TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
TAHİR CANAN BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2012/969)
|
|
Karar Tarihi: 18/9/2013
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Serruh
KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi
DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Zühtü ARSLAN
|
Raportör
|
:
|
Özcan ÖZBEY
|
Başvurucu
|
:
|
Tahir CANAN
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvurucu, hükümlü olarak
bulunduğu Bandırma M Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda infaz koruma memuru
olarak görev yapan M. T.’nin, kendisine karşı kasten
yaralama suçuna teşebbüs ettiği ve hakaret suçunu işlediği iddiasıyla yaptığı
şikâyet üzerine yürütülen adli sürecin etkisiz olması nedeniyle anayasal
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 29/11/2012 tarihinde Bandırma
M Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürlüğü vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir
eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca, 25/3/2013
tarihinde başvurunun karara bağlanması için Bölüm tarafından ilke kararı
alınması gerekli görüldüğünden, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün
33. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca, kabul edilebilirlik incelemesinin
Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
III. OLAYLAR VE OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru dilekçesindeki ilgili olaylar özetle şöyledir:
5. Başvurucu, başvuru tarihinde “kasten
öldürme ve ruhsatsız silah bulundurma” suçlarından Bandırma M Tipi
Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda hükümlü olarak bulunmaktadır.
6. Başvurucunun 18/8/2012 tarihinde, infaz
koruma memuru M. T.’nin kendisine karşı kasten
yaralama suçuna teşebbüs ettiği ve hakaret suçunu işlediği şikayeti üzerine, hem
idare hem de savcılık tarafından adı geçen infaz koruma memuru hakkında idari
ve adli soruşturma başlatılmıştır.
7. Adli soruşturma sonucunda Bandırma Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından düzenlenen 28/9/2012 tarihli iddianame ile “kasten yaralama suçuna teşebbüs ve hakaret”
suçlarından M. T.’nin cezalandırılması istemiyle
Bandırma Sulh Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır.
8. Anılan Mahkemenin 2/11/2012 tarih ve
E.2012/1123, K.2012/1419 sayılı kararı ile infaz koruma memuru M. T.’nin kasten yaralama suçuna teşebbüs eyleminden alt sınırdan
uzaklaşmak suretiyle sonuç olarak 1 ay 26 gün hapis; hakaret suçundan ise 1.740
TL adli para cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiş; hükmolunan cezanın
iki yılın altında hapis ve adli para cezası niteliğinde olması, sanığın daha
önceden bir suçtan mahkumiyetinin bulunmaması, kişilik özellikleri itibarıyla
yeniden suç işlemeyeceği yönünde olumlu kanaat oluşması ve sanığın da kabul
etmesi nedenleriyle, sanık hakkında kurulan hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına
ve sanığın beş yıl süre ile denetim altında tutulmasına karar verilmiştir.
9. Başvurucu tarafından söz konusu karara karşı 5/11/2012
tarihinde itiraz kanun yoluna gidilmiş olup, Bandırma 1. Asliye Ceza
Mahkemesinin 7/11/2012 tarih ve 2012/349 Değişik İş sayılı kararı ile itiraz
yerinde görülmeyerek reddedilmiştir. Aynı tarihte kesinleşen karar 9/11/2012 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.
Başvurucu, 29/11/2012 tarihli dilekçesi ile 30 gün
içinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili
Hukuk
10. 26/9/2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Kasten yaralama” kenar başlıklı 86.
maddesinin (2) numaralı fıkrası ile (3) numaralı fıkrasının (d) ve (e) bentleri
şöyledir:
“(2)
Kasten yaralama fiilinin kişi üzerindeki etkisinin basit bir tıbbi müdahaleyle
giderilebilecek ölçüde hafif olması halinde, mağdurun şikâyeti üzerine, dört
aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezasına hükmolunur.
(3) Kasten
yaralama suçunun;
...
d) Kamu
görevlisinin sahip bulunduğu nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,
e)
Silâhla,
İşlenmesi
hâlinde, şikayet aranmaksızın, verilecek ceza yarı
oranında artırılır.”
11. 5237 sayılı Kanun’un “Hakaret”
kenar başlıklı 125. maddesinin (1) ve (4) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Bir
kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil
veya olgu isnat eden ... veya
sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç
aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun
gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât
ederek işlenmesi gerekir.
…
(4) Hakaretin alenen işlenmesi halinde ceza
altıda biri oranında arttırılır.”
12. 5237 sayılı Kanun’un “Suça
teşebbüs” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“(1) Kişi,
işlemeyi kastettiği bir suçu elverişli hareketlerle doğrudan doğruya icraya
başlayıp da elinde olmayan nedenlerle tamamlayamaz ise teşebbüsten dolayı
sorumlu tutulur.
(2) Suça
teşebbüs hâlinde fail, meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığına göre,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine onüç
yıldan yirmi yıla kadar, müebbet hapis cezası yerine dokuz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Diğer
hâllerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir.”
13. 4/12/2004 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesinin
(5), (6), (8), (10), (11) ve (12) numaralı fıkraları şöyledir:
“(5)
Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki
yıl veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler
saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında
bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder.
(6) Hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için;
a) Sanığın
daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması,
b)
Mahkemece, sanığın kişilik özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışları
göz önünde bulundurularak yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaate varılması,
c) Suçun
işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı zararın, aynen iade, suçtan önceki
hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi,
gerekir. Sanığın
kabul etmemesi hâlinde, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar
verilmez.
(8) Hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi halinde sanık, beş yıl
süreyle denetim süresine tâbi tutulur…
(…)
Denetim
süresi içinde dava zamanaşımı durur.
(10)
Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlenmediği ve denetimli serbestlik
tedbirine ilişkin yükümlülüklere uygun davranıldığı takdirde, açıklanması geri
bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararı verilir.
(11)
Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik
tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme hükmü
açıklar…
(12)
Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararına itiraz edilebilir.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
14. Mahkemenin 18/9/2013 tarihinde yapmış
olduğu toplantıda, başvurucunun 29/11/2012 tarih ve 2012/969 numaralı bireysel
başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
15. Başvurucu, hükümlü olarak bulunduğu Bandırma M Tipi Kapalı Ceza
İnfaz Kurumunda, koğuşun bahçe kapısını açan infaz koruma memurları M. T. ve O.
İ. ile karşılaşarak kendilerine “günaydın”
dediğini, M. T.’nin “ne
var lan” diyerek elinde bulunan metal kapı
kolu ile üzerine yürüdüğünü, ancak diğer görevli memur O. İ.’nın araya girip, kendisine saldırmasını engelleyerek
koğuştan çıkardığını; kendisine karşı kasten yaralama suçuna teşebbüs ettiği ve
hakaret suçunu işlediği iddiasıyla M. T. hakkında yaptığı şikâyet üzerine yürütülen
yargılama sonucu verilen kararın sorunu çözmekten uzak olup, hasta bir adamın
eylemini önlemeye yetmediğini, şahsın tedavi edilmesine de karar verilmesi
gerektiğini, yaptığı eylemleri hatırlamayan kişinin tedavi görmeyerek görevine
devam ettiği sürece kendisi ve diğer mahkûmların can güvenliğinin tehlikede
olduğunu, şikâyetlerine rağmen yeterli önlemin alınmaması nedeniyle Anayasa’nın
17. maddesinde tanımlanan yaşam hakkı, 19. maddesinde tanımlanan kişi özgürlüğü
ve güvenliği hakkı ve 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüş ve uğradığı manevi sıkıntılar nedeniyle 50.000 TL
tazminat talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
16. Başvuru formu ve ekleri incelendiğinde, başvurunun, uğranılan
sözlü ve fiziksel saldırı nedeniyle yürütülen yargılama sonucunda verilen
kararın etkili bir çözüm sağlamadığı iddiasına yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi
ile bağlı olmayıp, olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Bu
nedenle başvurucunun tüm iddiaları Anayasa’nın 17. ve 40. maddeleri ile
ilişkili görülerek bu kapsamda değerlendirilmiştir.
17. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü ve 30/3/2011
tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı
fıkraları uyarınca, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf
olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal
edildiğini iddia eden kişilere Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı
tanınmıştır.
18. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuruların kabul edilebilirlik şartları ve
incelenmesi” kenar başlıklı 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası
şöyledir:
“Mahkeme, …açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul
edilemezliğine karar verebilir.”
19. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:
"Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkına sahiptir.
...
Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan
haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.”
20. Anayasa’nın 40. maddesinin
birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:
“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen
herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının
sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
...
Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler
sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu
olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
21. Başvuru konusu olay, devlet gözetimi altında bulunan başvurana
yine bir devlet görevlisi tarafından yöneltilmiş sözlü ve fiili saldırı
nedeniyle yürütülen adli işlemin etkisizliği ile ilgili olduğu için, öncelikle
burada korunan hakkın kapsamı tespit edilmeli ve sonrasında ise bu hakkın
yeterince korunup korunmadığı belirlenmelidir.
22. Somut olayda başvurucu, maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Herkesin maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme hakkını güvence altına alan Anayasa’nın 17.
maddesinin birinci fıkrası insan onurunu korumayı amaçlamıştır. Bu hüküm bir
taraftan devlete insan onurunu zedeleyen fiillerden kaçınma ödevi yüklerken,
diğer taraftan bu tür fiillerin meydana gelmesi halinde bu fiilleri etkili bir
şekilde soruşturma ve failleri cezalandırma ödevi yüklemektedir. Bu hükmün
gereği olarak, özellikle devletin gözetimi altında tutulan kişilerin
suiistimallerden korunması için onurlarına ve haklarına yönelik müdahalelerin
dikkatli bir şekilde incelenmesi güvence altına alınmalıdır. Anayasa’nın 17.
maddesinin üçüncü fıkrasında da kimseye “işkence”,
“eziyet” yapılamayacağı ve
kimsenin “insan haysiyetiyle bağdaşmayan”
muamele ve cezaya tabi tutulamayacağı düzenlenmiş olup, burada geçen ifadeler
arasında da bir yoğunluk farkı bulunmaktadır. Kişinin maddi
ve manevi varlığının bütünlüğüne en fazla zarar veren muamelelerin “işkence”, bu seviyeye varmayan fakat yine
de vücutta zarar ya da yoğun fiziksel veya ruhsal ızdırap
veren insanlık dışı muamelelerin “eziyet”, küçük
düşürücü ve alçaltıcı nitelikteki daha hafif muamelelerin ise “insan haysiyetiyle bağdaşmayan” muamele
veya ceza olarak belirlenmesi mümkündür.
23. Ancak, bir eylemin Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrasının
kapsamına girebilmesi için minimum bir ağırlık düzeyine ulaşmış olması gerekir.
Bu asgari eşiğin aşılıp aşılmadığının belirlenmesinde her olayın somut
özellikleri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılır. Bu bağlamda muamelenin
süresi, fiziksel ve manevi etkileri ile mağdurun cinsiyeti, yaşı ve sağlık
durumu gibi faktörler önem taşımaktadır.
24. Bu kavramlar kapsamında somut olay incelendiğinde, görevli
memurun başvurucuya yönelik eyleminin anlık geliştiği, sürdürülmediği ve daha
sonra da haksız eylemin devam ettiğine ilişkin bir iddianın da bulunmadığı
anlaşılmıştır. Her ne kadar başvurucu bir mahkûm ve fail bir infaz koruma
memuru ise de anlık bir tepkiden öte geçmeyen ve herhangi bir fiziksel müdahale
içermeyen eylemin, Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında
değerlendirilmesi için gerekli asgari eşiği aştığı söylenemez. Bu durumda
başvurucunun şikâyetleri, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı ile
bağlantılı olarak Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası kapsamında
incelenmelidir (bkz. § 22).
25. Bireyin, bir devlet görevlisi tarafından hukuka aykırı olarak ve
Anayasa’nın 17. maddesini ihlal eder biçimde bir muameleye tabi tutulduğuna
ilişkin savunulabilir bir iddiasının bulunması halinde, Anayasa’nın 17.
maddesi, “Devletin temel amaç ve görevleri” kenar
başlıklı 5. maddedeki genel yükümlülükle birlikte yorumlandığında etkili resmi
bir soruşturmanın yapılmasını gerektirmektedir. Bu soruşturma, sorumluların
belirlenmesini ve cezalandırılmasını sağlamaya elverişli olmalıdır. Şayet bu
mümkün olmazsa, bu madde, sahip olduğu öneme rağmen pratikte etkisiz hale
gelecek ve bazı hallerde devlet görevlilerinin fiili dokunulmazlıktan
yararlanarak, kontrolleri altında bulunan kişilerin haklarını istismar etmeleri
mümkün olacaktır. Devletin pozitif yükümlülüğü kapsamında bazen tek başına
soruşturma yapılmamış olması yahut da yeterli soruşturma yapılmamış olması da
kötü muamele teşkil edebilmektedir. Bu bağlamda soruşturmanın derhal başlaması,
bağımsız biçimde, kamu denetimine tabi olarak özenli ve süratli yürütülmesi ve
bir bütün olarak etkili olması gerekir. (Benzer
yöndeki AİHM kararı için bkz. Batı ve
diğerleri/Türkiye, 33097/96 - 57834/00, 3/6/2004,
§§ 133, 134)
26. Etkili bir başvurudan söz edebilmek için, başvuru yolunun sadece
hukuken mevcut bulunması yeterli olmayıp, bu yolun uygulamada fiilen de etkili
olması ve başvurulan makamın ihlal iddiasının özünü ele alma yetkisine sahip
bulunması gereklidir. Başvuru yolunun bir hak ihlali iddiasını önleyebilme,
devam etmekteyse sonlandırabilme veya sona ermiş bir hak ihlalini karara
bağlayabilme ve bunun için uygun bir tazminat sunabilmesi halinde ancak
etkililiğinden söz etmek mümkün olabilir. Yine, vuku bulmuş bir hak ihlali iddiası
söz konusu olduğunda, tazminat ödenmesinin yanı sıra sorumluların ortaya
çıkarılması bakımından da yeterli usulü güvencelerin sağlanması gerekir. (Benzer yöndeki AİHM
kararları için bkz. Ramirez Sanchez / Fransa. 59450/2000,
4/7/2006, §§ 157, 160;
Aksoy / Türkiye. 21987/93, 18/12/1996, §
95)
27. Nitekim Anayasa’nın 40. maddesinde de Anayasa ile tanınmış hak
ve hürriyetleri ihlâl edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahip bulunduğu ve resmî görevliler
tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zararın Devletçe tazmin
edileceği düzenleme altına alınmıştır.
28. Anayasa’nın 40. maddesi ile amaçlanan, sadece ispatlanmış bir
hak ihlalinin tazmini ya da giderilmesi değil, savunulabilir düzeydeki bu tür
ihlal iddialarını karara bağlayacak mekanizmaların bulunması ve iyi
işlemesidir. Aynı zamanda 40. maddenin gerekçesinde “ihlalin resmi görevliler tarafından görevlerinin ifası sırasında
yapılmış olması görevli için bir mazeret sebebi teşkil etmez”
şeklinde geçen ifadeler ile de devlet ya da devlet görevlilerinin anayasal bir
hakkın ihlali bakımından dokunulmaz olmadığı vurgulanmıştır.
29. Bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde, başvurucunun
maruz kaldığı eylemden dolayı yaptığı şikâyet üzerine adli soruşturmanın
bağımsız birimlerce denetime açık olacak biçimde derhal başlatıldığı
anlaşılmaktadır. Ancak, başvurucunun etkisiz olarak ileri sürdüğü yargılama
aşaması sonucunda verilen “hükmün
açıklanmasının geri bırakılması” kararının etkililiğinin de ihlal
konusu hakka bağlı olarak Anayasa Mahkemesince denetlenmesi gerekir.
30. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumu, 5271 sayılı
Kanun’un 231. maddesinde düzenlenmiştir. Sanık hakkında
kurulan mahkûmiyet hükmünün hukuki bir sonuç doğurmamasını ifade eden ve
doğurduğu sonuçlar itibarıyla karma bir özelliğe sahip bulunan hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kurumu, denetim süresi içinde kasten yeni bir
suçun işlenmemesi ve yükümlülüklere uygun davranılması halinde, geri bırakılan hükmün
ortadan kaldırılarak kamu davasının aynı Kanun’un 223. maddesi uyarınca
düşürülmesi sonucu doğurduğundan, bu özelliğiyle sanık ile devlet arasındaki
cezai nitelikteki ilişkiyi sona erdiren düşme nedenlerinden birisini
oluşturmaktadır.
31. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması için; yapılan yargılama
sonucu hükmolunan cezanın iki yıl veya daha az süreli hapis veya adli para
cezası olması, sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamış bulunması,
suçun işlenmesiyle mağdurun veya kamunun uğradığı maddi zararın, aynen iade,
suçtan önceki hale getirme veya tamamen giderilmesi, mahkemece sanığın kişilik
özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışları göz önünde bulundurularak,
yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaate ulaşılması gerekmektedir. Tüm bu koşulların bulunması halinde, mahkemece hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilecek ve sanık beş yıl süreyle
denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulacaktır. Denetim süresi içinde sanığın
kasten yeni bir suç işlememesi ve yükümlülüklere uygun davranması halinde,
açıklanması geri bırakılan hüküm ortadan kaldırılarak, 5271 sayılı Kanun’un
223. maddesi uyarınca kamu davasının düşürülmesine karar verilecektir. Sanığın
denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya yükümlülüklere aykırı
davranması halinde ise mahkemece açıklanması geri bırakılan hüküm
açıklanacaktır.
32. Diğer taraftan kanunda belirtilen koşulların gerçekleşmesine
karşın, sanığın kabul etmemesi hâlinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına
karar verilemeyeceği 5271 sayılı Kanun’un 231. maddesinin (6) numaralı
fıkrasının son cümlesinde ifade edilmektedir. Bu kapsamda sanığın, yargılamanın
hukuki kesinliği ifade eden bir hükümle sonuçlanmasını ya da cezaya
hükmedilmesi durumunda hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını tercih etme
imkânı bulunmaktadır.
33. 5271 sayılı Kanun’un (12) numaralı fıkrasında, hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararına karşı itiraz kanun yoluna
başvurulabileceği düzenlenmiştir. Bununla birlikte, denetim süresi içinde
kasıtlı yeni bir suç işlenmesi hâlinde hükmün açıklanmasıyla veya bu süre
içinde kasıtlı yeni bir suç işlenmemesi hâlinde düşme kararıyla yargılama nihai
olarak sona erdiğinden, hüküm niteliği olan bu kararlara karşı kanun yoluna
başvurulabilir ve esasa ilişkin itirazlar bu aşamada ileri sürülebilir.
34. Somut olayda, başvurucunun karşılaştığı infaz koruma görevlisi
M. T.’ye “günaydın”
demesi üzerine, M. T.’nin “ne var lan” diyerek elinde bulunan
metal cisimle kendisine saldırmaya teşebbüs ettiği ve bu eylemlerinden dolayı
da 1 ay 26 gün hapis ve 1.740 TL adli para cezası aldığı ve Mahkemece
hakkındaki hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ve beş yıl süre ile denetim
altında tutulmasına karar verildiği görülmüştür.
35. Bireylerin cezai sorumluluğuna ilişkin hukuki sorunların
incelenmesi Anayasa Mahkemesinin görevleri arasında olmayıp, konu derece
mahkemelerin takdirine bırakılmıştır. Yine bu bağlamda suçlu-suçsuz kararı
vermek ya da daha hafif veya ağır ceza belirlemek de Anayasa Mahkemesinin
görevinde bulunmamaktadır.
36. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi
cezai yaptırımlara ilişkin düzenlemelerde de kuralların, önleme ve iyileştirme
amaçlarına uygun olarak ölçülü, adil ve orantılı olması gerekir (E.2010/104,
K.2011/180, K.T. 29/12/2011). Orantılılık ilkesi,
mağdurun korunması ile failin cezalandırılması arasında makul bir ilişki
olmasını gerektirir. Diğer bir ifadeyle hak yoksunluğu getiren düzenlemelerde
hukuka aykırı eylem ile yaptırım arasında adalet ve hakkaniyet ilkelerine
uygunluk bulunmalıdır. Ayrıca, yaptırımlarda güdülen asıl amaç, işlediği suçtan
dolayı kişinin ıslah olmasını sağlayıp, tekrar topluma kazandırılmasıdır.
Nitekim Anayasa’nın 13. maddesi, temel hak ve hürriyetlere getirilecek
sınırlamaların, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamayacağını belirtirken, 5237 sayılı TCK’nın 3. maddesine göre de, suç
işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik
tedbirine hükmolunması gerekmektedir. AİHM de suçun niteliğinin ve verilen
cezaların ağırlığının, yapılan müdahalenin orantılılığı bakımından dikkate
alınması gereken unsurlar olduğunu kaydetmiş ve gerçekleştirilen müdahalenin “demokratik bir toplum için zaruri” olması
gerektiğini belirtmiştir (Varlı ve
diğerleri/Türkiye, 38586/97, 19/10/2004).
37. Bu açıdan Mahkemenin sonuç kararı değerlendirildiğinde,
başvurucuya yönelen ve işkence, eziyet ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan
muamele düzeyine çıkmayan eylemden dolayı soruşturmanın derhal başlayarak,
makul sürede tamamlandığı, gerçekleşen haksız eylem ile belirlenen ceza ve beş
yıllık denetim yaptırımının orantısız olduğunun söylenemeyeceği, birey onuruna
ve vücut dokunulmazlığına saygı duyulmasını garanti eden hukuk hükümlerinin ve
özellikle de cezai yaptırımların caydırıcı işlevinin mevzuat çerçevesinde etkin
bir şekilde uygulanmasının sağlandığı görülmüştür. Sonuç olarak somut olayda kişinin dokunulmazlığı, maddi ve
manevi varlığı hakkının korunması kapsamında yürütülen adli sürecin etkisiz
olmadığı ve temel bir hak ihlalinin söz konusu olmadığı sonucuna varılmıştır.
38. Açıklanan gerekçelerle, başvurucunun Anayasa’nın 17. ve 40.
maddeleri kapsamındaki iddialarına yönelik bir ihlalin olmadığı açıkça
anlaşıldığından, başvurunun, diğer kabul
edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “açıkça dayanaktan
yoksun olması” nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Başvurunun, “açıkça
dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde
bırakılmasına, 18/9/2013
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar
verildi.