TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
FAYIK ÖZDEMİR VE MEHET ÖZDEMİR BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2018/25890)
Karar Tarihi: 22/2/2022
Başkan
:
Hasan Tahsin GÖKCAN
Üyeler
Hicabi DURSUN
Muammer TOPAL
Recai AKYEL
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
Raportör
Çağlar ÖNCEL
Başvurucular
1. Mehet ÖZDEMİR
2. Fayık ÖZDEMİR
Başvurucular Vekili
Av. Mehmet Doğan YALIM
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının, buna ilişkin açılan tam yargı davasının uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 7/9/2018 tarihinde yapılmıştır.
3. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir.
4. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:
6. Birinci başvurucu Mehet Özdemir ikinci başvurucunun eşidir. Birinci başvurucu 10/8/2008 tarihinde Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesinde (Hastane) normal doğuma alınmış ancak baş pelvis uygunsuzluğu nedeniyle sezaryen doğum yöntemi ile sağlıklı bir bebek dünyaya getirmiştir.
7. 12/8/2008 tarihinde taburcu edilen birinci başvurucu 30/8/2008 tarihinde vajinal kanama şikâyeti ile Hastaneye müracaat etmiştir. Burada yapılan kan tahlili ve ultrasonografi (USG) sonrasında olumsuz bir bulguya rastlanmadığı, doğum sonrasında loşi kanaması (doğuma bağlı olağan akıntı) olabileceği ve tedavi gerektirmediği yönünde bilgi verilen başvurucu Hastaneden ayrılmıştır.
8. 1/9/2008 tarihinde birinci başvurucunun kanama şikâyetinin devam etmesi nedeniyle saat 01.05'te gittiği Hastanede yapılan USG işleminde, başvurucunun rahminde plasenta kaldığı tespit edilerek ilaç tedavisine başlanmıştır. Bu tedaviden sonuç alınamaması üzerine önce saat 04.00'te kürtaj işlemi yapılmış, bu işlemin de başarısız olması dikkate alınarak birinci başvurucunun rahminin alınması için ikinci başvurucudan yazılı onam alınmıştır.
9. Bunun üzerine aynı tarihte ameliyata alınan birinci başvurucunun rahmi çıkarılarak inceleme yapılması için patoloji birimine gönderilmiştir. Patolojinin 11/9/2008 tarihli raporunda, başvurucunun rahminde plasenta bulunmadığı bildirilmiştir.
10. Başvurucular 23/12/2009 tarihinde Sağlık Bakanlığı (İdare) aleyhine İstanbul 7. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) tam yargı davası açarak maddi ve manevi zararlarının tazminini talep etmiştir. Dava dilekçesinde; doğumdan sonra vajinal kanama şikâyeti ile Hastaneye gittiklerinde birinci başvurucu ile yeterince ilgilenilmediğini ve kanamanın durdurulması için hiçbir işlem yapılmadığını belirten başvurucular, bu ihmal sonucunda birinci başvurucunun tekrar çocuk sahibi olamayacağını belirtmiştir. Dilekçede ayrıca Hastane personelinin ikinci başvurucuya onam formunu imzalatırken manevi baskı yaptığını, birinci başvurucunun yaşamasının rahminin alınmasına bağlı olduğu bilgisinin verilmesi nedeniyle formun imzalandığını bildirmiştir. İdarenin cevap dilekçesinde; somut olayda İdareye atfedilebilecek kusur bulunmadığı, birinci başvurucuya yapılan tıbbi müdahalelerin tıp kurallarına uygun olduğu belirtilmiştir.
11. Mahkeme, yargılama sırasında Adli Tıp Kurumu (ATK) 3. İhtisas Kurulundan rapor alınmasına karar vermiştir. 29/6/2011 tarihli raporda; post partum (doğum sonrası kanama) kanamaların anne için yüksek ölüm riski taşıdığı ve tıbben öngörülemez bir durum olduğu belirtilmiştir. Raporda, birinci başvurucunun 30/8/2008 tarihinde Hastaneye müracaatı üzerine yapılan işlemlerin tıp kurallarına uygun olduğu, 1/9/2008 tarihinde yapılan işlemlerin başvurucunun rahminin içerisinde plasenta kalmış olabileceği şüphesi üzerine yapılması nedeniyle bu işlemlerde de tıp kurallarına aykırılık görülmediği belirtilmiştir.
12. Başvurucular bu rapora itiraz etmiştir. İtiraz dilekçesinde ATK raporunun eksik ve yetersiz olduğu nitekim birinci başvurucuya doğum sırasında ve 30/8/2008 tarihinde hatalı şekilde müdahalede bulunan görevliler yönünden bir inceleme yapılmadığı belirtilmiştir. Dilekçede kanama şikâyeti ile Hastaneye müracaat eden birinci başvurucuya koruyucu tedavi uygulanmaması nedeniyle bir daha çocuk sahibi olamayacağı vurgulanmıştır.
13. Mahkeme 28/11/2012 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde; ATK raporuna atıf yapılarak gerek doğum sürecinde gerekse doğum sonrası oluşan rahatsızlığa ilişkin teşhis ve tedavilerde İdareye atfedilebilecek bir hizmet kusurunun bulunmadığı belirtilmiştir.
14. Başvurucular temyiz talebinde bulunmuştur. Temyiz dilekçesinde; birinci başvurucu hakkındaki tıbbi süreç anlatılarak Mahkemenin ATK raporu hakkındaki itirazlarını gözetmeden hatalı bir karar verdiği belirtilmiştir. Ayrıca, ikinci başvurucunun aydınlatılmış onam formunu manevi baskı altında imzaladığı ifade edilmiştir.
15. Danıştay Onbeşinci Dairesi (Daire), 26/6/2018 tarihinde usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle hükmün onanmasına karar vermiştir.
16. Nihai karar, başvurucular vekiline 8/8/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
17. İlgili hukuk için bkz. Fındık Kılıçaslan, B. No: 2015/97, 11/10/2018, §§ 19-27; Cihan Beyribey, B. No: 2014/19450, 26/12/2018, §§ 23-28; Fesih Aydar, B. No: 2015/4259, 10/1/2019, §§ 24-30. Ayrıca Anayasa Mahkemesi daha önceki kararlarında hasta hakları ve aydınlatılma yükümlülüğüne ilişkin mevzuata yer vermiştir (Ahmet Acartürk, B. No: 2013/2084, 15/10/2015, §§ 19-25; Emrah Egeç, B. No: 2015/9714, 11/12/2018, §§ 16-19; Ü.B.K., B. No: 2015/2536, 4/7/2019, §§ 22-25).
18. 11/4/1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 70. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Tabipler, diş tabipleri ve dişçiler yapacakları her nevi ameliye için hastanın, hasta küçük veya tahtı hacirde ise veli veya vasisinin evvelemirde muvafakatını alırlar. Büyük ameliyei cerrahiyeler için bu muvafakatin tahriri olması lazımdır. (Veli veya vasisi olmadığı veya bulunmadığı veya üzerinde ameliye yapılacak şahıs ifadeye muktedir olmadığı takdirde muvafakat şart değildir.) Hilafında hareket edenlere ikiyüzelli Türk Lirası idarî para cezası verilir.”
19. 1/2/1999 tarihli Hekimlik Meslek Etiği Kurallarının 26. maddesi şöyledir:
“Hekim hastasını, hastanın sağlık durumu ve konulan tanı, önerilen tedavi yönteminin türü, başarı şansı ve süresi, tedavi yönteminin hastanın sağlığı için taşıdığı riskler, verilen ilaçların kullanılışı ve olası yan etkileri, hastanın önerilen tedaviyi kabul etmemesi durumunda hastalığın yaratacağı sonuçlar, olası tedavi seçenekleri ve riskleri konularında aydınlatır. Yapılacak aydınlatma hastanın kültürel, toplumsal ve ruhsal durumuna özen gösteren bir uygunlukta olmalıdır. Bilgiler hasta tarafından anlaşılabilecek biçimde verilmelidir. Hastanın dışında bilgilendirilecek kişileri, hasta kendisi belirler. Sağlıkla ilgili her türlü girişim, kişinin özgür ve aydınlatılmış onamı ile yapılabilir. Alınan onam, baskı, tehdit, eksik aydınlatma ya da kandırma yoluyla alındıysa geçersizdir.
Acil durumlar ile hastanın reşit olmaması veya bilincinin kapalı olduğu ya da karar veremeyeceği durumlarda yasal temsilcisinin izni alınır. Hekim temsilcinin izin vermemesinin kötü niyete dayandığını düşünüyor ve bu durum hastanın yaşamını tehdit ediyorsa, durum adli mercilere bildirilerek izin alınmalıdır. Bunun mümkün olmaması durumunda, hekim başka bir meslektaşına danışmaya çalışır ya da yalnızca yaşamı kurtarmaya yönelik girişimlerde bulunur. Acil durumlarda müdahale etmek hekimin takdirindedir. Tedavisi yasalarla zorunlu kılınan hastalıklar toplum sağlığını tehdit ettiği için hasta veya yasal temsilcisinin aydınlatılmış onamı alınmasa da gerekli tedavi yapılır.
Hasta vermiş olduğu aydınlatılmış onamı dilediği zaman geri alabilir.”
20. 1/8/1998 tarihli ve 23420 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Hasta Hakları Yönetmeliği’nin (Yönetmelik) 8/5/2014 tarihli değişiklikten önceki hâliyle 15. maddesi şöyledir:
“Hasta; sağlık durumunu, kendisine uygulanacak tıbbî işlemleri, bunların faydaları ve muhtemel sakıncaları, alternatif tıbbî müdahale usûlleri, tedavinin kabul edilmemesi halinde ortaya çıkabilecek muhtemel sonuçları ve hastalığın seyri ve neticeleri konusunda sözlü veya yazılı olarak bilgi istemek hakkına sahiptir.
Sağlık durumu ile ilgili gereken bilgiyi, bizzat hasta veya hastanın küçük, temyiz kudretinden yoksun veya kısıtlı olması halinde velisi veya vasisi isteyebilir. Hasta, sağlık durumu hakkında bilgi almak üzere bir başkasına da yetki verebilir. Gerek görülen hallerde yetkinin belgelendirilmesi istenilebilir.”
21. Yönetmelik’in “Hastanın rızası ve izin” kenar başlıklı 24. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
" Tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Hasta küçük veya mahcur ise velisinden veya vasisinden izin alınır. Hastanın, velisinin veya vasisinin olmadığı veya hazır bulunamadığı veya hastanın ifade gücünün olmadığı hallerde, bu şart aranmaz..."
22. Yönetmelik’in “Rızanın şekli ve geçerliliği” kenar başlıklı 28. maddesi şöyledir:
" Mevzuatın öngördüğü istisnalar dışında, rıza herhangi bir şekle bağlı değildir.
Hukuka ve ahlaka aykırı olarak alınan rıza hükümsüzdür ve bu şekilde alınan rızaya dayanılarak müdahalede bulunulamaz."
23. Yönetmelik’in “Rızanın kapsamı” kenar başlıklı 31. maddesinin 8/5/2014 tarihli değişiklikten önceki hâliyle şöyledir:
“Rıza alınırken hastanın veya kanunî temsilcisinin tıbbî müdahalenin konusu ve sonuçları hakkında bilgilendirilip aydınlatılması esastır. Hastanın, uygulanacak tıbbî müdahale için verdiği rıza, bu müdahalenin gerektirdiği sair tıbbî işlemleri de kapsar. Ancak, tıbbî işlemlerin uygulanmasında, bu Yönetmelik'te ve diğer mevzuatta belirlenen hakların ihlâl edilmemesi için azamî ihtimam gösterilir.”
B. Uluslararası Hukuk
24. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
25. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kişilerin fiziksel ve ruhsal bütünlüklerinin korunması, kendilerine uygulanan tedaviye dâhil olmaları, bu hususta rıza göstermeleri ve maruz kaldıkları sağlık risklerini değerlendirmelerine yardımcı olan bilgilere erişimlerinin Sözleşme'nin 8. maddesi kapsamında yer aldığını kabul etmektedir (Trocellier v. Fransa (k.k.), B. No: 75725/01, 5/10/2006; İclal Karakoca ve Hüseyin Karakoca/Türkiye (k.k.), B. No: 46156/11, 21/5/2013).
26. AİHM kararlarına göre devletler sağlık hizmetlerini -ister kamu isterse özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin- hastaların yaşamları ile fiziksel ve ruhsal bütünlüğünün korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (Vo/Fransa [BD], 53924/00, 8/7/2004, § 90; Calvelli ve Ciglio/İtalya [BD], 32967/96, 17/1/2002, § 51).
27. AİHM'e göre taraf devletler, uygulanması planlanan tıbbi işlemin öngörülebilir sonuçları hakkında doktorların hastalara önceden bilgi vermelerini sağlayacak gerekli, düzenleyici tedbirleri almak zorundadır. Bunun bir sonucu olarak hastanın önceden bilgilendirilmesi söz konusu olmadan öngörülebilir nitelikte bir riskin ortaya çıkması durumunda ilgili devlet, hastaya bilgi verilmemesinden doğrudan sorumlu tutulabilecektir (Şerif Gecekuşu/Türkiye (k.k.), B. No: 28870/05, 25/5/2010).
28. Tıbbi bir hatanın ve hastane hizmetlerindeki eksikliklerin sorumluluğunun Sözleşme'nin 8. maddesi kapsamında doğrudan devlete atfedilmesi için yeterli olup olmaması hususunda AİHM, farklı tıbbi bilirkişi raporlarında hatta iç yargı organlarının kararlarında her türlü tıbbi hata ve ihmalin ihtimal dışı bırakıldığı bir davada (Yardımcı/Türkiye, B. No: 25266/05, 5/1/2010, § 59) her hâlükârda bu sonuçları sorgulamanın veya sahip olduğu tıbbi bilgilerden hareketle bilirkişilerin vardığı sonuçların doğruluğu hakkında tahminlere dayalı fikir yürütmenin görevleri arasında olmadığına işaret etmiştir (Tysiac/Polonya, B. No: 5410/03, 20/3/2007, § 119, Yardımcı/Türkiye, § 59).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
29. Anayasa Mahkemesinin 22/2/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların İddiaları
30. Başvurucular, yargılamanın çok uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
2. Değerlendirme
31. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."
32. Başvurucuların yargılamanın uzun sürdüğüne ilişkin şikâyetinin Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkı kapsamında incelenmesi gerekir.
a. Kabul Edilebilirlik Yönünden
33. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
34. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45, 47).
35. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).
36. Somut başvuru açısından sürenin başladığı tarih, tam yargı davasının açıldığı 23/12/2009 tarihidir. Sürenin bitiş tarihi ise kararın kesinleştiği 26/6/2018 tarihidir.
37. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında başvuruya konu olaydaki 8 yıl 6 ay 3 günlük yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
38. Açıklanan gerekçelerle başvurucuların Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
B. Kişinin Maddi ve Manevi Varlığını Koruma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
39. Başvurucular; gerek birinci başvurucunun doğum yaptığı sırada gerekse kanama şikâyeti ile Hastaneye gittiklerinde, İdarenin hatalı tıbbi müdahalelerde bulunması nedeniyle yeniden çocuk sahibi olma imkânlarının ellerinden alındığını beyan etmiştir. Başvurucular ayrıca; Mahkemenin itirazlarını gözetmeksizin eksik ve yetersiz ATK raporu ile karar verdiğini nitekim raporda doğum sırasında yapılan işlemler ile ilgili bir açıklama bulunmadığı gibi 30/8/2008 tarihinde birinci başvurucuya koruyucu tedavi uygulanması hâlinde aynı sonucun oluşup oluşmayacağının tartışılmadığını belirtmiştir. İkinci başvurucuya düşünme zamanı tanımadan ve birinci başvurucunun rahminin alınmaması halinde hayatını kaybedebileceğine ilişkin yanıltıcı bilgiler verilerek imzalattırılan onamın geçerli olmadığını iddia etmiştir. Yeniden çocuk sahibi olma ihtimallerinin ortadan kalkması nedeniyle psikolojik travma yaşadıklarını ve yıprandıklarını vurgulayan başvurucular, kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
40. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir."
41. Anayasa'nın "Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması" kenar başlıklı 56. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler."
42. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
43. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Söz konusu düzenleme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi çerçevesinde özel hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlüğün korunması hakkına karşılık gelmektedir.
44. Anayasa Mahkemesi daha önceki kararlarında, kasıt söz konusu olmaksızın hekim kusuru nedeniyle vücut bütünlüğünün zarar gördüğü şeklindeki tıbbi ihmale dair şikâyetleri Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında incelemiştir (Melahat Sönmez, B. No: 2013/7528, 9/9/2015; Ahmet Sevim, B. No: 2013/474, 9/9/2015; Hilmi Düzgüner, B. No: 2014/9690, 11/5/2017).
45. Anılan kararlar doğrultusunda somut olayda başvurucuların tıbbi ihmale dayalı tüm şikâyetlerinin Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında incelenmesi gerekmektedir.
46. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
i. Genel İlkeler
47. Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Bu kapsamda anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 40).
48. Anayasa’nın 17. maddesinin amacı, esas olarak bireylerin maddi ve manevi varlığına karşı devlet tarafından yapılabilecek keyfî müdahalelerin önlenmesidir. Bunun yanı sıra devletin tıbbi müdahaleler nedeniyle kişilerin maddi ve manevi varlığını etkili olarak koruma ve maddi ve manevi varlığına saygı gösterme şeklinde pozitif yükümlülüğü de bulunmaktadır (Ahmet Acartürk, § 49). Nitekim Anayasa’nın 56. maddesinde de belirtildiği üzere pozitif yükümlülük, sağlık alanında yürütülen faaliyetleri de kapsamaktadır (İlker Başer ve diğerleri, B. No: 2013/1943, 9/9/2015, § 44).
49. Devlet, bireylerin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlıklarını koruma hakkı kapsamında ister kamu isterse özel sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin sağlık hizmetlerini hastaların yaşamları ile maddi ve manevi varlıklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (Ahmet Acartürk, § 51).
50. İlke olarak tıbbi ihmallere ilişkin şikâyetler konusunda temel başvuru yolu, hukuki sorumluluğu tespit adına takip edilecek olan hukuk veya idari tazminat davası yoludur (Nail Artuç, B. No: 2013/2839, 3/4/2014, § 38).
51. Maddi ve manevi varlığı koruma hakkı kapsamında hukuki sorumluluğu ortaya koymak için adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarında makul derecede dikkatli ve özenli inceleme şartının yerine getirilmesi gerekmektedir. Derece mahkemelerinin bu tür olaylara ilişkin yürüttükleri yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede derinlik ve özenle bir inceleme yapıp yapmadıklarının ya da ne ölçüde yaptıklarının da Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira derece mahkemeleri tarafından bu konuda gösterilecek hassasiyet, yürürlükteki yargı sisteminin daha sonra ortaya çıkabilecek benzer hak ihlallerinin önlenmesinde sahip olduğu önemli rolün zarar görmesine engel olacaktır (Yasin Çıldır, B. No: 2013/8147, 14/4/2016, § 57; Tevfik Gayretli, B. No: 2014/18266, 25/1/2018, § 32).
52. Diğer taraftan belirtmek gerekir ki olaylara ilişkin delillerin değerlendirilmesi öncelikle idari ve yargısal makamların ödevidir. Aynı şekilde başvuru dosyasında bulunan tıbbi bilgi ve belgelerden hareketle bilirkişilerin vardığı sonuçların doğruluğu hakkında fikir yürütmek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir (Mehmet Çolakoğlu, B. No: 2014/15355, 21/2/2018, § 47). Ancak kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında yerine getirmek zorunda olduğu usul yükümlülüklerinin somut olayda yerine getirilip getirilmediğinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesi için ilgili anayasal kurallar bağlamında derece mahkemelerinin kendilerine tanınmış takdir yetkileri çerçevesinde hareket edip etmediklerinin denetlenmesi gerekir. Bu bağlamda müdahaleyi haklı göstermek için öne sürülen gerekçelerin ilgili ve yeterli olup olmadığı incelenmelidir (Murat Atılgan, B. No: 2013/9047, 7/5/2015 § 44).
53. Bu bağlamda derece mahkemelerinin gerekçeleri, tarafların kanun yoluna başvuru imkânını etkili şekilde kullanabilmesini sağlayacak surette ayrıntılı olarak ortaya konulmalı; ulaşılan sonuçlar yeterli açıklıktaki bilimsel görüş ve raporlar gibi somut, nesnel verilere dayandırılmalıdır (Murat Atılgan, § 45).
54. Ayrıca tıbbi müdahaleden önce kişinin gerektiği şekilde bilgilendirilerek rızasının alınmaması, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlaline sebep olabilir. İstisnai hâller dışında tıbbi müdahale ancak ilgili kişi bilgilendirilip rızası alındıktan sonra yapılabilir. Hastaların durumun farkında olarak karar verebilmelerini sağlamak için uygulanması düşünülen tedavi ve bununla bağlantılı riskler hakkında kendilerine bilgi verilmiş olmalıdır. Bunun yanı sıra yapılan bilgilendirme ile tıbbi müdahale arasında hastanın sağlıklı bir kanaate varmasını sağlayacak kadar uygun bir zaman aralığı bırakılmış olmalıdır (Ahmet Acartürk, § 56). Bununla birlikte hastanın sağılığı ve yaşamı için ciddi risk nedeniyle acil müdahale gereken hallerde bilgilendirme yükümlülüğünün kapsamının ve karar verilmesi için tanınacak sürenin dar olabileceği gözetilmelidir.
ii. İlkelerin Olaya Uygulanması
55. Anayasa Mahkemesi yukarıda değinilen Anayasa'nın 17. maddesi kapsamında devlete düşen pozitif yükümlülüklerin somut olay bağlamında yerine getirilip getirilmediğini denetlemek durumundadır (Tevfik Gayretli, § 36). Bu sebeple başvuruya konu olay, devletin kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına ilişkin pozitif yükümlülüğü kapsamıyla sınırlı olarak incelenmiştir.
56. Başvurucuların iddialarının idarenin hizmet kusuru nedeniyle maddi ve manevi zarara uğramalarına rağmen tam yargı davasında eksik ve yetersiz bilirkişi raporuna itibar edilerek davanın reddedilmesine ve onamın hukuka uygun olmadığına yönelik olduğu görülmüştür.
57. Somut olayda derece mahkemeleri tarafından ATK raporuna atıfta bulunarak davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. ATK raporunun incelenmesinde, birinci başvurucunun normal doğum yapması için gerekli tıbbi koşulların oluşmaması nedeniyle sezaryen doğuma alındığı ve sağlıklı şekilde taburcu edildiği ifade edilmiştir. Başvurucuya 30/8/2008 tarihinde yapılan işlemlerin tıp kurallarına uygun olduğu, 1/9/2008 tarihindeki müdahalenin ise rahim içerisinde plasenta bulunduğu tespiti ile yapılması nedeniyle bu işlemlerde de tıp kurallarına aykırılık görülmediği belirtilmiştir. Ayrıca raporda, doğum sonrası kanamaların anne için yüksek ölüm riski taşıdığı ve tıbben öngörülemez bir durum olduğu vurgulanmıştır.
58. Başvurucular ATK raporu hakkındaki itiraz dilekçelerinde; birinci başvurucunun doğum yaptığı sırada hatalı müdahalede bulunulması nedeniyle ağır kanama şikâyetinin oluştuğunu; ayrıca 30/8/2008 tarihinde Hastaneye müracaat ettiklerinde koruyucu tedavilerin uygulanması hâlinde aynı sonucun oluşup oluşmayacağı hususunda bir bilgi bulunmadığını beyan etmiştir.
59. Oysa itiraza konu ATK raporunun sonuç kısmında birinci başvurucunun gebe olarak Hastaneye müracaat etmesinden doğumdan sonra sağlıklı olarak taburcu edilmesi aşamasına kadar yapılan işlemler hakkında ayrıntılı bilgiler verilerek tıp kurallarına aykırılıktan söz edilmemiştir. Bunun yanında 30/8/2008 tarihinde Hastanede yapılan işlemler açıklanmış, birinci başvurucuya yapılan kan tahlili ve USG işlemi sonucuna göre bu kişiye tedavi uygulanmaması nedeniyle İdareye atfedilebilir kusurun bulunmadığı vurgulanmıştır.
60. Bu itibarla; başvurucuların iddialarının, konusunda uzman bilirkişi heyeti tarafından dava dosyasındaki tüm beyanlar ve birinci başvurucuya ait tedavi belgelerine göre değerlendirildiği görülmüştür. Raporda, birinci başvurucunun sağlık şikâyetlerinin doğuma bağlı oluşabilecek komplikasyonlar olarak kabul edilmesi gerektiği ve birinci başvurucuya yapılan uygulamaların tıp kurallarına uygun olduğu değerlendirmesine yer verilmiştir. Buna göre derece mahkemesince yapılan yargılamada ve uzman bilirkişi raporunda yeterli somut bulgu ve tespitlere yer verilerek başvurucuların iddialarının ayrıntılı bir biçimde tartışıldığı ve karşılandığı söylenebilir.
61. Ayrıca yargılama sürecinde bir avukat tarafından temsil edilen başvurucuların bilirkişi raporuna ve kararlara karşı kanuni yollara başvurabildikleri, bu suretle meşru çıkarlarının korunması için söz konusu davaya gerekli olduğu ölçüde etkili katılımlarının sağlandığı, dava dosyasını inceleyip ayrıca bilgi ve belge sunabildikleri, toplanan delillerden haberdar edildikleri anlaşılmaktadır.
62. Öte yandan hukukumuzda hasta hakları, tıbbi işlemlerden önce kişilerin bu işlemler ve sonuçları hakkında aydınlatılması yükümlülüğü ve Sağlık Bakanlığının tıbbi hizmetler sunan kurumlar üzerindeki denetim görevi konusunda oldukça ayrıntılı ve yeterli düzenlemelerin mevcut olduğu anlaşılmaktadır (Ahmet Acartürk, § 66). Ancak bu düzenlemelerin teorik olarak mevcut olması yeterli olmayıp Anayasa'nın 17. maddesindeki güvencelerin sağlanabilmesi için pratikte de etkin bir şekilde uygulanması gerekmektedir (Mehmet Çolakoğlu, § 49).
63. Somut olayda başvurucular, belgeyi imzalatan görevlilerin ikinci başvurucuya yeterli süre tanımadığını ve manevi baskı uyguladığını belirterek anılan belgenin geçerli olmadığını ileri sürmüştür.
64. İlgili Hukuk kısmında yer verilen mevzuatta belirtildiği üzere tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Hasta küçük veya mahcur ise bu kişilerin veli veya vasilerinin yapılacak tıbbi müdahaleye izin verme yetkileri bulunmaktadır. Rızanın geçerliliği bakımından kişinin öncelikle neye rıza gösterdiğini bilmesi gerekir ki bu da ancak hastanın aydınlatılması ile mümkün olabilir. Buradan hareketle doktor ile hastası arasındaki ilişkinin güvene dayalı bir ilişki olduğu da gözetildiğinde doktorun hastaya bilgi sunma, bilgiyi anlaşılır kılma ve birlikte en doğru karara varacak şekilde süreci yönetme yükümlülüğü olduğu söylenebilir (Sultan Bulut ve diğerleri, B. No: 2017/37430, 20/10/2021, § 38).
65. Tüm bu açıklamalar çerçevesinde somut olayda; 1/9/2008 tarihinde birinci başvurucunun kanama şikâyetinin devam etmesi nedeniyle saat 01.05'te gittiği Hastanede yapılan USG işlemi sonucunda, rahimde plasenta kaldığına ilişkin tespit yapılarak ilaç tedavisine başlanmıştır. Bu tedaviden sonuç alınamaması üzerine önce saat 04.00'te kürtaj işlemi yapılmış, bu işlemin de başarısız olması dikkate alınarak birinci başvurucunun rahminin alınmasından önce ikinci başvurucunun onam belgesini imzalaması istenmiştir.
66. Bu kapsamda ikinci başvurucu tarafından düşünme zamanı tanımadan ve birinci başvurucunun rahminin alınmaması halinde hayatını kaybedebileceğine ilişkin yanıltıcı bilgiler verilerek imzalattırılan onamın geçerli olmadığının ileri sürüldüğü anlaşılmıştır. Somut olayda birinci başvurucunun kanama şikâyeti ile Hastaneye gitmesinden itibaren kendisine gerekli tıbbi müdahalelerin literatürde belirlenen sıra ile yapıldığı ancak bu müdahalelerden sonuç alınamaması nedeniyle rahminin alınması gerektiği belirlenerek ikinci başvurucuya bu işlemin yapılmaması halinde birinci başvurucunun hayatını kaybedebileceği bilgisi verilmiştir. ATK raporundaki tespitlere göre (bkz. § 11) ikinci başvurucuya verilen bilginin tıbben doğru ve geçerli olarak kabul edildiği dikkate alındığında bu kişiye hatalı veya eksik bilgi verildiği söylenemez.
67. Bu itibarla birinci başvurucuya bir kaç saatlik zaman dilimi içerisinde yapılan tüm tıbbi müdahalelere karşın olumlu bir sonuç alınamaması üzerine bu kişinin rahminin alınmasına ilişkin tıbbi gereklilik, anılan süreç içerisinde oluşmuş ve tıbbi müdahaleye ilişkin muhtemel sonuçlar bildirilerek ikinci başvurucudan onam belgesini imzalaması talep edilmiştir.
68. Dolayısıyla somut olayın koşulları gereğince tıbbi müdahalenin birinci başvurucu yönünden hayati önem arz ettiği ve bu müdahalenin acil olarak ortaya çıkan bir ihtiyacın sonucu olduğu objektif olarak belirlendiğinden, ikinci başvurucunun, işlemin olası sonuçları hakkında düşünerek ameliyata karar verilmesi için yeterli bir süre tanınmaması nedeniyle aydınlatılmış onamın geçerli olmadığı iddiası kabule şayan görülmemiştir.
69. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
C. Giderim Yönünden
70. Başvurucular, yargılamanın yenilenmesi ile toplam 500.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
71. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.
72. Başvuruda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği kanısına varılmıştır.
73. Öte yandan ihlalin niteliği dikkate alınarak net 36.000 TL manevi tazminatın başvuruculara müştereken ödenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. 1. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
2. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Başvuruculara net 36.000 TL manevi tazminatın MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 22/2/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.