TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
MEHMET SALİH DEMİR BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2013/3165)
Karar Tarihi: 4/2/2016
Başkan
:
Burhan ÜSTÜN
Üyeler
Hicabi DURSUN
Erdal TERCAN
Hasan Tahsin GÖKCAN
Kadir ÖZKAYA
Raportör
Kamil KAYA
Başvurucu
Mehmet Salih DEMİR
Vekili
Av. Vedat ÖZKAN
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, haksız tutulma sebebiyle Hazine aleyhine açılan tazminat davasının, mevzuatın hatalı yorumlanması sonucu süre aşımı gerekçesiyle reddedilmesinin adil yargılanma hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 7/5/2013 tarihinde Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 25/6/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
5. Başvurucu, Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinin E.1995/91 sayılı dosyası kapsamında “yasa dışı örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla 19/4/1995 tarihinde gözaltına alınıp 26/4/1995 tarihinde tutuklanmış ve 8/6/1995 tarihinde tahliye edilmiştir.
6. Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinin 5/3/1996 tarihli ve E.1995/91, K.1996/53 sayılı kararı ile başvurucunun beraatına karar verilmiştir. Söz konusu karar 13/3/1996 tarihinde kesinleşmiştir.
7. Başvurucu, beraat kararını 11/4/2011 tarihinde haricen öğrendiğini beyan etmiştir.
8. Başvurucu, haksız olarak tutuklu kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemiyle Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesinde 15/4/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır.
9. Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesi 17/2/2012 tarihli ve E.2011/205, K.2012/80 sayılı kararı ilesüresinden sonra açıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:
“ ... sanık hakkında, Yasa Dışı PKK Örgütüne Yardım ve Yataklık Yapmak Suçunu işlediğinden bahisle TCK.nun 169., 40., 31., 33. maddeleri uyarınca cezalandırılması talebi ile Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinde kamu davasının açıldığı, yapılan yargılama sonucunda 05/03/1996 tarih ve 1996/53 Karar sayılı karar ile; davacı-sanığın beraatine karar verildiği, suçun yaptırımının TCK.nın 169 maddesinde 3-5 yıl arası olarak belirlendiği, bu dava için 765 sayılı TCK.nın 102/3 ve 104/2 maddeleri gereğince öngörülen uzamış zamanaşımı süresinin 7 yıl 6 ayolduğu, suç tarihi 1995 ve öncesi olduğuna göre, en lehe yorumla 06/06/2003 tarihi itibarıyla, bu davanın tamamen zamanaşımına uğradığı, davacı-sanık hakkındaki bu kamu davası halen derdest ise 06/06/2003 tarihi itibarıyla, zamanaşımı nedeni ile tamamen ortadan kaldırılması gerektiği, davacı-sanık ve vekili tarafından, bu davanın halen derdest imiş gibi kendilerine beraate ilişkin kararın tebliğ edilmediği ve işbu tazminat davasının süresinde açıldığı ileri sürülmüş ise de, tazminat davasının 15/04/2011 tarihinde açıldığı, söz konusu ceza davası derdest olsa dahi ortadan kaldırılması gereken süreden 8 yıl sonra bu tazminat davasının açıldığının tespit olunduğu, beraat kararının verildiği tarihin üzerinden 15 yıl gibi çok uzun bir sürenin geçtiği, yaşamın olağan akışı ve zamanaşımı hükümleri ile 765 sayılı TCK.nın 44 ile 5237 sayılı TCK.nın 4/1.maddelerindeki “Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz” temel düzenlemesi de dikkate alındığında, davacı-sanık ve vekili tarafından ileri sürülen hususların geçerli bir mazeret olarak kabul göremeyeceği, dolayısı ile işbu tazminat davasının süresinden sonra açıldığı anlaşılmakla, süresinden sonra açılan davanın reddine karar [verilmiştir].”
10. Başvurucunun temyizi üzerine anılan karar Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 23/1/2013 tarihli ve E.2012/28802, K.2013/2026 sayılı ilamı ile onanmıştır. Onama ilamının ilgili kısmı şöyledir:
“Ceza Genel Kurulunun 23/03/2010 tarih ve 2009/256 Esas ve 2010/57 sayılı kararında 466 sayılı Kanunun 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21/04/1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının haberdar olmasının aranması gerektiği şeklindedir. Ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Borçlar Kanununun 60. maddesinde tazminat davasının, zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her halde 10 yıl sonra zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiştir. Kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler bakımından, devletin yaptığı yakalama veya tutuklama haksız fiili ceza davasının kesinleşmesi ile netleştiğinden bu tarih olayın vuku tarihi olup, ceza verilmesine yer olmadığına kararının kesinleşme tarihinin 13.03.1996 olup, bu tarihten itibaren 10 yıl dolduktan sonra, 15.04.2011 tarihinde dava açıldığının anlaşılmış olması karşısında,davanın reddine karar verilmesindekanuna aykırı yön bulunmadığından tebliğnamedeki bozma isteyen görüşe iştirak edilmemiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, davanın hak düşürücü sürenin dolmasından sonra açılmasınedeniyle reddine ilişkin hükme yönelik davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün isteme aykırıolarak ONANMASINA ... karar verildi.”
11. Yargıtay ilamı 9/4/2013 tarihinde Derece Mahkemesine gönderilmiş; başvurucu, onama ilamından anılan tarihte haberdar olduğunu beyan etmiştir.
12. Başvurucu 7/5/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
13. 7/5/1964 tarihli ve 466 sayılı mülga Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun’un 1. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
...
kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir.”
14. 466 sayılı mülga Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“1 inci maddede yazılı sebeplerle zarara, uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler.”
15. 23/3/2005 tarihli ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 6. maddesi şöyledir:
“(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2) Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur.”
16. 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namiyle nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz.”
17. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 6/5/2014 tarihli ve E.2014/12-141, K.2014/229 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılan tazminat davaları için 2. maddede belirtilen üç aylık sürenin dışında esas alınacak azami bir sürenin olup olmadığı, azami bir sürenin var olduğunun kabul edilmesi halinde ne zaman başlayacağı ve bunlara bağlı olarak davanın süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir. Fakat sözü edilen dosyalarda 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için 2. maddede belirtilen üç aylık sürenin dışında esas alınacak azami bir sürenin olup olmadığı tartışılmamıştır.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nun “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her halde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanununun “Müruru zaman” başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her halde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun “Zamanaşımı” başlıklı 72. maddesinde de,zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004 sayılı İcra İflas Kanununun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasasının “kişi hürriyeti ve güvenliği” ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanuna göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
[B]u davalarda esas alınacak 10 yıllık azami sürenin de kesinleşme tarihinden itibaren başlaması gerektiği kabul edilmelidir.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
18. Mahkemenin 4/2/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
19. Başvurucu; Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinin E.1995/91 sayılı dosyası kapsamında haksız yere tutuklu kaldığını, Derece Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda beraat etmesine rağmen kararın kendisine tebliğ edilmediğini, beraat kararını haricen öğrendiğini, haksız olarak tutuklu kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemiyle Hazine aleyhine açtığı tazminat davasının Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesince mevzuatın hatalı yorumlanması sonucu süre aşımı gerekçesiyle reddedildiğini, gerek 466 sayılı Kanun’da gerekse Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararlarında bu tür davalar için azami dava açma süresi öngörülmediğini belirterek Anayasa’nın 17., 19., 36. ve 40. maddelerininde düzenlenen haklarınınihlal edildiğini ileri sürmüş; ihlalin tespiti, yargılamanın yenilenmesi ve tazminat taleplerinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
20. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, açtığı tazminat davasının süre aşımından reddedilmesi nedeniyle uyuşmazlığın esasının bir mahkeme tarafından incelenememesine ilişkin olduğu, dolayısıyla başvurucunun iddialarının adil yargılanma hakkının güvenceleri arasında yer alan mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
21. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
22. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” kenar başlıklı 40. maddesi şöyledir:
“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
(Ek fıkra: 3.10.2001-4709/16 md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
...”
23. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
24. Anayasa’nın 36. maddesindeki “Herkes, ... yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ... hakkına sahiptir.” ifadesiyle adil yargılanma hakkının başlangıç noktasını, bireylerin mahkemelere erişim hakkının oluşturduğu anlaşılmaktadır (Ali Kızıl, B. No: 2014/9295, 25/3/2015, § 35).
25. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlal edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).
26. Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlandırmaların hakkın özünü zedeleyecek şekilde kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi, açık ve ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38). Devletler bir davanın açılabilirliğine ilişkin olarak takdir yetkilerine dayanarak bazı sınırlamalar getirebilir ve bu davalar, niteliği gereği düzenleyici işlemlere konu olabilir. Bununla birlikte bu sınırlamalar dava açmak isteyen bir kişinin mahkemeye erişim hakkının özüne zarar verecek seviyeye ulaşmamalıdır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Edificaciones March Gallego S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34 ve Rodríguez Valín/İspanya, B. No: 47792/99, 11/10/2001, § 22).
27. Mahkemeye erişimi aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren uygulamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. Bununla birlikte dava açmak ya da kanun yollarına başvurmak için belli sürelerin öngörülmesi -bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça- hukuki belirlilik ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmaz ancak öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler dava açma ya da kanun yollarına başvuru hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini kabul etmek gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, §§ 36-40).
28. Belli bir hakkın mahkemede ileri sürülebilmesi ya da hak arama hürriyeti kapsamında bir davanın açılabilmesi için öngörülecek süreler, hukuk güvenliği ilkesi gereği olup adil yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. Anılan süreler; mahkemelerin, zamanın geçmesi nedeniyle güvenilirliği kalmayan, eksik ya da ulaşılması zor kanıtlara dayanarak uzak geçmişte meydana gelmiş olaylar hakkında karar vermelerini istemekle oluşabilecek adaletsizliklerin önüne geçmek ve hukuk güvenliğini sağlamak gibi önemli ve meşru amaçlara hizmet eder. Süre sınırlaması getiren bu müdahaleler, devletin takdir yetkisi içinde olup ulaşılmak istenen meşru amaçla orantılı oldukça ve hakkın özünü zedelemedikçe Anayasa’da yer alan hak arama hürriyetini engellemiş sayılmaz (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Stubbings ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 22083/93,22095/93, 22/10/1996, § 51).
29. Bunun yanında bir mahkemeye başvuru hakkının yasal birtakım şartlara tabi tutulması kabul edilebilir olsa da mahkemeler usul kurallarını uygularken bir yandan adil yargılanma hakkını ihlal edebilecek aşırı şekilcilikten, diğer yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurabilecek aşırı gevşeklikten kaçınmalıdır (Walchli/Fransa, B. No: 35787/03, 26/7/2007, § 29).
30. Somut başvuruda başvurucu, haksız tutuklanma nedeniyle açılacak tazminat davaları için 466 sayılı Kanun’da ve yargı içtihatlarında azami dava açma süresi öngörülmediği hâldemevzuatın hatalı yorumlanması sonucu açtığı davanın süre aşımı nedeniyle reddedildiğini belirterek anayasal haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
31. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
32. Sözleşme’nin 5. maddesi, tutuklama ve yakalamaya ilişkin esasları belirlendikten sonra 5. fıkrasında “Bu madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutuklama işleminin mağduru olan herkes tazminat hakkına sahiptir.” şeklindeki düzenleme ile Sözleşme’de belirlenen esaslara aykırı olarak gerçekleştirilen bir yakalama veya tutuklama işleminden dolayı zarar görenlerin tazminat talep edebileceğini hüküm altına almıştır.
33. Sözleşme’nin 5. maddesine benzer şekilde Anayasa’nın 19. maddesinin son fıkrasında “Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir.” şeklindeki düzenleme ile hukuka aykırı şekilde yakalanan veya tutuklanan kişilerin tazminat davası açabilecekleri hüküm altına alınmıştır.
34. Hukuka aykırı şekilde yakalandığını veya tutuklandığının iddia eden kişi, 466 sayılı mülga Kanun’un 1. ve 2. maddeleri ile 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. maddesinde belirtilen şekilde ilgili ağır ceza mahkemesinde, haksız olarak özgürlüğünden yoksun bırakılması nedeniyle tazminat davası açabilir. Bu davaya bakan mahkeme, 466 sayılı mülga Kanun’un 3. maddesi ile 5271 sayılı Kanun’un 142. maddesine göre istemin ve ispat belgelerinin değerlendirilmesinde ve tazminat hukukunun genel prensiplerine göre verilecek tazminat miktarının saptanmasında gerekli gördüğü her türlü araştırmayı yapabilir.
35. Başvuru konusu haksız olarak özgürlükten yoksun bırakılma nedeniyle açılan tazminat davasında, 466 sayılı mülga Kanun ile 5271 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğuna kuşku yoktur.
36. Başvurucu, şekilci bir yorumla Kanun’da öngörülmeyen dava açma süresibenimsenerek süre aşımı nedeniyle açtığı davanın reddedilmesinin hakkın özüne dokunduğundan şikâyet etmektedir.
37. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurular için benimsediği temel yaklaşım doğrultusunda kural olarak bireysel başvuruya konu davadaki olayların kanıtlanması, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması, yargılama sırasında delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi ile kişisel bir uyuşmazlığa derece mahkemeleri tarafından getirilen çözümün esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesinde değerlendirmeye tabi tutulamaz. Anayasa'da yer alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece ve derece mahkemelerinin kararları açık keyfîlik içermedikçe kararlardaki maddi ve hukuki hatalar bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Bu çerçevede derece mahkemelerinin delilleri değerlendirmesinde ve hukuk kuralını yorumlamasında bariz takdir hatası bulunmadıkça Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu olamaz (Kenan Özteriş, B. No: 2012/989, 19/12/2013, § 48). Somut başvuruda da Anayasa Mahkemesinin görevi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması konusunda derece mahkemelerinin takdir ve değerlendirmelerini denetlemek olmayıp usule ilişkin uygulamanın, başvurucunun mahkemeye erişim hakkını Anayasa ve Sözleşme’ye aykırı olarak kısıtlayıp kısıtlamadığını denetlemektir.
38. Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki yardım almak suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir. Öngörülebilirliğin mutlak ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir. Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı olan yoruma açık formüller içermektedir (Kamil Koç, B. No: 2012/660, 7/11/2013, § 71).
39. AİHM, süre koşulu gibi dava açmaya ilişkin usul koşulları birden fazla yoruma neden olabilecek nitelikte ise mahkemeye erişim hakkı kapsamında o yorumlardan birinin davayı açmak isteyen kişileri engelleyecek şekilde katı bir şekilde kullanılmaması veya söz konusu koşulların katı bir uygulamaya tabi olmaması gerektiğini ifade etmiştir (Beles/Çek Cumhuriyeti, B. No: 47273/99, 12/11/2002, § 51; Tricard/Fransa, B. No: 40472/98, 10/7/2001, § 33).
40. Başvuru konusu olayda başvurucu, Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinin E.1995/91 sayılı dosyası kapsamında “yasa dışı örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla 19/4/1995 tarihinde gözaltına alınıp 26/4/1995 tarihinde tutuklanmış ve 8/6/1995 tarihinde tahliye edilmiştir. Yapılan yargılama sonucunda Konya Devlet Güvenlik Mahkemesinin 5/3/1996 tarihli kararı ile başvurucunun beraatine karar verilmiş, bu karar 13/3/1996 tarihinde kesinleşmiştir. Başvurucu, kendisine tebligat yapılmaması nedeniyle kararın kesinleştiğini 11/4/2011 tarihinde haricen öğrendiğini iddia ederek haksız olarak tutuklu kaldığı sürede uğradığı maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemiyle 15/4/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır. Söz konusu tazminat davasının başvurucu hakkında verilen beraat kararının kesinleşmesinden on beş yıl sonra açıldığı anlaşılmaktadır.
41. Başvuruya konu davaya bakan Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesi, beraat kararının verildiği tarihten on beş yıl geçtikten sonra açılan davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar vermiştir (bkz. § 9). Yargıtay 12. Ceza Dairesi de haksız tutma nedeniyle tazminat davalarının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair Yargıtay İçtihadı Birleştirme ve Ceza Genel Kurulu kararlarında bir açıklama bulunmadığından hareketle kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler bakımından devletin yaptığı yakalama veya tutuklama işleminin haksız fiil niteliğinde olduğu, haksız fiile dayalı tazminat davalarının zamanaşımına ilişkin 818 sayılı mülga Kanun’un 60. maddesinde, tazminat davasının zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her durumda on yıl sonra zamanaşımına uğrayacağına ilişkin hükmün kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler tarafından açılacak tazminat davalarında da uygulanması gerektiği kanaatine ulaşmış; başvurucu hakkındaki beraat kararının kesinleşme tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra açılan tazminat davasında hak düşürücü sürenin dolduğu gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesinin kararını onamıştır (bkz. § 10).
42. Haksız tutma nedeniyle açılan tazminat davaları için azami dava açma süresi olup olmadığına ilişkin uyuşmazlıklar, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun da önüne gelmiş; Yargıtay Ceza Genel Kurulu söz konusu uyuşmazlıklarda, başvuru konusu davada Yargıtay 12. Ceza Dairesinin geliştirdiği yoruma benzer bir yaklaşımla anılan davalarda azami bir dava açma süresi kabul edilmesinin, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacağına kanaat getirmiş ve bu tür davaların yapılan soruşturma ya da yargılamanın sonunda verilen kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde açılması gerektiğine karar vermiştir (bkz. § 17).
43. Başvuru konusu olayda İlk Derece Mahkemesi ve sonuç itibarıyla Yargıtay, mevzuat hükümlerini değerlendirmek suretiyle haksız tutma nedeniyle açılacak tazminat davalarında haksız fiillere ilişkin zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerektiği, somut olayda dava açma süresinin geçirildiği sonucuna ulaşmıştır.
44. Derece Mahkemelerince hukuki belirlilik ve hukuk güvenliği ilkelerine uygun olarak yapılan bu değerlendirme ve ulaşılan sonuç, dava açmayı imkânsız kılacak nitelikte aşırı şekilci bir yaklaşımdan kaynaklanmadığı gibi belirtilen kanun hükümlerine önceden öngörülmeyecek şekilde olağanın dışında bir anlam vermek suretiyle sonuca ulaşıldığına dair bir uygulama olarak da değerlendirilmemiştir. Bu itibarla başvurucunun mahkemeye erişim hakkının özüne zarar verecek nitelikte bir sınırlama bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
45. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik açık ve görünür bir ihlal saptanmadığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına
4/2/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.