TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
|
SUAT ÖZEN BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2012/1144)
|
|
Karar Tarihi: 8/4/2015
|
R.G. Tarih- Sayı: 3/7/2015-29405
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Başkanvekili
|
:
|
Alparslan ALTAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Recep KÖMÜRCÜ
|
|
|
Burhan ÜSTÜN
|
|
|
Engin YILDIRIM
|
|
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Muammer TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
|
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
Raportör
|
:
|
Aliye YILDIZ VARSIN
|
Başvurucu
|
:
|
Suat ÖZEN
|
Vekili
|
:
|
Av. Sema AKINCI
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, taşınmazının kıyı
kenar çizgisi içinde kalması nedeniyle Hazine tarafından aleyhine açılan dava
sonucunda tapu kaydının iptaline, taşınmaz üzerindeki binanın yıkılmasına karar
verildiğini, zararının tazmini için açtığı davanın zamanaşımından
reddedildiğini, kendisine herhangi bir ödeme yapılmaksızın taşınmazının elinden
alındığını belirterek, mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini
ileri sürmüş, tazminat talep etmiştir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 12/12/2012
tarihinde Dikili Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde Komisyona sunulmasına
engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Üçüncü
Komisyonunca, 19/12/2013 tarihinde kabul edilebilirlik
incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine
karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 6/11/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas
incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş için Adalet
Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Adalet Bakanlığının 8/1/2015 tarihli görüş yazısında, Anayasa Mahkemesinin daha
önceki kararlarına atfen görüş bildirilmeyeceği beyan edilmiştir.
6. İkinci Bölüm tarafından 12/3/2015 tarihinde yapılan toplantıda, başvurunun niteliği
itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanmasını gerekli görüldüğünden,
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28. maddesinin (3)
numaralı fıkrası uyarınca görüşülmek üzere Genel Kurula sevkine karar
verilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve ekleri ile
başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar
özetle şöyledir:
8. Başvurucu İzmir İli Dikili
İlçesi, İsmetpaşa Mahallesi, 12 ada 1 parselde tapuda
kayıtlı taşınmazı satın almış, taşınmaz üzerine iki katlı bina inşa etmiştir.
9. Hazine, anılan taşınmazın
kıyı kenar çizgisi içinde kaldığından bahisle 21/4/1977
tarihinde başvurucu aleyhine Dikili Asliye Hukuk Mahkemesinde tapu iptal, men'i müdahale ve kal istemiyle dava açmıştır.
10. Mahkeme, E.1989/136,
K.1991/15 sayılı kararıyla dava konusu taşınmazın denizin ayrılmaz parçası
kumluk saha üzerinde bulunduğu ve devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
yerlerden olduğundan tapusunun iptaline, başvurucunun müdahalesinin men'ine, üzerindeki binanın kal'ine,
yıkımın davalılar tarafından yapılmaması halinde Hazine tarafından
yıktırılmasına karar vermiştir. Temyiz üzerine karar Yargıtay 1. Hukuk
Dairesinin 3/2/1992 tarihli ve E.1992/1275, K.1992/798
sayılı kararıyla onanmış, karar düzeltme talebi aynı Dairenin 2/11/1992 tarihli
ve E.1992/10520, K.1992/12611 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Karar 2/11/1992 tarihinde kesinleşmiştir.
11. Dava konusu tapunun hükmen
terkini, 15/5/2001 tarihinde Dikili Tapu Müdürlüğü
tarafından gerçekleştirilmiştir.
12. Geçen süre zarfında
başvurucu binayı kendisi yıkmamış, idare de 18 yıl boyunca binayı yıkmadığından
başvurucu taşınmazı kullanmaya devam etmiştir. 3/5/2010
tarihli tespit ve tahliye tutanağı ile başvurucu tahliye edilmiş ve idarece
binanın yıkımı icra kanalıyla gerçekleştirilmiştir.
13. Başvurucu, taşınmazın kıyı
kenar çizgisi içinde kalması nedeniyle bedel ödenmeksizin tapusunun iptaline
karar verildiğini, yıkım işleminin uzun süre uygulanmaması nedeniyle taşınmazı
kullanmaya devam ettiğini ve taşınmazın yıkımı nedeniyle zarara uğradığını
belirterek, uğradığı zararların tazmini talebiyle 26/10/2010
tarihinde Dikili Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır.
14. Yargılama aşamasında alınan 13/7/2011 tarihli bilirkişi raporunda mevcut verilerle
binanın değeri 51.598,40 TL, arsanın değeri 184.200,00 TL olmak üzere
taşınmazın toplam değeri 235.798,40 TL olarak tespit edilmiştir.
15. Mahkeme, 5/12/2011
tarihli ve E.2010/363, K.2011/384 sayılı kararıyla, başvurucuya ait taşınmazın
tapusunun iptali, müdahalenin men'i ve yıkıma ilişkin
kararın kesinleştiği 2/11/1992 tarihinden itibaren 22/4/1926 tarih ve 818
sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık süre
geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine
karar vermiştir.
16. Temyiz üzerine karar,
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 9/4/2012 tarihli ve
E.2012/1640, K.4155 sayılı kararıyla onanmış, karar düzeltme talebi aynı
Dairenin 8/10/2012 tarihli kararıyla reddedilmiştir.
17. Anılan karar başvurucuya 20/11/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir.
18. Başvurucu 12/12/2012
tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili
Hukuk
19. 22/04/1926 tarihli ve 818 sayılı Mülga
Borçlar Kanunu'nun "müruru zaman"
kenar başlıklı 60. maddesinin (11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanunu'nun 72. maddesiyle benzer) birinci fıkrası şöyledir:
"Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle
nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve
failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her
halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz."
20. Mülga 818 sayılı Kanun'un
"on senelik müruru zaman" kenar başlıklı 125.
maddesi (6098 sayılı Kanun'un 146. maddesiyle benzer) şöyledir:
"Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı
takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir."
21. Mülga 818 sayılı Kanun'un
"müruru zamanın cereyanına mani olan ve
müruru zamanı tatil eden sebepler"
kenar başlıklı 132. maddesinin (6098 sayılı Kanun'un 153. maddesiyle benzer)
ilgili kısımları şöyledir:
"Aşağıdaki hallerde müruru zaman cereyan etmez ve
cereyana başlamış ise inkıtaa uğrar:
…
6 - Alacağı, bir Türk
mahkemesi huzurunda iddia etmek imkanı olmadığı
müddetçe.
Müruru zaman, tatil
eden sebeplerin zail olduğu günün hitamından itibaren başlar veya tevakkuftan
evvel başlamış olan cereyanına devam eder."
22. Anayasa Mahkemesinin 25/2/1986 tarihli ve E.1985/1, K.1986/4 sayılı kararıyla
iptal edilen 27/11/1984 tarihli ve 3086 sayılı Kıyı Kanunu'nun Geçici 2.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"1972 yılından önce kıyıda doğmuş özel mülkiyete konu
yapılar ile bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki, mevzuata ve imar
planına uygun olarak yapılan yapılar hakkında bu Kanun hükümleri
uygulanmaz."
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
23. Mahkemenin 8/4/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun
12/12/2012 tarihli ve 2012/1144 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği
düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
24. Başvurucu, taşınmazının
kıyıda kalması nedeniyle Hazine tarafından aleyhine açılan dava sonucunda tapu
kaydının iptaline, müdahalenin men'i ile taşınmaz
üzerindeki binanın yıkılmasına karar verildiğini, bu kararın kesinleşmesine
rağmen 18 yıl boyunca taşınmazda kalmasına Hazinenin zımnen izin verdiğini,
binanın 2010 yılında yıkılması ile fiili zararın bu tarihte oluştuğunu, bu
nedenle zararının tazmini için dava açtığını, ancak davanın zamanaşımından
dolayı reddedildiğini, tazminat isteme hakkının varlığını binanın yıkımından
sonra 2010 yılında öğrendiğini, kararın kesinleştiği tarihten 2007 yılına kadar
iç hukukta tazminat ödeme müessesesinin bulunmadığını, kendisine herhangi bir
ödeme yapılmaksızın taşınmazının elinden alındığını belirterek, Anayasa’nın 35.
ve 36. maddelerinde güvence altına alınan mülkiyet ve adil yargılanma
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
B. Değerlendirme
1. Mülkiyet Hakkının İhlali İddiası
25. Başvurucu, sahibi olduğu
taşınmaz 1992 yılında Mahkeme kararıyla elinden çıksa da üzerindeki binanın
yıkımının 2010 yılında yapılması nedeniyle zararın bu tarihte doğduğunu,
Mahkemenin hatalı zamanaşımı yorumuyla taşınmaza bağlı tazminat haklarının
kısıtlandığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
26. 6216 sayılı Kanun'un geçici
1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden
sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel
başvuruları inceler."
27. Anayasa ve 6216 sayılı
Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından
yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup, Mahkeme,
ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan
bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında,
anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde
yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Mahkemenin zaman bakımından
yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle,
bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınmaları gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15).
28. Üzerinde maliki konusunda
uyuşmazlık bulunan bir taşınmaza ait mülkiyet hakkının varlığını tespit
mahkemelere bırakılmıştır. Buna göre, kıyılar dâhil taşınmaz mallarda mülkiyet
hukukuna yönelik, hakkın özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli
yargının görev alanı içerisinde kalmaktadır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme
Kurulu, E.1996/5, K.1997/3, K.T. 28/11/1997). Bir
taşınmaz üzerinde hak iddia eden kişinin söz konusu hakkın varlığını mahkeme
önünde ispat etmesi gerekmektedir.
29. Başvurucu adına tapuda
kayıtlı, ancak kadastro tespitiyle mülkiyeti tartışmalı olan taşınmazın
tapusunun iptali ile bu taşınmaz üzerindeki evin yıkılmasına dair Mahkeme
kararı 2/11/1992 tarihinde Yargıtay'ın karar düzeltme
talebini reddiyle kesinleşmiştir. Mahkeme kararı kesinleştikten sonra
taşınmazın mülkiyeti artık başvurucunun hak alanından çıkmıştır. Bu karara
dayanarak evin yıkımının daha sonraki bir tarihte yapılması, bu hukuki durumu
değiştirmez ve başvurucunun hak alanında herhangi bir değişikliğe sebep olmaz.
Başvurucunun 2010 yılında açtığı ve başvuruya dayanak olan davanın konusu, dava
tarihinde başvurucu adına kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetine ilişkin olmayıp,
başvurucunun bu davadaki talebi taşınmaza bağlı tazminat istemidir.
30. Bu durumda başvurucunun
somut başvuruya konu taşınmaza bağlı olarak ileri sürdüğü tazminat
taleplerinin, başvurucunun taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının 1992 yılında
kesinleşen Mahkeme kararıyla son bulması ve 10 yıllık zamanaşımı süresinin
geçmiş olmasına bağlı olarak reddedildiği ve mülkiyete ait uyuşmazlığın 1992
yılında kesinleştiği anlaşılmıştır.
31. Anayasa ve AİHS'in ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı,
mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvence olup ulusal mevzuatta
belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma şansının yüksek olduğunu gösteren
yerleşik ve istikrarlı bir yargı içtihadına dayanmayan (Bkz.,
Kemal Yeler ve Diğerleri, B. No:
2012/636, 15/4/2014, §§ 36-37), 1978 yılında yapılan kadastro çalışması
sonrasında kimin mülkiyetinde olduğu tartışmalı olan, 1992 yılında kesinleşen
mahkeme kararıyla başvurucu ile hukuki ilişkisi kesilmiş taşınmaza bağlı 2010
yılında açılan ve 2012 yılında kesinleşen mahkeme kararıyla reddedilen bir
tazminat talebinin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir
( Leyla Daimagüler
ve Diğerleri, B. No: 2012/1143, 17/7/2014, §36).
32. Açıklanan nedenlerle,
başvurucunun tazminat istemine dayanak yaptığı taşınmazla hukuki ilişkisinin
bireysel başvuruların incelenmeye başlandığı tarih olarak belirlenen 23/9/2012 tarihinden önce 1992 yılında kesinleşmiş olduğu
anlaşıldığından başvuruya konu mülkiyet hakkına yönelik şikâyetin, diğer kabul
edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin "zaman bakımından yetkisizlik" nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Adil Yargılanma Hakkının İhlali İddiası
33. Başvurucu, sahibi olduğu
taşınmaz 1992 yılında Mahkeme kararıyla elinden çıkmış olsa da, üzerindeki
binanın yıkımının 2010 yılında yapılması nedeniyle zararın bu tarihte
doğduğunu, Mahkemenin 818 sayılı Kanun'da yer alan; alacağı, Türk Mahkemeleri
huzurunda iddia etmek imkânı olmadığı müddetçe zamanaşımının duracağı hükmünü
değerlendirmeye almadığını, bu nedenlerle zararın doğduğu tarihi ve
zamanaşımını yanlış yorumladığını belirtmektedirler.
34. Başvurucu zamanaşımı
konusunda zararın yıkımla gerçekleşmiş olmasına ve 2007 yılından önce bu tür
tazminat davaları mahkemeler tarafından reddedilmesine rağmen somut başvuruya
konu tazminat davasında verilen ret kararıyla mülkiyet hakkının ihlal
edildiğini ileri sürse de, başvurucunun şikâyetinin özü Mahkemenin zamanaşımı
konusunda hatalı yorum yaptığı ve yanlış karar verdiği iddiasına dayandığından
ve mülkiyet hakkıyla ilgili olarak zaman bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul
edilemezlik kararı verildiğinden bu şikâyet adil yargılanma hakkı kapsamında
incelenmiştir.
35. Anayasa'nın 148. maddesinin
dördüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 49. maddesinin (6) numaralı
fıkrasında, bireysel başvurulara ilişkin incelemelerde kanun yolunda
gözetilmesi gereken hususların incelemeye tabi tutulamayacağı, 6216 sayılı
Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun
başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği
belirtilmiştir.
36. Bir anayasal hakkın ihlali
iddiası içermeyen, yalnızca derece mahkemelerinin kararlarının yeniden
incelenmesi talep edilen başvuruların açıkça dayanaktan yoksun ve Anayasa ve
Kanun tarafından Mahkemenin yetkisi kapsamı dışında bırakılan hususlara ilişkin
olduğu açıktır (Miraş Mümessillik İnş. Taah. Reklam. Paz. Tic. A.Ş.,
B. No: 2012/1056 § 34, 16/4/2013).
37. İlke olarak derece
mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin
değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece
mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup
olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece
mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda
bariz takdir hatası veya açık keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden
bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu
çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular bariz takdir hatası
veya açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
38. Hukukun genel ilkelerinden
biri hukuk güvenliği prensibidir. Bu ilke, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmelerini,
devletin de hukuki düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar (Zafer Öztürk,
B. No: 2012/51, 25/12/2012, § 18).
39. Belli bir hakkın mahkemede
ileri sürülebilmesi ya da hak arama hürriyeti kapsamında bir davanın
açılabilmesi için öngörülecek süreler hukuk güvenliği ilkesi gereği olup, adil
yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. Anılan süreler,
mahkemelerin zamanın geçmesi nedeniyle güvenilirliği kalmayan, eksik ya da
ulaşılması zor kanıtlara dayanarak uzak geçmişte meydana gelmiş olaylar
hakkında karar vermelerini istemekle oluşabilecek adaletsizliklerin önüne
geçmek ve hukuk güvenliğini sağlamak gibi önemli ve meşru amaçlara hizmet
ederler. Süre sınırlaması getiren bu müdahaleler, devletin takdir yetkisi
içinde olup, ulaşılmak istenen meşru amaçla orantılı oldukça ve hakkın özünü
zedelemedikçe Anayasa'da yer alan adil yargılanma hakkını ihlal etmiş
sayılmazlar (Stubbings ve Diğerleri/Birleşik Krallık, 22083/93;
22095/93, 22/10/1996, § 51).
40. Başvurucu adına kayıtlı,
ancak kadastro tespitiyle mülkiyeti tartışmalı olan taşınmazın başvurucuya ait
tapusunun iptali ile bu taşınmaz üzerindeki evin yıkılmasına dair Mahkeme
kararı, 2/11/1992 tarihinde Yargıtay’ın karar düzeltme
talebini reddiyle kesinleşmiştir. Kesinleşen Mahkeme kararı evin yıkımının
başvurucu tarafından yerine getirilmesini, bunun yapılmaması halinde idarenin
yıkımı gerçekleştirerek bedelini başvurucudan alması hükümlerini içermektedir.
Başvurucunun bu yıkımı gerçekleştirmediği, idarenin kendiliğinden de binayı
yıkmadığı taşınmazda, başvurucunun yararlanmayı sürdürdüğü anlaşılmıştır.
Başvurucu 2010 yılında gerçekleştirilen yıkım nedeniyle uğradığı zararın
tazmini için dava açmış, davanın zamanaşımı nedeniyle reddedilmesi üzerine
zararın yıkımla gerçekleştiği ve davada zamanaşımının bulunmadığı itirazıyla
temyiz başvurusu yapmıştır. Yargıtay ilgili Dairesi bu talebi mülga 818 sayılı
Kanun'un 125. maddesinde yer alan 10 yıllık zamanaşımı süresinden sonra dava
açıldığı gerekçesiyle reddederek İlk Derece Mahkemesi kararını onamıştır.
41. Somut davada İlk Derece
Mahkemesince uyuşmazlığın çözümü için gerekli bilgi ve belgeler toplanarak
inceleme yapılmış ve bilirkişi raporları alınmış, başvurucuya bahsettikleri
itirazlarını sunmak üzere imkân verilmiş ve başvurucu itirazlarını Mahkemeye
sunmuştur. İlk Derece Mahkemesi ve Yargıtay bu iddia ve itirazları
değerlendirerek 10 yıllık zamanaşımı nedeniyle davanın reddi yönünde karar
vermiştir.
42. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı
Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 33. maddesi gereği hukukun uygulanması ve
yorumlanması hâkimin resen gözeteceği bir husustur. Bu kapsamda hak düşürücü
sürenin dava konusu uyuşmazlıkta uygulanması da hâkimin takdir yetkisi içinde
olup (Mardin Süryani
Katolik Kilisesi Vakfı, B. No: 2013/757, 13/6/2013
§ 31), kanunun açık hükmü karşısında beklenmesi gereken bir sonuçtur. Derece
mahkemelerinin kararlarında hak düşürücü sürenin uygulanması konusunda bariz
takdir hatası veya açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesinin bu takdire
müdahalesi söz konusu olamaz.
43. Bununla birlikte
başvurucunun zararın gerçekleşmesi kavramını zararın kendisi tarafından
hissedilmesi şeklinde anladığı ve bu nedenle binanın yıkımı ile zararın
gerçekleştiğini ileri sürdüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca başvurucu 2007 yılından
itibaren bu tür tazminat taleplerinin yerel mahkemelerce kabul edildiğini ve
818 sayılı mülga Kanun'un 132. maddesine göre alacağı, Türk Mahkemelerinde
ileri sürme olanağı olmadığı sürece zamanaşımının duracağı itirazında bulunsa
da, Kanun incelendiğinde tazminat talebinin 10 yıl içinde mahkeme önüne
getirilmesi gerektiği anlaşılmıştır.
44. Açıklanan nedenlerle,
başvurucunun adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasının kanun yolunda
gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, derece mahkemesi kararlarının
bariz takdir hatası veya açıkça keyfilik içermediği anlaşıldığından, başvurunun
diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin "açıkça dayanaktan yoksun olması"
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
45. Serruh KALELİ, Serdar ÖZGÜLDÜR,
Erdal TERCAN ve Engin YILDIRIM bu görüşe katılmamışlardır.
V. HÜKÜM
Açıklanan
nedenlerle;
A. Başvurucunun,
1.
Mülkiyet hakkının ihlali
iddiasının "zaman bakımından
yetkisizlik" nedeniyle KABUL
EDİLEMEZ OLDUĞUNA, OYBİRLİĞİYLE,
2.
Adil yargılanma hakkının ihlali iddiasının "açıkça
dayanaktan yoksun olması" nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Serruh
KALELİ, Serdar ÖZGÜLDÜR, Erdal TERCAN, Engin YILDIRIM’ın
karşı oyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına, OY BİRLİĞİYLE,
8/4/2015 tarihinde karar verildi.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucunun
tapulu taşınmazının kıyı – kenar çizgisinde kaldığı gerekçesiyle, hazine
tarafından açılan tapu iptal–tescil–kal davasının derecattan
geçerek 2.11.1992 olan kesinleşme tarihi itibariyle başvurucu aleyhine
sonuçlandığı ve taşınmazın hazinenin mülkiyetine geçtiği ve taşınmaz üzerindeki
yapının yıkılmasına (kal’ine) karar verildiği maddi
bir vakadır. Bu hukuki aşamaya karşın, anılan yapı davacı hazinece
yıktırılmamış ve başvurucu 1992 yılından, yapının yıkıldığı 2010 yılına kadar
18 yıl boyunca fiilen taşınmaz üzerinde malik gibi tasarrufta bulunmuştur
(oturmuştur).
Gerek
818 sayılı Mülga Borçlar Kanun’un 132/6. maddesinde gerek 6098 sayılı Borçlar
Kanun’un 153/6. maddesinde, zamanaşımının işlemeyeceği, işlemişse dahi duracağı
durumdan söz edilmekte ve alacağın bir Türk Mahkemesi huzurunda iddia edilmesi
imkânı olmadığı müddetçe, zamanaşımının bu sebebin sona erdiği günün sona
ermesinden itibaren işlemeye başlayacağı hüküm altına alınmaktadır.
Yargıtay’ın
uzun yıllar devam eden yerleşik uygulamasında, kıyı–kenar çizgisinde ya da
orman alanında kaldığı gerekçesiyle mahkeme kararlarıyla tapuları iptal edilen
kişilerce açılan davalarda, mülkiyet zayii nedeniyle tazminat taleplerine
hakları bulunmadığı yolundaki içtihadın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince kabul
görmeyerek, bu yönde yapılan başvuruların ihlâlle sonuçlanması üzerine, son
yıllarda anılan yerleşik içtihattan dönülmüş ve evvelce bu konudaki davalar
kabul edilmezken, yeni uygulamada kabul edilir hale gelmiştir. Davanın somutunda,
başvurucunun tapulu taşınmazının hazineye intikal ettiği 1992 yılında açacağı
bir davanın kabul görmesi imkânsız olduğundan; taşınmazın mülkiyetinin
kaybedilmesi tarihi itibariyle zamanaşımının işlemeye başladığından söz
edilemez. Esasen başvurucunun temel şikâyeti, evvelce tapulu olan taşınmazı
üzerine ruhsat alarak inşa ettiği evinin yıkılması karşılığında tazminat
talebinin mahkemece zamanaşımı nedeniyle reddedilmesi olgusudur. Başvurucunun
2010 yılında gerçekleşen yıkım üzerine açtığı tazminat davasında derece
mahkemeleri, mülkiyetin kaybedildiği 1992 yılını esas almış ve zamanaşımının
başlangıç tarihi olarak bu yılı belirlemiştir.
Mülkiyet
hakkı bakımından yapılacak bir değerlendirmede, mülkiyetin yargı kararıyla
kaybedildiği tarihteki (1992) durum ile 18 yıl boyunca malik gibi taşınmaz
üzerindeki evin kullanımı (ikamet etme) ve 2010 yılında yıktırılması sonrası
doğan durumun birbirinden ayrılması zorunludur. Diğer bir değişle, 1992 yılında
kesinleşen mahkeme kararının “mülkiyetten
yoksun bırakma” kapsamında bir müdahale; 2010 yılındaki yıkım
işleminin ise “mülkiyetin kullanılmasının
kontrolü” bağlamında bir müdahale olarak değerlendirilmesi gerekli
bulunmaktadır. Başvurucunun 1992 yılında kesinleşen mahkeme kararı nedeniyle
yıkım tarihi olan 2010 yılında ulusal hukuka göre malik sıfatını taşımamasının
bu değerlendirmeye olumsuz bir etkisi olmamalıdır. Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinin “Depalle/Fransa, B. No:
34044/02, 29.03.2010, § 88” kararında da açıkça ifade edildiği üzere, malik
sıfatı bulunmasa (ya da ortadan kalksa) dahi, başvurucunun 18 yıl süreyle
bilfiil kullanmak suretiyle bilahare yıktırılan taşınmazla (evle) arasında
oluşan bir “ayni menfaat”in varlığı karşısında; bu
menfaatin başvurucunun “sahibi olduğu şey”
teşkil ettiği ve nihayet evin yıktırılması işleminin bu ayni menfaate karşı bir
müdahale oluşturduğu, dolayısiyle mülkiyet hakkına
vaki bu müdahale karşısında başvurucunun tazminat talebinin doğal ve yeni bir
olgu olarak değerlendirilmesi gerektiği, meşru beklentinin sonucu olan bu davranış
biçiminin derece mahkemelerince “zamanaşımı” gerekçesiyle reddedilmesi
nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkının; buna bağlı olarak da adil yargılanma
hakkının ihlâline yol açıldığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan
nedenlerle, ihlâl sonucuna varılması gerektiğini değerlendirdiğimizden;
başvurunun kabul edilemez olduğu yolundaki çoğunluk kararına katılamıyoruz.
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Engin
YILDIRIM
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucu,
başvuruya konu tapuya kayıtlı taşınmazı, tapu kaydına güvenerek yıllar önce
satın almış ve üzerine iki katlı bina inşa etmiştir. Daha
sonra, Hazinenin 1977 yılında açtığı dava sonucu, İlk Derece Mahkemesi, 1991
yılında, taşınmazın denizin ayrılmaz parçası olan kumluk saha üzerinde
bulunduğu, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu
gerekçesiyle tapunun iptaline, başvurucunun müdahalesinin men’ine,
taşınmaz üzerindeki binanın kal’ine, yıkımın
davalılar tarafından yapılmaması halinde Hazine tarafından gerçekleştirilmesine
karar vermiştir. Temyiz üzerine Yargıtay, 3/2/1992
tarihinde kararı onanmış, karar düzeltme talebini ise 2/11/1992 tarihinde
reddetmiştir. Böylece karar, anılan tarihte kesinleşmiştir.
Bununla
birlikte, başvurucu veya idarenin binanın tahliyesi ve yıkımına ilişkin
herhangi bir girişimi olmamış, başvurucu yaklaşık 18 yıl boyunca taşınmaz
üzerindeki binayı kullanmaya devam etmiştir. Tahliye ve binanın yıkımı, ancak 3/5/2010 tarihinde, icra kanalıyla gerçekleştirilmiştir.
Başvurucu,
yıkım işleminin uzun süre uygulanmaması nedeniyle taşınmazı kullanmaya devam
ettiğini ve taşınmazın yıkımı nedeniyle zarara uğradığını ileri sürerek 26/10/2010 tarihinde Hazine aleyhine tazminat davası
açmıştır. İlk Derece Mahkemesi 5/12/2011 tarihli
kararıyla, 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesinde öngörülen ve
somut olayda tapu iptali kararının kesinleştiği tarihten başlayan 10 yıllık
zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir.
Anılan karar, Yargıtay tarafından 9/4/2012 tarihinde
onanmış, karar düzeltme talebi ise 8/10/2012 tarihinde reddedilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesine ek 1 No.lu Protokol’ün mülkiyet hakkını düzenleyen 1.
maddesinde (P1-
m.1) üç farklı kural ve bunlara paralel üç ayrı müdahale türü yer almaktadır:
Birinci kural, birinci paragrafın ilk cümlesinde yer alan, diğer kurallara göre
genel nitelikte olan “mülkiyetten barışçıl
yararlanma” ilkesidir. Birinci paragrafın ikinci cümlesinde yer alan ikinci kural, “mülkten yoksun bırakma” ile bunun
şartlarını; ikinci paragrafta yer alan üçüncü kural ise taraf devletlerin kamu
yararına uygun olarak “mülkiyetin
kullanımının kontrolü” yetkisini düzenlemektedir (Sporrong ve Lönnroth/İsveç [GK],
B. No: 7151/75 7152/75, 23/9/1982, § 61). AİHM, P1-m.1’de bu üç
farklı kuralın yer aldığını kararlarında sürekli olarak vurgulamakta,
müdahalenin türünü, anılan kurallardan hangisinin kapsamına girdiğini dikkate
alarak belirlemektedir.
AİHM, kıyı
kenar çizgisinde kalan taşınmazlara ilişkin tapu iptallerini “mülkten yoksun bırakma” şeklinde bir müdahale olarak
değerlendirmektedir (Tuncay/Türkiye,
B. No: 1250/02, 12/12/2006, § 30). Somut olayda, başvurucunun tapusunun iptaline
karar verilmesinin “mülkten
yoksun bırakma” şeklinde bir müdahale olduğu, bu müdahalenin, 2/11/1992 tarihinde Yargıtay tarafından karar düzeltme
isteminin reddedilmesiyle birlikte kesinleştiği ve söz konusu müdahaleye
ilişkin şikâyetin Mahkememizin zaman bakımından yetkisi dışında kaldığı hususlarında
tartışma bulunmamaktadır. Bununla birlikte, başvurucunun mülkiyetinden yoksun
kaldığı binayı uzun yıllar kullanmaya devam etmesinin mülkiyet hakkı kapsamında
korunması gereken nitelikte bir menfaat oluşturup oluşturmadığı ve buna bağlı
olarak binanın yıkılmasının ayrı bir müdahale teşkil edip etmediği üzerinde de
durulmalıdır.
Mahkememiz
Çoğunluğu, somut olayda mülkiyete yapılan müdahaleleri ilk müdahaleye bağlı tek
bir müdahale olarak kabul etmiş, binanın yıkılmasının ayrı bir müdahale teşkil
edip etmediğini, bu müdahalenin zaman bakımından yetkinin içinde kalıp
kalmadığını değerlendirmemiştir.
AİHM’e göre, P1-m.1’de yer alan “sahip olunan şey” (possession)
kavramı, “özerk” bir anlama
sahiptir. Bu kavram, iç hukuktaki
sınıflandırmadan bağımsız olarak ele alınmalıdır. Davanın koşullarının bir
bütün hâlinde, başvurucuya, P1-m.1’de güvence altına alınan maddi bir menfaat
sağlayıp sağlamadığı her davada incelenmesi gereken bir konudur. Sahip
olunan şey kavramı, maddi malların sahipliği ile sınırlı değildir. “Ekonomik değer” (asset)
teşkil eden başka bazı haklar ve menfaatler de anılan kavram kapsamında
değerlendirilebilir (Iatridis/Yunanistan [BD], B. No: 31107/96, 25/3/1999, § 54; Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010,
§ 62). Bu bağlamda AİHM, kamu arazileri
üzerinde yasadışı yapılan yapılarda uzun yıllar kamu makamlarının herhangi bir
müdahalesi olmadan ikamet edenlerin, bu ikamet etmeye ilişkin maddi nitelikteki
menfaatlerinin P1-m.1 anlamında “sahip
olunan şey” niteliğinde olduğunu kabul etmiştir (Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 129).
Keza, Hukukumuzda da yasalara aykırı olarak kamu
arazilerine yapılan yapıların tasfiyesi sırasında, yapıları kullananların
ekonomik menfaatlerine zarar verilmemesi amacıyla, ilgililere, enkaz bedeli
gibi bazı ödemeler yapılması öngörülmüştür. Bu bağlamda
belirtmek gerekir ki, Medeni Kanun m. 718,2’de mülkiyetin kapsamına yasal
sınırlamalar saklı kalmak üzere taşınmazın üzerindeki yapıların da girdiği
kabul ediliyorsa da, kamuya ait taşınmaz üzerinde bulunan bir binanın yıkımına
karar verilmesi halinde, yukarıda belirtildiği üzere, bina malikinin
taşınmazdan ayrı mülkiyet hakkına yahut bu hak kapsamında değerlendirilebilecek
meşru beklenti hakkına sahip olup olmadığını ayrıca araştırmak gerekir.
AİHM içtihatları ve Hukukumuzdaki mevcut durum
alındığında, somut olayda, başvurucunun, daha önce tapuya güvenerek yapmış
olduğu, uzun yıllar kullandığı, yıkım kararı verildikten sonra da yine 18 yıl
boyunca kullanmaya devam ettiği binada, doğan ekonomik menfaatinin, keza enkaz
bedeli gibi ödenebilecek tazminat haklarının mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilmesi gerekir.
Diğer taraftan AİHM, kıyılarda bulunan taşınmazlar
üzerindeki binaların yıkılmasını “mülkiyetin
kontrolü” şeklinde bir müdahale olarak kabul etmektedir (Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, § 80).
Açıklanan hususlar dikkate alındığında, somut olayda
başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında kabul edilebilecek ekonomik menfaatine,
taşınmazın mülkiyetinden yoksun bırakma şeklindeki ilk müdahale dışında,
yıkımla birlikte mülkiyetin kontrolü şeklinde ikinci bir müdahalede bulunulduğu
anlaşılmaktadır. Bu müdahale açısından ise zamanaşımının, doğal olarak yıkım
tarihi olan 26/10/2010’dan itibaren başlatılması
gereklidir. Bu duruma bağlı olarak, açılan davada başvuru yolları Yargıtay’ın karar düzeltme
talebini 8/10/2012 tarihinde reddetmesiyle
tüketilmiştir. O nedenle başvuru, bu açıdan Mahkememizin
zaman bakımından yetkisi dâhilinde kabul edilmelidir.
AİHM’e göre, mülkiyet hakkına
müdahale sırasında kamu yararı ile bireyin temel haklarının korunması arasında
“adil denge” kurulmalıdır. Anılan
dengeye ulaşma gereği, bir bütün hâlinde P1-m.1’in yapısından
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, P1-m.1’in ihlali iddiasını içeren her davada,
devletin eylemleri veya eylemsizliği nedeniyle ilgili kişinin “orantısız ve aşırı bir yük” yüklenmek
zorunda kalıp kalmadığını belirlemelidir (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, yukarıda anılan, § 69; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, §
150). Bu ilkeler, Anayasa’nın mülkiyet hakkını düzenleyen 35., temel hak ve hürriyetlerin ölçüsüz sınırlandırılmasını
yasaklayan 13. maddesi ile de uyumludur.
Somut olayda, Derece Mahkemeleri, mülkiyetin kontrolü
şeklindeki ikinci ve yeni müdahaleyi dikkate almadan zamanaşımı süresini,
birinci müdahaleden itibaren başlatarak, başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilebilecek olan menfaatlerini konu alan davayı da yahut davanın bu
kısmını da reddetmişlerdir. Böylece başvurucunun adil yargılanma hakkına aykırı
davranıldığı gibi, bina üzerindeki ekonomik menfaatine müdahale edilmesine
karşılık herhangi bir tazminat elde etme imkânından yoksun bırakılması
nedeniyle mülkiyet hakkına da aykırı davranılmıştır. Sonuçta, herhangi bir
tazminat ödenmemesi veya başka türlü bir giderimde bulunulmaması nedeniyle,
toplumun kıyıların korunması şeklindeki genel yararı ile başvurucunun mülkiyet
hakkı kapsamındaki menfaatlerinin korunması arasında adil denge kurulamamış,
başvurucu orantısız ve aşırı bir yük yüklenmek durumunda kalmıştır. O nedenle
Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddeleri ihlal
edilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, kabul edilebilirlik yönünden,
binanın yıkılması şeklindeki müdahalenin, Mahkememizin zaman bakımından yetkisi
dâhilinde ikinci ve yeni bir müdahale olarak kabul edilmesi; esas yönünden,
Anayasa’nın 13. maddesi dikkate alındığında orantısız ve aşırı bir yük yüklenen
başvurucunun 35. maddede korunan mülkiyet hakkının ve 36. maddede korunan adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerektiği kanaatinde
olduğumdan, Mahkememiz çoğunluğunun görüşüne katılmam mümkün olmamıştır.