Başvurucu 10/4/2002 tarihinde açtığı tazminat davası
yönünden makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
86. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
87. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın
ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra
aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam
eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının
ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, §§ 50, 52).
88. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın
karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
89. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda
verdiği kararlar dikkate alındığında somut olayda yaklaşık 11 yıl 5 ay sürdüğü
anlaşılan yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
90. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
91. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
92. Başvurucu, maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
93. Başvuruda, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılmıştır.
94. Makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle yalnızca
ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvurucuya
net 14.400 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
95. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için
başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tespit edilen ihlal
arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Başvurucunun bu konuda herhangi bir belge
sunmamış olması nedeniyle maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi
gerekir.
96. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya net 14.400 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE,
tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Aksaray 1. Asliye Hukuk Mahkemesine
(E.2010/130, K.203/57) GÖNDERİLMESİNE,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
4/10/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.