TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
MESUT ÖZBEZEN BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/8175)
|
|
Karar Tarihi: 15/4/2014
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Zühtü ARSLAN
|
Raportör
|
:
|
Şebnem NEBİOĞLU ÖNER
|
Başvurucu
|
:
|
Mesut ÖZBEZEN
|
Vekili
|
:
|
Av. Metin İRİZ
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, pazarlama müdürü
olarak çalıştığı iş yerinde mobbing uygulamalarına
maruz kalması ve belirtilen eylemler nedeniyle yaptığı suç duyurusu üzerine
şüpheliler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi ile yapılan
soruşturmanın adil olmaması nedeniyle, Anayasa’nın 17. ve 36. maddelerinde
tanımlanan haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, ihlalin tespitiyle yeniden
yargılama yapılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 6/11/2013 tarihinde
İstanbul Bölge İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. İdari yönden yapılan ön incelemede başvurunun
Komisyona sunulmasına engel bir durumun bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölümün Üçüncü
Komisyonunca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru formu ve eklerinde
belirtildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
5. Başvurucu tarafından
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına verilen dilekçe ile, özel bir işyerinde
görev yaptığı, işe başladığı sırada uhdesinde bulunan tüm pazarlama
yetkilerinin daha sonra kendisinden alındığı ve bu suretle istifaya zorlandığı,
kendisini alt kademedeki personel huzurunda küçük düşürücü eylem ve
faaliyetlerde bulunulduğu, konumunu ve şahsiyetini zedeleyici söz ve eylemler
nedeniyle büyük üzüntü çektiği ve psikolojik durumunun bozulduğu ve bu suretle mobbinge maruz bırakıldığı belirtilerek suç duyurusunda
bulunulmuştur.
6. İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığının 14/6/2013 tarih ve S.2013/19936 sayılı kararıyla, müsnet eziyet suçunun unsurlarının oluşmadığı belirtilerek,
şüpheliler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.
7. Başvurucu tarafından
belirtilen karara karşı yapılan itiraz Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesinin
5/8/2013 tarih ve 2013/628 Değişik İş sayılı kararı ile reddedilmiştir.
8. Ret kararı 8/10/2013
tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu 6/11/2013 tarihinde
bireysel başvuru yapmıştır.
B. İlgili
Hukuk
9. 11/1/2011 tarih ve 6098
sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 417. maddesi şöyledir:
“İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve
saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla,
özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere
uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla
yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması
için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak;
işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla
yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye
aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya
kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan
doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.”
10. 4/12/2004 tarih ve 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 172. ve 173. maddeleri.
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
11. Mahkemenin 15/4/2014
tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 6/11/2013 tarih ve 2013/8175
numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
12. Başvurucu, özel bir
işyerinde pazarlama müdürü olarak görev yaptığını, işe başladığı sırada uhdesinde
bulunan tüm pazarlama yetkilerinin daha sonra kendisinden alındığını ve bu
suretle istifaya zorlandığını, kendisinin alt kademedeki personel huzurunda
küçük düşürücü eylem ve faaliyetlere maruz kaldığını, konumunu ve şahsiyetini
zedeleyici söz ve eylemler nedeniyle büyük üzüntü çektiğini ve psikolojik
durumunun bozulduğunu, iş yerinde çalıştığı süreçte sürekli iletişimine,
sağlığına, sosyal ilişkilerine, sosyal konumuna, mesleki ve özel yaşamına
yönelik saldırılara maruz kaldığını, sürekli iş yerinde meydana gelen bazı
olayların sorumlusu gibi lanse edilerek, diğer çalışanların iletişiminin
engellenmesi suretiyle iletişimden dışlanmaya maruz bırakıldığını, işyerindeki
toplantılara çağrılmama uygulamasına ve gittiği toplantılarda hakaretlere maruz
kaldığını ve sorunlu biri gibi lanse edildiğini, bu şekilde yürütülen sistemli
eylem ve işlemlerle mobbinge maruz bırakıldığını, bu
hususun iş psikologundan alınan raporda yer verilen,
başvurucunun sunduğu bilgi ve belgeler doğrultusunda başvurucuya karşı yürütülen
mobbing sürecinin her aşmasında tamamlandığı
yönündeki tespitlerle de doğrulandığını, belirtilen eylemler nedeniyle yaptığı
suç duyurusu üzerine şüpheliler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar
verildiğini, karara karşı yaptığı itirazın da reddedildiğini, kararların
gerekçesiz olduğunu ve bu kapsamda yapılan soruşturmanın adil olmadığını beyan
ederek, Anayasa’nın 17. ve 36. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal
edildiğini iddia etmiştir.
B. Değerlendirme
1. Adil
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiği İddiası Yönünden
13. Başvurucu, İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığının S.2013/19936 sayılı dosyası kapsamında yaptığı
şikâyet sonucunda eksik incelemeye ve hatalı değerlendirmeye dayalı olarak
şüpheliler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğini, karara karşı
yapılan itirazın reddedildiğini ve kararların gerekçesiz olduğunu belirterek,
Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
14. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası şöyledir:
“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin
kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine
başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş
olması şarttır.”
15. 30/11/2011 tarih ve 6216
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un, “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45.
maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf
olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal
edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.”
16. Anılan Anayasa ve Kanun
hükmüne göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin
kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak
koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul
edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No. 2012/1049,
26/3/2013, § 18).
17. Anayasa’nın “Hak arama
hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
18. Sözleşme’nin “Adil
yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile
ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar
konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak
görülmesini istemek hakkına sahiptir. ….”
19. Anayasa’nın 36. maddesinin
birinci fıkrasında herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anayasa’da adil yargılanma
hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin,
Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı”
kenar başlıklı 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (B. No. 2012/13,
2/7/2013, § 38).
20. Sözleşme’nin adil yargılanma
hakkını düzenleyen 6. maddesinde adil yargılanmaya ilişkin hak ve ilkelerin “medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili
uyuşmazlıkların” ve bir “suç
isnadının” esasının karara bağlanması esnasında geçerli olduğu
belirtilerek hakkın kapsamı bu konularla sınırlandırılmıştır. Bu ifadeden, hak
arama hürriyetinin ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilmek
için, başvurucunun ya medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili bir uyuşmazlığın
tarafı olması ya da başvurucuya yönelik bir suç isnadı hakkında karar verilmiş
olması gerektiği anlaşılmaktadır (B. No. 2012/917, 16/4/2013, § 21).
21. Bir ceza davasında üçüncü
kişilerin suçlanması veya cezalandırılmasını talep eden mağdur, suçtan zarar
gören, şikâyetçi veya katılan sıfatını haiz kişiler, adil yargılanma hakkının
koruma alanı dışında kalmaktadır. Bu kuralın istisnaları, ceza davasında medenî
hak talebine imkân veren bir sistemin benimsenmiş veya ceza davası sonucunda
verilen kararın hukuk davası açısından etkili ya da bağlayıcı olması hâlleridir
(B. No. 2013/1845, 7/11/2013, § 37; Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Perez/Fransa, B. No. 47287/99, 12/2/2004, §
70).
22. Hukuk sistemimiz açısından,
5271 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesi ile ceza muhakemesinde şahsi hak
iddiasında bulunma imkânı ortadan kalkmış olup, başvurucunun ceza muhakemesi
sürecinde medeni haklarını ileri sürme imkânı bulunmamaktadır. Ayrıca somut
olayda başvurucunun isteğinin üçüncü kişilerin cezalandırılmasıyla, verilen
kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın etkilerinin de ceza muhakemesi süreci
ile sınırlı olduğu ve başvurucunun iddiaları göz önünde bulundurulduğunda hukuk
yargılaması açısından bağlayıcı bir etkisi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
23. Açıklanan nedenlerle,
Anayasa’nın 36. maddesine dayanan ihlal iddiasının konusunun, Anayasa’da
güvence altına alınmış ve Sözleşme kapsamında yer alan temel hak ve
özgürlüklerin koruma alanı dışında kaldığı anlaşılmakla, başvurunun bu
kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin “konu bakımından yetkisizlik” nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Anayasa’nın 17. Maddesinin İhlal Edildiği İddiası Yönünden
24. Başvurucu, pazarlama müdürü
olarak çalıştığı iş yerinde mobbing uygulamalarına
maruz kaldığını belirterek, Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan hakkının
ihlal edildiğini iddia etmiştir.
25. Anayasa’nın 17. maddesinin
birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkına sahiptir.
...
Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan
haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.”
26. Sözleşme’nin “İşkence yasağı” kenar başlıklı 3. maddesi
şöyledir:
“Hiç kimseye işkence
veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya ceza uygulanamaz.”
27. Sözleşme’nin “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar
başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Herkes özel ve
aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın
kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla
öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin
ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya
ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir
tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.”
28. Anayasa’nın 17. maddesinin
birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme
hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup, bu düzenlemede yer verilen maddi ve
manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde
özel yaşama saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel
bütünlük hakkı ile, bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin
kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir (B. No. 2013/2187, 19/12/2013, §
30).
29. Anayasa’nın 17. maddesinin
üçüncü fıkrasında ise kimseye “işkence”,
“eziyet” yapılamayacağı ve
kimsenin “insan haysiyetiyle bağdaşmayan”
muamele ve cezaya tabi tutulamayacağı düzenlenmiş olup, hüküm Sözleşme’nin 3.
maddesi kapsamında güvence altına alınmış olan hukuksal çıkarları
kapsamaktadır. Belirtilen düzenlemede yer alan ifadeler arasında bir yoğunluk
farkı bulunmakta olup, kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne en ağır
şekilde zarar veren muamelelerin “işkence”,
bu seviyeye varmayan fakat yine de vücutta zarar ya da yoğun fiziksel veya
ruhsal ızdırap veren insanlık dışı muamelelerin “eziyet”, küçük düşürücü ve alçaltıcı
nitelikteki daha hafif muamelelerin ise “insan
haysiyetiyle bağdaşmayan” muamele veya ceza olarak belirlenmesi
mümkündür (B. No. 2012/969, 18/9/2013, § 22).
30. Ancak, bir eylemin
Anayasa’nın 17. maddesinin üçüncü fıkrasının kapsamına girebilmesi için asgari
bir ağırlık düzeyine ulaşmış olması gerekir. Bu asgari eşiğin aşılıp
aşılmadığının belirlenmesinde her somut olayın özellikleri dikkate alınarak bir
değerlendirme yapılması esastır. Bu bağlamda, muamelenin süresi, fiziksel ve
manevi etkileri ile mağdurun cinsiyeti, yaşı ve sağlık durumu gibi faktörler
önem taşımaktadır (B. No. 2012/969, 18/9/2013, § 23). Somut olaydaki veriler
ışığında, belirtilen ağırlık eşiğinin altında kalan muamele ve eylemlerin ise,
diğer haklar kapsamında değerlendirilmesi mümkündür.
31. AİHM içtihadında da, başvuru konusu iddiaların Sözleşme’nin 3. maddesinin
güvence kapsamında yer alması için minimum bir ağırlığa varması gerektiği kabul
edilmekte ve acımasız, insanlık dışı veya küçük düşürücü muamele veya cezanın
ağır ve kasıt içeren şekli olarak kabul edilen işkencenin, şiddetli acı veya
eziyet uygulanması, acının kasıtlı olarak uygulanması ve bilgi almak,
cezalandırmak veya korkutmak gibi amaçlı bir muameleyi içermesi gerektiği
benimsenmektedir. Önceden tasarlanarak saatlerce uygulanan, fiziksel
yaralanmaya sebep olan, en azından ağır fiziki ve ruhsal acılar çektiren
muameleler ise insanlık dışı muamele olarak değerlendirilmektedir. Küçük
düşürücü muamelenin ise, mağdurlarda korku ve aşağılık duygusu oluşturan, küçük
düşürücü ve alçaltıcı nitelikte olan muameleleri ifade ettiği kabul etmekte
ancak, söz konusu muamelenin amacının ilgili kişiyi küçük düşürmek veya
alçaltmak olup olmadığı ve sonuçları itibarıyla mağdurun kişiliğini
Sözleşme’nin 3. maddesi ile uyuşmayan bir olumsuzlukta etkileyip etkilemediği
üzerinde durulmaktadır ( Bkz. Costello-Roberts/Birleşik Krallık, B. No. 13134/87,
25/3/1993, § 30; Labita/İtalya, [BD], B. No. 26772/95,
06/04/2000, § 120, Hurtado/İsviçre, B. No. 17549/90, 28/1/ 1994, § 67).
32. Yukarıda yer verilen
tespitlerden de anlaşılacağı üzere, doğası gereği cezaların veya menfi hareket
ve eylemler ile olumsuz hayat deneyimlerinin, kişinin fiziki ve ruhsal
değerlerini etkilemesi ve kişide stres, üzüntü ve sair menfi tezahürlere yol
açması ve bu etkileri açısından özellikle küçük düşürücü muamele kavramını
çağrıştırması mümkün olmakla birlikte, belirtilen eylemlerin Sözleşme’nin 3.
maddesi anlamında işkence, insanlık dışı veya küçük düşürücü muamele ve bu
kavramların Anayasa’nın 17. maddesinde yer verilen muadilleri olan işkence,
eziyet veya haysiyetle bağdaşmayan muamele veya ceza olarak
nitelendirilebilmesi için, mağdurun sübjektif niteliklerinin yanı sıra
muamelenin uygulanış şekli ve yöntemi ile özellikle meydana getirdiği fiziksel
ve ruhsal etkiler açısından önemli bir ağırlığa ulaşmış olması gerekmektedir.
33. Belirtilen tespitler
ışığında somut olay incelendiğinde, başvurucu tarafından esasen, pazarlama
müdürü olarak görev yaptığı işyerinde, işe başladığı sırada uhdesinde bulunan
tüm pazarlama yetkilerinin daha sonra kendisinden alındığı ve bu suretle
istifaya zorlandığı, kendisini alt kademedeki personel huzurunda küçük düşürücü
eylem ve faaliyetlerde bulunulduğu ve bu kapsamda Anayasa’nın 17. maddesinin
ihlal edildiği iddiasıyla başvuruda bulunulduğu anlaşılmaktadır. Başvurucu
tarafından iddia edilen eylemlerin fiziksel ve manevi etkileri, süresi ve
yoğunluk derecesi gibi unsurların değerlendirilmesi neticesinde; başvurucunun
işe başladığı süreçte uhdesine verilen yetkilerin daha sonra alınması, yapılan
bir kısım toplantılara çağrılmaması veya çağrıldığı toplantılarda yetkilerinin
elinden alındığı imasında bulunulması, müdür olarak uhdesinde yer alan yetkiler
yok sayılarak alt kademedeki personel nezdindeki saygınlığının azaltılması, iş
yerindeki izinlerini belirli aralıklarla kullanamayıp toplu olarak kullanmak
durumunda bırakılması şeklindeki eylemlerin kişilik haklarını ihlal ederek,
başvurucu üzerinde fiziki ve ruhsal etkilerinin olması mümkün olmakla birlikte,
özellikle işverenin uhdesinde bulunan bir takım yetkilerin icrasının da söz
konusu olduğu nazara alındığında, muamelenin uygulanış şekli ve yöntemi ile
özellikle meydana getirdiği fiziksel ve ruhsal etkiler açısından, başvurucunun
yaşı ve mesleki statüsü de nazara alındığında, Anayasa’nın 17. maddesinin
üçüncü fıkrası kapsamında değerlendirilmesi için gerekli olan asgari eşiği
aştığı söylenemez.
34. Bu nedenle başvurucunun
şikâyetinin, maddi ve manevi varlığın korunması hakkı ile bağlantılı olarak
Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası kapsamında değerlendirilmesi uygun
görülmüştür.
35. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası şöyledir:
“… Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması şarttır.”
36. 6216 sayılı Kanun’un, “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45.
maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal
için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel
başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir”
37. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında,
bireysel başvuruda bulunulmadan önce, ihlal iddiasının dayanağı olan işlem,
eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru
yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak
ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun
yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (B. No. 2012/1027, 20, 12/2/2013,
§§ 19–20; B. No. 2012/13, 2/7/2013, § 26).
38. Ancak belirtilen hükümlerde
yer verilen olağan başvuru yolları ibaresinin, başvurucunun şikâyetleri
açısından makul bir başarı şansı sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek
nitelikte, kullanılabilir ve etkili başvuru yolları olarak anlaşılması
gerekmektedir. Ayrıca, başvuru yollarını tüketme kuralı ne mutlak ne şeklî
olarak uygulanabilir bir kural olup, bu kurala riayetin denetlenmesinde
münferit başvurunun koşullarının dikkate alınması esastır. Bu anlamda, yalnızca
hukuk sisteminde bir takım başvuru yollarının varlığının değil, aynı zamanda
bunların uygulama şartları ile başvurucunun kişisel koşullarının gerçekçi bir
biçimde ele alınması gerekmektedir. Bu nedenle başvurucunun, kendisinden
başvuru yollarının tüketilmesi noktasında beklenebilecek her şeyi yerine
getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi
gerekir (B. No. 2013/2355, 7/11/2013, § 28; Benzer
yöndeki AİHM kararı için bkz. İlhan /Türkiye,
B. No. 22277/93, 27/7/2000, §§ 56–64).
39. Bireyin fiziksel ve zihinsel
bütünlüğü, Anayasa’nın 17. maddesinde yer verilen “maddi ve manevi varlık” kapsamında yer almaktadır. Devlet,
bireyin maddi ve manevi varlığının bir parçası olan fiziksel ve zihinsel
bütünlüğe keyfi olarak müdahale etmemek ve üçüncü kişilerin saldırılarını
önlemekle yükümlüdür. Somut başvuruda olduğu gibi, özel kişiler arasındaki
ihtilaflar açısından, çoğu zaman klasik müdahale biçimlerinden biri söz konusu
olmamakla beraber, bu kapsamda da yetkili makamlar için geçerli olan usulî özen yükümlülüğü, gerekli usulî
güvenceleri sunan yargısal prosedürleri sağlamak ve bu suretle yargısal ve
idari makamların özel kişiler arasındaki bir uyuşmazlıkta etkili ve adil bir
karar vermesini temin etme sorumluluğunu ifade etmektedir. Ancak Devletin,
bireylerin maddi ve manevi varlığına yönelik olarak üçüncü kişilerce yapılan
müdahalelere karşı etkili mekanizmalar kurma çerçevesindeki pozitif
yükümlülüğü, tüm müdahale türleri açısından mutlaka cezai soruşturma ve
kovuşturma yapılmasını gerekli kılmaz. Üçüncü kişilerin haksız müdahalelerine
karşı bireyin korunması hukuk muhakemesi yoluyla da mümkündür. Nitekim üçüncü
kişilerce fiziksel ve zihinsel bütünlüğe yapılan müdahaleler için ülkemizde hem
cezai hem de hukuki koruma öngörülmüştür. Ancak hukukumuz açısından, mobbing teşkil eden ve psikolojik taciz, şiddet ve yıldırma
türünden davranış grubu olarak kabul edilen ve somut başvuruya konu eylemlere
benzer eylemlerin içinde ceza hukuku anlamında suç teşkil eden fiillerin yer
alması durumunda, bu alandaki yaptırımlara tabi tutulma olanağı bulunmakla
beraber, özel hukuk anlamında bu tür fillerin tazminat davasına konu
edilebildiği görülmektedir (§ 9). Yargı kararları nazara alındığında,
belirtilen tazmin imkanının, kişinin kamu görevlisi veya özel hukuka tabi bir
hizmet sözleşmesi çerçevesinde görev yapması nazara alınarak,
hem idari yargı hem de adli yargı alanında yer alan yargısal makamlarca
sağlandığı anlaşılmaktadır (Y.H.G.K. 25/9/2013 tarih ve E.2012/9-1925,
K.2013/1407; Danıştay 8. Dairesi 16/4/2012 tarih ve E.2008/10606, K.2012/1736).
Dolayısıyla bir bireyin, üçüncü kişilerce somut başvuruda belirtilen fiillere
benzer eylemler vasıtasıyla fiziksel ve zihinsel bütünlüğüne müdahale edildiği
iddiasıyla, hukuk davası yoluyla daha etkin bir giderim sağlaması mümkündür (B.
No. 2013/1123, 2/10/2013, § 35).
40. Hukuka veya sözleşmeye
aykırı bir fiil nedeniyle başkasına verilmiş olan zararın tazmin edilmesi
yükümlülüğünü ifade eden hukuki sorumluluk, ceza hukuku alanında suç diye
adlandırılan insan davranışına göre daha geniş bir hukuka aykırı davranış
grubunu kapsamaktadır. Bir eylemin suç teşkil edebilmesi için ilgili kanunda
açıkça tanımlanması gerekirken haksız fiil için böyle bir sınırlamaya yer
verilmemektedir. Ayrıca, ceza hukuku alanında taksire dayalı sorumluluğun
istisnai nitelik taşımasına rağmen, kasten veya taksirle başkalarına verilen
zararın hukuki sorumluluk kapsamında giderim imkânının daha fazla olduğu, ceza
hukuku alanında objektif sorumluluğa yer verilmezken hukuki sorumluluk alanında
objektif sorumluluk esasının da etkin şekilde uygulandığı ve hukuki sorumluluk
alanında aynı maddi vakıalar çerçevesinde daha düşük bir ispat standardı
kullanılarak kişisel sorumluluğun söz konusu olabildiği anlaşılmaktadır. Bunun
yanı sıra, hukuk sistemimizde ceza muhakemesinde şahsi hak iddiasında bulunma
imkânı ortadan kaldırılırken, hukuki sorumluluk alanındaki tazmin
yükümlülüğünün asıl gayesinin zarar görenin zararının telafi edilmesi olduğu
nazara alındığında, özellikle somut başvuruya konu ihlal iddiasına benzer
uyuşmazlıklar açısından, hukuki tazmin yolunun daha yüksek başarı şansı
sunabilecek, kullanılabilir ve etkili bir başvuru yolu olduğu anlaşılmaktadır.
41. Başvuruya konu olayda,
başvurucu tarafından özel bir işyerinde pazarlama müdürü olarak görev yaptığı,
işe başladığı sırada uhdesinde bulunan tüm pazarlama yetkilerinin daha sonra
kendisinden alındığı ve bu suretle istifaya zorlandığı, kendisini alt
kademedeki personel huzurunda küçük düşürücü eylem ve faaliyetlerde
bulunulduğu, konumunu ve şahsiyetini zedeleyici söz ve eylemler nedeniyle büyük
üzüntü çektiği ve psikolojik durumunun bozulduğu ve bu suretle mobbinge maruz bırakıldığı belirtilerek suç duyurusunda
bulunulduğu, yürütülen soruşturma sonucunda müsnet
eziyet suçunun unsurlarının oluşmadığı belirtilerek, şüpheliler hakkında
kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği, ancak başvurucu tarafından somut
başvuru açısından daha etkili bir giderim yolu olan hukuk davası açma yoluna
gidilmediği anlaşılmaktadır.
42. Yukarıda yer verilen
tespitler çerçevesinde, üçüncü kişilerce fiziksel ve zihinsel bütünlüğe yapılan
müdahaleler ile ilgili olarak, başvurucu tarafından yalnızca ceza muhakemesi
yoluna başvurulmuş olduğu nazara alındığında, Anayasa Mahkemesine bireysel
başvuruda bulunabilmek için tüm başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun yerine
getirildiği söylenemez.
43. Açıklanan nedenlerle, somut
başvuru açısından daha etkili bir giderim yolu olan hukuk davası açma imkânı
kullanılmaksızın bireysel başvuruda bulunulduğu anlaşıldığından, başvurunun bu
kısmının “başvuru yollarının tüketilmemesi”
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurucunun,
1. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiasının “konu bakımından yetkisizlik”,
2. Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal edildiğine yönelik iddiasının
“başvuru yollarının tüketilmemesi”,
nedenleriyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına,
15/4/2014
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar
verildi.