TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
KEMAL YELER VE ALİ ARSLAN ÇELEBİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2012/636)
|
|
Karar Tarihi: 15/4/2014
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Zühtü ARSLAN
|
Raportör
|
:
|
Selami ER
|
Başvurucular
|
:
|
Kemal YELER
|
|
|
Ali Arslan ÇELEBİ
|
Vekili
|
:
|
Av. Kemal YELER
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvurucular, adlarına tescil edilmiş taşınmaza ilişkin
tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışmasında uygulanamayan tapu kayıtları
listesine alınması nedeniyle açtıkları itiraz davasında kadastro mahkemesinin
kararının Yargıtay tarafından düzeltilerek onanmasıyla taşınmazın kıyı olarak
tescil edilmesi sonucu mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşler ve
maddi tazminat talebinde bulunmuşlardır.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 15/11/2012 tarihinde
Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı
tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 20/2/2013
tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Birinci Bölümün 16/4/2013
tarihli ara kararı gereğince başvurunun kabul edilebilirlik ve esas
incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği
görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiş, Adalet Bakanlığı’nın 14/6/2013 tarihli görüş yazısı 25/6/2013 tarihinde başvurucu
vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Adalet Bakanlığı cevabına karşı
beyanlarını yasal süresi içinde 8/7/2013 tarihinde ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru dilekçesi ve eklerinde ifade edildiği şekliyle
olaylar özetle şöyledir:
7. Marmaris ilçesi Hisarönü
köyünde bulunan daha önce bir kısmı orman vasfıyla devletleştirilen ve eski
tarihli tapu belgelerine dayalı mülkiyet iddialarıyla çok sayıda davaya konu
olmuş üç çiftlik arazisini kapsayan taşınmazın bir bölümü olan 179 ada 9 nolu parsel, Marmaris Mal Müdürlüğünün 31/8/1983
tarihli yazısına istinaden 15/9/1983 tarihinde Hazine adına tescil edilmiştir.
8. Başvurucular, 8/1/1990
tarihinde, taşınmazın 1/160 ve 2/160 hisseleriyle ilgili olarak eski tarihli
tapuya dayanarak malik olduğunu iddia eden satıcı üçüncü şahısla satış vaadi
sözleşmesi imzalamışlardır. Bahse konu tapunun kök kaydı Hicri 1208 (Miladi
1794) yılında üç adet çiftlik üzerindeki orman, ekili arazi ve müştemilatı ile
birlikte vakfedilerek kaydedilmesine dayanmaktadır.
9. Başvurucular, satıcı üçüncü şahıs tarafından hisselerin
verilmemesini gerekçe göstererek Marmaris Asliye Hukuk Mahkemesinde dava
açmışlardır. Mahkeme, 11/12/1995 tarihli duruşmada
tarafların aralarında anlaşmaya vardığı, başvurucuların bir kısım taleplerinden
feragat ettiği, davalıların ise başvurucuların kalan taleplerini kabul ettiğini
imzalı beyanlarıyla sundukları gerekçesiyle ve aynı tarihte E.1993/9,
K.1995/629 sayılı kararıyla taşınmazın 1/80’inin Kemal Yeler adına, aynı
tarihli ve E.1993/234, K.1995/628 sayılı kararıyla taşınmazın 1/160’ının ise
Ali Arslan Çelebi adına tesciline, başvurucuların feragat ettiği kısım içinse
davanın reddine karar vermiştir. Tarafların temyizden feragat etmeleri
nedeniyle dava aynı tarihte kesinleşmiştir. Başvurucular 12/12/1995
tarihinde bahse konu mahkeme kararına dayanarak anılan taşınmaza ilişkin olarak
sınırları (pafta, ada ve parsel) belli olmayan müştemil
çiftlik vasfıyla tapu senedi almışlardır.
10. 2008 yılında yapılan kadastro çalışmasında 26/6/2008 tarihli kadastro edinme tutanağıyla bahsedilen
taşınmazın 179 ada 9 nolu parselinin 15/9/1983
tarihinde Hazine adına tescil kaydı olduğu anlaşıldığından Hazine adına tespiti
yapılmış ve 24/11/2008 tarihli kadastro komisyon raporuyla başvurucuların
taşınmaza ilişkin tapu kaydı uygulanma imkânı olmadığından mahalline
uygulanamayan tapu kayıtları listesine alınmıştır.
11. Başvurucular Muğla ve Marmaris kadastro müdürlüklerinden
adlarına kayıtlı tapu senedinin taşınmazın kadastro sırasında dikkate
alınmasını istemişler, ancak Muğla Valiliği Kadastro Müdürlüğünün 5/1/2009 tarihli cevabi yazısında bu tapu kaydının uygulanamayan
tapu kayıtları listesine alındığı bildirilmiştir.
12. Başvurucular 9/2/2009 tarihinde
Marmaris Kadastro Mahkemesi (Mahkeme) nezdinde kadastro tespitine itiraz davası
açmışlardır.
13. Mahkeme öncelikle tapu sicil müdürlüğünden uyuşmazlık
konusu taşınmaza ilişkin gerekli kroki, harita, tespit tutanakları, tapu
kayıtlarını istemiş, birçok kuruma müzekkere yazarak taşınmazın kıyı-kenar
çizgisi veya sit alanı içinde kalıp kalmadığını sormuş, jeolog, harita, orman,
kadastro ve ziraat uzmanı bilirkişiler eşliğinde 10/3/2010
tarihinde taşınmazda keşif yapmış, taraflara bilirkişi raporlarına itiraz için
süre vermiş ve itiraz üzerine bilirkişi raporlarının ikmali amacıyla tekrar
keşif yapılmasına 28/6/2010 tarihli duruşmada karar vermiştir.
14. Mahkemece 11/3/2011 tarihinde
jeolog, harita, kadastro, ziraat uzmanı ve mahalli bilirkişiler eşliğinde
yapılan keşif çalışmasında; taşınmazda daha önce başka davalar nedeniyle keşif
yapıldığı, taşınmazın büyük kısmının havuzvari
alanlardan oluştuğu, deniz etkisine açık olduğu, mevcut haliyle zirai amaçlı
kullanımının mümkün olmadığı anlaşılmış, davalı Hazinenin tutunduğu tapu
kaydının zemine aynen uyduğu tespit edilmiş, mahalli bilirkişiler, taşınmazın
üçüncü kişi tarafından Hazineden kiralandığını ve havuz yapılarak balık
yetiştirilmek amacıyla kullanıldığını, başvurucuların ve taşınmazı
başvuruculara sattığı iddia edilen kişinin dayandığı belgede gösterilen kişinin
taşınmazla ilgilerinin bulunmadığını ve kendilerini tanımadıklarını, bu
kişilerin köyde taşınmazları bulunsa idi mutlaka duyulup görüleceğini
belirtmişler ve ziraatçı bilirkişi taşınmazın tarım arazisi niteliğinde
olmadığını ifade etmiştir.
15. Mahkemeye sunulan 13/4/2011
tarihli Jeoloji bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazın tamamının kıyı kenar
çizgisi içinde kaldığı tespit edilmiştir. Mahkemece taraflara bilirkişi
raporuna karşı beyanlarını sunmak üzere süre verilmiştir.
16. Mahkeme, yaptığı incelemede bahse
konu kök tapu dayanak gösterilerek çok sayıda dava açıldığı ve bu davalarda
yapılan keşif ve incelemelerde; tapuda gösterilen çiftliklerin toplam alanıyla
haritalarda gösterilen toplam alan arasında çok farklılık bulunduğunu, aynı
alanda orman içinde kalan yerlerin devletleştirilmesi işlemlerinin ve bu
işlemlere karşı açılan davaların kesinleştiğini ve taşınmazın bir kısmının
orman olarak kaydedildiğini tespit etmiştir.
17. Marmaris Kadastro Mahkemesi, 30/5/2011
tarihli ve E.2009/857, K.2011/315 sayılı uzun açıklamalar içeren kararıyla ve
özetle; başvurucuların dayandığı ve sabit sınırları bulunmayan tapu kaydındaki
hudutların içinde kullanılmayan ve kullanılması mümkün olmayan deniz, dere,
dağ, ırmak, orman, tepe, kayalık-taşlık ve 3-4 köy bulunduğu, bu nedenle çok
sayıda parça halinde bulunduğu ve geçerli tapu kaydı addedilmesinin mümkün
olmadığı; bahsedilen tapunun harita, plan ve kroki gibi belgelere dayanmayan
sınırları belirsiz, değişebilir ve genişletilmeye elverişli olduğu,
başvurucuların dayandığı tapunun arazinin geometrik şekline uymadığı gibi,
miktarı itibarıyla da araziye uyum sağlamadığı ve hukuki sonuç doğurmasının
mümkün olmadığı; tapu sicilinin kendisinden beklenen işlevi ancak, taşınmazın
sınırlarının, yüzölçümünün ve diğer niteliklerinin güvenilir biçimde sicilde
gösterilmiş olması şartıyla yerine getirebileceği, bunun ise kadastro ile
mümkün olduğu, medeni hukukumuzun kaynağı olan İsviçre hukuku ile eski
hukukumuzda tapu kavramının farklı olduğu, eski hukuka dayanan tapu kaydının
zilyetlik olmadığı sürece hukuki sonuç doğurmayacağı; Rumi 26 Temmuz 1291
tarihli nizamname gereği vakıflarla ilgili her türlü işlemin tapu idaresince ve
tapu sicil memurluğu önünde yapılması gerektiği halde Rumi 1290 (Miladi 1884)
yılında bahse konu taşınmazı da kapsayan paylaşım başvurusunun bundan 26 yıl
sonra Rumi 1326 (Miladi 1910) yılında liva meclisi önünde yapıldığı ve bu
nedenle devir silsilesinde sorun bulunması nedeniyle kök tapu kaydının hukuki
kıymetini kaybettiği; başvurucuların taşınmaz üzerinde zilyetliği
ispatlayamadığı, davaya konu taşınmazı başvurucuya satan kişilerin taşınmaz
üzerinde zilyetliğinin bulunmadığı; taşınmaz üzerinde başvurucuların taşınmazı
satın aldığını iddia ettiği tarihten sekiz yıl önce 31/8/1983 tarihinde Hazine
adına tespit ve tescil yapıldığı ve bu kaydın hukuken geçerli olduğu gerekçeleriyle
davayı reddetmiş ve taşınmazın Hazine adına tesciline karar vermiştir.
18. Başvurucular temyiz başvurusunda bulunmuş ve Yargıtay 18.
Hukuk Dairesi 28/2/2012 tarihli ve E.2011/15704,
K.2012/2847 sayılı kararıyla yerel mahkeme kararında isabetsizlik bulunmadığı,
ancak uyuşmazlık konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı ve kıyılar
özel mülkiyete konu olamayacağından “kadastro
tespit tutanağının iptaliyle taşınmazın kıyı olarak kadastro dışı bırakılmasına”
cümlesiyle düzeltilerek onanmasına karar vermiştir.
19. Başvurucuların karar düzeltme talebi Yargıtay 18. Hukuk
Dairesinin 8/10/2012 tarihli ve E.2012/8906,
K.2012/11313 sayılı kararıyla reddedilmiş ve karar bu tarihte kesinleşmiştir.
B. İlgili Hukuk
20. 21/6/1987 tarih ve 3402 sayılı Kadastro
Kanunu’nun “Kadastro tutanaklarının
kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” kenar başlıklı 12. maddesinin
ilgili kısımları şöyledir:
“30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava
açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.
Kadastro müdürü tarafından onaylanarak
kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları;
kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay
içinde tapu kütüklerine kaydedilir.
…
Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde
kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu
kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.
Kesinleşmemiş tutanaklar herhangi bir nedenle
tapuya tescil edilmişse, iddia ve taşınmazın niteliğine bakılmaksızın,
taşınmazı tescil tarihinden itibaren 20 yıl müddetle malik sıfatıyla
zilyetliğinde bulunduranlar ile bunların akdi ve kanuni halefleri açılmış ve
açılacak olan davalarda medeni kanunun tapuya itimat prensibinden yararlanırlar.”
21. 3402 sayılı Kanunun “Kamu
Malları” kenar başlıklı 16. maddesinin (C) fıkrası şöyledir:
“Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan
kayalar, tepeler, dağlar (bunlardan çıkan kaynaklar) gibi, tarıma elverişli
olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve
sınırlandırmaya tabi değildir, istisnalar saklıdır.”
22. 3402 sayılı Kanunun “Kayıt
ve belgelerin kapsamını tayin” kenar başlıklı 20. maddesinin ilgili
kısımları şöyledir
“Tapu kayıtları ile diğer belgelerin kapsadığı
yeri tayinde;
A)
Kayıt ve belgeler, harita, plan ve krokiye dayanmakta ve bunların yerlerine
uygulanması mümkün bulunmakta ise, harita, plan ve krokideki sınırlara itibar
olunur.
B) Harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve
belgelerde belirtilen sınırlar mahalline uygulanabiliyor ve bu sınırlar içinde
kalan yer hak sahibi tarafından kullanılıyor ise, kayıt ve belgelerde
gösterilen sınırlar esas alınarak tespit yapılır.
C) Harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve
belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli
nitelikte ise, bunlarda gösterilen miktara itibar olunur. Ancak değişebilir ve
genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fizik
yapıları ve konumları itibariyle belli bir yeri kapsıyorsa, tespit o sınır esas
alınarak yapılır.
…”
23. 22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni
Kanunu’nun “Sahipsiz yerler ve yararı kamuya
ait mallar” kenar başlıklı 415. maddesi şöyledir
“Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar,
Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.
Aksi ispatlanmadıkça, yararı kamuya ait sular
ile kayalar, tepeler, dağlar, buzullar gibi tarıma elverişli olmayan yerler ve
bunlardan çıkan kaynaklar, kimsenin mülkiyetinde değildir ve hiçbir şekilde
özel mülkiyete konu olamaz.
Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların
kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılması özel kanun
hükümlerine tâbidir.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
24. Mahkemenin 15/4/2014 tarihinde
yapmış olduğu toplantıda, Başvurucuların 15/11/2012 tarih ve 2012/636 numaralı
bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucuların İddiaları
25. Başvurucular, satış vaadi
sözleşmesine dayanarak asliye hukuk mahkemesi kararıyla adlarına tescil
ettirdikleri taşınmaza ilişkin tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışmasında
uygulanamayan tapu kayıtları listesine alındığını, açtıkları itiraz davasının
kadastro mahkemesince reddedildiğini ve Yargıtay’ın düzelterek onama kararıyla
taşınmazın kıyı olarak tescil edildiğini belirterek, yargılama sürecinde
adlarına tescilli tapu kaydının dikkate alınmadığını ve maliki oldukları
taşınmazın kıyı olarak tesciliyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri
sürmüşler ve taşınmazın bedeli olarak 9.956.250,00 TL’nin kendilerine
ödenmesini talep etmişlerdir.
B. Değerlendirme
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
26. Başvurucular, satış vaadi sözleşmesine ve satıcının eski
tarihli tapu kaydına dayanarak asliye hukuk mahkemesi kararıyla adlarına tescil
ettirdikleri taşınmaza ilişkin tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışması ve
mahkeme kararıyla geçersiz sayılması nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal
edildiğini ileri sürmüşlerdir.
27. Adalet Bakanlığı görüş yazısında;
mülkiyet hakkının mevcut varlıkları koruduğu ve mülkiyet hakkının varlığının
tespitinin mahkemelere bırakıldığı, somut davada başvurucuların dayandığı tapu
kaydının talep ettikleri taşınmazı kapsadığının mahkeme önünde ispat
edilemediği, dolayısıyla başvurucuların dava konusu taşınmaz üzerinde mülkiyet
haklarının değil mülkiyet beklentilerinin olduğu, taşınmazın daha önce Hazine
adına kaydedildiği, davaya bakan mahkemenin adalet ve hakkaniyete uygun karar
verdiği ve kararda keyfilik bulunmadığı, bu nedenle başvurunun konu bakımından
yetki açısından incelenmesi gerektiği, ayrıca kıyı-kenar çizgisinde yer aldığı
gerekçesiyle tapusu iptal edilenlerin Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesi
gereği tazminat davası açmaları gerekirken başvurucuların bu davayı açmadan
Anayasa Mahkemesine başvurmaları nedeniyle iç hukuk yollarını tüketmedikleri,
kıyıların Anayasa gereği mülkiyete konu olamayacağı dile getirilmiştir.
28. Başvurucular Adalet Bakanlığı görüş
yazısına karşı beyanlarında; ellerinde mahkeme kararıyla aldıkları tapu
bulunduğunu, bu nedenle mülkiyet beklentisi değil, mülkiyet haklarının
bulunduğunu, Yargıtay’ın başka davalarda taşınmazı satan kişinin dayandığı kök
tapu kaydını geçerli tapu kaydı olarak kabul ettiğini, taşınmazın 1939-1972
hava fotoğraflarından anlaşıldığı kadarıyla önceden tarla olduğu, daha sonra
Hazinenin kiraladığı kişi tarafından balık çiftliği haline getirildiği, dava
sürecinde ellerindeki tapunun geçerli olup olmadığı üzerinde durulmadığı, sonuç
olarak tapuları olduğu halde mülklerini kaybettiklerini ve hiçbir tazminat almadıklarını
ifade etmişlerdir.
29. Başvurucular yaptıkları başvuruda öncelikle mülkiyet
haklarının belirlenmesini ve yeniden yargılamaya karar verilerek tapularının
geçerliliği ile kıyı-kenar çizgisi içinde kalıp kalmadığının tekrar
incelenmesini istemekte; bunun mümkün olmaması halinde ise tazminat talebinde
bulunmaktadırlar. Bu durumda öncelikle başvurucuların başvuruya konu davada
Anayasa ve Sözleşmenin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı kapsamında
mülkiyet haklarının bulunup bulunmadığının tartışılması gerekmektedir.
30. Anayasa’nın “Mülkiyet
hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.”
31. Anayasa'nın “Temel hak
ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
32. Anayasa’nın “Kıyılardan
yararlanma” kenar başlıklı 43. maddesi şöyledir:
“Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu
altındadır.
Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve
göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu
yararı gözetilir.
Kıyılarla
sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu
yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla
düzenlenir.”
33. Sözleşme’ye Ek (1) No.lu Protokol’ün “Mülkiyetin korunması” kenar başlıklı 1.
maddesi şöyledir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı
sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel
ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin
kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da
başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli
gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
34. Anayasa’nın 35. maddesinde herkesin, mülkiyet hakkına
sahip olduğu, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği,
mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı hükme
bağlanmıştır. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ve 6216 sayılı
Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre, Anayasa
Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu
gücü tarafından ihlal edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına
alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve
Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir (B.
No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).
35. Anayasa’nın 35. maddesinde yer verilen mülkiyet kavramı,
kapsam itibarıyla 4721 sayılı Kanun’da yer alan mülkiyet kavramı ile sınırlı
olmamakla birlikte, taşınmaz mülkiyetinin Anayasa’nın 35. maddesindeki güvence
kapsamına girdiğinde kuşku yoktur. Anayasa’nın 35. maddesi kapsamındaki
hakkının ihlal edildiğini ileri süren başvurucu, böyle bir hakkın varlığını
kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle, öncelikle başvurucunun, Anayasa’nın 35.
maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup
olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (B. No:
2013/539, 16/5/2013, §§ 30, 31).
36. Anayasa ve AİHS’nin ortak koruma alanında yer alan
mülkiyet hakkı, mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir
kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün, bu mülkte gelecekteki değer
artışını da içerecek şekilde mülkiyetini kazanma hakkı, kişinin bu konudaki
menfaati ne kadar güçlü olursa olsun Anayasa ve Sözleşme’yle
korunan mülkiyet kavramı içerisinde değildir. Gelecekte elde edileceği iddia
edilen bir kazanç, kazanılmadığı veya bu kazanca yönelik icrası mümkün bir
iddia mevcut olmadığı sürece mülk olarak değerlendirilemez (Benzer yöndeki AİHM
kararları için bkz. Denimark Ltd/Birleşik Krallık,
B. No: 37660/97, 26/9/2000; Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004, § 35)
37. Yukarıdaki hususun istisnası olarak belli durumlarda, bir
“ekonomik değer” veya icrası
mümkün bir “alacak” iddiasını
elde etmeye yönelik “meşru bir beklenti”,
Anayasa’nın ve Sözleşme’nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı
güvencesinden yararlanabilir. Meşru beklenti, makul bir şekilde ortaya konmuş
icra edilebilir bir iddianın doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli bir kanun
hükmüne veya başarılı olma şansının yüksek olduğunu gösteren yerleşik ve
istikrarlı bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki
bir beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece ulusal hukukta
mülkiyet hakkı kapsamında savunulabilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin
kabulü için yeterli değildir. (Bu konudaki AİHM kararları için bkz. Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004, § 52; Saghinadze/Gürcistan, B. No: 18768/05, § 103,
27/5/2010; SA Dangeville/Fransa, B. No: 36677/97, 16/4/2002, §§
44-45).
38. Üzerinde maliki konusunda uyuşmazlık bulunan bir
taşınmaza ait mülkiyet hakkının varlığını tespit mahkemelere bırakılmıştır.
Buna göre, kıyılar dâhil taşınmaz mallarda mülkiyet hukukuna yönelik, hakkın
özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli yargının görev alanı içerisinde
kalmaktadır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu, E.1996/5, K.1997/3, K.T. 28/11/1997). Bir taşınmaz üzerinde hak iddia eden kişinin
söz konusu hakkın varlığını mahkeme önünde ispat etmesi gerekir.
39. Ülkemizde Osmanlı Devleti döneminde toprak mülkiyeti
sistemi bugünkü durumdan oldukça farklı olup, toprakların büyük kısmı tımar denilen
ve bugünkü kullanım hakkından oldukça fazla hak içeren, ancak taşınmazın kuru
mülkiyetini kullanıcıya vermeyen mülkiyet uygulaması yaygın olarak
bulunmaktaydı. Cumhuriyet döneminde 17/2/1926 tarih ve
743 sayılı Türk Kanunu Medenîsi’nin kabulüyle bahsedilen
türden mülkiyeti gösterir tapu belgeleri mülkiyet olarak kabul edilmiştir.
Bununla birlikte kadastro uygulaması geç yapılmaya başlandığından ve uzun bir
süre aldığından kadastronun geçmediği alanlarda kişilerin sahip olduğu tapu
belgeleri, genellikle harita, plan ve krokiye dayanmayan ve sabit sınırları
göstermeyen belgelerdir.
40. 3402 sayılı Kanunla taşınmaz
mülkiyetinde yaşanan uyuşmazlıkları çözmek için Kanun’un 20. maddesinin A
fıkrasında kadastro uygulaması yapılırken tapu kayıtları ile diğer belgelerin
kapsadığı yeri tayinde; kayıt ve belgeler, harita, plan ve krokiye dayanmakta
ve bunların yerlerine uygulanması mümkün ise, harita, plan ve krokideki
sınırlara itibar olunacağı, ancak harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve
belgelerde belirtilen sınırlar mahalline uygulanabiliyor ve bu sınırlar içinde
kalan yer hak sahibi tarafından kullanılıyor ise, kayıt ve belgelerde
gösterilen sınırlar esas alınarak tespit yapılacağı hükmü getirilmiştir. Aynı
maddenin C fıkrasında ise; harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve
belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli
nitelikte ise, bunlarda gösterilen miktara itibar olunacağı, ancak değişebilir
ve genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fizik yapıları
ve konumları itibarıyla belli bir yeri kapsıyorsa, tespitin o sınır esas
alınarak yapılacağı hükmü yer almaktadır.
41. Anayasa'nın 43. maddesine göre, devletin hüküm ve
tasarrufu altında bulunan kıyılar, özel mülkiyete konu olamazlar. Doğasına
uygun olarak, genellik, eşitlik ve serbestlik ilkeleri gereği herkesin ortak
kullanımına açık bulunmalıdırlar ve bunlardan yararlanma, ancak kıyının herkese
açık olması ile mümkün olabilir. Kıyıların ortak kullanımını düzenlemek,
yararlanmaya ilişkin karar ve önlemleri almak kamuya ait bir yetkinin
kullanılmasıyla olanaklıdır. Nitekim Medeni Kanun’un 715. maddesine göre
kıyılar, sahipsiz mal olarak kabul edilen yerlerdendir ve devletin hüküm ve
tasarrufu altındadır. Diğer bir anlatımla, sahipsiz mallar, doğal nitelikleri
gereği özel mülkiyete elverişli olmayan kamu mallarıdır (AYM, E.1990/23,
K.1991/29, K.T. 18/9/1991).
42. Kıyılar, herhangi bir tahsis işlemine gerek olmaksızın
doğrudan doğruya herkesin serbestçe yararlanmasına sunulmuş sahipsiz kamu mallarıdır.
Bunun sonucu olarak; kıyının zamanaşımı yoluyla kazanılması, tapu sicili
hükümlerine bağlı tutulması, haczedilmesi mümkün değildir (Yargıtay İçtihatları
Birleştirme Genel Kurulu, E.1997/5, K.1997/3, 28/11/1997).
43. Yargıtay kararlarında sahipsiz kamu
mallarına dair düzenlemenin, tapu siciline tescil edilemeyecek yerleri
belirleme amacına yönelik bir düzenleme olarak kabul edilmesi gerektiği, bu
yerlerin Medeni Kanun’un taşınmaz mülkiyeti ile ilgili hükümlerinin
uygulanmasına konu olamayacağı, menfaati umuma ait yerlerden kişilerin eşit
olarak yararlanmalarının asıl olduğu ve bu yararlanma hakkının kamu hukukundan
doğan hak olduğu, sübjektif bir hak olmadığı, mahiyetleri gereği tescile tabi
olmayan bir yol tapu siciline tescil edilmiş olursa bile bu işlemin o yerin
hukuki niteliğinde hiç bir değişiklik meydana getirmeyeceği, başka bir
anlatımla özel hukuk kurallarına tabi bir yer mahiyetini kazanmayacağı ve
tescilin yok hükmünde olduğu belirtilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu,
E.1988/1-825, K.1988/964).
44. Başvuruya konu somut davada başvurucular, eski bir tapuya
dayanarak 1990 yılında satış vaadi sözleşmesi yapmışlar, daha sonra satıcının
ifayı yerine getirmediği iddiasıyla 1995 yılında dava açmışlardır.
Başvuruculara ait tapu kaydı, davalılar ile anlaşmaya vardıklarından kısmen
feragat ve kısmen kabul ile mahkemece keşif ve bilirkişi incelemesi yapmaksızın
verilen taşınmazın 1/80 ve 1/160 hissesinin başvurucular adına tescili
kararının temyizden feragatle aynı gün kesinleşmesi sonucu alınmıştır. Bu
davada çekişmeli bir yargılamadaki gibi tarafların sav ve iddialarının
tartışıldığı, taşınmazın hukuki durumunun tapu kayıtları, keşif ve bilirkişi
marifetiyle incelendiği bir yargılama süreci olmamıştır. Mahkeme satış vaadi
sözleşmesini incelemiş ve tarafların anlaşarak kısmen feragat ve kısmen
kabulüyle de sözleşmeye dayanarak taşınmazın başvurucular adına tesciline karar
vermiştir. Mahkeme bunun dışında üçüncü kişilerin veya kamunun taşınmaz
üzerindeki hakları konusunda bir inceleme yapmamıştır.
45. Tarafların yaptığı anlaşmayla kısmen feragat ve kısmen
kabulle kesinleşen davada Mahkemenin 1995 yılında verdiği kararla başvurucular
satıcının dayandığı eski tapuyu kapsayan alanın 1/80 ve 1/160 hissesi oranında
sahipliği gösterir sınırları belirli olmayan bir tapu senedi almışlardır. Kabul
edilen davaya konu tapu kaydının somut olarak hangi arazi parçasını kapsadığı
belirlenmemiştir. Taşınmazı kapsayan bölgede 2009 yılında yapılan kadastro
uygulamasında başvurucuların dayandığı tapu belgesi kaydı uygulanamayan
kayıtlar listesine alınmıştır.
46. Başvurucuların bu duruma itirazla açtıkları davanın
konusu ise ada, parsel ve sınırları itibarıyla belirli bir taşınmazın
mülkiyetinin kendilerine ait olduğu iddiasıdır. Başvurucular delil olarak
sınırları belirsiz olan tapu kaydını göstermektedirler. Mahkemece yapılan keşif
ve bilirkişi incelemeleriyle tanık dinlenmesi sonucunda sınırları belirsiz tapu
kaydının dava konusu taşınmaz bakımından uygulanabilirliği olmadığından
başvurucuların talepleri reddedilmiştir. Dolayısıyla başvurucular tapu kaydının
dava konusu taşınmaza ait olduğunu, yani mülkiyet haklarının bulunduğunu ispat
edememişlerdir.
47. İlke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu
yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi,
hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince
uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel
başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin
tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir
hatası veya açık keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru
kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun
yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa
Mahkemesince incelenemez (B. No: 2012/1027, 12/2/2013,
§ 26).
48. Söz konusu davada, davaya katılma hakkına riayet edilmiş
ve başvuruculara yargılama süreci boyunca haklarını savunmak ve görüşlerini
sunmak için imkân tanınmıştır. Başvurucuların bu konudaki iddiaları mahkeme
tarafından esastan dinlenmiş ve incelenmiştir. Başvurucular bilirkişi raporuna
karşı itirazda bulunmuş; bunun üzerine kadastro mahkemesi dava konusu
taşınmazda yeniden keşif kararı alarak taşınmazın kıyı-kenar durumu hakkında
ikinci bilirkişi raporu almıştır. Bu durumda somut veriler göz önünde
bulundurulduğunda Mahkemenin, başvurucuların itirazlarını usulüne uygun bir
şekilde değerlendirerek tapu kaydının uyuşmazlık konusu taşınmaza uygulanabilir
olup olmadığını ve taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kalıp kalmadığını
belirlerken adil yargılama ilkelerine ve hakkaniyete aykırı hareket ettiğini
gösteren bir bulguya rastlanmamıştır.
49. Başvurucular, kendilerinin hissesine düşen taşınmaz
kısmının 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaz olmadığına dair bir iddia ileri
sürmemektedirler. Dolayısıyla davanın konusunun 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaz
olduğu hususunda bir tartışma bulunmamaktadır.
50. Mahkeme, başvuruculara ait kadastro
öncesi ve sınırları belirli olmayan tapu kaydının ne miktar, ne sınırlarının ve
ne de geometrik şeklinin araziye uymadığı, bahsedilen kayıtta tarım arazisi olarak
gösterildiği halde, içinde deniz, dere, dağ, ırmak, orman, tepe, kayalık-taşlık
ve 3-4 köy gibi tarım yapılması imkânı bulunmayan alanların bulunduğu, arazinin
parçalı olduğu, taşınmazın 1983 yılında Hazine adına tescil edildiği, kök
tapunun devir silsilesinde sorun bulunması nedeniyle hukuki kıymetini
kaybettiği ve satıcı kişilerin arazi üzerinde zilyetliklerinin bulunmadığı;
bunun aksine Hazinenin dayandığı tapu kaydının 179 ada 9 parsel numaralı
taşınmaza tam olarak uyduğu ve zilyetliğinin bulunduğu gerekçelerine dayanarak
başvurucuların talebinin reddine karar vermiştir.
51. Mülkiyet hakkının varlığının tespiti yerel mahkemelere
bırakılmış olup; kanunlara göre hakkın kesin bir nitelik taşıdığını ve söz
konusu haktan yararlanma yetkisine sahip olunduğunu ortaya koyma yükü
başvurucular üzerindedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz.,
AİHM, Agneessens/Belçika, B. No: 12164/86, 12/10/1998; Dağalaş ve Diğerleri/Türkiye, B. No: 51326/99,
29/9/2005; Sarıaslan ve Diğerleri/Türkiye, B. No:32554/96,
23/3/1999). Başvurucular, ellerindeki kaydın araziye uyumunu ispat edemedikleri
gibi satıcının taşınmaz üzerindeki zilyetliğini de ispat edememişlerken davalı
Hazine ise her iki iddiasını da ispat etmiştir. Ayrıca 179 ada 9 parsel
numaralı taşınmaz üzerinde başvurucuların taşınmazı satın almak maksadıyla
satış vaadi sözleşmesi yaptıklarını iddia ettikleri 1990 yılından önce
taşınmazın 1987 yılında Hazine adına tescil edildiğinin ve dava konusu
taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kaldığının tespiti karşısında başvurucuların
taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmalarının beklenemeyeceği açıktır.
52. Başvurucular, satış vaadi
sözleşmesine dayanarak kısmen feragat ve kısmen kabul ile mahkemece keşif ve
bilirkişi incelemesi yapmaksızın ve feragatle aynı gün kesinleşen bir mahkeme
kararıyla elde ettikleri sınırları belli olmayan belgeye dayalı olarak daha
önce Hazine adına tescil edilmiş bir taşınmaz parçasında mülkiyet iddiasında
bulunmuşlar, kadastro çalışması sonrasında taşınmazın sınırları netleştirilerek
başvurucuların dayandığı belge uygulanamayan kayıtlar arasına alınmıştır.
Başvurucuların aynı iddiayla açtıkları somut davada Mahkemece yapılan inceleme
sonucunda yeterli gerekçe gösterilerek ve bahsedilen belgenin taşınmaza
uygulanması mümkün olmadığından ve satıcının zilyetliği bulunmadığından hukuki
kıymetini kaybettiği kabul edilerek başvurucuların talepleri reddedilmiş ve
taşınmaz kıyı-kenar çizgisi içinde kaldığından, Hazinenin dayandığı tapu kaydı
taşınmaza tam olarak uyduğundan ve Hazinenin zilyetliği bulunduğundan
taşınmazın Hazine adına tesciline karar verilmiştir. Bu durumda başvurucuların mahkeme
önünde mülkiyet iddialarını ispat edemedikleri sonucuna ulaşılmıştır.
53. Nitekim Türkiye aleyhine yapılan bir başvuruda, satış
vaadi sözleşmesine istinaden satın aldığı ve adına kaydettirdiği taşınmazı
kadastro yargılaması sonucu Hazine adına orman vasfıyla tescil edilen
başvurucunun şikayetini inceleyen AİHM, taşınmazın daha önce orman vasfıyla
Hazine adına tescil edildiğini, başvurucunun taşınmazı satın alırken taşınmazın
2/B olarak nitelendirilen arazilerden olduğunu bilebilecek durumda olduğunu
belirterek başvuruyu mülkiyet hakkı yönünden kabul edilemez bulmuştur (AİHM, Özden/Türkiye, B. No:11841/02, § 28, 3/5/2007 ).
54. Kaldı ki somut başvuruya konu taşınmazın kıyı-kenar
çizgisi içinde kaldığı mahkemenin kararıyla sabit olduğundan sahipsiz kamu malı
sayılan ve kıyı-kenar çizgisi içerisinde kalan taşınmazın üzerinde anayasal ve
yasal sisteme aykırı olarak özel mülkiyet tesis edilmesi de mümkün değildir.
55. Bu durumda başvurucuların taşınmaz üzerindeki
mülkiyetlerini gösterir bir mahkeme kararı olmadığı gibi, kıyı-kenar çizgisi
içinde kalan ve kamu malı sayılan taşınmazın özel mülkiyete konu olmasının da
mümkün olmadığı anlaşılmaktadır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz., Kadir Gündüz/Türkiye,
B. No: 50253/99, 18/10/2007).
56. Sonuç olarak, başvuru konusu olayda mülkiyet hakkına konu
olabilecek bir “ekonomik değeri”
veya en azından bu şekildeki bir değeri elde etme yönünde “meşru beklentisi” bulunmayan
başvurucuların Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı
kapsamına giren korunmaya değer bir menfaati bulunmadığı anlaşılmıştır.
57. Açıklanan nedenlerle, başvurunun “konu bakımından yetkisizlik” nedeni ile kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
A- Açıklanan nedenlerle, başvurunun “konu bakımından yetkisizlik” nedeni ile KABUL EDİLEMEZ
OLDUĞUNA,
B- Başvurucular tarafından yapılan yargılama giderlerinin
başvurucuların üzerine bırakılmasına,
15/4/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.