TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
MÜMTAZER TÜRKÖNE BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2017/17839)
|
|
Karar Tarihi: 27/11/2019
|
R.G. Tarih ve Sayı: 10/1/2020 - 31004
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Recep
KÖMÜRCÜ
|
Üyeler
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
|
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
|
|
Recai AKYEL
|
Raportör
|
:
|
Yusuf Enes
KAYA
|
Başvurucu
|
:
|
Mümtazer TÜRKÖNE
|
Vekili
|
:
|
Av. Elvan
KILIÇ
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; tutuklamanın hukuki olmaması, tutukluluğun makul
süreyi aşması, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması, tutukluluk
incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne çıkarılmaksızın yapılması, sulh ceza
hâkimliklerinin bağımsız ve tarafsız olmaması, tutukluluğun gözden geçirilmesi
kararlarının tebliğ edilmemesi ve tutukluluğa itirazın incelenmemesi,
tutukluluğa etkili itiraz hakkının kullanılamaması nedenleriyle kişi hürriyeti
ve güvenliği hakkının, mal varlığına tedbir konulması nedeniyle çeşitli anayasal
hakların, ceza infaz kurumundaki kısıtlamalar nedeniyle haberleşme
hürriyetinin, siyasetçilerin açıklamaları nedeniyle masumiyet karinesinin,
gazetecilik faaliyeti ve ifade özgürlüğü kapsamındaki eylemlerin tutuklamaya
konu edilmesi nedeniyle de ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiği
iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 28/3/2017 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını Anayasa
Mahkemesine sunmuştur.
III. OLAY VE OLGULAR
8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal
Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler
çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:
9. Başvurucu; kamuoyunca bilinen bir gazeteci, yazar ve
akademisyendir.
10. Türkiye 15 Temmuz 2016 gecesi askerî bir darbe teşebbüsüyle
karşı karşıya kalmış, bu nedenle 21/7/2016 tarihinde ülke genelinde olağanüstü
hâl ilan edilmesine karar verilmiştir. Kamu makamları ve soruşturma mercileri
-olgusal temellere dayanarak- bu teşebbüsün arkasında Türkiye'de uzun yıllardır
faaliyetlerine devam eden ve son yıllarda Fetullahçı
Terör Örgütü (FETÖ) ve/veya Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak
isimlendirilen bir yapılanmanın olduğunu değerlendirmişlerdir (Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No:
2016/22169, 20/6/2017, §§ 12-25).
11. Bu kapsamda FETÖ/PDY'nin kamu
kurumlarındaki eğitim, sağlık, ticaret, sivil toplum ve medya gibi farklı
alanlardaki yapılanmalarına yönelik ülke genelinde soruşturmalar yapılmış; çok
sayıda kişi hakkında gözaltı ve tutuklama tedbirleri uygulanmıştır.
12. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başvurucunun da
aralarında bulunduğu ve çoğunluğu gazeteci, yazar ve akademisyen olan şüpheliler
hakkında FETÖ/PDY'nin medya yapılanmasıyla bağlantılı
olarak soruşturma başlatılmıştır.
13. Başvurucu, anılan soruşturma kapsamında 27/7/2016
tarihinde gözaltına alınmıştır.
14. Başvurucunun ifadesi 2/8/2016 tarihinde İstanbul İl Emniyet
Müdürlüğünde alınmıştır. İfade alma işlemi sırasında başvurucunun müdafii de hazır bulunmuştur. İfade tutanağında
belirtildiğine göre ifade alma işlemi öncesinde, isnat edilen suçlar
başvurucuya açıklanmıştır. İfadesine esas olmak üzere başvurucuya, darbe
girişiminde bulunan FEFÖ/PDY'nin yapısının nasıl
olduğu, örgütün yayın organlarında veya diğer alanlarda kendisine bir görev
verilip verilmediği, herhangi bir internet sitesinde Fetullah
Gülen'in yaptığı konuşmaları takip edip etmediği, örgütün hangi kademesinde ne
tür görevler aldığı, sorumlu olduğu ya da emir aldığı kişilerin kim olduğu,
örgütün medya organlarının yayın politikasının nasıl şekillendiği ve örgüt
liderinin yayın organlarıyla irtibatının nasıl sağlandığı, örgüt lideriyle
irtibatının bulunup bulunmadığı ve örgüt liderini ziyaret edip etmediği, darbe
girişiminden önceden haberdar olup olmadığı, darbe girişiminde bulunan
kişilerle ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeliyle bir irtibatının olup
olmadığı sorulmuştur. Başvurucuya ayrıca 4/2/2016 ("Arınç Sarayı Sur'daki
Tünellere Sokuyor" başlıklı) ve 5/2/2016 tarihli ("Dolmabahçe'de
Sona Eren Neydi" başlıklı) yazılarıyla darbe girişimini meşru kılmaya
çalışıp çalışmadığı sorulmuştur. Başvurucuya ayrıca "Devri Sabık Yaklaşırken", "Türkiye'nin Yeni Aktörleri" başlıklı
yazılar, "İktidarın Kulpunu Nasıl
Teslim Edecekler" başlıklı yazılarla darbe girişimini meşru
kılmaya çalışıp çalışmadığı, bu yazıları kimlerden talimat alarak yazdığı,
darbe girişiminden haberdar olup olmadığı, 17/25 Aralık soruşturmalarına ilişkin
süreç sonrasında da Fetullah Gülen tarafından
yönetildiği bilinen Zaman gazetesinde neden kalmaya ve örgütü desteklemeye
devam ettiği sorulmuştur.
15. Başvurucu; ifadesinde, köşe yazarı olarak gazete
yöneticilerinden ve dışarıdan herhangi bir talimat almadığını, yazılarını kendi
iradesi ve görüşleri doğrultusunda yazdığını, "Devri Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazısında iktidarı
eleştirdiğini ancak darbeyi değil demokratik muhalefeti savunduğunu, 4/2/2016
ve 5/2/2016 tarihli yazılarının ise çözüm süreci sonunda gelen şehit
haberlerine bir tepki niteliğinde olduğunu, bu yazılarında da demokratik çözüm
arayışlarından yana olduğunu ifade ettiğini, Fetullah
Gülen'in konuşması ile bu yazılar arasında zamansal olarak uyumsuzluk
bulunduğunu ve onları anılan konuşmadan önce kaleme aldığını, yazısıyla bu
konuşma arasında bir ilişki olmadığını, darbelere her zaman karşı olduğunu,
suçlamaları kabul etmediğini belirtmiştir.
16. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 4/8/2016 tarihinde başvurucuyla birlikte on dört şüpheliyi
tutuklanması talebiyle İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğine sevk etmiştir.
Tutuklama talep yazısında "Şüphelilerin,
terör örgütü FETÖ/PDY'nin yönetimindeki Feza
Gazetecilik A.Ş. ve bu şirketlerle birlikte hareket eden örgüte ait diğer
şirketlerde örgüt propagandası yapacak, terör örgütünü meşru gösterecek şekilde
yayınlar yaptıkları, bu şirketlere olası kayyum atanması hususları göz önüne
alınarak eylem ve fikir birliği içerisinde şirketin mal varlıklarını
birbirlerine devrettikleri, örgüte ait şirketlerin mal varlıklarının suçta
kullanılması nedeniyle müsaderesini önlemeye yönelik tedbirler aldıkları,
gazete dergilerinde yazı yazanların örgütün işlediği suçları meşru göstermeye
çalıştıkları, meşru gösterdikleri ve örgüte mali yönden mallarını korumaya
yönelik faaliyetlerine destek oldukları, FETÖ/PDY'nin
15/07/2016 tarihinde meşru Türkiye Cumhuriyeti hükumetini devirmeye yönelik
darbe girişimine kalktığı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını öldürmeye
kalkıştığı, yüzlere vatandaşımızı şehit ettikleri, tanklar ile sivil vatandaşın
araçları üzerinden geçerek acımasızca vatandaşlarımızı ezerek şehit ettiği,
masun insanların vatanı ve bayrağını terör örgütü üyelerinden korumak için
tankların önüne çıktığında keskin nişancılar ile tank ve tüfekler ile sivil vatandaşın
üzerine hedef alarak ateş ettikleri, Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisini
tarih boyunca hiç bir düşmanın dahi yapmadığı şekilde ilk defa bu örgütün
bombaladığı, örgüt lideri Fetullah Gülen'in terör
örgütü FETÖ/PDY'nin başarısız olması sonucu bunun
mutluluğunu yaşayan kahraman Türk Vatandaşlarını 'ahmaklar' diye niteleyerek
Türk Milletine hakaret ettiği, yabancı basın yayın organlarına çıkarak, adeta
Türkiye'nin yabancı güçler tarafından işgal edilmesini istediği, şüphelilerinde
bu örgüt lideri yönetimindeki kişinin istediği şekilde örgütün medya ayağını
oluşturdukları, bu örgüt lideri ile eylem ve fikir birliği içerisinde hareket
ettikleri, şüphelilerin üzerine atılı suçu işlediğine dair kuvvetli suç
şüphesinin varlığını gösteren olguların ve tutuklama nedeninin bulunduğu"
gerekçesiyle tutuklanmalarına karar
verilmesi istenmiştir.
17. Savcılığın talep yazısı, sorgu işlemi öncesinde İstanbul 4.
Sulh Ceza Hâkimliği tarafından başvurucuya okunmuştur. Ayrıca sorgu
tutanağında, başvurucuya isnat edilen suçların okunup anlatıldığı da
belirtilmiştir. Bu sırada başvurucunun avukatı hazır bulunmuştur. Başvurucu,
sorgu sırasında kolluk tarafından alınan ifadesini tekrar ettiğini belirtmiş ve
ek olarak "Ben yaklaşık 30 yıldır
siyaset biliminin çok geniş alanlarında yazılar yazan bir akademisyenim.
Yayınlanmış 16 kitabım mevcuttur. Bu kitaplardan ikisi doğrudan darbeler
hakkında yazılmıştır. Diğer kitaplarımda da eksiksiz ve istisnasız demokrasi
müdafaası yapılmaktadır. Bu uzmanlık birikimiyle darbe tehditi
konusunda toplumu cesaretlendirmek ve darbecileri caydırmak konusunda çok ciddi
katkılarım olmuştur. Darbe günü sayın Cumhurbaşkanının halkı sokağa çağırması
hem gazetede köşemde ve televizyon programlarında defaatle
dile getirdiğim ve patenti bana ait olan bir tezdir. Bunu darbe konusu gündeme
geldiği zamanda dile getirmiş ve tavsiyelerde bulunmuşumdur. Nitekim emniyette
alınan ifademde kanıt dosyası olarak bana sunulan 5 makalenin hiçbirinde
teşbih, mecaz, metafor ve hatta eşiğin aklına karpuz kabuğu düşürmek kabilinden
darbe iması addedilecek tek kelime yoktur. Tersine hükumeti eleştirirken çözüm
olarak dosyada yer alan her yazıda da demokratik çözümler, alternatifler,
sandık ve seçim gösterilmiştir. Hükumete karşı eleştirilerim var ve bu eleştirilerim
özellikle darbe konusundaki hassasiyetimden eleştiri özgürlüğünün geniş
tutulmasının darbe iklimini de yok edeceğini bildiğim için sürdürdüm. Ben
radikal hatta keskin addedilecek bir darbe karşıtıyım. Bunun tek bir istisnası
yoktur. Nitekim darbe gecesi de meşru hükumetin yanında yer aldığımı belirten
akabinde darbenin ihanet ve şerefsizlik olduğunu belirten twetler
attım. Sonrasında da darbe tehditi devam ederken
hükumeti destekleyen darbeyi lanetleyen ve bütün toplumun dikkatini ve darbe
sonrası toplumu restore edecek bu travmanın geçmesini sağlayacak uyarılarda
bulundum. Benim kadar radikal bir darbe karşıtının darbeci ithamına maruz
kalmasını gördüğüm muamelenin ötesinde çok onur kırıcı buluyorum. Özellikle
darbe gündemi sonrasında ülkenin duyduğu birlik beraberlik için çaba harcama
zamanı varken şahsımın bilhassa uluslararası camia da 'iktidarı eleştirenler
darbe karşıtı olarak tutuklanıyor' şeklinde aleyhe bir propagandaya konu
edilmesinden ülkem ve milletim adına derin bir üzüntü duyarım. Fethullah Gülen örgütü ile herhangi bir bağlantım yoktur.
Kendisini tanıyorum. Zaman gazetesinin onun kontrolünde olduğunu biliyorum.
Kendisi ile 2006 ve 2011 yılında 2 defa görüştüm. Aramızda kayda değer bir
görüşme olmadı. Yanımda da AK partili yöneticiler mevcuttu. En son darbe
olayından sonra çoğunluk gibi ben de hayal kırıklığı yaşadım ve o camia ile
birlikte olmaktan dolayı pişman oldum. Ben bir yazar olarak daha fazla
okuyucuya ulaşmak amacıyla Türkiye'de trajı en yüksek
gazete olan Zaman gazetesinde yazmayı tercih ettim. Esasında başkada yazı
yazabileceğim gazete yoktur. Kişilik olarak muhalif bir yapım vardır. Benim
hükümete karşı eleştirilerim demokrasinin ve özgürlüklerin genişleyip darbe
teşebbüslerinin engellenmesi amacına yöneliktir. Gazetede yazdığım süre boyunca
hangi konularda yazı yazacağım konusunda açıktan bir müdahale olmadı. Bazen
farklı konularda yazmam için güncel olaylar hatırlatıldı ve tavsiye edildi.
Yazdığım hiçbir yazıya müdahale edilmedi. Şahsen de gazetenin yayın politikası
ile kendimi bağlı hissetmedim. Zaman zaman manşetlerde savunulan görüşlere
aykırı yazılar yazdım. 2004 yılındaki Fethullah Gülen
cemaatinin faaliyetlerinin sona erdirilmesine dair karar hakkında 2013 yılında
aykırı görüşlerimi bildirdim ve MGK'nın o anki şartlarına göre karar aldığını
ve Fethullah Gülen cemaatine herhangi bir olumsuz bir
uygulamanın hükümet tarafından uygulanmadığını belirttim. Bu yazı gazetenin
yayın politikasına aykırı bir yazıydı. Buna rağmen bu yazıya da müdahale edilmedi."şeklinde
beyanda bulunmuştur.
18. İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğince 4/8/2016 tarihinde,
başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte yardım etme
suçundan tutuklanmasına karar verilmiştir. Hâkimlik "... şüphelilerden Mümtazer Türköne'nin ... örgüt adına yayın yapan gazetede yazarlık
yaptığı ve yazıları ile Fetö terör örgütünün
amaçlarına hizmet etmek ... suretiyle örgüt üyesi olmamakla birlikte söz konusu
örgüte yardım ettikleri kanaatine varılmıştır." şeklindeki değerlendirme ile başvurucu
yönünden silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediğine dair kuvvetli suç
şüphesinin bulunduğu sonucuna varmıştır.
19. Kararın tutuklama koşullarına ilişkin kısmı şöyledir:
"...Yüklenen silahlı terör örgütüne üye
olma ve silahlı terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etme suçlarının
kanunda öngörülen ceza miktarı, işlendiği iddia edilen suçun önemli ve ciddi
sayılan katalog suçlardan olması nedeniyle tutuklama nedenin 'kanun gereğince'
var sayılmıştır. Soruşturmanın henüz tamamlanmaması nedeniyle şüphelilerin delilleri
yok etme, gizleme, tanıklar üzerinde baskı oluşturma şüphesinin bulunduğu, işin
önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik önlemi değerlendirildiğinde,
Türkiye CumhuriyetiAnayasasının 13. maddesindeifade olunan ‘ölçülülük’ ilkesi uyarınca, daha
hafif koruma önlemi olanadli kontrol tedbiri
uygulanmasının bu aşamadasoruşturmaya konu suç ve bu
şüpheliler açısından ‘yetersiz’ kalacağı ve amaca hizmet etmeyeceği kanaatine
varılarak şüpheliler ve müdafilerinin serbest bırakılma istemlerinin REDDİ ile ...5271
sayılı CMK’nın 100 ve devamı maddeleri uyarınca ayrı
ayrı tutuklanmalarına ... [karar verildi.]"
20. İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğince 29/12/2016 tarihinde,
dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda başvurucunun tutukluluk hâlinin
devamına karar verilmiştir.
21. Başvurucunun bu karara yaptığı itiraz, İstanbul 1. Sulh Ceza
Hâkimliğinin 27/2/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Bu kararın başvurucuya
tebliğ edilip edilmediği belirlenememiştir.
22. Başvurucu 28/3/2017 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
23. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 10/4/2017 tarihli
iddianamesi ile başvurucunun anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme,
Türkiye Büyük Millet Meclisini (TBMM) ortadan kaldırmaya veya görevini
yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan
kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör
örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçlarını işlediğinden
bahisle cezalandırılması istemiyle aynı yer ağır ceza mahkemesinde kamu davası
açılmıştır.
24. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 24/4/2017 tarihinde, iddianamenin kabulüne karar
vermiş ve E.2017/112 sayılı dosya üzerinden kovuşturma aşaması başlamıştır.
25. İddianamede ilk olarak FETÖ/PDY'nin
kuruluşu, amacı, yöntem ve stratejisi, hiyerarşik yapısı, istihbarat ağı, mali
yapısı ve gelir kaynakları, silahlı gücü, emniyet ve yargı yapılanmasını
kullanarak gerçekleştirdiği bazı yasa dışı faaliyetlere yönelik iddialara
değinilmiştir. Sonrasında FETÖ/PDY'nin medyadaki
yapılanmasına ve faaliyetlerine yer verilmiş; özellikle bu yapılanmanın, medya
unsurlarının kamuoyunca bilinen isimleriyle Tahşiye, 17/25 Aralık, MİT tırları ve Selam-Tevhid-Kudüs Ordusu soruşturmalarına ilişkin
etkilerine dair açıklamalar yapılmıştır.
26. Savcılık; başvurucunun da aralarında bulunduğu şüphelilerin
FETÖ/PDY'nin medya gücünü oluşturduklarını, örgütün
genel amacı doğrultusunda anayasal düzeni, TBMM'yi ve Türkiye Cumhuriyeti
Hükûmetini ortadan kaldırmak için örgüt stratejisi ve hiyerarşisi içinde
rollerini yerine getirerek üzerilerine atılı suçları
işlediklerini ileri sürmüştür. Başvurucunun da aralarında bulunduğu şüpheliler
yönünden Savcılık tarafından yapılan hukuki değerlendirmenin ilgili kısımları
şöyledir:
"...
Şüpheliler Mümtazer Türköne., A.B., İ.K., A.T.A., M.Ü., Ş.A, N.U., L.S.,
O.K.C., ve İ.D.D. FETÖ-PDY medya organlarında görev yapan köşe yazarlarının;
yazı başlıklarının ve yazılarından seçilen kısımların 'cımbızla çekilip'
alınmadığı, konjonktürel ve tarihi perspektifle
bakıldığında bu yazılardaki ifadelerin 'mecaz' ya da 'metafor' olarak izah
edilemeyeceği, genel olarak operasyonların ve yargı sürecinin devam ettiği
dönemlerde kaleme alınan yazılarda Hükümete sadece muhalefet yapılmadığı veya
eleştiri yöneltilmediği; görünürde suç unsuruna rastlanılmayan yazılarında dahi
basın ve ifade özgürlüğünün sınırlarını aşarak devlet yetkililerinin ve
kurumlarının haklarını ihlal niteliğinde ifadeler kullandıkları ya da ön
hazırlık niteliğinde yazılar yazdıkları; şüpheli yazarların genel itibariyle de
süreç içerisinde böyle bir duruş sergiledikleri, basın ve ifade özgürlüğünün
sınırlarını aşarak devlet yetkililerinin ve kurumlarının haklarını ihlal
niteliğinde ifadeler kullanarak örgüt amacına hizmet ettikleri; ulusal
güvenliği tehdit edebilecek, toplum huzurunu, toplumsal barışı ve asayişi
bozabilecek beyanlarda bulundukları, askeri darbe çağrısında bulunmaktan
çekinmedikleri, bu haliyle şüpheli yazarların gerek suç unsuru ihtiva ettiği
tespit edilen yazılarıyla gerek tek başına suç unsuru olduğu belirlenememekle
birlikte örgütsel hedef ve amacı tamamlayan yazılarla FETÖ-PDY terör örgütü
hiyerarşisi içerisindeki görevlerini yerine getirdikleri,
...
Bu şekilde ... şüphelilerin FETÖ-PDY silahlı
terör örgütünün medya gücünü oluşturdukları ... üzerlerine atılı suçları
işledikleri anlaşılmıştır."
27. İddianamede, genelde suçlamalara konu olan gazete
yazılarının yayın tarihlerine ve başlıklarına yer verilip bu yazıların hangi
amaçla yazıldığına değinilmiştir. Başvurucu yönünden bu suçlamaların Zaman
gazetesindeki yazılarına dayandırıldığı görülmektedir. Bu yazılara ve
Savcılığın bunlara ilişkin iddianamedeki değerlendirmelerine aşağıda yer
verilmiştir:
i. 23/12/2013 tarihli, "Gemi
Hızla Su Alıyor" başlıklı
yazının içeriği şöyledir:
"Kaptanın marifetinin
fırtınalı denizde belli olması, Başbakan'ın sık kullandığı bir benzetme idi.
Fırtına dehşetli, üstelik tam gövdeden bir torpil yemiş olan gemi hızla su
alıyor. Siyasî maharetinin tam bu krizde hükmünü yürütmesi lâzım; ancak
Başbakan kilitlenmiş görünüyor. Teşbihleri gerçeğe uygun yapalım. Su alan gemi
Türkiye, hükümet değil. Bir hükümet gider, yenisi gelir. Ülkenin kayıplarını
telafi etmek için millet bedel ödeyecek.
Başbakan, bütün siyasî kariyeri boyunca
kendisine hiç yakıştırılmayacak bir hatada ayak diriyor. Zan altında bulunan
Bakan, kendisini soruşturacak olan polisleri kıyma makinesinden geçiriyor.
Çürük elmaları ayıklamak Başbakan'ın görevi; tersine onları yetkili pozisyonda
tutmak çok ağır bir sorumluluk. Başbakan'ın savunma argümanlarının tamamı
yanlış. 'Neden haber vermediler' tepkisi ile başlayan savunma hatası, aynı
şekilde devam ediyor. Savcı emrinde soruşturma yürüten polislerin haber vermesi
kanunen suç teşkil ediyordu. Doğrudan İçişleri Bakanı'nı hedef alan bir
soruşturmayı, ona haber vermek hangi akla uyar? 'Dış mihraklar', 'kirli
ittifak', 'devlet içinde çete' argümanlarının iki zayıf tarafı var. Birincisi,
11 yıldır devleti yöneten hükümet, ülkenin asayiş ve güvenliğini emanet ettiği
polis kadrolarını 'çete' olmakla itham ediyor. O zaman biz kime güveneceğiz?
İkincisinin hiç mazur görülecek bir tarafı yok: Velev ki yolsuzluk soruşturması
dış mihrakların marifeti; o zaman yolsuzlukları sineye mi çekeceğiz? Dış
mihrakların ve çetelerin teşhir ettiği yolsuzluklara sayılmaz mı diyeceğiz?
Bugün Resmi Gazete'de yer alan, Adli Kolluk Yönetmeliği'nde yapılan
değişiklik, Başbakan'ın ilk gün 'amirlerine neden bilgi vermediler'
eleştirisinin yanlışlığına ters bir delil. Yönetmelik değişiyor ve en üst amire
bilgi verme zorunluluğu getiriliyor. Bu delil aynı zamanda kriz yöneten
karargâhın ne kadar dağılmış vaziyette olduğunu gösteriyor. 'İçişleri Bakanı
hakkında yürütülen soruşturmayı, içişleri bakanına haber verme zorunluluğu'
anlamına gelen bu değişiklik, hukuk devletinin en temel rüknüne aykırı. CMK'da kapı gibi 157. madde var. Soruşturmalar gizli ve
yönetmelik değişikliği ile 'soruşturmanın gizliliğini ihlal' suçu ortadan
kalkmaz. CMK'ya göre savcının emrinde soruşturmada
görev alan polis, en üst amire haber verdiği zaman suç işlemiş olur ve
tutuklanmak üzere kendisini hakîmin karşısında bulur. Doğrusu da budur.
Gemi yalpalıyor. Kaptan sakin bir limana
ilerlemek yerine fırtınanın tam merkezinde kalmakta ısrar ediyor. Doğrusu,
kangren olan kolu kesip atmak. 'Soruşturma devam ediyor' diyerek, elinde güç
bulunduranlar masumiyet karinesine sığınamaz. Tersine ellerindeki gücü,
soruşturmanın selameti için kullandıklarını göstermeleri lazım. Doğal olanı,
şaibeli bakanların anında görevden alınması ve aklanma iradesi sergilenmesiydi.
Artık bu saatten sonra, rüşvet almakla itham edilen bir İçişleri Bakanı'nın
emniyet teşkilatında yaptığı kıyımı kimse kolay kolay halka izah edemez.
Sert tartışmalar, sert kutuplaşmalar
getiriyor. Taraf olmaya gerek yok; bu konu sadece haktan hukuktan yana olunacak
bir durum. Sağduyu, gerçeğin ortaya çıkmasını emrediyor. Yolsuzluk yapan
kulağından tutulacak ve cezasını çekecek; AK Parti varsa safralarından kurtulup
yoluna devam etsin. Bu tartışmayı, parti aidiyetleri üzerinden sürdürmek ortak
değerlerimize zarar verir. Rüşvet alındı mı? Yolsuzluk yapıldı mı? Bilmiyoruz.
Adli kolluk yönetmeliği değişikliği gibi adımlar, Hükümet'in bu iddiaların
üzerine gidilmesini engellemek için akla zarar işler yaptığını gösteriyor.
Türkiye 'ameliyat yapılan bir ülke' haline
gelmemeli. 'Dış mihraklar, bakanlara rüşvet dağıtarak Türkiye'de ameliyat
yaptılar' argümanını, 'rüşvet almasalardı ve bu operasyonu yaptırmasalardı'
cevabı çürütmek için yeterli değil mi?
Hükümetin yaklaşımı, soruşturmanın ötesinde
Türkiye'nin hassas dengelerini sarsan ilave bir faktöre dönüşüyor. Başbakan
için doğru tek ölçü var: Bakanlarına veya partisine değil, yönettiği Türkiye'ye
sahip çıkmak. Su alan gemi Türkiye çünkü."
ii. 24/12/2013 tarihli, "Başbakan
Kaybettiği Savaşı Sürdürüyor" başlıklı yazının içeriği
şöyledir:
"Sözleri zaten bir
stratejiyi veya siyasî bir hesabı değil, öfke ve intikam duygularını
yansıtıyor. 'Velev ki' Cemaat'i önce didik didik
doğradı sonra da darmadağın etti. Eline ne geçer? Derdine çare olur mu? 11
yıllık iktidar gücünü ve halk nezdindeki karizmasını saplandığı bataklığı aşmak
için tüketiyor. Sırtındaki ağır yükle bu badireyi geçmesi imkânsız.
Durumu özetleyen meşhur fıkrayı hatırlayalım.
Başbakan halefine üç tane zarf bırakıp tembih ediyor: 'Çok zor durumda kaldığında
sırasıyla aç'. Ekonomi berbat vaziyette ve hükümet sallanıyor. Yeni başbakan
birinci zarfı açıyor ve çareyi okuyor: 'Muhalefeti suçla!' Durumu biraz
toparlıyor ama bir zaman sonra muhalefetin baskısı dayanılmaz hale geliyor ve
mecbur kalıp ikinci zarfı açıyor. Yine tek bir cümle: 'Dış mihrakları suçla.'
Bir süre idare ettikten sonra bu sefer yolsuzluklar ayyuka çıkıyor, ahval berbat; ve çaresiz son zarfı açıyor. Zarfın içinde yine çok
kısa bir not: 'Hemen halefine üç tane mektup bırak!'
Başbakanımız, henüz üçüncü zarfı açmadı; çünkü
kaybettiği bir savaşı cansiperane şekilde sürdürmeye çalışıyor. Sözleri zaten
bir stratejiyi veya siyasî bir hesabı değil, öfke ve intikam duygularını
yansıtıyor. Velev ki Cemaat'i önce didik didik
doğradı sonra da darmadağın etti. Eline ne geçer? Derdine çare olur mu? 11
yıllık iktidar gücünü ve halk nezdindeki karizmasını saplandığı bataklığı aşmak
için tüketiyor. Sırtındaki ağır yükle bu badireyi geçmesi imkânsız. Safralardan
kurtulmaya ise yanaşmıyor. Arkasındaki halk desteği nereye gider? Bu soru
apayrı bir konu; ama önünde duran hukukun ördüğü yüksek duvarı aşmasına yetecek
hiçbir araca sahip değil. Ortada çok ciddi bir yolsuzluk dosyası var ve
Başbakan üstü kapalı olsa da durumu kabul ediyor. Sadece Cumhuriyet'in haberinde
yer alan 'Teslim edilen para, peşkeş çekilen, devletin parası, milletin parası
değildir' sözü kendisine aitse, aleni bir suç ikrarı. Devletin bankasının genel
müdürünün, bakanların çocuklarının sanık olarak yer aldığı bir soruşturmanın
ucu gelir milletin ve devletin hukukuna dayanır. Yargıya savaş açarken
söylediği, 'Siz de böyle pırlanta, tertemiz değilsiniz. Bizim de bildiklerimiz
var.' lafı, içinde iki suç barındırıyor. Birincisi, 'evet biz temiz değiliz'
ikrarını; ikincisi ise başkalarına ait suçları şantaj amaçlı saklama itirafını.
Krizin henüz daha bir haftası geride kaldı.
Hukuk yavaş işler ama sağlam işler. Başbakan, umutsuzca yağıp-gürleyerek
sürdürdüğü savaşta 'hükmen' mağlup oldu. 'İmam-hatiplere bağıştan', 'barış
sürecini sabote etme' argümanına, Halk Bankası'nın ekonomimiz için vazgeçilmez
değerine kadar geliştirilen hiçbir gerekçe yolsuzluğu meşrû
göstermeye yetmiyor. Hükümet kan kaybetmeye devam ediyor. Sadece vaziyete isim
konulması zaman alacak.
Gidişatı anlamakta zorluk çekenlerin, zihni
karışanların başvuracağı sağlam ölçüleri hatırlatalım. Bir tanesi, gazetemizin
tirajında -bir kampanya yürütülmemesine rağmen- hızlı artış. Başbakan'ın Hocaefendi'ye karşı giriştiği polemik, onun gibi kendini
kanıtlamış bir liderin ferasetine aykırı. 'Cemaat' bir siyasî parti değil,
üstelik ahlakî-vicdanî bir prensibe dayanıyor.
Üstelik bu savaşta 'Cemaatin' -'in'de
yaşadıklarına göre- kaybedecek kaşaneleri yok. Siyasî iktidarlar, bir araya
getirdikleri çıkar ortaklığı bitince dağılırlar. 'Cemaat' bir gönüllüler
hareketi ve gücünü 'alma'ya değil 'verme'ye dayandırıyor. İktidar baskısı, böyle yapıları
dağıtmaya yetmez, tam tersine güçlendirir. Cengiz Han, Yesevî
Dergâhı'nın müridlerinin
kellelerinden koca tepeler yaptı, yine de o mübarek ocağın ateşini söndüremedi.
Yolsuzluk batağına saplanmış bir hükümet, evrensel boyut kazanmış böyle bir
sivil-gönüllü hareketin neresini budayabilir? 'Budadı' diyelim, kendisine ne
fayda sağlayabilir?
Hocaefendi, Başbakan'a çareyi gösteriyor: 'Aklan' diyor, 'vahdeti temin et, vifak ve ittifak yollarını araştır'. Başbakan ise, geçmişte
darbecilere karşı sert duruşunu 'bir tek geri adım atmayacağız' diye bu sefer
pamuk gibi insanlara karşı gösteriyor. Siyaseti çöküyor, itibarı darmadağın
oluyor. Peşinen kaybettiği savaşı, ısrarla sürdürüyor. Adaletin terazisi artık
başbakanın elinde değil; o da bir kefede tartılıyor ve hızla ağırlığı azalıyor."
iii. 29/12/2013 tarihli, "Yargı
Başbakanın Siyasi Rakibi mi?" başlıklı yazının içeriği
şöyledir:
"En son 'HSYK’yı kim yargılayacak?' diye kendi sorduğu soruya
Başbakan, 'millet yargılayacak' cevabını verdiğine göre, zihnindeki 'yargı algısı'nda esaslı bir sorun olmalı. Başbakan’ın sürdürdüğü
polemik, yargı erkine siyasî parti muamelesi yaptığını gösteriyor. Yargıyı,
sandıkla tehdit ediyor. Yargı seçime mi girecek? Yargının yürüttüğü
soruşturmayı, sandıkta halk mı karara bağlayacak?
Diyor ki: 'Ben şuna inanıyorum; ‘egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir, egemenlik kayıtsız şartsız yargının değildir.' Başbakan’ın
bu inancı yanlış. Üstelik yürütme erkinin başında olduğuna göre sahip olduğumuz
demokratik-hukuk devletini tehlikeye atacak çapta büyük bir yanlış. Çünkü cümle
içinde yer alan zıtlık, 'egemenlik' adı verilen gücün kendi içinde mevcut
değil. Ayrıca bu iş bir inanç meselesi değil. Başbakanlar bir yargı
soruşturması ile karşılaştıkları zaman egemenliği kendilerine göre
yorumlamasınlar diye, bu prensip anayasaya çok açık bir şekilde yazılıyor.
Nitekim bizim Anayasa’mızın 9. maddesi (6. maddede egemenliğin yetkili organlar
eliyle kullanılacağını belirttikten sonra): 'Yargı yetkisi, Türk milleti adına
bağımsız mahkemelerce kullanılır' hükmüyle, Başbakan’a çok açık cevap teşkil
eden bir ifadeye yer veriyor. Evet, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet
sahip olduğu egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır. Bu yetkili organlar
(Anayasa’da sıralandığı üzere): Yasama, yürütme ve yargıdır. Anayasa, kuvvetler
ayrılığı prensibine göre bağımsız olan bu üç 'millî irade organı' arasında bir
hiyerarşi olmadığını, yani birinin diğerine üstünlüğünün bulunmadığını
'Başlangıç' kısmında belirtir. Hepsinin üstünde yer alan tek güç Anayasa ve
kanunlar yani hukuktur. Zaten bu prensibin işlediği, yani devlet adına
kullanılan yetkilerin tamamının hukuka dayandığı devlet düzenine 'hukuk
devleti' adı verilir. Hukuk denetimi yargıdan sorulduğuna göre, fiilen yargı
'millî irade'nin en tartışmasız iş gören organı
olmaktadır.
Demek ki millî iradeyi tek başına Başbakan
temsil etmiyor. O sadece yürütme erkinin başında bulunuyor. Parlamenter
sistemde partisinin yasama organında çoğunluğu olduğu için, millî iradenin
yasama kısmında da bir ağırlığı var. Yasama erki, iktidarı ve muhalefeti ile
Parlamento’nun tamamına ait. Sonuçta hem yürütmede hem de yasamada Başbakan’ın
yetkileri sınırsız değil. Yürütme olarak bazı yetkilerini Cumhurbaşkanı ile
birlikte kullanıyor. Yasama organında da meselâ anayasa yapamıyor. Ve hepsinin
üzerinde, kullandığı bütün yetkilerin hukuka uygun olması gerekiyor. İşte uygun
olmadığı zaman devreye yargı erki giriyor. Onu dengeliyor. Yürütmenin (ve tabii
yasamanın) yaptıklarının hukuka uygunluğunu denetleme yetkisi yargıya ait
olduğu için, yargı erki her ikisinin de fiilen üstünde yer alıyor.
Bir de şu anda tartıştığımız konunun bir
erkler çatışması olmadığını hatırlayalım. Yargı yürütmenin elindeki bir yetkiye
el koymuyor. Sınırlarına tecavüz etmiyor. Sadece yürütme organının da içinde
yer aldığı bir yolsuzluk soruşturması yürütüyor. Yürütme alenî olarak bu
soruşturmayı engellemeye çalışıyor. Engellemek için adlî kolluğu hallaç pamuğu
gibi atıp, işini yapamaz hale getiriyor. Savcının soruşturmayı yürütmesini
engellemek için, adlî kolluğun üzerinde idarî denetim kuruyor; soruşturma
başlar başlamaz Adlî Kolluk Yönetmeliği’ni değiştiriyor ve yargıya müdahale
ediyor. Bu durumun neresi erkler çatışması? Yargının yürüttüğü soruşturmayı
engellemek, bir yetki çatışması mı?
Başbakan yargı erkini doğrudan bir siyasî
rakip statüsüne yerleştiriyor. Daha öteye geçip, ihanet retoriği ile siyasî bir
savaş ilan ediyor. Yargıyı, yürüttüğü yolsuzluk soruşturması yüzünden 'ajan',
'çete' ilan ediyor. Yargı bir siyasi parti olmadığına göre, bu suçlamalara
nasıl karşılık verecek? Tabii işini yaparak. Yargı, Başbakan aksini düşünse de
seçimlere girmeyecek. Buna rağmen hepimiz adına millî iradeyi temsil etmeye ve
suçluları yargılamaya devam edecek. Yargılarken sandıktan çıkan oya değil,
delillere bakacaklar."
iv.
10/1/2014 tarihli, "Cumhurbaşkanı,
Freni Patlayan Kamyonu Durdurabilir Mi?" başlıklı yazının
içeriği şöyledir:
"Cumhurbaşkanı önceki
gün Kara Harp Okulu'nda İngilizcesini de kullanmış: Check
and balance. Demokratik
hukuk devleti denge ve fren mekanizmaları ile işler. Gücün suistimalini
ve keyfîliği önlemek, adil bir devlet düzenini, insan
haklarını korumak için devlet iktidarını kullanan güçler arasında dengeler
kurulur ve fren sistemi her daim devrede tutulur. Bir dizi tedbirin ve
mekanizmanın en başında kuvvetler ayrılığı prensibi yer alır. Kuvvetler
ayrılığı prensibi ile yargı, çoğunluğun iradesi yerine genel-ortak (millî)
iradeye bağlanır. Böylece hukuk, devlet gücünü kullanan herkesin üzerinde
egemen olur. Yürütme, yasama ve yargı hukukun üstünlüğü altında (rule of law) birbirini dengeler
ve frenler. Denge ve fren mekanizmaları her şeyin üzerine hukuku egemen kılmakla
sınırları tayin eder.
Bugün devlet, freni patlamış, balatalarını
sıyırmış bir kamyon gibi son sürat yol alıyor. Direksiyonda Başbakan var ve bu
koca kamyon girdiği bataklıktan çıkmak için önüne geleni ezip geçiyor. Bu
badireyi geçse bile geride bir şey bırakmayacak ve sert bir kayaya toslayıp
ülkeyi darmadağın edecek. Türkiye'nin istikrarını sürdürme yeteneği, artık
Başbakan'ın irade ve inisiyatifinde değil; o sadece can derdinde. Dün zorlu
engelleri aşarken kullandığı güç ve irade, yani 'sağlam liderliği', bugün
sadece tahribatı büyütmeye yarıyor. 'Yolsuzluk yapmış olsa bile' kaydıyla,
yaklaşmakta olan kaosun korkusu yüzünden hükümete destek verenler, kısa zamanda
Başbakan'ın istikrarı sürdürme yeteneği kalmadığını anlayacaklar. Hükümet ne
yaparsa yapsın, bu yolsuzluk dosyaları kapanmaz. Bataklık alanda yürüttüğü
umutsuz kavga, sadece ülkenin daha fazla zarar görmesine yol açar.
Adli Kolluk Yönetmeliği'nin değiştirilmesi ile
başlayan denge ve fren sorunu HSYK tasarısı ile büyüyerek devam ediyor. İzmir
soruşturmasında, adli kolluk, savcıların talimatlarına uymadı. Operasyon başlar
başlamaz adli kolluk sıfatı kazanan emniyet müdürlerinin görevden alınması,
doğrudan soruşturmanın engellenmesi demek. Birilerinin suçlu olup olmadığından
bahsetmiyoruz, kimseyi yargılamıyoruz. Soruşturma yapılamıyor; hukuk ve adalet
adına daha vahim bir durum olabilir mi?
Hükümet hem yargıyı,
hem de yargının uyguladığı hukuku, elindeki bütün araçları seferber ederek yok
etmeye, böylece suçları yok hükmüne sokmaya çalışıyor. Hukuk ortadan kalkınca
bu ülkede birlikte yaşayabilmek için bize ne kalacak? Tek çare var: Bu kamyonun
durdurulması lâzım. Cumhurbaşkanı, sahip olduğu yetkileri kullanarak hiç
olmazsa yan koltuğa geçebilir ve el frenini yavaş yavaş çekebilir; devrilmeden
kamyonu yavaş yavaş durdurabilir. Onu şoför mahallinde görmek, yani inisiyatifi
ele alması bile sükûneti temin etmek için çok etkili bir çare.
Cumhurbaşkanı'nın önceki gün Harp Okulu'nda
söyledikleri, yargıyı kendisine bağlamaya kalkan Hükümet'i hedef alıyordu.
Kuvvetler ayrılığı prensibini ve bu prensibe bağlı olarak herkesin yetki ve
sorumluluklarının sınırlarını hatırlatması, yargı bağımsızlığını koruma çabası
dışında yorumlanamaz. Cumhurbaşkanı'nın doğrudan Anayasa'dan kaynaklanan
sembolik ama tam da bugünler için derin anlamlar taşıyan yetkileri var.
Anayasa'nın 104. maddesi bugün ihtiyaç duyduğumuz bir görevi tanımlıyor:
'Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk
milletinin birliğini temsil eder; Anayasa'nın uygulanmasını, devlet
organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir' Cumhurbaşkanı, yürütme
erkinin yargı erkini kendisine bağlama teşebbüsüne ve yargıya yönelik ağır
saldırılarına 'devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek'adına müdahale edebilir.
Kriz zaten dolambaçlı yollardan geçip
Cumhurbaşkanı'nın önüne geliyor. HSYK tasarısı, Cumhurbaşkanı'nın adil bir
denge noktası oluşturması ve fren sistemini çalıştırması için bir fırsat. Bu
kanun, önüne geldiği zaman sadece Meclis'e geri göndermekle yetinmeyecek,
mutlaka anayasal görevini de ifa edecektir. Cumhurbaşkanı siyasî birikimi,
mizacı ve üslubu ile de tam bugünler için bir kader adamı. Üstelik son çaremiz."
v. 31/1/2014 tarihli, "Paranın
İktidarı" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Hükümet kanadı
yolsuzluk soruşturmalarını dört koldan karartmaya ve gündemden düşürmeye
uğraşıyor. Muhtemelen soruşturmaları yürüttükleri için mağdur edilen polisler
ve savcılar da ellerindeki kritik dokümanları sosyal medya aracılığıyla servis
ediyor. 'Haramzadeler' isimli, sürekli kapatılan ama tekrar açılan bir Twitter hesabı bu belgeleri yayınlıyor. Yayınlanan metinler
belli ki soruşturma dosyasına konmuş, yani resmî kontrolden geçmiş teknik takip
raporları. Masumiyet karinesi herkes için geçerli; ancak kişileri suçlamak ve
mahkûm etmek dışında, bu metinler -şayet doğru ise- içinde dönüp-durduğumuz ve
çoğu zaman anlamakta güçlük çektiğimiz siyasî-ekonomik düzenin ne tür
mekanizmalarla işlediğine dair çok sağlam ipuçları barındırıyor.
Öncelikle Başbakan'ın fiilî gücünü, devlet
rantını dağıtma iktidarından aldığı anlaşılıyor. Devletten ihale alan işadamları, karşılığında Başbakan için gazete ve televizyon
satın alıyor. Kılıçdaroğlu'nun sorduğu 'ATV ve
Sabah'ın patronu Başbakan mı?' sorusunun cevabı, bu soruşturma dokümanlarında
delilli-ispatlı bir şekilde var. Aynı kaynaktan, yani devlet rantından gelen
'hayır' paralarının sağladığı toplumsal iktidar gücü tasavvur edilemeyecek
kadar büyük. Bir siyasî partinin, neredeyse sınırsız kaynak kullanarak toplumun
yoksul kesimlerine para dağıtma imkânı, doğrudan 'millî irade yolsuzluğu' değil
midir? İşadamları havuza yüzer milyon atarak, tam bir
milyar değerindeki medya şirketini Başbakan'ın emrine amade kılıyor. Her türlü
ihale, ruhsat gibi işlerden ve özellikle kent rantından kesilen yüzde on
komisyonlarla devasa bir sosyal organizasyon vücuda getiriliyor. En tepede
medya gücü, en aşağıda sosyal devletin yerine geçen hayırsever bir parti
organizasyonu. Anayasanın Başbakan'a verdiği hukukî yetkiler mi, yoksa devlet
rantı üzerinden oluşmuş bu denetimsiz fiilî iktidar mı? Sizce hangisi daha
güçlü?
TÜSİAD Başkanı'nın Başbakan tarafından
ihanetle suçlanmasına neden olan şikâyeti, Türkiye'deki iktidar sacayağının
üçüncüsüne işaret ediyor. Başbakan'ın kullandığı devlet iktidarı, Janus'un iki yüzü gibi. Bir tarafta devlet rantı üzerinden
zenginlik, öbür tarafta bu güce boyun eğmeyenlere ceza dağıtılıyor. Başbakan'ın
medya patronu Aydın Doğan'a tehdidi, bu baskıların nasıl işlediğini göstermedi
mi? 'İmar iznini, Şehircilik Bakanlığı verecek, Sarıgül'ün seçimi kazanması
Aydın Doğan'ın otel yapmasına yetmeyecek.' Başbakan, sadece 'güç bende' demiş
oluyor.
Soruşturma dosyalarında yer alan bu
dokümanlarda devlet kayırmasına mazhar olan işadamları
ile Başbakan arasındaki ilişkinin ne kadar laçka ve laubali olduğu görülüyor.
Hükümet'in imtiyazlar verdiği bir işadamı grubu ile
Başbakan arasında kurulan bu çok içli-dışlı ilişki, Türkiye'de işleyen iktidar
düzeninin ana iskeletini oluşturuyor. Bu düzene siyaset literatüründe
'ahbap-çavuş (crony) kapitalizmi' adı veriliyor.
Lisanslar, imtiyazlar, vergi muafiyetleri, rantlar ve her türlü devlet
müdahalesi tamamen keyfi şekilde hükümetle kanka
olmuş işadamları arasında paylaştırılıyor. Bu düzenin
vazgeçilmez bir ön şartı var: Keyfiliğin mümkün olabilmesi için özellikle
ekonomik kamu hukukunun belirsiz olması, yani doğrudan hukuksuzluk gerekiyor.
Türkiye'de ihale kanununun bu kadar çok değişmesinin ve kent rantını vergiye
bağlayan bir kanunun çıkartılmayışının sebebini bu ön şartta aramalısınız. A.D.nin arazisine verilecek emsali belirleyen açık bir
kanun maddesi olsaydı, Başbakan bu işadamını tehdit
edebilir miydi?
Yolsuzluk soruşturmaları, işte bu sağlam
sacayağının tam ortasına 105'lik obüs mermisi gibi düştü. İktidar düzeneği
içgüdüsel olarak tahribatı, kendisini var eden yöntemi kullanarak tamire
çalışıyor: Hukuksuzluk üreterek. Yerine getirilmeyen mahkeme kararları,
yargının Başbakan'a bağlanması ile ortadan kaldırılacak. Ancak düzenin
hukuksuzluk üretme yeteneği kendisi ile birlikte çöktü. Bu yüzden hukuksuzluk,
eninde sonunda davası görülecek suçların ve dosyaların sayısını artırmaktan
başka bir işe yaramıyor. Yolsuzluk soruşturmaları, yürümeyen haliyle bile,
paranın keyfi düzenine son verdi. Yeni düzen ancak sağlam bir hukukla tesis
edilebilir."
vi. 3/3/2014 tarihli, "Adalet
Elbette Yerini Bulur" başlıklı
yazının içeriği şöyledir:
"Başbakan konuyu 'adalet
yerini buldu” diye açıp 'hak yerini buldu' diye bitiriyor. Arada hüküm verdiği
konu ise, Reza Zarrab ve
bakan evlatlarının yer aldığı 17 Aralık sanıklarının serbest bırakılması. 'Hak
yerini buldu' sözü doğru; ama adaletin çekingen yüzünü göstermesi için daha
vakit var. Güç Başbakan’ın elinde olduğuna göre onun hakkına 'aslan payı'
düşüyor. Meşhur hikâyedir: Aslan, karşısında tilki ve kurt birlikte
yakaladıkları avı üçe ayırıp paylaştırıyor. 'İlk parça eşit pay sahibi olarak
benim. İkincisi, kral olduğum için bana düşüyor. Üçüncü ise aranızda en güçlü
olarak benim hakkım ve göz koyanı parçalarım.'
İktidar güçlü olduğu için, Başbakan 'aslan payı'nı alıyor ve böylece 'hak yerini' bulmuş oluyor. Kolay
değil. Soruşturmayı yürütenler başta olmak üzere, 9 bin polis hallaç pamuğu
gibi atılıyor. Savcılar görevden alınıyor, yerlerine yenileri atanıyor. Adli
Kolluk Yönetmeliği’nden başlayarak, yargıyı Başbakan’a bağlayan kanunlar
çıkartılıyor. Hükümet medyası, kapsamlı bir karartma uyguluyor. Bu kadar
çabanın bir sonucu olmalı ve hak yerini bulmalı. Peki ya adalet?
Adaletin yerini bulması için, hakkın aslan
payına uygun olarak dağıtılması yetmiyor. Güçlünün gücünü bir hak olarak ilan
etmesi, iktidarı için yeterli değil. Bizim adalet duygumuzu da tatmin etmesi,
yani bizim rızamızı alması lâzım. Rousseau’nun dediği gibi, hiçbir güç gücünü
hak, boyun eğmeyi de ödev haline getirmedikçe iktidarda kalamaz. Bizler boyun
eğecek miyiz? Mesele gelip tam burada düğümleniyor.
Bu tahliyelerin bizim adalet duygumuzda bir
karşılığı var: Başbakan meşruiyetini hızla kaybediyor. Sandığı tek referans
göstermekte haklı: Meşruiyetin biricik ölçüsü seçimler. 17 Aralık’tan sonra,
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ihtimali bütünüyle ortadan kalktı. Partisinin
başında siyasete devam edebilir mi? Üç dönem şartını kaldırsa bile, hükümetin
değil sadece partisinin başında kalabilir. AK Parti’nin bugün itibarıyla genel
seçim oyları 2002 düzeyinin altına inmiş durumda. Yolsuzluk soruşturmalarını
durdurmak için çabalarken devletin çivisini çıkarttılar. Dağılan parçaları bir
araya getirmek ve istikrarı yeniden kurmak artık Başbakan’ın elindeki araçlarla
mümkün değil. Hukukun ortak payda hüviyetini kaybettiği şartlarda istikrarı ve
güven ortamını sürdürmek için her şeye yeniden başlamak gerekir.
Türkiye’nin gelip takıldığı bu dar boğaz
aslında AK Parti’nin kurumsal kimliğinin değil, Erdoğan ve çevresindeki küçük
bir azınlığın eseri. Dershaneleri kapatma teşebbüsüne, AK Parti içinden ne
kadar büyük bir tepki geldiğini ve bu direncin Erdoğan’ın ısrarı ile aşıldığını
hatırlayalım. Mevcut savaş, kişisel bir savaş olarak sürüyor. Ne kadar güçlü
bir lider olursa olsun, AK Parti’nin kurumsal kişiliği ile Erdoğan’ı
ayırdığınız zaman her şeyin rengi değişiyor. Erdoğan kazanamayacağı bir savaşa,
hesap hatası yaparak girdi; şimdi kişiselleştirerek sürdürüyor. Böylece
istikrarın kurucu aktörü olmaktan çıkıp, sürdürülmesi mümkün olmayan bir
güvensizlik ortamının müsebbibine dönüşüyor. Savaşın kişisel niteliğini görmek
için şu sorunun peşine düşmek yeterli: Bir siyasî parti, doğal seçmen tabanını
oluşturan bir Cemaat’e karşı neden ölümüne bir savaş
açar? Bir parti seçim kampanyasını, rakip partilere karşı değil de neden kendi
seçmen kitlesine karşı yürütür? Kurumsal yapısı ve refleksleri ile bir siyasî
parti, böyle bir hatayı nasıl yapar?
Başbakan, gücünü bir hak olarak kullanırken,
asıl bu gücün kaynağı olan sandıktaki meşruiyetini kaybediyor. Son tahliyeler
acaba AK Parti’ye ne kadar oy kaybettirdi dersiniz? Seçim meydanlarında AK
Parti’nin adayları diğer partilerin adayları ile yarışıyor. Başbakan ise adaleti
esir alarak ve 'siyasî olmayan' bir kavga yürüterek onlara köstek oluyor. Bu
yanlışlık ne kadar sürebilir? Adalet elbette herkes için mutlaka eninde sonunda
yerini bulacaktır."
vii. 14/3/2014 tarihli, "Yangınla
Delil Yok Etmek" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Berkin Elvan’ın
cenazesinde kabaran kitlesel tepki, Türkiye’nin vardığı yerin bir özeti
gibiydi. Niyazımız: Allah rahmet eylesin ve benzer acılar tekrarlanmasın. 15
yaşındaki bir delikanlının yürek burkan ölümü, gündelik telaşın ve çekişmelerin
üzerine çıkmak ve geleceği kurtarmak için can simidi gibi sarılacağımız bir
vesile olmalı. Burak Can’ın ki de öyle.
Doğru, önümüzde seçimler var. Sıcak gündemin
her ayrıntısı, sandığı etkileme yeteneği ile ölçülüp-tartılıyor. Partiler
rekabet ediyor ve gözleri başka bir şey görmüyor. Berkin’in bıraktığı izi takip
ederek başka yolları denemeliyiz. 17 Aralık, siyasî rekabetin yeni bir kalıba
döküldüğü tarih değil, bir iktidarın çöküşünün başlangıcı. Başbakan, kendi yol
ve yöntemlerini kullanarak bir düzen inşa etmeye girişmiş. Mimarisini salt
gücün ve iktidar hesabının oluşturduğu bir düzen. Kullandığı araçlar ise
gayrimeşru. Bugüne kadar yolsuzluk, kanunsuzluk adıyla ortalığa dökülenlerin
hepsi, bu düzenin yerle yeksan olmasını sağladı. Türkiye’nin 12 yılına hükmeden
lider, kendi eseri olan bu düzenin yıkıntıları altında kaldı. Tekrar doğrulup
ayağa kalkması ve Türkiye’ye işleyen yeni bir düzen kazandırması imkânsız.
Hesapları yanlış çıktı ve kaybetti. Şimdi bu enkazın içinden Türkiye’yi
harabeye çevirerek çıkmak istiyor. Gayrimeşru hesabının faturasını hepimize
ödetmeye kalkıyor. 17 Aralık’ta toplumu bir arada tutan en önemli sermayemizi,
birbirimize güvenimizi kaybettik. Erdoğan’ın toparlamak için yapabileceği
hiçbir şey yok, çünkü bu güven kaybının müsebbibi kendisi. Enkazın üzerinden
kalkmıyor, ortamın daha da çürümesine, kokmasına sebep oluyor. Yapabileceği
başka hiçbir şey yok: Ortaya çıkan ayrık otunu gözlerden saklamak için orman
yangını çıkarmaya davranıyor. Türkiye yangın yerine dönerse kendisinin ve
şeriklerinin kurtulacağını düşünüyor. Deliller yok olacak, dikkat dehşet veren
yangına çevrilecek. Başka çaresi yok. Erdoğan’ın kamplaştıran nefret dilini, habire düşman üreten söylemini başka türlü
açıklayamazsınız. Ergenekoncular kimin marifetiyle ve
neden çıktı? 'Millî orduya kumpas kuruldu' lafı üzerine kapsamlı bir strateji
nasıl inşa edildi? Tek bir delil, tek bir dayanak olmadan Cemaat neden 'örgüte'
dönüştü? İnsanların inançları, ahiretleri hangi kıstaslarla bu kadar ucuz
sorgulanır oldu? Yargıyı kendine bağlamış, polisi şamar oğlanına çevirmiş bu
kadar muktedir bir iktidar hangi pişkinlikle, 'paralel devlet' hayaleti üzerine
bir yığın suç isnad edebildi? İcat ettiği günah
keçilerinden şikâyet ederken, neden hiç muktedir olduğunu hatırlamadı? Bu kadar
güç, bu kadar yolsuzluk ve bu kadar hukuksuzluktan sonra biçare mazlum rolünü
hangi yüzle üstlendi?
Bütün bu soruların tek cevabı var: Çaresizlik.
Muktedirlerin çaresizliği sadece kendilerini değil, çevrelerini de bitirir.
Hırsızın cesareti de çaresizliğinin eseridir. Rezilane,
pespaye bir cesaret; ama neticede pervasız bir cesaret. Yolsuzluk delillerini
yok etmek için devlet arşivlerini, dolayısıyla hafızamızı küle çevirmeye
azmetmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Allah hepimizi, yolsuzluğu örtmek için
ülkeyi yangın yerine çevirmeye azmetmiş bu iktidardan korusun.
Seçime giderken yolsuzluklar hakkında hüküm
vermek üzere bir seçimle karşı karşıya değiliz. Bu nefretin, bu düşmanlığın, bu
fesadın, bu kundakçılığın kaynağını kurutmak zorundayız. Kaynağını kurutmak
için tek yol var: Hükümet’in üzerine kâbus gibi çöken yolsuzlukların hakikatini
ortaya çıkarmak. Ne kadar gecikirsek, ülke olarak ödeyeceğimiz bedel o kadar
ağırlaşacak.
Devletin çivisi çıktı. Bırakın paralelini,
gölgesine sığınacağınız, hakkınızı arayacağınız bir devlet otoritesi kaldığına
inanıyor musunuz? Neden? Yolsuzluklara karartma uygulayanlar, devletin
meşruiyetini de karanlığa gömdüler. Yolsuzluk iddiaları patlamasaydı, eli kanlı
katiller bugün dışarıda olur muydu?
Hiç şüpheniz olmasın, Başbakan’ın nefret dili,
katran gibi koyulaşacak. Toplumda biriken tepkiler boşalacak yer arayacak.
Böylece yeteri kadar düşman bulunacak. Hepimize düşen: İnadına oyuna gelmemek
ve hesap sormaktan ibaret. Etrafınızdaki yangın, delilleri yok etmek için."
- Savcılık, kamuoyunca
17-25 Aralık soruşturmaları olarak bilinen dönemde Zaman gazetesinde
yazan köşe ve haber yazarlarının davaya müdahil olarak algı mühendisliğine
katkıda bulunduğunu, başvurucunun da aynı kapsamda bu yazıları yazdığını ileri
sürmüştür. Savcılık 24/12/2013 tarihli yazısıyla başvurucunun Başbakan’ın
kaybettiği savaşı sürdürdüğünü ve FETÖ-PDY ile girdiği savaşı kaybettiğini
ileri sürerek FETÖ-PDY’nin amacı doğrultusunda tavır
geliştirdiğini belirtmiştir. Savcılık, bu yazısında başvurucunun "Hocaefendi"
olarak nitelendirdiği FETÖ-PDY kurucu lideri Fetullah
Gülen'in tavsiye ve çözüm önerilerini Başbakan'a ilettiğini ileri sürmüştür.
viii. 19/3/2015 tarihli, "Devri
Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Bir 'devr-i sabık' olacak mı? Mutlaka ve kaçınılmaz biçimde.
Yeni Dönem’in rengi ve kişiliği, eski hesaplar
görülürken oluşur.
Askerî vesayet dönemi nasıl Ergenekon, Balyoz
fırtınaları ile kapandıysa, Erdoğan dönemi de, dava
dosyaları ikmal edilerek tarihin kucağına öksüz bir çocuk gibi emanet edilecek.
İnsanlar gibi iktidarlar da fani, neyse ki arada boşluk olmuyor; her iktidar
sahibi koltuğunu başka bir iktidar sahibine bırakıyor. Dönemler de öyle.
17/25 Aralık dosyalarının üzerini örtmek
Türkiye’ye çok pahalıya patladı. Sadece yargı erki, bağımsızlığını ve adalet
dağıtma yeteneğini yitirmedi; hukukla birlikte ülkenin var olan siyasî-ekonomik
düzeni de yerle bir oldu. Bugünün geçiş hükümeti, ekonomisini, temel siyasî
sorunlarını, uluslararası ilişkilerini yönetemeyen bir yapı sergilemiyor mu?
Türkiye açıkça yönetilemeyen bir ülke. Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi
doğru kurmayı nasıl olsa 'devr-i sabık davaları'
görülürken, ince detaylarına kadar öğrenme fırsatı bulacağız. İktidar suç
bastırmak için hukuku alt-üst etmeseydi, düşmanlar icat etmek için cadı avı
başlatmasaydı bugün büyüyen 'yönetim zaafları', 'kriz manzaraları' ortaya çıkar
mıydı? Finans sistemindeki kırılganlığın 'Bank Asya’ya çökme operasyonunun'
sonucu olduğunu görmek için bankacı olmaya gerek yok. Sermayenin dünyanın her
yerinde aradığı güveni, Erdoğan’ın emrivakilerinde bulabilmesi mümkün müydü?
Adalete güven, herhalde tarih boyunca bu kadar düşmemişti. Yargı bağımsız
olsaydı, yargıçlık teminatı işleseydi her çeşit suçta böylesine patlama yaşanır
mıydı? Yolsuzluklar soruşturulmasın diye taşlar bağlanınca bütün köpeklere gün
doğdu. Bedelini hepimiz ödüyoruz. Yeni bir inşa süreci için enine boyuna devr-i sabık muhasebesine girişmek zorundayız.
Devr-i sabık, üç ana dava kapsamında gündem oluşturacak. İlki görülemeyen
davaların kendisi; yani 17 Aralık’ın kapatılan, 25 Aralık’ın açılamayan
soruşturmaları tamamlanacak ve eksiksiz bir şekilde adalet hükmünü ikmal
edecek. İkincisi bu soruşturmaları kapatmak için işlenen suçların faillerinin
yargılandığı dava olacak. 'Kanunsuz emir', 'konusu suç teşkil eden emir',
'yargıyı engelleme' gibi suçlamalarla çok sayıda kamu görevlisi yargılanacak.
Üçüncü olarak, kamu gücü ve imkânları ile sürdürülen ve çok geniş bir mağdur kitlesi
oluşturan sistematik cadı avı ve muhalefeti susturma operasyonları dava konusu
yapılacak. Bank Asya operasyonu ile emniyet teşkilatında yapılan kıyımı ve
kanuna aykırı soruşturmaları muhtemelen iki ana dosyadan takip edeceğiz. Bank
Asya operasyonuna 'yetkili' olarak bulaşanların, bu bankanın itibarını
zedeleyecek haber yapanların, devletin tepesinde 'bu banka zaten batmış' diye
batırmaya çalışanların yargılanmadığı bir ülkede en basit bir piyasa kuralını
işletemez ve ekonominizi ayakta tutamazsınız.
Görünen o ki bugünün söz ve hüküm sahibi
epeyce makbul zevatı kanunsuz eylem ve işlemleri için yargı önünde hesap
verecek. Aksi mümkün mü? Suçların cezasız kaldığına dair yakın tarihte tek bir
istisna bile yok. Üstelik bu devr-i sabık’ın bir özelliği var. Sandıktan çıkan bir iktidarın
suçlarını, yine sandıktan çıkan ve bu konuda vekâlet alan bir iktidar yargıya
taşımış ve parlamenter denetim yollarını açmış olacak. Dahası da var. 2002
yılında bu iktidara destek veren ve üç dönem iktidarda tutan ana aktörler de devr-i sabık hesabında 'davacı' sıfatıyla yer alacak. Hiç
kuşkunuz olmasın, yargılanacak olan 12 sene değil, sadece 2012 sonrası. Dünün
bütün sivil dinamiklerini arkasına almış bir iktidar değil, sadece müteahhit
lobilerine ve inşaat sektörüne hizmet eden ve bir-iki fikir fukarası kalem
marifetiyle algı operasyonları yürüten daracık bir iktidar çekirdeği söz konusu
olan.
Yukardaki davalar arasında 'laik rejimi
yıkmak' gibi bir suçlama yer almayacak; belki sadece 'dince kutsal sayılan
değerleri siyasî çıkarlara alet etme' suçlaması, ana iddiaların tamamlayıcı
unsuru olarak boy gösterecek. Devr-i sabık
yaklaşıyor. Yeni dönemin iktidarının temel taşını devr-i
sabık muhasebesi oluşturuyor."
ix. 20/3/2015 tarihli, "Türkiye’nin
Yeni Aktörleri" başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Erdoğan, 2011 seçimleri
sonrasını 'ustalık dönemi' ilan ederken hepimiz Koca Sinan’ın ustalık eseri
Selimiye gibi bir şaheser inşa edeceğini düşünmüştük; hâlbuki ortaya çıka çıka
Beştepe’deki Ak-Saray çıktı.
Tarihin sunduğu fırsat, demokrasiyi sağlam
çivilerle bu topraklara raptetme vasatıydı. Erdoğan, toplumun ve tarihin önüne
serdiği bu eşsiz-benzersiz fırsatı sarayını, yani kendi kişisel otokrasisini
inşa etmek için harcadı. İşin tuhafı onu da başaramadı. Geride gündelik yaşayan,
iki ayağı üzerinde duramayan bir ejderha kaldı. Birkaç müteahhitte, kolay
harcanabilen paraya, halka rüşvet olarak dağıtılan kamu imkânlarına, istihbarat
raporlarını köşe yazısı diye yayımlayan beş-on gazeteciye dayanan bu güç,
sahibi için bile artık taşınamaz durumda. Yeni dönemler sancılı geçiş süreçleri
ile başlar. Haksız, hukuksuz ve adaletsiz gücün saltanatı tasfiye edilirken
elbette savrulmalar yaşanacak. Demokrasi yavaş işleyen ve maliyeti yüksek bir
yönetim biçimi olduğuna göre bedelini ödemekle meşgulüz.
Erdoğan otokrasisinin devlet üzerindeki
tagallübünü sürdüren temel sebep işte bu demokratik maliyeti. Ülke için
ağırlaşan bu faturadan daha ağırı demokrasinin inkıtaya
uğraması. Türkiye’de bir darbe ve yeniden vesayet düzenine dönme ihtimali yok.
Olmaması, Erdoğan’ın inandırıcı bir hasma duyduğu ihtiyacın karşılanmaması
anlamına geliyor. Güç sahibine düşman lazım, sandıktan başka rakip olmamalı.
Türkiye’nin yeni iktidar düzeninin Erdoğan
otokrasisinin anti-tezi olarak şekillenmesi kesin görünüyor. 'Ustalık
döneminde' kaybettiğimiz demokrasi fırsatı, bu şekilde yeniden yakalanabilir.
Demek ki kişisel karizmalara kapalı, gücünü hukuktan ve aklî gereklerden alan
bir devlet iktidarı oluşacak. Siyaset tekelci yapısını kaybedecek, meşrû sınırlarına çekilecek; ortaya çoğulcu, rızaya ve
katılıma dayanan bir iktidar denklemi çıkacak.
Bürokrasinin, kapıkulu düzeninden çıkıp
devletin alî menfaatleri ve kamu yararı adına
özerkleşmesi yeni dönemin en bariz özelliği olacak. İran’ın hemen yanı
başımızda yeni bir imparatorluk inşa etmesi, bir devlet sorunu olarak büyürken,
Mısır’la ilişki kuramayan bir otokrasi ile kendimizi koruyamayız. En çok
korkulan ekonomik kriz, demokrasi dışı güçlerin tasallutundan değil, hem iktidarı hem de ekonomiyi tekeline almaya çalışan
tek kişiden kaynaklanıyor ve para bürokrasisi bu tasalluta milim kıpırdamadan
direniyor. Yeni yetme bir devlet değiliz, bürokrasinin devlet menfaatlerini
koruma içgüdüsü bu sefer halka da güven verebilir. Demek ki sivil-asker devlet
bürokrasisi kapıkulu düzeninden çıkacak, yeniden özgüven kazanacak ve
sorumluluklarını yerine getirecek.
Her şey gelip ekonomiye bağlanıyor. Dar bir
oligarşiyi beslemek için ekonominin bütün dolaşım sistemi otokrata yakın
müteahhitlere bağlandı. İnşaat sektörü, çarklarını çevirdiği otokratik düzen ile birlikte ekonominin üzerinde artık
taşınamaz bir yüke dönüştü. Bu ağır yükten kurtulmanın tek yolu hukuku hakim kılmak ve siyasetin ekonomi üzerindeki tasallutuna son
vermek. Derin ve uzun süreli bir ekonomik krize gömülmeden yeni dönemi başlatma
fırsatı mevcut. Krizden kaçış refleksi, krizin kaynağı olan otokrasiyi yıkmakla
mümkün. Piyasaya eşit ve adil rekabet şartları sağlayacak bir siyasî çoğulculuk
gerekiyor.
Güçlü, atak bir siyasî vizyon yerine toplumun
ve ekonominin dinamiklerine alan açan, çoğulcu, dengeli, makûl
ve uzlaşmacı bir iktidar mimarisi yükselecek. Hukuku evrensel ölçülerde yeniden
egemen kılma çabası, bu geniş yelpazenin ortak paydasını oluşturacak.
Köklü bir demokrasi tecrübemiz var. İfrattan
tefrite savrulma ihtimalimiz yok. Türkiye’nin yetişmiş kadroları, derin
birikimi bu sürecin kazasız-belasız atlatılması için yeterli. Toplumu,
ekonomisi, siyasî kadroları ve devlet bürokrasisi sağduyuya uygun şekilde işbirliği içine girip otokrasiyi tasfiye edip yeni bir dönem
başlatacak. Yeni aktörler bu grupların temsilcisi olacak."
- Savcılık başvurucunun "Devri
Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazısında "... Yargı bağımsız olsaydı, yargıçlık teminatı
işleseydi her çeşit suçta böylesine patlama yaşanır mıydı? Yolsuzluklar
soruşturulmasın diye taşlar bağlanınca bütün köpeklere gün doğdu. Bedelini
hepimiz ödüyoruz. Yeni bir inşa süreci için enine boyuna devr-i
sabık muhasebesine girişmek zorundayız ..." şeklindeki ve "Türkiye'nin yeni aktörleri" başlıklı
yazısındaki "... Türkiye'nin yeni
iktidar düzeninin Erdoğan otokrasisinin anti-tezi olarak şekillenmesi kesin
görünüyor. Ustalık döneminde kaybettiğimiz demokrasi fırsatı, bu şekilde yeniden
yakalanabilir. Demek ki, kişisel karizmalara kapalı, gücünü hukuktan ve akli
gereklerden alan bir devlet iktidarı oluşacak. Siyaset tekelci yapısını
kaybedecek, meşru sınırlarına çekilecek ortaya çoğulcu, rızaya ve katılıma
dayanan bir iktidadar denklemi çıkacak ..."
şeklindeki sözlerinin demokrasi içinde bir arayış gibi görünse de özünde askerî
darbeyi davet edici bir mahiyet taşıdığını, darbe çağrısı suç olduğu için
düşüncelerini bu biçimde sunmayı tercih ettiğini belirtmiştir.
x. 4/2/2016 tarihli, "Arınç
Saray'ı, Sur'daki Tünellere Sokuyor"
başlıklı yazının içeriği şöyledir:
"Bülent Arınç'ın
Saray'a yönelik salvolarını, hâlâ kişisel bir çekişme olarak yorumlayanlar,
ayrıntılara ve doğrudan söylenen sözlere odaklanmalı. Sözler açık, bağlantılar
açık, hatta stratejiler bile çok açık bir şekilde formüle bağlanıyor. Bırakın
kılıçların kınından çekilmesini, mermi namludan çıkmış vaziyette. Ne için? Bir
iktidar bloku çöküyor, yerini yeni bir iktidar koalisyonu alıyor. Taktik
çıkışlar, gevezelikler değil, iki farklı güç arasında iktidar mücadelesine
noktayı koyacak yüksek strateji devrede.
Arınç Saray iktidarını, Sur ve Cizre'de
PKK'nın açtığı hendeklere ve tünellere gömecek savaşı başlattı. Gömebilir mi?
Devletin ve yüksek bürokrasinin de içinde yer aldığı Saray'a alternatif geniş
bir koalisyonun 'sözcüsü' olduğunu dikkate alırsanız, 'evet, gömebilir'.Çelik'in, Başbakanlık
başdanışmanlığından ayrılır ayrılmaz sıraladığı Çözüm Süreci'ne yönelik radikal
eleştirileri, Arınç'ın çıkışının öncesine
yerleştirirseniz, dışlanmış iki silah arkadaşı arasında uyumdan öte, kapsamlı
bir stratejinin devreye sokulduğunu görebilirsiniz. Savaş alanı olarak
'Dolmabahçe mutabakatı' üzerindeki yoğunlaşmayı, mutlaka PKK'nın Bahar'la
birlikte 35 civarında şehir merkezine yayacağı 'Devrimci Halk Savaşı' ile irtibatlamanız gerekecek. Devlet Güneydoğu'da köşeye
sıkışmış vaziyette. Sorumlusu 'Dolmabahçe Mutabakatı'nda
kendini ele veren Saray iktidarı. Türkiye'nin bu badireden en az zararla
çıkabilmesi için, idam cezasının geri gelmesi, Dolmabahçe'de noktalanan Çözüm
Süreci'nin sahiplerinin ipe dizilmesi lâzım. Sakın yanlış anlamayın, bir
öneride bulunmuyorum, devlet aklının bu tür badirelerden çıkış yöntemini
hatırlatıyorum.
Dolmabahçe Mutabakatı, Erdoğan'ın ve
çevresindeki Çözüm Ekibi'nin, PKK tarafından -argo
tabirle- tufaya düşürülmesi idi. 'Silah bırakılacak
ve kamu düzeni ihlal edilmeyecek' vaadi yüzünden 10 maddelik Öcalan'ın propaganda
metni resmiyet kazandı. Erdoğan'ın gözettiği asıl hedef ise 7 Haziran
seçimlerinin sükûnetle atlatılması ve başkanlık sisteminin önünün açılmasıydı.
PKK için bu mutabakatın taktik bir hamle olduğu, 12 saat sonra Demirtaş'ın
değişen tavrıyla ortaya çıktı. Erdoğan'ın bu mutabakatı reddetmesi için,
Demirtaş'ın 'seni başkan yaptırmayacağız' sloganını devreye sokması ve tam üç
haftanın geçmesi gerekti. Saray sözcülerinin '30 yıllık Kürt isyanı sona erdi'alkışlarının 'aldatıldık' feryadına dönüşmesi de bu üç
haftanın sonunda gerçekleşti. Davutoğlu da Arınç da bu teşebbüse karşı
çıkmıştı.
Arınç ile Erdoğan arasında 'Dolmabahçe
Mutabakatı' ekseninde yoğunlaşan polemiğin ayrıntıları çok önemli.Arınç'ın, 'Her aşamadan Cumhurbaşkanı'nın
haberi vardı.' sözünü, 'yalan' değil de 'dürüstlüğe aykırı' diye Erdoğan'ın
reddetmesi, bu konunun gizli kalması için verilen sözlere göndermede bulunuyor.
Ayrıca Erdoğan 'benim bilgim haricinde yapıldı' demiyor; tersine 'Benzer
toplantılar daha önce de Sadullah Ergin ve Beşir Atalay ile Ankara'da yapıldı.'
diyor ve karşı çıktığı şeyin toplantının yapılması değil -Y.A.,
E.A. ve M.Ü. için- 'Onlarla aynı fotoğraf karesinde olmanız doğru olmaz.'
dediğini hatırlatıyor. Kısaca gizli saklı bir ayrıntı yok. Cumhurbaşkanı sadece
Anadolu Ajansı muhabirinin salona alınıp, Atatürk tablosu önünde Y.A. ile S.S.Ö.nün çektirdiği fotoğrafa
itiraz ediyor.
İki kere ikinin dört ettiği gibi,
Dolmabahçe'de yapılan toplantının öncesinin ve sonrasının sonucu, bugün koskoca
devletin Sur ve Cizre'de kazılan hendeklere yuvarlanması, ardı arkası
kesilmeyen şehit haberleri. Devlet aklının bu durumlarda bulduğu çözüm
standart: O hendekleri hatası olanlarla doldurup kapatmak. Tersine bugün iç
güvenlik yönetimi hâlâ Dolmabahçe ekibinin elinde ise sözü geçen birinin,
taşları yerinden oynatacak şekilde konuşmaya başlaması gerekiyor. Bülent Arınç
işte bunu yapıyor. Saray iktidarını Sur'daki,
Cizre'deki tünellerin içine sokup, üzerine duvar örüyor."
- Savcılığa göre başvurucu; bu yazısıyla Güneydoğu’da yaşanan
olaylardan siyasi iktidarı sorumlu tutmuş, "...Dolmabahçe'de noktalanan Çözüm Süreci'nin sahiplerinin ipe dizilmesi
lâzım. Sakın yanlış anlamayın, bir öneride bulunmuyorum, devlet aklının bu tür
badirelerden çıkış yöntemini hatırlatıyorum..." şeklindeki
sözleri ile halkı askerî darbeye davet etmiş, baştaRecep
Tayyip Erdoğan olmak üzere çözüm sürecini yürüten yetkililerin asılması
gerektiğini ileri sürmüştür.
28.İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 24/4/2017 tarihinde
iddianamenin kabulüne karar vermiş ve E.2017/112 sayılı dosya üzerinden
kovuşturma aşaması başlamıştır.
29. 5/4/2018 tarihinde Savcılık, esas hakkındaki mütalaasını
sunmuştur. Savcılık mütalaasında başvurucunun terör örgütü üyesi olma suçunu
işlediğini belirterek bu suçtan cezalandırılmasına karar verilmesini talep
etmiştir. Mütalaada başvurucunun anılan suçu işlediğine dayanak olarak
iddianamede ifade edilen yazılarının yanı sıra değindiği olgulardan bazıları
aşağıdaki şekildedir:
- Başvurucunun cep telefonunda yapılan incelemede örgüt
üyelerinden O.Ö. isimli kişi ile 13/3/2016 ve 24/6/2016 tarihleri arasında Twitter isimli uygulama üzerinden mesajlaştığı, bu
mesajlarda O.Ö.nün
başvurucuya "Az evvel beyefendiye selam ve mesajınızı iletti
FMRCN, çok dua etti, gözlerinin içi ışıldadı." şeklinde sözler
söylediği ileri sürülmüştür.
- Başvurucunun FETÖ/PDY'nin güdümünde
bulunan ve erişimi engellenen Samanyolu Haber, Zaman, Bugün, Cihan, Yeniyön, Özgür Düşünce, Aksiyon dergisi ve Nokta dergisi
gibi yayın kuruluşlarının Twitter hesaplarına da pek
çok kez giriş yaptığının tespit edildiği ifade edilmiştir.
- Başvurucunun 25/8/2015 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan
"İktidarın Kulpunu Nasıl Teslim
Edecekler" başlıklı
yazısında, Taraf gazetesinde yayımlanan birhabereatfen
Hükûmetin muhalif kesimlere yönelik kapsamlı bir gözaltı operasyonu
düzenleyeceğini, yazının son kısmında "...suç
işleyenler mahkemede mutlaka hesap verecek, sırtını devletin derinlerine
yaslayıp bu memleketin değerlerine savaş ilan edenleri ise daha caydırıcı
cezalar bekliyor, şer-i şerife uygun bir mecazla ifade edelim, önce çıplak
vaziyette katrana batırılacak sonra elleri arkadan bağlı eşeğe ters bindirilip
memleketin orta yerinde teşhir edilecekler, adaletin terazisini tersine çeviren
zorbalar ise ayak parmaklarının üzerinde yükseltilip dükkanlarının kapısına
kulaklarından çivilenecek..." şeklinde yorumda bulunarak
Hükûmetin başına bu olayların geleceğini ima ettiği iddia edilmiştir. Atıf
yapılan bu yazının tamamı şöyledir:
"Taraf gazetesinde dün yer alan
haber-yorum, Saray'ın niyetlendiği yeni algı operasyonlarını deşifre ediyor.
Habere göre 7 Haziran öncesi son anda
vazgeçilen, içinde gazetecilerin ağırlıklı yer tuttuğu muhalif 200 kişiye
gözaltı operasyonu yeniden programa alınmış. Kapsam genişletilmiş; HDP'li, MHP'li, CHP'li belediyelerden medyaya kadar birçok
kesime yönelik operasyon hazırlığı devam ediyormuş. Maksat 'güç bende' havası
oluşturmak, daha doğrusu bir iktidar terörü estirmekmiş. Ne diyelim? Yakışır.
Onca hırsızlığın, suçun üzerinde oturabilmek için iktidara böyle dört elle ve
dört koldan sarılmak gerekir. Ellerinde kalanın iktidar değil, sadece kulpu
olduğunun demek hâlâ farkında değiller.
Gazetenin verdiği bilgilerin doğruluğunu, bu
mutasavver teröre eşlik eden Havuz Medyası yayınlarından test edebilirsiniz.
Birçok haberin ve yorumun arasında İ.K.nındünkü
'Entelektüel terör' başlıklı yazısı, saray danışmanları, bazı kamu görevlileri,
üç dönem şartına takılanlar, medya patronları ve yandaş kalem sahiplerinden
meydana gelen bu 'derin yapının' duygu ve düşüncelerine tercüman olmakla
kalmıyor, aynı zamanda operasyonun hedeflerini ve kapsamını da ayan beyan
önümüze koyuyor. Taraf'ın haber-yorumuna şüphe ile
bakanlar, derin yapı mensuplarından birinin kaleminden çıkma somut bir suç
delili olarak bu “kuvvacı” yazıyı okusunlar.
'Acımasız bir direniş dönemi başlayacak.'
diyor Yeni Şafak'ta İ.K. Kime karşı? 'Entelektüel teröre' karşı. Suça bulaşmış,
yolsuzluk batağına saplanmış iktidar, güç ve şevket sahiplerini savunmak her
zaman insanları aptal yerine koymakla ve mantığı tersine çevirmekle mümkündür.
Devlet iktidarının bütün ürkütücü araçlarını seferber ederek estireceğiniz
terörün karşısında vicdanı ve cesareti dışında dayanağı olmayan kalem
sahiplerinden bahsederken tersine çevrilen 'terör' ve 'direniş' deyimleri gibi.
Yazıyı, iktidara muhalefet eden namuslu kesimlere, yani 'entelektüel direnişe'
karşı 'acımasız bir terör dönemi başlayacak' diye okursanız, Taraf gazetesinde
sözü edilen 200 kişinin gözaltına alınacağı algı operasyonunda kalen ve kalemen yer alan bir suikastçıyı tam tüfeğiyle nişan
alırken, üstelik yularından yakalamış olursunuz.
Hastalıklı, takıntılı şekilde, daha çok
ihtiras ve kibir ile yapıştıkları iktidar kulpu belli ki ellerinde kalmış.
Yazıda tek bir 'hak', 'hukuk', 'adalet' ihsası yer almıyor. Geçmişte askerî
vesayetçilerin kullandığı 'düşman edebiyatını' orijinal tek bir cümle bile
eklemeden iktidara muhalefet eden herkese karşı topyekûn bir 'millî mücadele'
başlatarak sürdürüyor. Demokratik muhalefeti darbeci jargonu ile terörize edip sindirmeye kalkan, meşru yollarla iktidar
değişikliği talep edenleri topyekûn 'vatan haini' ilan eden bu ihtiras ve
kibirle mefluç kafayı düzeltmeniz imkânsız. İktidara öylesine yapışmışlar ki,
vazgeçemiyorlar. Tıpkı askerî vesayetçiler gibi her itirazı 'iç düşmanlara' ve
'iç işgale' bağlayan bu faşist kafanın muhalefete ve demokratik rekabete küçük
bir alan açmaya bile razı olması mümkün değil.
Karagül'ün ve havuz medyasında eşine çok
rastlanan familyasının yaptığı, sadece kalemle iktidar kulpuna yapışmak veya
yapışanlara destek olmaktan ibaret değil. 'Entelektüel direnişe' karşı derin
devlet ağzıyla 'topyekûn terör' ilan eden birinin, bu iş için hazırlanan 200
kişilik listede parmağının olmadığını kimse iddia edemez. Onlar oturur,
korkudan titreye titreye bir liste hazırlayıp, parçası oldukları kirli düzeni
ve suç örgütünü işletip terör estirirken bizim elimiz armut mu toplayacak?
Bana çizmelerimi giydirmesinler, ellerinde
kalan iktidar kulpu boğazlarına dizilir. Liste hazırlayanlar, listeye
yazıldıklarını unutmasın. Suç işleyenler mahkemede mutlaka hesap verecek;
sırtını devletin derinlerine yaslayıp bu memleketin değerlerine savaş ilan
edenleri ise daha caydırıcı cezalar bekliyor. Şer'-i Şerife uygun bir mecazla ifade
edelim: Önce çıplak vaziyette katrana batırılacak, sonra elleri arkadan bağlı
eşeğe ters bindirilip memleketin orta yerinde teşhir edilecekler. Adaletin
terazisini tersine çeviren zorbalar ise ayak parmaklarının üzerinde
yükseltilip, dükkanlarının kapısına kulaklarından çivilenecek."
- 29/10/2015 tarihinde Zaman gazetesinde yayımlanan yazısında,
örgütün güdümündeki Koza İpek Grubuna yönelik operasyonları kastederek "Saray iktidarının çekirdek kadrosu içinde yer alan ve
kendi eserleri olan polisin Kanaltürk'ün kapılarını
zorladığı görüntüleri anlattıktan sonra 'Türkiye'nin normal bir ülkeye
dönüşebilmesi için kısa bir tedaviden sonra memleketi tırmahaneye
çevirmeye azmeden bu güruhu yargı önüne çıkartacak ve inanın itidal içinde
cezalarını keseceğiz, bu meczup operasyonları iktidar cazibesinin eseri, belli
ki diktatörsonun yaklaştığını görüp ipi koyvermiş." dediği, yazısını ise "Hapse girmeden önce tırmarhaneye
girecekler, deli gömleği giydirilip kendilerine daha fazla zarar vermeleri
önlenecek, tedavi edilecekler, akıl sağlıklarına kavuşmuş gözleri kafaları
sarılı yargının önüne çıkarılacaklar ve hesap verecekler."
şeklinde bitirdiği "Hapisten Önce
Tımarhaneye Girecekler" başlıklı bu yazının tamamı şöyledir:
"Bıçağı iki eliyle tutup, herkesin
gözleri önünde vahşi çığlıklar atarak hasmına saplıyor. Lâkin bıçağı sapından
değil, keskin tarafından tutuyor ve iki eli de paramparça oluyor. Katilin de
zalimin de bir hukuku var; ellerini saracağız, ama sonra hapishaneden önce
tımarhaneye göndereceğiz. Gözü bu kadar dönmüş, bu kadar tedbirsiz ve fütursuz
etrafa dehşet saçanların kendilerinden de korunması lâzım. Bu yüzden Saray İktidarı'nın çekirdek kadrosu içinde yer alan ve kendi
eserleri olan polisin Kanaltürk'ün kapılarını
zorladığı görüntüleri televizyondan hep birlikte, birbirlerine “çak” yaparak
sevinç naraları içinde izleyen meczup taifesinin yakınlarına sesleniyorum: Bu
çılgın operasyonlarda katkısı bulunanların arasından 1 Kasım gecesi kısa bir
mektupla kendine fenalık yapmak isteyenler çıkabilir; aman engel olun, onlar bu
memlekete çok lâzım. Türkiye'nin hukukun işlediği, temel hakların güvencede
olduğu “normal” bir ülkeye dönüşebilmesi için, kısa bir tedaviden sonra
memleketi tımarhaneye çevirmeye azmeden bu gürûhu yargı önüne çıkartacak ve
inanın itidal içinde cezalarını keseceğiz.
Bu meczup operasyonları, iktidar cezbesinin
eseri. Belli ki diktatör, sonun yaklaştığını görüp ipi koyvermiş.
Önüne gelen kamuoyu araştırmaları tek başına iktidar umudu verse, seçimden beş
gün önce böyle bir çılgınlığa yol verir mi? Özel kalem müdürlerinin ve
danışmanların kişiliği ve eğilimi hep hadım ağası sakinliği ile “kraldan çok
kralcı olmak”la mâluldür;
kendi mevcudiyetleri ancak böyle anlam kazanır. Nasıl olsa hesabı lider
verecek! Liderin kafası karışıksa, çaresiz kalmışsa, kendisi de cezbeye
tutulmuşsa çılgın teşebbüslere onay vermeye başlar. Koza-İpek Grubu'na kayyum
atama kararından sonra çekirdek kadrodan gelen sevinç çığlıklarını duydunuz mu?
Biri kendini tutamıyor, geri kalan medya gruplarının da aynı akıbete
uğrayacağını söylüyor. Bütün bu naralar, efelenmeler kime yarıyor? 'Yoksa bu
adamlar muhalefetin ajanları mı; amaçları AK Parti'ye oy kaybettirmek mi?' diye
soracaksınız, biliyorum. Hayır değil, bunlar iktidar cezbesine tutulmuş
meczuplar.
Bu operasyon ekibinin yargıda boşluk dolduran
uzantıları olduğu, Başsavcılığın basın açıklamasında kendini gösteriyor. Hiçbir
savcı veya az buçuk hukuk okumuş biri, Başsavcılığın açıklamasında geçen
'devlet aleyhine örgüt lehine algı operasyonu faaliyeti' ibaresini, başka türlü
o metnin içine yerleştiremez. Ne demek 'algı operasyonu'? Böyle bir suç mu var?
Nerede yazıyor? İş üstünde yakalanan hırsızın, yolsuzun şayet iktidarda ise
çıkan haberler hakkında 'algı operasyonu' savunmasının bir savcının basın
açıklamasında ne işi var? Ayrıca hangi savcı aynı açıklamada, bir mahkeme
kararı olmadan koca bir topluluğu 'terör örgütü' olarak niteleyebilir? Üstelik
kayyum atama gerekçesini olmayan bu örgüte finansal destek sağlamak şeklinde
temellendirebilir? Birkaç gün önce dönemin başbakan yardımcısı bu ibarenin MGK
kararları içinde bile yer almadığını açıklamadı mı? Daha ötesi de var: CMK 133.
madde bir tedbir kararının kaynağı; neyin tedbiri alınıyor? Atanan yönetim
kurulu üyelerinin AK Partili veya iktidara yakın olması, gelen kayyumun şirketi
devralmadan televizyon yayını durdurmasını tarafsız bir yargı kararı ile
bağdaştırabilmek için bu kararda imzası bulunanlar galiba yargı önünde hesap
verirken epeyce zorlanacaklar. Bu kadar zorlama, bu kadar hukuka aykırılık, bu
kadar pervasızlık, bu kadar tedbirsizlik Saray İktidarı'nın
çivisinin çıktığını gösteriyor.
Hapse girmeden önce tımarhaneye girecekler.
Deli gömleği giydirilip, kendilerine daha fazla zarar vermeleri önlenecek,
tedavi edilecekler. Akıl sağlıklarına kavuşmuş, gözleri kafaları sarılı
yargının önüne çıkartılacaklar ve hesap verecekler. Sırf kirli iktidara
tutunmak için işledikleri suçların, dünyaya rezil ettikleri ülkenin, çivisini
çıkarttıkları devletin ceremesini ödeyecekler."
30. Başvurucunun soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki
savunmaları özetle şöyledir:
- Telefonundaki mesajlaşma içeriğiyle ilgili olarak bu ifadenin Fetullah Gülen için kullanılmadığını, sadece siyasetçiler
için, özellikle cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve bakanlık yapmış olanlar ve
milletvekilleri için kullanıldığını,O.Ö.yü bir sosyal
bilimci olduğu için de tanıdığını, onunla aşırı derecede bir muhabbetinin ve
samimiyetinin bulunmadığını, beyefendi
ile ilgili olarak kimin kastedildiğini de tahmin ettiğini ancak iktidar
çevrelerindeki siyasetçiler arasında tartışmaya yol açmaması ve bir dava konusu
yapılmaması için bu tahminini söylemeyeceğini belirtmiştir.
- FETÖ/PDY'ye müzahir sitelere girmesi
ile ilgili olarak bu hususa ilişkin raporun yanlışlarla dolu olduğunu, ceza
infaz kurumunda bulunduğu tarihte sitelere girmesi gibi bir durumun ortaya
çıktığını ve bu raporun tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
- Suçlamaya konu yazıların 17-25 Aralık soruşturmalarına ilişkin
2013 ve 2014 yıllarındaki yazılar olduğunu, bu soruşturmaların daha önce darbe
girişimi olarak nitelendirildiği bir iddianamenin bulunmadığını, suçlamaya konu
yazılarının suç oluşturmadığını, o dönemde başka gazetelerde yazılan yazılarda
ve bazı siyasetçiler tarafından da benzer söylemlerde bulunulduğunu ileri
sürmüştür.
- "Türkiyenin Yeni Aktörleri" başlıklı yazısına
ilişkin olarak başvurucu, bu yazısında demokrasinin inkıtaya
uğraması endişesinden, Türkiye'de bir darbe ve yeniden vesayet düzenine dönme
ihtimalinin olmadığından bahsettiğini, Savcılığın iddia ettiği gibi bir darbe
imasının bulunmadığını belirtmiştir.
- "Devri Sabık
Yaklaşırken" başlıklı yazısına ilişkin olarak başvurucu, bu
yazısında iktidar sahiplerinin kanunsuz eylemleri ve işlemleri nedeniyle yargı
önünde hesap vereceğinden bahsettiğini, sandıktan çıkan bir iktidarın suçlarını
yine sandıktan çıkan ve bu konuda yetkiler alan bir iktidarın yargıya taşımış
ve parlamenter denetim yollarını açmış olacağını, bütün yazılarında iktidara
yönelik eleştirilerinde demokratik alternatiflerden, parlamenter sistemin çözüm
bulma yeteneğinden, demokrasi ve hukuka bağlılığından bahsettiğini, iktidarın
hukuka aykırı eylemlerinin yargılama konusu olacağını söylemenin suç
oluşturmadığını, hukuki bir prosedür olan yargılamadan bahsettiğini ifade
etmiştir.
- "İktidarın
Kulpunu Nasıl Teslim Edecekler" başlıklı yazısına ilişkin
olarak başvurucu; bu yazının iktidara karşı yazılmış bir yazı değil bir polemik
yazısı olduğunu, İ.K. adlı köşe yazarının bir yazısına cevaben bu yazıyı
yazdığını, bu yazıda Hükûmetin başına gelecek olaylardan bahsetmediğini, bu
yazının İ.K. gibi devlet gücünü arkasına alarak tehdit savurduğunu iddia ettiği
kişilere yönelik bir cevap niteliği taşıdığını, yazıda geçen cezalandırma
yöntemini bu kişilerin teşhir edileceklerini ve rezil olacaklarını ifade etmek
amacıyla mecazen kullandığını, yazının bu bağlamının soruşturma makamlarınca
görmezden gelindiğini, söz konusu yazının düşünce özgürlüğü adına, demokrasi
adına, çoğulcu bir toplum adına yazıldığını belirtmiştir.
31. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 6/7/2018 tarihli
kararıyla başvurucunun silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 10 yıl 6 ay
hapis cezası ile cezalandırılmasına ve tutukluluk hâlinin devamına karar
verilmiştir. Kararın gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Sanık Mümtazer
TÜRKÖNE'nin örgüte müzahir Zaman Gazetesi'nde
yazarlık yaptığı, sanığa ait cep telefonu üzerinde yapılan incelemede örgütün
elemanlarından O.Ö. isimli kişi ile 13/03/2016 ve 24/06/2016 tarihleri arasında
twitter isimli uygulama üzerinden mesajlaştığı, bu
mesajlarda O.Ö. isimli örgüt mensubunun sanık Mümtazer'e
'az evvel beyefendiye selam ve mesajınızı iletti FMRCN, çok dua etti,
gözlerinin içi ışıldadı' şeklinde mesajlar yazdığının görüldüğü, sanığın
19/03/2016 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanan köşe yazısında 'Devr-i Sabık yaklaşırken' başlıklı yorumunda; askeri
vesayet dönemi nasıl Ergenekon ve Balyoz fırtınaları ile kapandıysa Erdoğan
dönemi de dava dosyaları ikmal edilerek tarihin kucağına öksüz bir çocuk gibi
emanet edilecek dedikten sonra, sürecin tekrar başlayacağını söylediği, sanığın
25/08/2015 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayınlanan 'İktidarın kulpunu nasıl
teslim edecekler' başlıklı yazısında Taraf Gazetesi'nde yayınlanan birhabereatfen Erdoğan hükümetinin muhalif kesimlere
yönelik kapsamlı bir gözaltı operasyonu düzenleyeceğini, yazının son kısmında
'suç işleyenler mahkemede mutlaka hesap verecek, sırtını devletin derinlerine
yaslayıp bu memleketin değerlerine savaş ilan edenleri ise daha caydırıcı
cezalar bekliyor, şer-i şerife uygun bir mecazla ifade edelim, önce çıplak
vaziyette katrana batırılacak sonra elleri arkadan bağlı eşeğe ters bindirilip
memleketin orta yerinde teşhir edilecekler, adaletin terazisini tersine çeviren
zorbalar ise ayak parmaklarının üzerinde yükseltilip dükkanlarının kapısına
kulaklarından çivilenecek' şeklinde yorum yaptığı, sanığın 04/02/2016 tarihli
köşe yazısında 'Dolmabahçe mutabakatında kendini ele veren saray iktidarı Türkiye'nin
bu badireden en az zararla çıkabilmesi için ''idam cezasının geri gelmesi, dolmabahçede noktalanan çözüm sürecini sahiplerinin ipe
dizilmesi lazım' dediği, sanığın söz konusu yazıları yayınlandıktan kısa bir
süre sonra örgütün elebaşı Fethullah Gülen'in kendi
güdümündeki Herkül.org isimli internet sitesinde cennetin kılıçların gölgesinde
olduğunu, savaş durumunda kılıcın hakkını vermek gerektiğini söylediği, sanığın
20/03/2015 tarihli yazısında'Yeni yetme bir devlet
değiliz, bürokrasinin devlet menfaatlerini koruma içgüdüsü bu sefer halka da
güven verebilir. Demek ki sivil asker devlet bürokrasisi kapıkulu düzeninden
çıkacak yeniden özgüven kazanacak ve sorumluluklarını yerine getirecek...
otokrasiyi tasfiye edip yeni bir dönem başlatacak" şeklinde yorumlarda
bulunduğu, sanığın 08/02/2015 tarihinde Zaman Gazetesi'nde yayınlanan
yazısında, Cumhurbaşkanının kendisine yönelik tehdit iddiaları ile ilgili bir
yazı kaleme aldığı yazının sonunu ise 'Tanrı Cumhurbaşkanını korusun' şeklinde
bir cümle ile bitirdiği, 30/01/2015 tarihli yazısında 'Devletin şafttının kaydığını' söylediği, sanığın 17/03/2015
tarihinde aynı gazetede yayınlanan yazısında Erdoğan döneminin sona erdiğini,
Cumhurbaşkanlığında üretilen siyasi ve ekonomik krizlerin bunu gösterdiğini
söylediği, sanığın 12/12/2014 tarihinde yayınlanan yazısında dinin
Cumhurbaşkanının devlet tekelinde sıradan bir iktidar sopası olarak
kullanıldığını söylediği, sanığın 08/01/2015 tarihinde Zaman Gazetesi'nde
yayınlanan yazısında Fethullahçı örgütü kastederek 'mevcut
olmadığı mahkeme kararı ile tespit edilen bir örgütü kırmızı kitaba nasıl
koyacaksınız' diyerek Fethullahçı yapıyı savunduğu,
sanığın 29/10/2015 tarihinde Zaman Gazetesi'nde yayınlanan yazısında örgütün
güdümündeki Koza İpek Grubuna yönelik operasyonları kastederek 'Saray
iktidarının çekirdek kadrosu içinde yer alan ve kendi eserleri olan polisin Kanaltürk'ün kapılarını zorladığı görüntüleri anlattıktan
sonra 'Türkiye'nin normal bir ülkeye dönüşebilmesi için kısa bir tedaviden
sonra memleketi tırmahaneye çevirmeye azmeden bu
güruhu (hükümeti) yargı önüne çıkartacak ve inanın itidal içinde cezalarını
keseceğiz, bu meczup operasyonları iktidar cazibesinin eseri, belli ki
diktatör(cumhurbaşkanı) sonun yaklaştığını görüp ipi koyvermiş'
dediği, sanığın 17/12/2014 tarihinde yayınlanan yazısında Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip ERDOĞAN'ı kastederek 'bize düşen sadece
başkalarından esirgediği hukuku ondan esirgememek, kamudan aldığın gücü
kullanarak yolsuzluk yaptıysan yargılanırsın, bunu örtmek için suç işlediysen
ayrıca yargılanırsın... çok uzak bir gelecekte değil çok yakında' dedikten
sonra 'dosyalar kabardı suçlar çoğaldı demek ki temizlik günleri yaklaştı'
dediği, sanığın 16/12/2014 tarihinde yayınlanan yazısında korkunun saraya
sığmadığını, sarayın iyice zıvanadan çıktığını söylediği, sanığın 18/12/2014
tarihinde Zaman Gazetesi'nde yayınlanan yazısında Erdoğan'ın islamcılığa sığındığını söyledikten sonra Fethullahçı yapıya yönelik operasyonları kastederek savaş
yürüttüğünü söylediği, sanığın 22/01/2015 tarihinde yayınlanan yazısında 17-25
Aralık soruşturmaları ile ilgili yüce divan oylamasına atfen Cumhurbaşkanının
artık bir diktatör olduğunu, bazı bakanların yüce divana gönderilmesinin
engellenmesinin bedelinin ağır olacağını söylediği, sanığın 29/09/2015 tarihinde
yayınlanan yazısında Fethullahçı örgütün güdümündeki
Kimse Yok mu derneğinin faaliyetlerini övdükten sonra hükümeti kastederek
iktidar zorbalığına rağmen en hassas köklü geleneklerimiz devam ediyor diyerek
yazısını bitirdiği, sanığın 05/02/2015 tarihinde Zaman Gazetesi'nde yayınlanan
yazısında, Fethullahçı terör örgütünün finans
kaynaklarından olan Bankasya isimli bankaya el
konulmasını eleştirerek, cumhurbaşkanını eline makineli tüfeği alarak ekonomiyi
yaylım ateşine tutmakla suçladığı, Bankasya dışındaki
tüm bankaların diktatörün bankası olduğunu iddia ettiği, Cumhurbaşkanı
Erdoğan'ı diktatörlükle itham ettikten sonra otokrasi oluşturmak istediğini
söylediği, sanığın 06/02/2015 tarihinde yayınlanan Yolun sonu görünüyor
başlıklı yazısında, Bankasya operasyonlarını
kastederek 'Erdoğan ve şerikleri yargılanırken neler hissedeceksiniz?
Gazetelerde, televizyonlarda boy boy Erdoğan ve onun
yanında suça bulaşmış iktidar sahiplerinin yargılanma haberleri yer alacak'
dedikten sonra yazısını 'Diktatör olmayı beceremeyenler... yargı önüne
çıkarlar... sadece yolun sonunu haber verirler' dediği, sanığın 06/01/2015
tarihinde yayınlanan cenazesi Çamlıca'dan kalkacak olanlar başlıklı yazısında
Cumhurbaşkanı'nı kastederek 'Oyunuzu vereceğiniz parti, inanacağınızı gazete ve
televizyon, itaat edeceğiniz lider ve cenazesinin kaldırılacağı cami, hepsi
belli öbür tarafı ancak Allah bilir' dediği, sanığın 17 Aralık operosyonunun sonrasında Zaman Gazetesi'nde 22/12/2013
tarihinde yayınlanan Gemi Hızla Su Alıyor isimli yazısında, 29/12/2013
tarihinde yayınlanan Yargı Başbakanın siyasi rakibi mi isimli yazısında,
10/01/2014 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanı freni patlayan kamyonu
durdurabilir mi isimli yazısında, 31/01/2014 tarihinde yayınlanan Paranın
iktidarı isimli yazısında, 02/03/2014 tarihinde yayınlanan Adalet Elbette
Yerini Bulur isimli yazısında, 14/03/2014 tarihinde yayınlanan Yangında Delil
Yok Etmek isimli yazısında 17/25 Aralık soruşturmlarının
sözde yolsuzluk kisvesi altında örgüt elebaşı Fetullah
Gülen tarafından verilen talimat doğrultusunda fetullahçı
polis ve sözde yargı mensuplarıyla hükümeti devirmek amacıyla yapıldığını
bildiği halde bu soruşturmaların sanki hukuka uygun şekilde yapılan
soruşturmalar olduğu izlenimi yaratmaya çalıştığı, sanığın bu şekilde süregelen
ve devamlılık arz eden terör örgütü lehine propaganda yazılarının TCK'nın 314/2
maddesinde belirtilen terör örgütü üyeliği suçunu oluşturduğu... [değerlendirilmiştir.]"
32. Başvurucu, bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur.
33. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi 25/6/2019
tarihinde başvurucunun istinaf talebinin esastan reddine karar vermiştir.
34. Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı temyiz yoluna
başvurulmuş olup temyiz incelemesi bireysel başvurunun incelendiği tarih
itibarıyla devam etmektedir.
IV. İLGİLİ HUKUK
35. İlgili ulusal ve uluslararası hukuk için bkz. Şahin Alpay ([GK], B. No: 2016/16092,
11/1/2018, §§ 41-64) başvurusu hakkında verilen karar.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
36. Mahkemenin 27/11/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Kişi Hürriyeti ve
Güvenliği Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddialar
1. Tutuklamanın Hukuki Olmadığına İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
37. Başvurucu; kuvvetli suç şüphesi, kaçma ve delilleri karartma
şüphesi olmadan gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklandığını, tutuklama
kararının gerekçesiz olduğunu, tutuklama kararında tutuklamaya alternatif
tedbirlerin neden yetersiz kalacağının açıklanmadığını, tutuklamanın ölçüsüz
olduğunu, kolluk ifadesinde kendisine sorulan yazılarda herhangi bir suç
unsurunun bulunmadığını belirterek kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
38. Başvurucu ayrıca muhalif bir kişi olarak susturulmak
amacıyla tutuklandığını belirterek kişi hürriyeti ve güvenliği hakkıyla
bağlantılı olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) 18. maddesinin
de ihlal edildiğini iddia etmektedir.
39. Bakanlık görüşünde; tutuklamaya dair verilen kararlara
ilişkin gerekçeler kapsamında başvurucunun tutukluluğunun keyfî olduğunun
savunulamayacağı, nitekim başvurucu hakkında ilk derece mahkemesince mahkûmiyet
kararı verildiği belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca başvurucunun üzerine atılı
suçun 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi sonrası olağanüstü
hâl uygulamasına gidilmek zorunda kalınan eylemler ile alakalı olduğunu,
başvurucunun şikâyetine ilişkin yapılacak incelemenin Anayasa'nın 15. maddesi
kapsamında yapılması gerektiğini belirtmiştir.
40. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı beyanında sadece köşe
yazılarına dayalı olarak suçlandığını, bu yazıların dışında terör örgütü
üyeliğine delalet eden hiçbir kanıtın bulunmadığını, Anayasa Mahkemesinin
gazetecilerin yazıları dolayısıyla tutuklanmasının hak ihlali olduğu yönündeki
önceki kararlarından farklı bir değerlendirme yapılmasını gerektiren bir
durumun olmadığını, daha önce soruşturma konusu yapılmayan ve 9/6/2004 tarihli
ve 5187 sayılı Basın Kanunu'ndaki sürelere uyulmadan dava konusu yapılan
yazıları nedeniyle tutuklandığını, bu tutuklamanın kanuni dayanaktan yoksun
olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu; ayrıca suçlamaya konu yazıların
bağlamından kopartıldığını, kullandığı mecazi ifadelerin yanlış yorumlandığını,
yazılarında demokratik yöntemleri savunduğunu, iktidarı eleştirdiğini ve
eleştiri sınırlarını aşmadığını ileri sürmüştür. Başvurucu, son olarak somut
olayda tutuklama nedenlerinin bulunmadığını, tutukluluğun devamı kararlarının
gerekçesiz olduğunu belirtmiştir.
b. Değerlendirme
41. Anayasa'nın "Temel
hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
"Temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik
Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
42. Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının
durdurulması" kenar
başlıklı 15. maddesi şöyledir:
"Savaş, seferberlik,
sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan
yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak
ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar
için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.
Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen
ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne
dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve
bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu
mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz."
43. Anayasa'nın "Kişi
hürriyeti ve güvenliği" kenar başlıklı 19. maddesinin birinci
fıkrası ile üçüncü fıkrasının birinci cümlesi şöyledir:
"Herkes, kişi hürriyeti
ve güvenliğine sahiptir.
...
Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan
kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini
veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu
kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilir."
44. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder(Tahir
Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun bu bölümdeki
iddialarının Anayasa'nın 19. maddesinin üçüncü fıkrası bağlamında, kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği sonucuna
ulaşılmıştır. Anayasa Mahkemesinin bu bağlamdaki incelemesi, başvurucu hakkında
soruşturma ve kovuşturma yapılması ile yargılamanın muhtemel sonuçlarından
bağımsız olarak tutuklamanın hukukiliğinin değerlendirilmesiyle sınırlı
olacaktır. Öte yandan Anayasa'nın 19. maddesinin üçüncü fıkrasının ihlal edilip
edilmediği incelenirken her bir başvuru kendi koşullarında
değerlendirilecektir.
i. Uygulanabilirlik
Yönünden
45. Anayasa Mahkemesi Aydın
Yavuz ve diğerleri (aynı kararda bkz. §§ 187-191) kararında,
olağanüstü yönetim usullerinin uygulandığı dönemlerde alınan tedbirlere ilişkin
bireysel başvuruları incelerken Anayasa'nın 15. maddesinde ortaya konulan temel
hak ve özgürlüklere ilişkin güvence rejimini dikkate alacağını belirtmiştir.
Buna göre olağanüstü bir durumun bulunması ve bunun ilan edilmesinin yanı sıra
bireysel başvuruya konu temel hak ve özgürlüklere müdahale teşkil eden tedbirin
olağanüstü durumla bağlantılı olması hâlinde inceleme Anayasa'nın 15. maddesi uyarınca
yapılacaktır.
46. 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe teşebbüsünden sonra
Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu 21/7/2016 tarihinde
olağanüstü hâl ilan edilmesine karar vermiş, daha sonra da olağanüstü hâl
birçok kez uzatılmıştır. Olağanüstü hâl ilanı nedenlerinin başında darbe
teşebbüsü gelmektedir (Aydın Yavuz ve
diğerleri, §§ 224, 226). Olağanüstü hâl ilanı ile darbe
teşebbüsünden kaynaklanan tehlikenin yanı sıra bu teşebbüsün arkasında olduğu
değerlendirilen FETÖ/PDY'den kaynaklanan tehdit ve
tehlikenin de bertaraf edilmesinin amaçlandığı görülmektedir (Aydın Yavuz ve diğerleri, §§ 48, 229).
Nitekim darbe teşebbüsünün arkasındaki yapılanmanın FETÖ/PDY olduğuna ilişkin
kamu makamlarınca ve soruşturma mercilerince yapılan değerlendirmeler olgusal
temellere dayanmaktadır (Aydın Yavuz ve
diğerleri, § 216).
47. Başvurucunun tutuklandığı tarihte Türkiye'de olağanüstü hâl
yönetim usulü yürürlüktedir. Tutuklama kararında, başvurucunun darbe
teşebbüsünün arkasındaki yapılanma olduğu belirtilen FETÖ/PDY'ye
yardım ettiği ileri sürülmüştür (bkz.
§ 20). Dolayısıyla başvurucunun
tutuklanmasına dayanak olan suçlamanın olağanüstü hâl ilanını gerekli kılan
olaylarla ilgili olduğu görülmektedir (aynı yöndeki değerlendirme için bkz. Turhan Günay [GK], B. No: 2016/50972,
11/1/2018, §§ 53-56).
48. Bu itibarla olağanüstü hâl ilanına sebebiyet veren olaylar
kapsamında bir suçlamayla tutuklanan başvurucu hakkında uygulanan tutuklama
tedbirinin hukuki olup olmadığının incelenmesi Anayasa'nın 15. maddesi
kapsamında yapılacaktır. Bu inceleme sırasında öncelikle başvurucunun
tutuklanmasının başta Anayasa'nın 13. ve 19. maddeleri olmak üzere diğer
maddelerinde yer alan güvencelere aykırı olup olmadığı tespit edilecek,
aykırılık saptanması hâlinde ise Anayasa'nın 15. maddesindeki ölçütlerin bu
aykırılığı meşru kılıp kılmadığı değerlendirilecektir (Aydın Yavuz ve diğerleri, §§ 193-195,
242).
ii. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
49. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan
başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
iii. Esas Yönünden
(1) Genel
İlkeler
50. Anayasa Mahkemesinin gazetecilerin tutuklanmasının
Anayasa'nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği
hakkı bağlamında tutuklamanın hukukiliğine ilişkin başvuruları incelerken gözönünde bulunduracağı genel ilkeler için bkz. Şahin Alpay (aynı kararda bkz. §§ 77-91)
başvurusu hakkında verilen karar.
(2) İlkelerin
Olaya Uygulanması
51. Başvurucu 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun
100. maddesi uyarınca tutuklanmıştır. Dolayısıyla başvurucu hakkında uygulanan
tutuklama tedbirinin kanuni dayanağı bulunmaktadır.
52. Kanuni dayanağı bulunduğu anlaşılan tutuklama tedbirinin
meşru bir amacının olup olmadığı ve ölçülülüğü incelenmeden önce tutuklamanın
ön koşulu olan suçun işlendiğine dair
kuvvetli belirtinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi
gerekir.
53. Somut olayda tutuklama kararında; başvurucunun FETÖ/PDY
adına yayın yapan gazetede yazar olduğu ve yazıları ile bu örgütün amaçlarına
hizmet ettiği, bu suretle örgüt üyesi olmamakla birlikte söz konusu örgüte
yardım ettiği belirtilmiştir. İddianamede ise başvurucunun hangi yazılarının
suçlamaya konu edildiği ifade edilmiştir. Bunun yanı sıra Cumhuriyet savcısının
yargılama aşamasında bildirdiği esas hakkındaki mütalaasında ve ilk derece
mahkemesinin mahkûmiyet kararında, iddianamede değinilenlerin dışında bazı
başka yazılara, başvurucuya ait bir mesajlaşma içeriğine ve başvurucunun FETÖ/PDY'ye müzahir bazı internet sitelerine girdiği hususuna da
değinildiği görülmektedir.
54. Başvurucunun tutuklanmasına dayanak gösterilen olguların
temelde gazete yazılarından oluştuğu görülmektedir. Soruşturma makamları genel
olarak başvurucunun bu yazıları FETÖ/PDY'nin amaçları
doğrultusunda yazdığını ileri sürmüşlerdir.
55. Söz konusu yazıların suça ilişkin kuvvetli bir belirti
niteliğinde olup olmadığının belirlenmesinde yazıların kimin tarafından kaleme
alındığı, bağlamı, yazılardaki ifadeler ile yazıların kaleme alındığı ve
yayımlandığı koşulların birlikte dikkate alınması gerekir. Başvurucunun Zaman
gazetesi yazarı olması ve yazılarının Zaman gazetesinde yayımlanmış olması tek
başına kuvvetli suç şüphesinin varlığını göstermese de Zaman gazetesinin
FETÖ/PDY ile irtibatı bulunan bir yayın organı olduğunun birçok soruşturma ve
kovuşturma belgesinde ifade edilmesi nedeniyle bu hususun tümüyle göz ardı da
edilmemesi gerekir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de İlhan İşbilen (B. No: 2016/3704, 29/5/2019, § 49), Mehmet
Özdemir (B. No: 2017/37283, 29/11/2018, § 84), Mustafa Ünal (B. No: 2017/21149,
28/11/2018, § 62) ve Fevzi Yazıcı (B.
No: 2016/59786, 13/9/2018, § 49) kararlarında başvurucuların Zaman gazetesinde
genel müdür, genel yayın yönetmeni, Ankara temsilcisi veya görsel
yönetmen-grafik tasarım sorumlusu olarak görev yapmasını örgütsel ilişki
bağlamında, kuvvetli belirti değerlendirmesinde dikkate almıştır.
56. Suça konu edilen yazıların içeriği, bağlamı ve yayımlandığı
koşullar incelendiğinde ise yazıların bir kısmının 17-25 Aralık soruşturmaları sürecinde ve sonrasında kaleme
alındığı görülmektedir. Bu soruşturmaların FETÖ/PDY ile bağlantılı oldukları
belirtilen savcı ve hâkimler ile kolluk görevlileri tarafından bazı siyasiler
ve bunların yakınları ile kamuoyunun tanıdığı bir kısım iş adamı hakkında yolsuzluk yaptıkları iddiasıyla
başlatıldığı ve 2013 yılının sonunda gerçekleştirilen operasyonlarda bu
kişilerle ilgili bazı koruma tedbirlerinin uygulanmasına çalışıldığı
bilinmektedir. Bu soruşturma süreçlerindeki uygulamalar, FETÖ/PDY'nin faaliyetlerinin Hükûmeti devirmeye yönelik olduğu
yönündeki soruşturma ve yargılamaların temel dayanağını oluşturmaktadır (Hüseyin Korkmaz, B. No: 2014/16835,
18/7/2018, § 76; Aydın Yavuz ve diğerleri, §
30). Nitekim Anayasa Mahkemesi, bu soruşturma süreçlerinde görev alan bazı
yargı mensupları ve emniyet görevlileri hakkında uygulanan tutuklama
tedbirlerinin hukuki olduğuna dair çok sayıda karar vermiştir (diğerleri
arasından bkz. Hikmet Kopar ve diğerleri
[GK], B. No: 2014/14061, 8/4/2015, §§ 74-87; Mustafa
Başer ve Metin Özçelik, B. No: 2015/7908, 20/1/2016, §§ 134-161). Bu
kişiler hakkında verilen mahkûmiyet kararları da kesinleşmeye başlamıştır.
57. Bu kapsamda başvurucunun henüz 17-25 Aralık soruşturmalarına
ilişkin operasyonların devam ettiği süreçte 24/12/2013 tarihinde yayımlanan "Başbakan
Kaybettiği Savaşı Sürdürüyor"
başlıklı yazısında "...
Başbakanımız ... kaybettiği bir savaşı cansiperane şekilde sürdürmeye çalışıyor
... Velev ki Cemaat'i [FETÖ/PDY] önce didik didik doğradı sonra da darmadağın etti.
Eline ne geçer? Derdine çare olur mu? ...Başbakan'ın Hocaefendi'ye
[Fetullah Gülen] karşı giriştiği polemik, onun gibi kendini kanıtlamış bir liderin
ferasetine aykırı. 'Cemaat' bir siyasî parti değil, üstelik ahlakî-vicdanî
bir prensibe dayanıyor. Üstelik bu savaşta 'Cemaatin' -'in'de yaşadıklarına göre- kaybedecek kaşaneleri yok. Siyasî
iktidarlar, bir araya getirdikleri çıkar ortaklığı bitince dağılırlar. 'Cemaat'
bir gönüllüler hareketi ve gücünü 'alma'ya değil 'verme'ye dayandırıyor. İktidar baskısı, böyle yapıları
dağıtmaya yetmez, tam tersine güçlendirir ... Yolsuzluk batağına saplanmış bir
hükümet, evrensel boyut kazanmış böyle bir sivil-gönüllü hareketin neresini
budayabilir? 'Budadı' diyelim, kendisine ne fayda sağlayabilir?/Hocaefendi, Başbakan'a çareyi gösteriyor: 'Aklan' diyor,
'vahdeti temin et, vifak ve ittifak yollarını
araştır'. Başbakan ise, geçmişte darbecilere karşı sert duruşunu 'bir tek geri
adım atmayacağız' diye bu sefer pamuk gibi insanlara karşı gösteriyor. Siyaseti
çöküyor, itibarı darmadağın oluyor. Peşinen kaybettiği savaşı, ısrarla
sürdürüyor. Adaletin terazisi artık başbakanın elinde değil; o da bir kefede
tartılıyor ve hızla ağırlığı azalıyor." şeklinde ifadeler
kullandığı, başvurucunun ayrıca bu soruşturmalar kapsamında tutuklanan bazı
şüphelilerin serbest bırakılması üzerine kaleme aldığı 3/3/2014 tarihli "Adalet Elbette Yerini Bulur" başlıklı
yazıda "...ama adaletin çekingen yüzünü
göstermesi için daha vakit var. Güç Başbakan'ın elinde olduğuna göre onun
hakkına 'aslan payı' düşüyor ... Türkiye'nin gelip takıldığı bu dar boğaz
aslında AK Parti'nin kurumsal kimliğinin değil, Erdoğan ve çevresindeki küçük bir
azınlığın eseri. Dershaneleri kapatma teşebbüsüne, AK Parti içinden ne kadar
büyük bir tepki geldiğini ve bu direncin Erdoğan'ın ısrarı ile aşıldığını
hatırlayalım. Mevcut savaş, kişisel bir savaş olarak sürüyor. Ne kadar güçlü
bir lider olursa olsun, AK Parti'nin kurumsal kişiliği ile Erdoğan'ı
ayırdığınız zaman her şeyin rengi değişiyor. Erdoğan kazanamayacağı bir savaşa,
hesap hatası yaparak girdi; şimdi kişiselleştirerek sürdürüyor. Böylece
istikrarın kurucu aktörü olmaktan çıkıp, sürdürülmesi mümkün olmayan bir
güvensizlik ortamının müsebbibine dönüşüyor. Savaşın kişisel niteliğini görmek
için şu sorunun peşine düşmek yeterli: Bir siyasî parti, doğal seçmen tabanını
oluşturan bir Cemaat'e karşı neden ölümüne bir savaş
açar? Bir parti seçim kampanyasını, rakip partilere karşı değil de neden kendi
seçmen kitlesine karşı yürütür? Kurumsal yapısı ve refleksleri ile bir siyasî
parti, böyle bir hatayı nasıl yapar? ..." şeklinde
değerlendirmelerde bulunduğu görülmektedir.
58. Öte yandan 14/3/2014 tarihli Yangınla Delil Yok Etmek başlıklı yazısında ise başvurucu
-FETÖ/PDY ile bağlantılı yargı mensuplarınca FETÖ/PDY'nin
amaçları doğrultusunda başta TSK olmak üzere farklı kamu kurum ve
kuruluşlarındaki örgüt mensubu olmayan kamu görevlilerini tasfiye etmek ve
farklı sivil çevrelerde örgütün çıkarlarına aykırı davrandığını düşündüğü
kişileri etkisizleştirmek amacıyla yürütüldüğüne yönelik olarak soruşturma
organlarınca değerlendirmelerin bulunduğu- Ergenekon, Balyoz ve Askerî Casusluk gibi bazı davalarda tahliye ve infazın
durdurulması gibi kararlara ilişkin tepkisini
"... Ergenekoncular kimin marifetiyle ve neden
çıktı? 'Millî orduya kumpas kuruldu' lafı üzerine kapsamlı bir strateji nasıl
inşa edildi? Tek bir delil, tek bir dayanak olmadan Cemaat neden 'örgüte'
dönüştü? İnsanların inançları, ahiretleri hangi kıstaslarla bu kadar ucuz
sorgulanır oldu? Yargıyı kendine bağlamış, polisi şamar oğlanına çevirmiş bu
kadar muktedir bir iktidar hangi pişkinlikle, 'paralel devlet' hayaleti üzerine
bir yığın suç isnad edebildi? İcat ettiği günah
keçilerinden şikâyet ederken, neden hiç muktedir olduğunu hatırlamadı? Bu kadar
güç, bu kadar yolsuzluk ve bu kadar hukuksuzluktan sonra biçare mazlum rolünü
hangi yüzle üstlendi? / Bütün bu soruların tek cevabı var: Çaresizlik. Muktedirlerin
çaresizliği sadece kendilerini değil, çevrelerini de bitirir. Hırsızın cesareti
de çaresizliğinin eseridir. Rezilane, pespaye bir
cesaret; ama neticede pervasız bir cesaret. Yolsuzluk delillerini yok etmek
için devlet arşivlerini, dolayısıyla hafızamızı küle çevirmeye azmetmiş bir
iktidarla karşı karşıyayız. Allah hepimizi, yolsuzluğu örtmek için ülkeyi
yangın yerine çevirmeye azmetmiş bu iktidardan korusun..."
sözleriyle dile getirmiştir.
59. Ayrıca 2015 yılında yapılan genel seçimlerden kısa bir süre
önce kaleme alınan 19/3/2015 tarihli "Devri
Sabık Yaklaşırken" başlıklı yazıda başvurucu "Bir 'devr-i sabık' olacak
mı? Mutlaka ve kaçınılmaz biçimde ... İktidar suç bastırmak için hukuku alt-üst
etmeseydi, düşmanlar icat etmek için cadı avı başlatmasaydı bugün büyüyen
'yönetim zaafları', 'kriz manzaraları' ortaya çıkar mıydı? Finans sistemindeki
kırılganlığın 'Bank Asya’ya çökme operasyonunun' sonucu olduğunu görmek için
bankacı olmaya gerek yok ... Devr-i sabık, üç ana
dava kapsamında gündem oluşturacak. İlki görülemeyen davaların kendisi; yani 17
Aralık’ın kapatılan, 25 Aralık’ın açılamayan soruşturmaları tamamlanacak ve
eksiksiz bir şekilde adalet hükmünü ikmal edecek. İkincisi bu soruşturmaları
kapatmak için işlenen suçların faillerinin yargılandığı dava olacak ... Üçüncü
olarak, kamu gücü ve imkânları ile sürdürülen ve çok geniş bir mağdur kitlesi
oluşturan sistematik cadı avı ve muhalefeti susturma operasyonları dava konusu
yapılacak. Bank Asya operasyonu ile emniyet teşkilatında yapılan kıyımı ve
kanuna aykırı soruşturmaları muhtemelen iki ana dosyadan takip edeceğiz. Bank
Asya operasyonuna 'yetkili' olarak bulaşanların, bu bankanın itibarını
zedeleyecek haber yapanların, devletin tepesinde 'bu banka zaten batmış' diye
batırmaya çalışanların yargılanmadığı bir ülkede en basit bir piyasa kuralını
işletemez ve ekonominizi ayakta tutamazsınız. ... 2002 yılında bu iktidara
destek veren ve üç dönem iktidarda tutan ana aktörler de devr-i
sabık hesabında 'davacı' sıfatıyla yer alacak..." ifadelerine
yer vermiştir.
60.Son olarak 29/10/2015 tarihli "Hapisten Önce Tımarhaneye Girecekler"
başlıklı yazıda ise başvurucu, kamu makamlarınca FETÖ/PDY ile mücadele
kapsamında bu örgütle bağlantılı olan Koza İpek Grubuna yönelik alınan
önlemlere karşı tepkisini "...Bıçağı
iki eliyle tutup, herkesin gözleri önünde vahşi çığlıklar atarak hasmına
saplıyor. Lâkin bıçağı sapından değil, keskin tarafından tutuyor ve iki eli de
paramparça oluyor. Katilin de zalimin de bir hukuku var; ellerini saracağız,
ama sonra hapishaneden önce tımarhaneye göndereceğiz. Gözü bu kadar dönmüş, bu
kadar tedbirsiz ve fütursuz etrafa dehşet saçanların kendilerinden de korunması
lâzım. Bu yüzden Saray İktidarı'nın çekirdek kadrosu
içinde yer alan ve kendi eserleri olan polisin Kanaltürk'ün
kapılarını zorladığı görüntüleri televizyondan hep birlikte, birbirlerine 'çak'
yaparak sevinç naraları içinde izleyen meczup taifesinin yakınlarına
sesleniyorum: Bu çılgın operasyonlarda katkısı bulunanların arasından 1 Kasım
gecesi kısa bir mektupla kendine fenalık yapmak isteyenler çıkabilir; aman
engel olun, onlar bu memlekete çok lâzım. Türkiye'nin hukukun işlediği, temel
hakların güvencede olduğu 'normal' bir ülkeye dönüşebilmesi için, kısa bir
tedaviden sonra memleketi tımarhaneye çevirmeye azmeden bu gürûhu yargı önüne
çıkartacak ve inanın itidal içinde cezalarını keseceğiz. Bu meczup
operasyonları, iktidar cezbesinin eseri. Belli ki diktatör, sonun yaklaştığını
görüp ipi koyvermiş ... Ayrıca hangi savcı aynı
açıklamada, bir mahkeme kararı olmadan koca bir topluluğu 'terör örgütü' olarak
niteleyebilir? Üstelik kayyum atama gerekçesini olmayan bu örgüte finansal
destek sağlamak şeklinde temellendirebilir? ... Hapse girmeden önce tımarhaneye
girecekler. Deli gömleği giydirilip, kendilerine daha fazla zarar vermeleri
önlenecek, tedavi edilecekler. Akıl sağlıklarına kavuşmuş, gözleri kafaları
sarılı yargının önüne çıkartılacaklar ve hesap verecekler. Sırf kirli iktidara
tutunmak için işledikleri suçların, dünyaya rezil ettikleri ülkenin, çivisini
çıkarttıkları devletin ceremesini ödeyecekler." sözleriyle
ifade etmiştir.
61. Kişilerin savunduğu bazı görüşlerin terör örgütünün söylem
ve görüşleriyle benzerlik göstermesi hatta kimi noktalarda örtüşmüş olması bu
görüşlerin terörle bağlantılı suçlar bakımından her durumda kuvvetli suç
belirtisi olarak kabul edilmesini gerekli kılmaz. Nitekim Anayasa Mahkemesi Murat Aksoy ([GK], B. No: 2016/30112,
2/5/2019, § 70) kararında
başvurucunun 17-25 Aralık soruşturmalarına ilişkin değerlendirmelerinin yer
aldığı yazılarının o dönemde FETÖ/PDY'nin yayın
organlarında dile getirilen açıklama ve görüşlerle benzer olmasını kuvvetli suç
belirtisi olarak görmemiştir.
62. Bununla birlikte başvurucunun yukarıda değinilen yazılarının
yalnızca Hükûmetin veya diğer kamu makamlarının bazı uygulamalarının
eleştirilmesi ya da bu uygulamalar dolayısıyla hissettiği bir tepkiyi dile
getirmesi olarak nitelendirilmesi oldukça zordur. Suça konu edilen yazıların
yayımlandığı gazetenin niteliği, yazılarda kullanılan üslup ve ifadeler ile
yazıların bağlamı birlikte dikkate alındığında başvurucunun kamu makamlarının
FETÖ/PDY'nin millî güvenlik üzerinde tehdit
oluşturduğunu değerlendirdikleri bir dönemde, bu tehdidin önlenmesi amacıyla
aldıkları her bir tedbire karşı sistematik bir şekilde ve söz konusu
tedbirlerin genel olarak muhatabı olan yapılanma adına konuştuğu izlenimini
verecek şekilde bir tutum takındığı söylenebilir.
63. Öte yandan başvurucunun 20/3/2015 tarihli "Türkiye'nin
Yeni Aktörleri" başlıklı yazısında "...Türkiye’nin yeni iktidar düzeninin Erdoğan
otokrasisinin anti-tezi olarak şekillenmesi kesin görünüyor. Bürokrasinin,
kapıkulu düzeninden çıkıp devletin alî menfaatleri ve
kamu yararı adına özerkleşmesi yeni dönemin en bariz özelliği olacak ... Yeni
yetme bir devlet değiliz, bürokrasinin devlet menfaatlerini koruma içgüdüsü bu
sefer halka da güven verebilir. Demek ki sivil-asker devlet bürokrasisi
kapıkulu düzeninden çıkacak, yeniden özgüven kazanacak ve sorumluluklarını
yerine getirecek..." şeklindeki anlatımının, 25/8/2015 tarihli
"İktidarın Kulpunu Nasıl Teslim
Edecekler" başlıklı yazısında kullandığı "...Bana çizmelerimi giydirmesinler, ellerinde
kalan iktidar kulpu boğazlarına dizilir. Liste hazırlayanlar, listeye
yazıldıklarını unutmasın. Suç işleyenler mahkemede mutlaka hesap verecek;
sırtını devletin derinlerine yaslayıp bu memleketin değerlerine savaş ilan
edenleri ise daha caydırıcı cezalar bekliyor. Şer'-i Şerife uygun bir mecazla
ifade edelim: Önce çıplak vaziyette katrana batırılacak, sonra elleri arkadan bağlı
eşeğe ters bindirilip memleketin orta yerinde teşhir edilecekler. Adaletin
terazisini tersine çeviren zorbalar ise ayak parmaklarının üzerinde
yükseltilip, dükkanlarının kapısına kulaklarından çivilenecek."
şeklindeki sözlerin, 4/2/2016 tarihli "Arınç
Saray'ı, Sur'daki Tünellere Sokuyor"
başlıklı yazısında "...Arınç Saray
iktidarını, Sur ve Cizre'de PKK'nın açtığı hendeklere ve tünellere gömecek
savaşı başlattı. Gömebilir mi? Devletin ve yüksek bürokrasinin de içinde yer
aldığı Saray'a alternatif geniş bir koalisyonun 'sözcüsü' olduğunu dikkate
alırsanız, 'evet, gömebilir' ... Türkiye'nin bu badireden en az zararla
çıkabilmesi için, idam cezasının geri gelmesi, Dolmabahçe'de noktalanan Çözüm
Süreci'nin sahiplerinin ipe dizilmesi lâzım. Sakın yanlış anlamayın, bir
öneride bulunmuyorum, devlet aklının bu tür badirelerden çıkış yöntemini
hatırlatıyorum ... Devlet aklının bu durumlarda bulduğu çözüm standart: O
hendekleri hatası olanlarla doldurup kapatmak ..." şeklindeki
ifadelerinin de başvurucunun FETÖ/PDY'ye yönelik
alınan tedbirlere veya kamu makamlarının terörle mücadeleye yönelik
uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerini dile getirirken Hükûmete, ilgili
kamu görevlilerine ya da diğer kişilere karşı demokrasi dışı yöntemleri
özendirici ve şiddete teşvik edici bir yaklaşım sergilediği, bunu kendi
ifadesiyle "sivil-asker devlet
bürokrasisi" ve "devlet
aklı" gibi güçlere dayandırdığı söylenebilir.
64. Bu itibarla suça konu edilen yazıların başvurucu yönünden
FETÖ/PDY ile bağlantılı bir suç işlediğine dair kuvvetli belirti olarak kabul
edilmesinin mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.
65. Başvurucu hakkında uygulanan ve kuvvetli suç şüphesinin
bulunması şeklindeki ön koşulu yerine gelmiş olan tutuklama tedbirinin meşru
bir amacının olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Bu değerlendirmede
tutuklama kararının verildiği andaki genel koşullar da dâhil olmak üzere somut
olayın tüm özellikleri dikkate alınmalıdır.
66.Başvurucunun tutuklanmasına karar verilirken işlendiği iddia
edilen suça ilişkin olarak kanunda öngörülen
cezanın
ağırlığına, delillerin henüz toplanmaması nedeniyle delilleri yok etme,
gizleme, tanıklar üzerinde baskı oluşturma şüphesinin bulunmasına ve adli
kontrolün yetersiz kalacak olmasına dayanıldığı görülmektedir (bkz. § 19).
67. Başvurucunun tutuklanmasına karar verilen örgüt
hiyerarşisine dâhil olmamakla birlikte örgüte yardım etme suçu 10 yıla kadar
hapis cezasını gerektiren ağır bir suçtur. Ayrıca bu suçun terörle bağlantılı
olarak işlendiği isnat edilen suça ilişkin kanunda öngörülen cezanın ağırlığı
kaçma şüphesine işaret eden durumlardan biridir.
68. Darbe teşebbüsü sonrasındaki koşullar dolayısıyla soruşturma
konusu olaylara ilişkin delillerin sağlıklı bir şekilde toplanabilmesi ve
soruşturmaların güvenlik içinde yürütülebilmesi için tutuklama dışındaki koruma
tedbirlerinin yetersiz kalması söz konusu olabilir. Bu dönemde ortaya çıkan
kargaşadan yararlanmak suretiyle kaçma imkânı ve bu dönemde delillere etki
edilmesi ihtimali normal zamanda işlenen suçlara göre çok daha fazladır (benzer
yöndeki değerlendirmeler için bkz. Aydın
Yavuz ve diğerleri, §§ 271, 272;Selçuk Özdemir [GK], B. No: 2016/49158, 26/7/2017, §§ 78, 79).
69. Dolayısıyla tutuklama kararının verildiği andaki genel
koşullar ve somut olayın yukarıda belirtilen özel koşulları ile İstanbul 3.
Sulh Ceza Hâkimliği tarafından verilen kararın içeriği birlikte
değerlendirildiğinde başvurucu yönünden özellikle kaçma ve delilleri etkileme
şüphesine yönelen tutuklama nedenlerinin olgusal temellerden yoksun olduğu
söylenemez.
70.Son olarak başvurucu hakkındaki tutuklama tedbirinin ölçülü
olup olmadığının da belirlenmesi gerekir. Bir tutuklama tedbirinin Anayasa'nın
13. ve 19. maddeleri kapsamında ölçülülüğünün belirlenmesinde somut olayın tüm
özellikleri dikkate alınmalıdır (Gülser Yıldırım
(2) [GK], B. No: 2016/40170, 16/11/2017, § 151).
71. Öncelikle terör suçlarının soruşturulması kamu makamlarını
ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu nedenle kişi hürriyeti ve
güvenliği hakkı, adli makamlar ve güvenlik görevlilerinin -özellikle organize
olanlar olmak üzere- suçlarla ve suçlulukla etkili bir şekilde mücadelesini
aşırı derecede güçleştirmeye neden olabilecek şekilde yorumlanmamalıdır (benzer
yöndeki değerlendirmeler için bkz. Süleyman Bağrıyanık ve diğerleri, B. No: 2015/9756,
16/11/2016, § 214; Devran Duran
[GK], B. No: 2014/10405, 25/5/2017,§ 64).
72. Somut olayın yukarıda belirtilen özellikleri dikkate
alındığında İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğinin isnat edilen suç için öngörülen
cezanın miktarını, işin niteliğini ve önemini de gözönünde
tutarak başvurucu hakkında uygulanan tutuklama tedbirinin ölçülü olduğu ve adli
kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı sonucuna varmasının keyfî ve temelsiz
olduğu söylenemez.
73. Açıklanan gerekçelerle başvurucunun tutuklamanın hukuki
olmadığı iddiasına ilişkin olarak Anayasa'nın 19. maddesinin üçüncü fıkrası ile
güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edilmediğine
karar verilmesi gerekir.
74. Buna göre başvurucunun kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına
tutuklama yoluyla yapılan müdahalenin Anayasa'da bu hakka dair maddelerde (13.
ve 19. maddeler) yer alan güvencelere aykırılık oluşturmadığı görüldüğünden
Anayasa'nın 15. maddesinde yer alan ölçütler yönünden ayrıca bir inceleme
yapılmasına gerek bulunmamaktadır.
75. Ayrıca tutuklamanın hukuki olmadığı iddiasına ilişkin olarak
yukarıda yer alan tüm açıklamalar karşısında başvurucu hakkında uygulanan
tutuklama tedbirinin Anayasa'da öngörülenin dışında siyasi bir amaçla
gerçekleştirildiği iddiasının incelenmesini gerektiren bir durum söz konusu
değildir.
2. Tutukluluğun Makul
Süreyi Aştığına İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
76. Başvurucu; yargılandığı davanın karmaşık olmadığını, kısa
sürede bitirilebilecek davada bu kadar uzun süre tutuklu kalması nedeniyle kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
77. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
78. Anayasa Mahkemesi, tutukluluğun kanunda öngörülen azami
süreyi veya makul süreyi aştığı iddiasıyla yapılan bireysel başvurular
bakımından bireysel başvurunun incelendiği tarih itibarıyla ilk derece
mahkemesince mahkûmiyet hükmü verilmiş ise -hüküm kesinleşmemiş olsa da- 5271
sayılı Kanun'un 141. maddesinde öngörülen tazminat davası açma imkânının
tüketilmesi gereken etkili bir hukuk yolu olduğu sonucuna varmıştır (Ahmet Kubilay Tezcan, B. No: 2014/3473,
25/1/2018, §§ 24-27; Ekrem Atıcı, B.
No: 2014/15609, 8/3/2018, §§ 27-30).
79. Somut olayda bireysel başvuruda bulunduktan sonra 6/7/2018
tarihinde mahkûmiyetine karar verilen başvurucunun tutukluluğun makul süreyi
aştığına ilişkin iddiası, 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesi kapsamında açılacak
davada incelenebilir. Bu madde kapsamında açılacak dava sonucuna göre
başvurucunun tutukluluğunun makul süreyi aştığının tespiti hâlinde görevli
mahkemece başvurucu lehine tazminata da hükmedilebilecektir. Buna göre 5271
sayılı Kanun'un 141. maddesinde belirtilen dava yolunun başvurucunun durumuna
uygun, telafi kabiliyetini haiz, etkili bir hukuk yolu olduğu ve bu olağan
başvuru yolu tüketilmeden yapılan bireysel başvurunun incelenmesinin bireysel
başvurunun ikincil olma niteliği
ile bağdaşmadığı sonucuna varılmıştır.
80. Açıklanan gerekçelerle tutukluluğun makul süreyi aştığına
ilişkin iddianın yargısal başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru konusu
yapıldığı anlaşıldığından başvurunun bu kısmının başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
3.Soruşturma Dosyasına Erişimin Kısıtlandığına
İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
81. Başvurucu; soruşturma dosyasındaki gizlilik kararı nedeniyle
suçlamalara ilişkin delillere erişemediğini, atılı suçla ilgili fiillerin ve
somut delillerin kendisine gösterilmediğini, soruşturma dosyasındaki bilgi ve
belgelere erişiminin engellendiğini belirterek savunma hakkının kısıtlandığını,
tutukluluğa etkili bir şekilde itiraz edemediğini, bu durumun silahların
eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkesine aykırı olduğunu iddia etmiştir.
82. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
83. Somut olayda kısıtlama kararının ne zaman kaldırıldığı belli
değil ise de 5271 sayılı Kanun'un 153. maddesinin (4) numaralı fıkrası uyarınca
en geç iddianamenin kabul edildiği 24/4/2017 tarihinde kanun gereği
kısıtlamanın sona erdiği değerlendirilmiştir.
84. Anayasa Mahkemesi, soruşturma dosyalarına erişime yönelik
olarak verilen kısıtlama kararlarının tutuklu kişilerin özgürlüklerinden mahrum
bırakılmalarına karşı itirazda bulunma hakkı üzerindeki etkisini birçok
kararında incelemiştir. Bu kararlarda, öncelikle yakalanan veya tutuklanan
kişiye yakalama ya da tutuklama sebeplerinin ve hakkındaki iddiaların
bildirilmesi gerektiği ancak buradaki bildirim yükümlülüğünün isnat edilen
suçlamalara esas tüm bilgi ve delilleri kapsamadığı belirtilmiş; bu bağlamda
başvurucunun tutuklamaya konu suçlamalara ilişkin temel unsurları bilip
bilmediği dikkate alınmıştır (Günay Dağ ve
diğerleri [GK], B. No: 2013/1631, 17/12/2015, §§ 168-176; Hidayet Karaca [GK], B. No: 2015/144,
14/7/2015, §§ 105-107; Süleyman Bağrıyanık ve diğerleri, §§ 248-257).
85. Somut olayda ifade ve sorgu tutanakları, tutukluluğa ilişkin
kararlar, başvurucu veya müdafileri tarafından verilen tutukluluğa ilişkin
dilekçeler ve soruşturma dosyasındaki bilgi ve belgeler incelendiğinde
başvurucunun tutukluluğa temel teşkil eden bilgi ve belgelerden haberdar ve
bunların içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu, tutukluluk durumuna
karşı itirazlarını sunma konusunda kendisine yeterli imkânın tanındığı
görülmektedir.
86. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının da açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
4. Tutukluluk İncelemelerinin Hâkim/Mahkeme
Önüne Çıkarılmaksızın Yapıldığına İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları
87. Başvurucu; tutukluluğun devamı kararının ve bu kararlara
yapılan itirazların incelenmesine katılamadığını, duruşma yapılmadan, dosya
üzerinden bu kararların verildiğini belirterek kişi hürriyeti ve güvenliği
hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
88. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
89. Anayasa Mahkemesi Erdal
Tercan ([GK], B. No: 2016/15637, 12/4/2018, §§ 221-251) kararında;
15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe teşebbüsü ve sonrasında ilan edilen
olağanüstü hâl döneminde ortaya çıkan koşulları dikkate alarak darbe teşebbüsü,
FETÖ/PDY ve terörle ilgili suçlardan dolayı tutuklanan kişilerin tutukluluk
incelemelerinin belirli bir süre duruşmasız olarak yapılmasının Anayasa'nın 19.
maddesinin sekizinci fıkrasıyla bağdaşmasa da olağanüstü yönetim usullerinin
benimsendiği dönemde temel hak ve özgürlüklerin güvence rejimini düzenleyen
Anayasa'nın 15. maddesi kapsamında meşru görülebileceğini belirtmiştir. Anılan
kararda, bu kapsamdaki suçlardan tutuklanan başvurucuların tutukluluğunun
yaklaşık on üç ay boyunca duruşma yapılmaksızın dosya üzerinden verilen
kararlarla sürdürülmesinin olağanüstü hâl döneminde kişi hürriyeti ve güvenliği
hakkını ihlal etmediği sonucuna varılmıştır.
90. Somut olayda tutuklama konusu suçun niteliği ve tutukluluk
süresi dikkate alındığında tutukluluk incelemelerinin duruşmasız olarak
yapılması anılan karardaki sonuçtan ayrılmayı ve farklı inceleme yapmayı
gerektiren bir durum oluşturmamaktadır.
91. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
5. Sulh Ceza
Hâkimliklerinin Yapısına İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
92. Başvurucu; salıverilme taleplerini, tutukluluğun gözden
geçirilmesini ve tutukluluğa karşı itirazları inceleyen sulh ceza
hâkimliklerinin bağımsızlık ve tarafsızlık kriterlerini karşılamadığını
belirterek kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
93. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
94. Sulh ceza hâkimliklerinin kanuni hâkim güvencesini sağlamadığı,
tarafsız ve bağımsız mahkeme olmadıkları, tutukluluğa itirazın bu yargı
mercilerince karara bağlanmasının hürriyetten yoksun bırakılmaya karşı etkili
bir itirazda bulunmayı imkânsız hâle getirdiğine ilişkin iddialar Anayasa
Mahkemesince birçok kararda incelenmiş; bu kararlarda sulh ceza hâkimliklerinin
yapısal özellikleri dikkate alınarak söz konusu iddiaların açıkça dayanaktan
yoksun olduğu sonucuna varılmıştır (Hikmet
Kopar ve diğerleri, §§ 101-115; Mehmet
Baransu (2), B. No: 2015/7231, 17/5/2016,
§§ 64-78, 94-97). Somut başvuruda, aynı mahiyetteki iddialara ilişkin olarak
anılan kararlarda varılan sonuçtan ayrılmayı gerektiren bir durum
bulunmamaktadır.
95. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
6. Tutukluluğun Gözden
Geçirilmesi Kararlarının Tebliğ Edilmemesi ve Tutukluluğa İtirazın
İncelenmemesine İlişkin İddia
a. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
96. Başvurucu; tutukluluğun gözden geçirilmesi kararlarının müdafiine tebliğ edilmediğini, bu nedenle tutukluluğa
etkili itirazda bulunamadığını, tutukluluğun devamına dair 29/12/2016 tarihli
karara yaptığı itirazın incelenmediğini belirterek kişi hürriyeti ve güvenliği
hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
97. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
98. Anayasa Mahkemesince, tutuklu bulunan kişilerin ilgili yargı
makamlarına sunmuş oldukları tahliye taleplerinin makul bir süre içinde
değerlendirilmeyerek sonuçsuz bırakılması nedeni ile Anayasa'nın 19. maddesinin
sekizinci fıkrası kapsamında güvence altına alınan serbest bırakılmayı isteme
hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddialar birçok kararda incelenmiş; bu
kararlarda söz konusu iddiaların 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesi uyarınca
tazminat talebinde bulunulmadan bireysel başvuru konusu yapıldığından başvuru
yollarının tüketilmediği sonucuna varılmıştır (Cafer
Yıldız, B. No: 2014/9308, 9/1/2018 §§ 34-40; Yaşar Saçlı, B. No: 2014/9311, 24/1/2018,
§§ 34-40).
99. Somut başvuruda, aynı mahiyetteki iddialara ilişkin olarak
anılan kararlarda varılan sonuçtan ayrılmayı gerektiren bir durum
bulunmamaktadır.
100. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul
edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
7. Tutukluluğa Etkili
İtiraz Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin Diğer İddialar
a. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
101. Başvurucu; avukatı ile baş başa görüşmesine izin
verilmediğini, görüşmelerin infaz koruma görevlisi nezaretinde yapıldığını, mal
varlığına tedbir konulması nedeniyle etkili bir hukuki danışmanlık alamadığını,
kuvvetli suç şüphesi bulunmadığını göstermek için dinlenmesini istediği
tanıkların dinlenmediğini belirterek tutukluluğa etkili bir şekilde itiraz
edemediğini ileri sürmüştür.
102. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
b. Değerlendirme
103. Anayasa Mahkemesine başvuru konusu olaylarla ilgili
delilleri sunmak suretiyle olaylar hakkındaki iddialarını kanıtlamak ve
dayanılan Anayasa hükmünün kendilerine göre ihlal edildiğine dair açıklamalarda
bulunarak hukuki iddialarını ortaya koymak başvurucuya düşer. Başvurucunun kamu
gücünün işlem, eylem ya da ihmali nedeniyle ihlal edildiğini ileri sürdüğü hak
ve özgürlük ile dayanılan Anayasa hükümlerini, ihlal gerekçelerini, dayanılan
deliller ile ihlale neden olduğu ileri sürülen işlem veya kararların neler
olduğunu başvuru dilekçesinde belirtmesi şarttır. Başvuru dilekçesinde, kamu
gücünün ihlale neden olduğu iddia edilen işlem, eylem ya da ihmaline dair
olayların tarih sırasına göre özeti yapılmalı; bireysel başvuru kapsamındaki
hak ve özgürlüklerden hangisinin hangi nedenle ihlal edildiği ve buna ilişkin
gerekçeler ve deliller açıklanmalıdır (Veli
Özdemir, B. No: 2013/276, 9/1/2014, §§ 19, 20; Ünal Yiğit, B. No: 2013/1075, 30/6/2014,
§§ 18, 19).
104. Somut olayda başvurucu, avukatıyla görüşmelerine üçüncü bir
kişinin refakat etmesine ilişkin kanun hükmünde kararname hükümleri dolayısıyla
(bkz. §§ 31, 32) tutukluluğa etkili bir şekilde itiraz etme hakkının
kısıtlandığını ileri sürmektedir. Oysa başvurucu, başvuru formu ve eklerinde
kendisi hakkında anılan tedbirin uygulandığını ve bunun tutukluluğa etkin bir
şekilde itiraz etmesini kısıtladığını ortaya koymuş değildir. Nitekim başvurucu
23/7/2016 tarihli ve 29779 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun
Hükmünde Kararname'nin 6. maddesi kapsamında Cumhuriyet savcısı tarafından
avukatıyla olan görüşmelerinin teknik cihazla sesli veya görüntülü olarak
kaydedilmesine ya da avukatıyla yaptığı görüşmeleri izlemek amacıyla görevli
hazır bulundurulmasına dair bir karar alındığını belirtmediği gibi aynı
doğrultuda 29/10/2016 tarihli ve 29872 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanan 676 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname uyarınca sulh ceza hâkimliğince verilmiş bir
karar bulunduğunu ve bu karara yönelik itirazının da reddedildiğini ileri
sürmemiştir. Başvurucunun anılan iddialarının herhangi bir bilgi veya belgeye
dayandırılmaksızın, soyut olarak dile getirildiği görülmektedir.
105. Başvurucu, mal varlığına tedbir konulması nedeniyle etkili
hukuki danışmanlık alamadığını ileri sürmüş ise de başvurucunun avukat
yardımından yararlandığı, tutukluluğuna ve tutukluluğun devamı kararlarına
avukatı aracılığıyla itiraz edebildiği anlaşılmaktadır. Başvurucu, mal
varlığına tedbir konulmasının tutukluluğa etkin bir şekilde itiraz etmesini kısıtladığını
ortaya koyamamıştır.
106. Son olarak başvurucu; kuvvetli suç şüphesi bulunmadığını
göstermek için dinlenmesini istediği tanıkların dinlenmediğini ileri sürmüş ise
de başvurucunun temel olarak yazıları nedeniyle tutuklandığı, söz konusu tanıkların
beyanlarının hangi sebeplerle önemli olduğu açıklanmak suretiyle tanık dinletme
talebinin desteklenmemesi nedeniyle bir ihlalin bulunmadığının açık olduğu
sonucuna ulaşılmıştır.
107. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
B. Mal Varlığına Tedbir
Konulmasına İlişkin İhlal İddiaları
1- Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
108. Başvurucu; tüm mal varlığına el konulması nedeniyle
başkalarına muhtaç hâle geldiğini, hiçbir ihtiyacını gideremediğini, sadece
FETÖ/PDY'ye üyelik isnadı altında olanlara bu şekilde
bir tedbirin uygulandığını belirterek kötü muamele yasağının, özel hayata saygı
hakkının ve bu hakla birlikte ayrımcılık yasağının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
109. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
2. Değerlendirme
110. Anayasa Mahkemesi, başvurucuların mal varlığına konulan
tedbir nedeniyle yapılan başvurular bakımından bireysel başvurunun incelendiği
tarih itibarıyla bu tedbir kararı kaldırılmış ise asıl dava sonuçlanmamış da
olsa -ilgili Yargıtay içtihatlarına atıf yaparak- 5271 sayılı Kanun'un 141.
maddesinde öngörülen tazminat davası açma imkânının tüketilmesi gereken etkili
bir hukuk yolu olduğu sonucuna varmıştır (Mehmet
Ali Aslan, B. No: 2013/2429, 30/3/2016, § 28; Mustafa Ünal, § 112). Somut olayda
başvurucu hakkında uygulanan tedbirin 31/5/2017 tarihinde kaldırıldığı
anlaşıldığından somut başvuru yönünden anılan içtihatlardan ayrılmayı
gerektirir bir durum olmadığı anlaşılmıştır.
111. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının başvuru yollarının tüketilmemesi
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
C. Haberleşme
Hürriyetinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
112. Başvurucu; ailesi ile görüşmelerini uzun aralıklarla
gerçekleştirdiğini, ailesine telefon etmesine iki haftada bir izin verildiğini,
mektuplarının dışarıya çıkarılmasına izin verilmediğini, kendisine gönderilen
mektuplara da ulaşamadığını, bu engellemelerin sadece FETÖ/PDY şüphelilerine
uygulandığını belirterek haberleşme hürriyetinin ve ayrımcılık yasağının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
113. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
2. Değerlendirme
114. Başvurucunun anılan şikâyetiyle ilgili olarak 16/5/2001
tarihli ve 4675 sayılı İnfaz Hâkimliği Kanunu'nun 4. maddesinde bu uygulamalara
ilişkin şikâyetleri karara bağlama konusunda infaz hâkimliğinin görevli olduğu
belirtilmiştir. Bireysel başvuru dosyaları incelendiğinde ise başvurucunun bu
şikâyetine ilişkin olarak infaz hâkimliğine başvuruda bulunduğu hususunda
herhangi bir bilgi ya da belgeye rastlanmamıştır. Bu nedenle başvurucunun hukuk
sisteminde mevcut idari ve yargısal yolları tüketmeksizin bireysel başvuruda
bulunduğu anlaşılmaktadır.
115. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
D. Masumiyet Karinesinin
İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
116. Başvurucu, Cumhurbaşkanı'nın sözleri nedeniyle masumiyet
karinesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
117. Bakanlık görüşünde, başvurucunun bu bölümdeki iddialarına
ilişkin bir açıklamada bulunulmamıştır.
2. Değerlendirme
118. Masumiyet (suçsuzluk) karinesi, kişinin suç işlediğine dair
kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence
altına alır. Bunun sonucu olarak kişinin masumiyeti asıl olduğundan suçluluğu ispat külfeti iddia makamına ait
olup kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez. Ayrıca hiç kimse
suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri
tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz.
Bu çerçevede masumiyet karinesi kural olarak hakkında bir suç isnadı bulunan ve
henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir ilkedir (Kürşat Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, §§ 26, 27).
119. Anılan karine, bir kimsenin suçluluğu hükmen sabit oluncaya
kadar kamu yetkilileri tarafından suçlu ilan edilmesine karşı koruma
sağlamaktadır. Öte yandan Anayasa'nın 26. maddesinde güvence altına alınan
ifade özgürlüğü, bilgi edinme ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu nedenle
Anayasa'nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında güvence altına alınan masumiyet
karinesi, yürütülmekte olan bir ceza soruşturması hakkında yetkililerin
kamuoyuna bilgi vermesini engellemez. Ancak masumiyet karinesine saygı
gösterilmesi söz konusu olduğundan Anayasa'nın 38. maddesinin dördüncü fıkrası,
bilginin gereken bütün dikkat ve ihtiyat gösterilerek verilmesini gerekli kılar
(Nihat Özdemir [GK], B. No: 2013/1997, 8/4/2015, § 22).
120. Başvurucunun masumiyet karinesini ihlal ettiğini ileri
sürdüğü Cumhurbaşkanı’nın 22/3/2017 tarihinde yaptığı konuşmasının -başvuru
dilekçesinde belirtildiği şekliyle- ilgili kısmı şöyledir:
"Hapisteki gazetecilerin listesini verin
diyoruz. Bakıyorum, hepsi hırsız, çocuk istismarcısı, terörist. Geçenlerde de
149 kişilik bir liste geldi. 144'ü terör, 4'ü adi suçlardan içeride. Bunların
gazetecilikle ne ilgisi var ki liste yapıp ülkemize gönderiyorsunuz."
121. Cumhurbaşkanı söz konusu açıklamasında başvurucunun ismini
zikretmeksizin genel olarak ulusal ve uluslararası kamuoyunda tartışmalara konu
olan ceza infaz kurumlarındaki gazeteciler meselesi ile ilgili beyanlarda
bulunmuştur. Cumhurbaşkanı'nın açıklamasında başvurucunun yargılandığı dava ile
ilgili bir değerlendirme bulunmamaktadır. Söz konusu açıklamanın içerik
itibarıyla başvurucuyla doğrudan ilgi kurulmasını sağlayacak nitelikte olmadığı
görülmüştür.
122. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
E. İfade ve Basın Özgürlüklerinin İhlal
Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
123. Başvurucu; gazete yazıları nedeniyle tutuklandığını, bu
yazıları nedeniyle tutuklanmasının öngörülebilir olmadığını, tutuklanmasının ifade
ve basın özgürlüklerine yönelik caydırıcı etki oluşturduğunu belirterek ifade
ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
124. Bakanlık görüşünde, başvurucu hakkındaki yargılamanın devam
ettiği,bu nedenle ifade ve
basın özgürlükleri hakkı kapsamında ileri sürülen iddiaların başvuru yollarının
tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez bulunması gerektiği ileri
sürülmüştür. Esas bakımından ise Bakanlık, tutuklamanın hukukiliğine ilişkin
yapılan değerlendirmeler doğrultusunda bu başlık altında ileri sürülen
iddiaların da açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğunu
belirtmiştir.
125. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı beyanında köşe yazıları
nedeniyle tutuklandığını, tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle ifade ve basın
özgürlüklerinin de ihlal edildiğini belirtmiştir.
2. Değerlendirme
126. Anayasa'nın "Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti" kenar başlıklı 26. maddesinin
ilgili kısmı şöyledir:
"Herkes,
düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya
toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların
müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de
kapsar…
Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik,
kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi
ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların
cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin
açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının
yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin
gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
…
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin
kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir."
127. Anayasa'nın "Basın
hürriyeti" kenar başlıklı 28. maddesinin ilgili kısımları
şöyledir:
"Basın
hürdür, sansür edilemez.
...
Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini
sağlayacak tedbirleri alır.
Basın hürriyetinin sınırlanmasında, Anayasanın
26 ve 27 nci maddeleri
hükümleri uygulanır.
Devletin iç ve dış güvenliğini, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç işlemeye ya da ayaklanma
veya isyana teşvik eder nitelikte olan veya Devlete ait gizli bilgilere ilişkin
bulunan her türlü haber veya yazıyı, yazanlar veya bastıranlar veya aynı
amaçla, basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca
sorumlu olurlar. Tedbir yolu ile dağıtım hakim kararıyle; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun
açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle önlenebilir. Dağıtımı önleyen yetkili
merci, bu kararını en geç yirmidört saat içinde
yetkili hakime bildirir. Yetkili hakim
bu kararı en geç kırksekiz saat içinde onaylamazsa,
dağıtımı önleme kararı hükümsüz sayılır.
…
"
a. Uygulanabilirlik
Yönünden
128. Başvurucunun tutuklanmasına neden olan suçlama, genel
olarak yazdığı yazıları nedeniyle Türkiye'de olağanüstü hâl ilanına sebebiyet
veren, temel olay niteliği taşıyan darbe teşebbüsünün arkasındaki yapılanmaya
yardım ettiğine ilişkindir. Bu itibarla tutuklama tedbirinin ifade ve basın
özgürlükleri üzerindeki etkisinin incelenmesi, Anayasa'nın 15. maddesi
kapsamında yapılacaktır. Bu inceleme sırasında müdahalenin başta Anayasa'nın
13., 26. ve 28. maddeleri olmak üzere diğer maddelerde yer alan güvencelere
aykırı olup olmadığı tespit edilecek, aykırılık saptanması hâlinde ise
Anayasa'nın 15. maddesindeki ölçütlerin bu aykırılığı meşru kılıp kılmadığı
değerlendirilecektir (Aydın Yavuz ve
diğerleri, §§ 193-195, 242).
b. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
129. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan
başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Esas Yönünden
i. Genel İlkeler
130. Anayasa
Mahkemesinin gazetecinin tutuklanması yoluyla Anayasa'nın 26. ve 28.
maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerine yapılan
müdahalelere ilişkin başvuruları incelerken gözönünde
bulundurduğu genel ilkeler için bkz. Şahin
Alpay (aynı kararda bkz. §§ 118-133) başvurusu hakkında verilen
karar.
ii. İlkelerin Olaylara
Uygulanması
131. Anayasa Mahkemesi; tutuklama tedbirinin ifade ve basın
özgürlükleri, dernek kurma hürriyeti, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma
hakları gibi diğer temel hak ve özgürlükler üzerindeki etkisini incelerken
öncelikle tutuklamanın hukuki olup olmadığını ve/veya tutukluluğun makul süreyi
aşıp aşmadığını değerlendirmekte; sonrasında tutuklamanın hukukiliğine ya da tutukluluğun
süresinin makullüğüne ilişkin vardığı sonucu da dikkate alarak diğer temel hak
ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediğini belirlemektedir (Erdem Gül ve Can Dündar [GK], B. No:
2015/18567, 25/2/2016, §§ 92-100; Hidayet
Karaca, §§ 111-117; Mehmet Baransu (2),
§§ 157-164; Günay Dağ ve diğerleri, §§ 191-203; Mehmet Haberal, B.
No: 2012/849, 4/12/2013, §§
105-116; Mustafa Ali Balbay, B. No: 2012/1272, 4/12/2013, §§ 120-134; Kemal Aktaş ve Selma Irmak, B. No: 2014/85, 3/1/2014, §§
61-75; Faysal Sarıyıldız, B. No:
2014/9, 3/1/2014, §§ 61-75; İbrahim Ayhan, B. No: 2013/9895, 2/1/2014,
§§ 60-74; Gülser Yıldırım, B. No: 2013/9894, 2/1/2014, §§
60-74).
132. Somut olayda başvurucunun tutuklanmasının hukuki olmadığı
iddiası incelendiğinde başvurucunun suç işlemiş olabileceğinden şüphelenilmesi
için inandırıcı delillerin bulunduğu, ayrıca tutuklama nedenlerinin mevcut
olduğu ve tutuklamanın ölçülü olduğunun söylenebileceği sonucuna varılmıştır.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmeler dikkate alındığında başvurucunun yalnızca
ifade ve basın özgürlükleri kapsamında kalan eylemleri nedeniyle soruşturmaya
maruz kaldığı ve tutuklandığı iddiası yönünden farklı bir sonuca varılmasını
gerekli kılan bir durum bulunmamaktadır.
133. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 26. ve 28. maddeleri
bağlamında ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edilmediğine karar verilmesi
gerekir.
134. Buna göre başvurucunun ifade ve basın özgürlüklerine
tutuklama yoluyla yapılan müdahalenin Anayasa'da bu hakka dair maddelerde (26.
ve 28. maddeler) yer alan güvencelere aykırılık oluşturmadığı görüldüğünden
Anayasa'nın 15. maddesinde yer alan ölçütler yönünden ayrıca bir inceleme
yapılmasına gerek bulunmamaktadır.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Tutuklamanın hukuki olmaması nedeniyle kişi hürriyeti ve
güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2. Tutukluluğun makul süreyi aştığına ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Soruşturma dosyasına erişimin kısıtlandığına ilişkin iddianın
açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
4. Tutukluluk incelemelerinin hâkim/mahkeme önüne
çıkarılmaksızın yapıldığına ilişkin iddianın açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
5. Sulh ceza hâkimliklerinin yapısına ilişkin iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
6. Tutukluluğun gözden geçirilmesi kararlarının tebliğ
edilmemesi ve tutukluluğa itirazın incelenmemesine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
7. Tutukluluğa etkili itiraz hakkının ihlal edildiğine ilişkin
diğer iddiaların açıkça dayanaktan yoksun
olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
8. Mal varlığına tedbir konulmasına ilişkin ihlal iddialarının başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
9. Haberleşme hürriyetinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
10. Masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
11. İfade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. 1. Anayasa'nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
2. Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan
ifade ve basın özgürlüklerinin İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA,
D. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
27/11/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.