TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
GENEL KURUL
KARAR
MÜFLİS ESTAŞ KUM MAD. NAK. TİC. VE SAN A.Ş. BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2019/17103)
Karar Tarihi: 12/10/2023
R.G. Tarih ve Sayı: 14/12/2023-32399
Başkan
:
Zühtü ARSLAN
Başkanvekili
Hasan Tahsin GÖKCAN
Kadir ÖZKAYA
Üyeler
Engin YILDIRIM
Muammer TOPAL
M. Emin KUZ
Rıdvan GÜLEÇ
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
Yıldız SEFERİNOĞLU
Selahaddin MENTEŞ
Basri BAĞCI
İrfan FİDAN
Kenan YAŞAR
Muhterem İNCE
Raportör
Mahmut ALTIN
Başvurucu
Müflis Estaş Kum Mad. Nak. Tic. ve San A.Ş.
Başvurucu Vekilleri
Av. Gözde ÖZEN
Av. Ayça ÜSTÜNSOY BOZKUŞ
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; madencilik faaliyeti sonucu elde edilen malzemenin nakline izin verilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının, bu işlemin iptali talebiyle açılan davanın bozmaya uyma kararıyla oluşan usule ilişkin müktesep hakka dair itirazların değerlendirilmemesi nedeniyle de adil yargılanma hakkı kapsamındaki gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 14/5/2019 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.
4. İkinci Bölüm başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
5. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
6. Antalya'nın Konyaaltı ilçesi Boğaçayı mevkiinde bulunan 75.200 m² maden sahasının kum ve çakıl ocağı olarak kullanımına yönelik olarak mülga Taşocakları Nizamnamesi hükümleri uyarınca başvurucu Şirkete 10/11/1994 tarihinde üç yıl süreyle ruhsat verilmiştir. Anılan kum ve çakıl ocağı ruhsatının süresi 3/11/1997 tarihinde dolmuştur.
7. Başvurucu, bu maden/ocak sahasında madencilik faaliyeti sonucunda ruhsat süresinin sona erdiği 3/11/1997 tarihinden önce çıkardığını ve -orman idaresinden kiraladığı başka bir sahaya naklederek- stokladığını iddia ettiği 677.721 m³ eleküstü dolgu malzemesinin nakliyesine izin verilmesi talebiyle 28/3/2011 tarihinde Antalya İl Özel İdaresi Çevre ve Koruma Kontrol Dairesi Başkanlığına (İdare) başvurmuştur. İdare, Mahalli Çevre Kurulu (Kurul) kararları ile Boğaçayı havzasında her türlü madencilik faaliyetinin yasaklandığı ve 4/6/1985 tarihli ve 3213 sayılı Maden Kanunu'na göre alınmış 1 (a) grubu maden ruhsatı bulunmayan anılan sahada madencilik faaliyetine izin verilmesinin uygun görülmediği gerekçesiyle 21/4/2011 tarihinde başvurucunun talebini reddetmiştir.
8. Başvurucu Şirketin kendilerine ait malzemenin Kurul kararları nedeniyle alınamadığını belirterek işlemin iptali talebiyle 20/6/2011 tarihinde Antalya İl Özel İdaresi aleyhine Antalya 2. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) açtığı davanın 19/7/2012 tarihinde reddine karar verilmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:
i. Başvurucu Şirket ile İdare arasında imzalanan taahhütnamenin 6. maddesinde "hangi nedenle olursa olsun ruhsatname hitamında ocak üzerinde ihraç nakil edilmemiş mevad kaldığının tespiti ve iddiası ile ocaktaki ihracat veya sevkiyatın devamı için ne yolda olursa olsun idareden hiçbir şekilde hak talep etmeyeceği, ruhsatname hitamında veya her ne sebeple olursa olsun ruhsatnamenin iptali halinde aksine davranışlara sebebiyet verilerek ocak sahası üzerinde imal edilip mevad kaldığı takdirde bunların mülkiyet ve tasarruf hakkının özel idaresine ait olacağını kayıtsız şartsız kabul ve taahhüt ederim" düzenlemesine yer verildiği belirtilmiştir.
ii. Başvurucu Şirketin mülga Taşocakları Nizamnamesi uyarınca aldığı kum ve çakıl işletmeciliği ruhsatının 3/11/1997 tarihinde süresinin dolduğu, bu tarihten sonra da 3213 sayılı Kanun uyarınca verilmiş bir ruhsat bulunmadığı vurgulanmıştır.
iii. Öte yandan başvurucu Şirketin 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesi uyarınca ruhsat süresi sonunda 6 ay içinde eleküstü malzemeyi almadığı belirtilmiştir.
iv. Bununla birlikte Boğaçayı havzasındaki ocak ve tesislerin çevreye büyük ölçüde zarar verdiği, can ve mal güvenliği açısından sakınca yarattığı, deniz kirliliğine ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olduğu, taşımacılık nedeniyle yerleşim alanlarına zarar verildiğinin mahallinde çalışma yapan komisyonun raporları ile tespit edildiği vurgulanmıştır. Bu raporlara dayanılarak söz konusu alandaki tüm tesislerin faaliyetlerinin 8/2/1995 ve 15/7/1998 tarihli Kurul kararları ile durdurulduğu izah edilmiştir.
v. Sonuç olarak başvurucu Şirketin malzemesinin Kurulun 2011/05 sayılı kararıyla yasaklı bölge dışına çıkarılan alan içinde olmadığı ve ruhsat süresi 1997 yılında dolmasına rağmen 2006 yılına kadar faaliyette bulunan Şirketin Antalya 3. Sulh Hukuk Mahkemesinin kararı ile bölgeden çıkarıldığı belirtilerek dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı ifade edilmiştir.
9. Başvurucu Şirket tarafından temyiz edilen karar, Danıştay Sekizinci Dairesince (Daire) 26/12/2013 tarihinde bozulmuştur. Kararın gerekçesinde özetle;
i. Öncelikle söz konusu malzemeyi başvurucu Şirketin ruhsatlı faaliyette bulunduğu dönemde çıkarıp çıkarmadığına dair davalı tarafından dava dosyasına sunulan somut bir bilgi ve belge bulunmadığı vurgulanmıştır.
ii. Ayrıca 2000 yılında başvurucu Şirketçe söz konusu sahada mevcut eleküstü malzemenin miktarının tespiti amacıyla yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda Antalya 1. Asliye Hukuk Mahkemesince söz konusu sahada o dönemde 1.674.296 m³ malzeme bulunduğunun tespit edildiği ve bu durumun da nakliyesi talep edilen malzemenin 2000 yılına kadar olan sürede çıkarıldığını ortaya koyduğu belirtilmiştir. Öte yandan Şirketin ruhsat süresinin sona erdiği 1997 yılından bu tarihe (2000 yılı) kadar da ruhsatsız faaliyette bulunarak bu malzemeyi stokladığı yönünde herhangi bir tespit yapılmadığı açıklanmıştır.
iii. Diğer taraftan davalı tarafça dosyaya sunulan belgelerden başvurucu Şirketin Boğaçayı havzasında farklı zamanlarda ruhsatsız olarak ve izin almadan faaliyette bulunarak malzeme çıkardığının anlaşıldığı ancak bu malzemenin davaya konu edilen eleküstü malzeme ile ilgisi olmadığı ifade edilmiştir.
iv. Bununla birlikte davanın reddine dair kararda eleküstü malzemenin 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinde ruhsat sahasından çıkarılan malzemenin altı aylık sürede ruhsat sahasından naklinin yapılması gerektiğinin düzenlendiğine işaret edilmiştir. Buna mukabil başvurucu Şirketin bu malzemeyi ruhsat sahasından çıkardıktan sonra ruhsat dışı farklı bir sahada depoladığı belirtilerek 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinin somut olayda uygulanamayacağı açıklanmıştır.
10. Davalının karar düzeltme talebi, aynı Daire tarafından 26/6/2014 tarihinde reddedilmiştir.
11. Mahkemece bozma kararına uyularak 11/9/2014 tarihinde bozma kararındaki gerekçelerle davanın kabulüne ve işlemin iptaline karar verilmiştir. Söz konusu karar, Dairece onanmış ancak 10/10/2017 tarihli karar düzeltme kararıyla onama kararı kaldırılmış ve bir kez daha bozma kararı verilmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:
i. Başvurucu Şirket tarafından Antalya 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan tespit davasında sunulan bilirkişi raporunda, tespite konu yerin Taşkın Koruma ve Islah Projesi kapsamında yer aldığı ve başvurucunun gösterdiği yerlerde toplam 677.721 m³ malzeme bulunduğunun tespit edildiği ifade edilmiştir.
ii. Başvurucu Şirkete mülga Taşocakları Nizamnamesi'ne göre verilen ruhsatın sona erdiği tarihten sonra stokta kalan malzemenin alınmasına yönelik hak sağlayan bir ruhsat olmadığı vurgulanmıştır.
iii. Başvurucu Şirketin stok malzemenin işlenmesi konusunda 22/3/2002-22/3/2005 tarihleri arasındaki dönemi kapsayan üç yıllık kira sözleşmesi süresinin sona erdiği belirtilmiştir.
iv. 15/7/1998 tarihli Kurul kararında, hâlihazırda belli bir malzeme stoku olduğunu iddia eden tesislerin bu stoklarını en geç üç ay içinde Boğaçayı havzası dışına taşımalarına, bu süre içinde taşınmayan malzemelerin alana serilmesine karar verildiği izah edilmiştir.
v. Her ne kadar ruhsat sahası dışına taşınmış olduğu iddia edilse de söz konusu malzemenin yine Kurul kararıyla yasaklanan bölgede kaldığı açıklanmıştır.
vi. Diğer taraftan Boğaçayı havzasındaki ocak ve tesislerin çevreye büyük ölçüde zarar verdiği, can ve mal güvenliği açısından sakınca yarattığı, deniz kirliliğine ve ekolojik dengenin bozulmasına neden olduğu, taşımacılık dolayısıyla yerleşim alanlarına zarar verildiğinin mahallinde çalışma yapan komisyonun raporları ile tespit edildiği vurgulanmıştır. Bu raporlara dayanılarak söz konusu alandaki tüm tesislerin faaliyetlerinin 8/2/1995 ve 15/7/1998 tarihli Kurul kararları ile durdurulduğuna işaret edilmiştir.
12. Davaya üçüncü kez bakan Mahkeme, ikinci bozma kararına uyarak 24/1/2018 tarihinde ikinci bozma kararındaki gerekçelerle davayı reddetmiştir.
13. Başvurucu Şirket temyiz talebinde bulunmuştur. Temyiz dilekçesinde başvurucu Şirket özetle;
i. Usule ilişkin kazanılmış hak ile ilgili Yargıtay ve Danıştay kararlarına değinerek temyiz incelemesi sonucunda verilen bozma kararına uyulmak suretiyle verilen kararın Dairesince yeniden temyizen incelenmesinin mahkeme kararının bozma kararına uygun olup olmadığı, bir başka anlatımla bozma kararının gereklerinin yerine getirilip getirilmediğiyle sınırlı olduğunu vurgulamıştır.
ii. Somut olayda karar düzeltme aşamasında usule ilişkin kazanılmış hakkın istisnasını oluşturan herhangi bir neden ileri sürülmemesine rağmen onama kararı kaldırılmak, aynı maddi olaya ve aynı mevzuat hükümlerine dayanılarak bu kez farklı bir sonuca varılmak suretiyle davanın reddini öngören bir hükme ulaşıldığını belirtmiştir.
iii. Mahkemenin ilk bozma kararına uyarak verdiği kararın aksi yönünde karar vermesini ve usule ilişkin kazanılmış hakka aykırı olarak verilen son bozma kararına uymasını gerektirecek Şirket aleyhine yeni bir bilgi, belge olmadığı gibi hukuki ve fiilî durumda da herhangi bir değişiklik olmadığını ifade etmiştir. Aksine Şirket lehine verilmiş ve dava konusu malzemenin Şirkete ait olduğuna dair kesinleşmiş yargı kararının olduğunu izah etmiştir. Bu noktada Antalya 13. Asliye Ceza Mahkemesinin malzemenin Şirkete ait olduğunu hüküm altına aldığını ve kararın kesinleştiğini vurgulamıştır.
iv. Söz konusu stok malzemenin ruhsat kapsamında veya rüsum bedelini ödeyerek yahut tazminat davaları sonucu bedelini ödediği malzemenin nakliye, yükleme ve tüm masraflarını karşılayarak ruhsat sahası dışına çıkardığını ileri sürmüştür. Bu doğrultuda 3213 sayılı Kanun ve ilgili yönetmeliklerin ruhsat sahası dışında bulunan malzemenin nakledilmesi için herhangi bir izin ya da ruhsat alınmasının gerektiğine dair bir düzenleme içermediğini iddia etmiştir.
v. 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinin de somut olayda uygulanamayacağını, bu maddenin ruhsat sahasından çıkarılan malzemenin altı aylık sürede ruhsat sahasından naklinin yapılması gerektiğine ilişkin olduğunu oysa malzemeyi ruhsat dışı farklı bir sahada depoladığını öne sürmüştür.
vi. Sözü edilen Kurul kararının Boğaçayı havzasında bulunan tesislerin faaliyetlerinin durdurulmasına ilişkin olduğunu, ortada kanuna uygun olarak çıkararak depoladığı malzemenin nakline engel bir Kurul kararı bulunmadığını dile getirmiştir.
vii. Üç maden ocağının faaliyetini sürdürmesine rağmen ve talebi madencilik faaliyeti kapsamında olmamasına rağmen hiçbir teknik ve bilimsel değerlendirme yapılmaksızın çevreye, can ve mal güvenliğine zarar verileceği, deniz kirliliğine ve ekolojik dengenin bozulmasına sebebiyet verileceği gerekçesinin gerçeğe aykırı olduğuna değinmiştir.
viii. Orman idaresi tarafından hukuka aykırı şekilde faaliyetinin engellendiğini ve Şirket yetkilisi hakkında Antalya Orman İşletme Müdürlüğüne bağlı görevlilerce 18/6/2016 tarihli Suç Zabıt Tutanağı tanzim edilerek soruşturma başlatıldığını izah etmiştir. Neticede Antalya Cumhuriyet Başsavcılığının ormana ait kum ve çakıl naklettiğinden bahisle orman kadastro sınırları içinde işgal ve faydalanma suçundan başlattığı soruşturmada 6/1/2017 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğini ve kararın 10/3/2017 tarihinde kesinleştiğini ifade etmiştir.
ix. Şirket yetkilisi hakkında 567.500 m²lik alanda orman alanlarının işgali, ormandan faydalanma ve orman içinde yerleşilmesi suçunu işlediği iddiası ile açılan davada Antalya 13. Asliye Ceza Mahkemesince mahkûmiyet kararı ile birlikte 41.905 m² alan üzerindeki malzemenin müsaderesine karar verildiğini ve bu kararın da 12/7/2017 tarihinde kesinleştiğini belirtmiştir. Buna göre bu karar ile 41.905 m² alan haricinde yer alan tüm malzemenin kendisine ait olduğunun hüküm altına alındığını iddia etmiştir.
x. Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığının kendisinden 26/2/2016 tarihli yazı ile söz konusu malzeme için devlet hakkı talep ettiğini belirtmiştir. Bu bağlamda 677.721 m³ malzemenin nakli gerçekleştirilen 121.000 m³lük kısmı için 90.604,80 TL, henüz nakledilmemiş 552.958,75 m³lük kısmı için ise 310.542,19 TL'nin ödenmesine ilişkin kararların kesinleştiğini açıklamıştır.
xi. Antalya Valiliği tarafından da Şirkete ait olduğu kabul edilen ve devlet hakkı talep edilen malzeme ile ilgili olarak tesis edilen bu idari işlem ile başvuru konusu davanın konusuz kaldığını, Mahkemece karar verilmesine yer olmadığı yönünde karar verilmesi gerekirken davanın reddi yönünde verilen kararın hukuka aykırı olduğunu iddia etmiştir.
14. Karar, Dairece 25/6/2018 tarihinde onanmıştır. Karar düzeltme talebi ise 29/1/2019 tarihinde reddedilmiştir.
15. Nihai karar 15/4/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 14/5/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. İlgili Mevzuat
16. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle değiştirilen 50. maddesinin (2) ve (4) numaralı fıkraları şöyledir:
"2. Temyiz incelemesi sonucunda verilen bozma kararı üzerine ilgili merci, dosyayı öncelikle inceler ve varsa gerekli tahkik işlemlerini tamamlayarak yeniden karar verir.
...
4. Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde, bu kararın temyiz incelemesi, bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılır."
17. 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesi şöyledir:
“Madencilik ve müteakip safhalarındaki faaliyetler sırasında; cevher, metal veya ekonomik değer ihtiva eden, günün şartlarında teknik veya ekonomik değerlendirmesi mümkün olmayan pasa, zenginleştirme bakiye yığını ve cüruflar, çevre kirliliği açısından mahzur teşkil etmiyorsa geçirildikleri son işlemden çıktıkları şekliyle ayrı ayrı muhafaza edilir. Bu bakiye ve pasa yığınlarının miktarları, fizikî özellikleri, usulüne göre alınmış numunelerin analiz raporları ve döküm alanları, faaliyet raporları, plân ve haritalarda gösterilir.
İşletme ruhsatının herhangi bir sebeple sona ermesi halinde, sahadan üretilmiş madenlerin, pasa, bakiye yığınları ve cürufların, ruhsat sahibince nakledilmesi için bu Kanunda zikredilen mücbir sebepler dışında altı aylık süre verilir. Bu süre içerisinde nakledilmeyen ve ekonomik değeri olan madenler valilik tarafından ihale edilerek satılır. Satıştan sağlanan gelir özel idareye aktarılır. Ekonomik değeri olmayan maddeler için 32 nci madde hükümleri uygulanır.
Birinci fıkraya aykırı hareket edenlere işletme ruhsat taban bedeli kadar idari para cezası verilir."
B. Danıştay İçtihadı
18. Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 18/9/2019 tarihli ve E.2018/23, K.2019/616 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...Dayandığı hukuksal nedenler ve gerekçesi yukarıda açıklanan mahkeme kararının iptale ilişkin kısmı aynı hukuksal nedenler ve gerekçe ile Kurulumuzca da uygun bulunmuş olup davalı idarenin temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar, kararın bu kısmının bozulmasını gerektirecek durumda görülmemiştir.
Kararın redde ilişkin kısmına gelince:
Kurulca ısrar kararı bozulan ilk derece idari yargı yerinin, bozma kararına uyup bu kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine kararda belirtilen hukuki esaslar doğrultusunda hüküm kurmaktan başka bir seçeneği bulunmamakta ve bu durumda lehine bozulan taraf açısından usuli kazanılmış hak oluşmaktadır. Ancak, uygulamada; kararda, maddi bir hatanın bulunması, yasada geçmişe etkili bir değişiklik yapılması, o konuda sonradan bir içtihadı birleştirme kararı alınması ve kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmadan karar verilmiş olması hallerinde ise usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceği kabul edilmektedir.
Vergi Mahkemesince, Kurulumuzun 14/12/2016 tarihli bozma kararı uyarınca yeniden yapılan inceleme sonucunda davanın üç kat vergi ziyaı cezalı katma değer vergisinin iptali istemiyle açılan kısmının reddine, tekerrür nedeniyle arttırılan vergi ziyaı cezasının ise iptaline karar verilmiştir. Ancak, 25/07/2019 tarih ve 30842 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun E:2013/3, K: 2019/1 sayılı kararında mücbir sebep olmaksızın defter ve belgelerini incelemeye yetkili olan inceleme elemanlarına ibraz etmeyen katma değer vergisi mükellefleri adına yapılan cezalı tarhiyatlara karşı açılan davalarda, davacılar tarafından, vergilendirme dönemine ilişkin yasal defterler ve belgelerin mahkemeye sunulabileceğinin ileri sürülmesi halinde, bu defter ve belgeler davacıdan istenilip, defterlerdeki kayıtlar incelenip bu kayıt ve belgeler hakkında davanın diğer tarafı olan vergi idaresinin görüşü ve saptamaları da alınarak yapılacak hukuki değerlendirmeye göre karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun bu kararı gözetildiğinde salt, bozma kararına uyulmuş olmasından hareketle usuli kazanılmış hakkın varlığından söz edilemeyeceği tartışmasızdır.
Bu durumda, vergi mahkemesince, davacının, dava dilekçesinde ibraz edebileceğini belirttiği defter ve belgelerin yeniden istenip, ibraz edilecek belgelerden vergi idaresi de haberdar edilerek, vergilendirmenin konusunu oluşturan katma değer vergisi indiriminin dayandığı faturalarda bu verginin ayrıca gösterilip gösterilmediği, belgelerin yasal defterlere usulüne göre kaydedilip edilmediği ve temsil ettiği hukuki muamelenin gerçek olup olmadığına ilişkin herhangi bir saptama yapılmadan verilen kararın redde ilişkin kısmında hukuka uygunluk bulunmamıştır.
..."
19. Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 13/11/2019 tarihli ve E.2019/796, K.2019/956 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...Kararı, Kurulca bozulan ilk derece idari yargı yerinin, bozma kararına uyup bozma kararında gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine kararda belirtilen hukuki esaslar doğrultusunda hüküm kurmaktan başka bir seçeneği bulunmamakta ve bu durumda lehine bozulan taraf açısından usuli kazanılmış hak oluşmaktadır. Ancak, uygulamada; kararda, maddi bir hatanın bulunması, yasada geçmişe etkili bir değişiklik yapılması, o konuda sonradan bir içtihadı birleştirme kararı alınması ve kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmadan karar verilmiş olması hallerinde ise, usuli kazanılmış haktan söz edilemeyeceği kabul edilmektedir.
Her ne kadar, Mahkemece, Kurulumuzun 26/12/2018 tarihli bozma kararı uyarınca yeniden yapılan inceleme sonucunda tahakkuklar yönünden davanın incelenmeksizin reddine, vergi ziyaı cezaları yönünden ise davanın reddine karar verilmiş ise de; Anayasa Mahkemesinin 27/02/2019 tarih ve B.No:2015/15100 sayılı Anayasanın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiği yönündeki kararı ve Kurulumuzun bu konudaki içtihat değişikliği gözetildiğinde salt, bozma kararına uyulmuş olmasından hareketle usuli kazanılmış hakkın varlığından söz edilemeyeceği tartışmasızdır.
Vergi dairelerinin, beyanların düzeltilmesine yönelik müeyyideli yazıları üzerine, ihtirazi kayıtla verilen düzeltme beyannameleri üzerinden yapılan vergi tarhiyatlarına ve cezalara karşı açılan davaların esası incelenmeden reddedilmeleri nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan bireysel başvurular üzerine Anayasa Mahkemesi, anılan kararıyla; başvurucuların mülkiyet haklarına müdahale teşkil eden vergilendirme işlemlerinin yargı yoluyla denetlenebilmesi imkanına sahip olamadıkları, dolayısıyla derece mahkemelerinin 213 sayılı Kanunun 378. maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hukuk kuralını, düzeltme beyannamesine ihtirazi kayıt konulmasının dava açma hakkı vermeyeceği şeklinde yorumlamasının -sürecin bütününe bakıldığında- başvurucuların, müdahalenin hukuka aykırı olduğuna yönelik iddia ve itirazlarını etkin bir biçimde sunamaması sonucuna yol açtığı, buna göre somut olayda mülkiyet hakkının öngördüğü usul güvencelerinin sağlanamamasından dolayı müdahalenin başvuruculara şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, mülkiyet hakkının korunması ile müdahalenin kamu yararı amacı arasında olması gereken adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğu sonucuna ulaşıldığı, başvurucuların mülkiyet haklarına yapılan müdahalenin ölçüsüz olduğu gerekçesiyle Anayasanın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Davalı idarenin davacının beyanlarının düzeltilmesine ilişkin müeyyideli yazısına istinaden davacı tarafından verilen beyannameye konulan ihtirazi kayıt dava açma hakkı vereceğinden, aksi yöndeki mahkeme kararının davanın esası incelenerek bir karar verilmek üzere bozulması gerekmektedir.
20. Danıştay Yedinci Dairesinin 12/12/2016 tarihli ve E.2014/5251, K.2016/1701 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49'uncu maddesinin 3'üncü fıkrasında, vergi mahkemesi kararının, Danıştay tarafından, maddede belirlenen nedenlerden bozulması halinde, dosyanın kararı veren mahkemeye gönderileceği; mahkemenin dosyayı diğer öncelikli işlere nazaran daha öncelikle inceleyeceği ve varsa gerekli tahkik işlemlerini tamamlayarak yeniden karar vereceği; 4'üncü fıkrasında da, mahkemenin bozmaya uymayarak eski kararında ısrar edebileceği hükümleri yer almıştır.
İdari Yargılama Usulü Kanununun anılan maddesine göre; kararı, Danıştayın ilgili dava dairesince bozulan ilk derece idari yargı yerinin, bozma kararına uyarak gereğini yerine getirmekten ya da ilk kararında ısrar etmekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. İdari Mahkemelerin Danıştay Dairelerince verilen bozma kararına uyması sonucunda, Mahkemelerin, bozma kararında gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine kararda belirtilen hukuki esaslar doğrultusunda hüküm kurması gerekir. Mahkemenin bozma kararına uyması halinde, lehine bozulan taraf açısından usulî kazanılmış hak oluşur. Mahkemece, bozma kararına uyularak verilen kararda, başka bir hukuka aykırılık sebebi bulunsa dahi, bu husus artık bir bozma sebebi oluşturmaz. Ancak, uygulamada; kararda, maddi bir hatanın bulunması, yasada geçmişe etkili bir değişiklik yapılması, o konuda sonradan bir içtihadı birleştirme kararı alınması ve kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmadan karar verilmiş olması hallerinde ise, usulî kazanılmış haktan söz edilemeyeceği kabul edilmektedir.
Her ne kadar, Mahkemece, Dairemizin bozma kararı uyarınca yeniden yapılan inceleme sonucunda karar verilmiş ise de; Anayasanın 40'ıncı maddesindeki düzenlemeye aykırı olarak, başvuru yolları ve süresi gösterilmeyen işlemin iptali istemiyle açılan davada, kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmaksızın karar verildiğinden, salt, bozma kararına uyulmuş olmasından hareketle usulî kazanılmış hakkın varlığından söz edilemeyeceği tartışmasızdır. Bu itibarla; davada süre aşımı bulunmadığından, aksi yolda verilen mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenle; temyiz isteminin kabulüne; mahkeme kararının bozulmasına"
21. Danıştay Yedinci Dairesinin 24/3/2016 tarihli ve E.2014/2743, K.2016/3296 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"... Temyiz başvurusu; davacı adına tescilli serbest dolaşıma giriş beyannamesi muhteviyatı bisikletlerin özel tüketim vergisine tabi olmadığından bahisle ihtirazi kayıtla yapılan beyan üzerine tahakkuk ettirilen özel tüketim vergisine vaki itirazın reddine ilişkin işlemin iptali ile ödenen tutarın faiziyle birlikte iadesine hükmolunması istemiyle açılan davada, işlemin iptali ile ödenen verginin yasal faiziyle birlikte davacıya iadesine hükmeden vergi mahkemesi kararının faize ilişkin hüküm fıkrasının, Danıştay Yedinci Dairesince bozulması üzerine, bozma kararına uymak suretiyle faiz istemini reddeden mahkeme kararının bozulması istemine ilişkindir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49'uncu maddesinin 3'üncü fıkrasında, vergi mahkemesi kararının, Danıştay tarafından, maddede belirlenen nedenlerden bozulması halinde, dosyanın Danıştayca kararı veren mahkemeye gönderileceği; mahkemenin dosyayı diğer öncelikli işlere nazaran daha öncelikle inceleyeceği ve varsa gerekli tahkik işlemlerini tamamlayarak yeniden karar vereceği; 4'üncü fıkrasında ise, mahkemenin bozmaya uymayarak eski kararında ısrar edebileceği hükme bağlanmıştır.
İdari Yargılama Usulü Kanununun anılan maddesine göre; kararı, Danıştayın ilgili dava dairesince bozulan ilk derece idari yargı yerinin, bozma kararına uyarak gereğini yerine getirmekten ya da ilk kararında ısrar etmekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. İdari Mahkemelerin Danıştay Dairelerince verilen bozma kararına uyması sonucunda, Mahkemelerin, bozma kararında gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine kararda belirtilen hukuki esaslar doğrultusunda hüküm kurması gerekir. Mahkemenin bozma kararına uyması halinde, lehine bozulan taraf açısından usulî kazanılmış hak oluşur. Mahkemece, bozma kararına uyularak verilen kararda, başka bir hukuka aykırılık sebebi bulunsa dahi, bu husus artık bir bozma sebebi oluşturmaz. Ancak, uygulamada, kararda, maddi bir hatanın bulunması, yasada geçmişe etkili bir değişiklik yapılması, o konuda sonradan bir içtihadı birleştirme kararı alınması ve kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmadan karar verilmiş olması hallerinde ise, usulî kazanılmış haktan söz edilemez.
4458 sayılı Gümrük Kanununun 216'ncı maddesinin dava konusu işlemin tesis edildiği tarihte yürürlükte bulunan birinci cümlesinde, yetkili idareler tarafından, gümrük vergileri ile bunların ödenmelerine bağlı olarak tahsil edilmiş gecikme faizinin veya gecikme zammının geri verilmesinde idarece faiz ödenmeyeceği hükmüne yer verilmiş ise de, anılan düzenleme, benzer bir uyuşmazlık sebebiyle Mersin İkinci Vergi Mahkemesince Anayasa Mahkemesine gönderilen dosyanın incelenmesi sonucu, Anayasa Mahkemesinin 22.5.2014 gün ve E:2013/104; K:2014/96 sayılı kararıyla iptal edilmiştir.
Her ne kadar, davacının faiz istemi hakkında, Mahkemece, Dairemizin bozma kararına uyulmak suretiyle yapılan inceleme sonucunda karar verilmiş ise de, Anayasa Mahkemesinin anılan kararının 12.12.2014 gün ve 29203 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe girmiş olması karşısında, salt, bozma kararına uyulmuş olmasından hareketle usulî kazanılmış hakkın varlığından söz edilemeyeceği açıktır.
İdareyi, eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü tutan Anayasanın 125'inci maddesinin son fıkrası, yargı yeri kararı uyarınca iadesi gereken bir miktar paranın, İdarenin tasarrufunda kalan sürede ilgilisi tarafından tasarruf edilememesinden doğan zararın giderilmesini de kapsamaktadır. İadesi gereken tutar yönünden vergi idaresi ile davacı arasındaki ilişki, iadenin yargı kararıyla hüküm altına alınması nedeniyle yönetilen-idare ilişkisi olmaktan çıkarak, bir borç ilişkisine dönüşmüştür. Dolayısıyla, bu ilişkinin borçlusu tarafından alacaklısına, paranın tasarrufundan yoksun kalınan süre için, 1'inci maddesinde Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanununa göre faiz ödenmesi gereken hallerde hangi oranda faiz ödeneceğini düzenleyen, 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun hükümlerine göre faiz ödenmesi gerektiğinden, faiz isteminin reddine ilişkin mahkeme kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenle, temyiz isteminin kabulüne ve mahkeme kararının bozulmasına..."
C. Yargıtay İçtihadı
22. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4/2/1959 tarihli ve E.1957/13, K.1959/5 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"... Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması halinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş, sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir, yahut da onu hedef tutan, bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir boşama sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairece de bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuli bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira umumi müktesep hakkın tanınması amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir esastır. Lakin, vazife konusunda usuli müktesep hak prensibinin kayıtsız, şartsız tatbiki, usulün az önce anılan mutlak hükmünün değiştirilmesi neticesini doğuracaktır ki, sözkonusu maddenin yazılışı ve kanuna konuluş gayesi itibariyle böyle bir netice kaideten caiz görülemez. Ancak ileri sürülen vazifesizlik itirazının Temyiz Dairesine reddi ve kararın başka sebeplerden bozulması ve bozmaya uyulması halinde davanın yine vazifesizlik sebebiyle reddi yoluna gidilebilmesi, usul hükümlerinin esas gayesini haleldar edebilecek bir mahiyet arz edeceği cihetle haddizatında nadir olan böyle vaziyetlerde istisnai olarak kanunun 7. maddesinin tatbikini kabul etmemek, menfaatlar vaziyetine gereği gibi uygun düşecektir. Netice;
Kaide olarak usuli müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı verebileceğine, birinci toplantıda 2/3 ekseriyet sağlanamaması sebebiyle 4/2/1959 günlü ikinci toplantıda ve mutlak ekseriyetle karar verildi."
23. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 9/5/1960 tarihli ve E.1960/21, K.1960/9 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki Usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.
Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan istikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi güveni dahi sarsar.
Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp, mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli müktesep hak için kanunda açık hüküm bulunmaması, onun kabul edilmemesini gerektirmez.
4/2/1959 günlü ve E, 13, K/5 .sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği üzere gerek Temyiz Mahkemesini, gerekse diğer mahkemeleri bağlayan usuli müktesep halk esasının müstesnası olarak mahkemenin vazifesizliğine karar verilebileceği, adı geçen kararda kabul edilmiştir. O halde, usule ait müktesep hak esası, bir birçok hukuk kaideleri gibi istisnaları bulunan kaidelerdendir.
II - Temyiz Teşkilat Kanununun 6082 sayılı kanunla değiştirilmiş 8 inci maddesinin 5 inci fıkrasında (İçtihatların birleştirilmesi suretiyle verilen kararlar, emsali hadiselerde mahkemeleri bağlar) denilmektedir. Mahkemelerin elinde bulunan bütün işlere ve bu arada bozma kararına uyulduktan sonra karar bağlanıp aleyhine karar verilmiş olanın temyiz etmesi sebebiyle temyiz mahkemesinde bulunan işlere ve yine bozma kararına uyulduktan sonra mahkemelerce incelenmekte olan işlere yeni çıkan içtihadı birleştirme kararının tatbiki, bu maddenin herhangi bir istisna kabul etmeyen lafzına uygun düşecektir. Bundan başka, içtihadı birleştirme kararı, daire kararlarından daha doğru bir içtihada varmak için verilmiş bir karar olduğu cihetle onun mümkün olan her davaya tatbiki, usul kaideleriyle güdülen hakka varma gayesine dahi uygun olur. Nihayet, içtihadi birleştirme kararıyla kabul edilen afaki esasları tatbik ederek istikrarı sağlama prenisibinin sayısı belli hadiselerde feda edilmesinde de bu yolsuzluk düşünülemez ve bu şekilde bir tatbikat, adalete güveni sarsmak şöyle dursun bilakis bu güveni kuvvetlendirir. Demek ki söz konusu kanun hükmünün mümkün olan her hadiseye tatbiki ile müktesep hak esasının içtihadı birleştirme kararı karşısında gözönünde tutulmaması, o maddenin hem mutlak olan lafzına, hem de ruhuna uygun bulunacaktır.
Şu ciheti açıklayalım ki, usuli müktesep hakka aykırı içtihadı birleştirme kararı çıkınca Temyiz Daireleri içtihadı birleştirmeye aykırı ve fakat usuli müktesep hakka uygun olan kararları bozacaklar, bozma kararı üzerine davayı incelemekte olan diğer mahkemeler dahi içtihadı birleştirme kararını kesin olarak öğrenince bozma kararıyla gösterilen yolu bırakarak içtihadı birleştirme kararı gereğince inceleme yapmaya başlayacak ve o karar gereğince hüküm vereceklerdir.
III - Usule ait müktesep hakkın diğer bir şekli de bazı konuların Temyiz Dairesinin bozma kararının şümulü dışında kalarak kesinleşmesi ile meydana gelen şeklidir. Her ne kadar bu cihet, içtihadı birleştirmenin dışında kalmakta ise de, bu şimdiki kararda ileri sürülen gerektirici sebepler karşısında, bu içtihadı birleştirme ile kabul edilen hukuki esasın bu şekil müktesep hakların varlığı halinde de, tatbiki ileri sürülebilecektir. Netice;
Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, 9/5/1960 günlü birinci toplantıda üçte ikiyi aşan ekseriyetle karar verildi."
24. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2013 tarihli ve E.2013/23-131, K.2013/1681 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Somut uyuşmazlığın doğduğu tarihte yürürlükte olan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır.
Bu kurum, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri haline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin yada tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
Hemen belirtelim ki; bir mahkemenin Yargıtay Dairesi'nce verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirdiği gibi, mahkemenin kararını bozmuş olan Yargıtay Hukuk Dairesi'nce de, sonradan, ilk bozma kararı ile benimsemiş olduğu esaslara ve dolayısı ile oluşan usuli kazanılmış hakka aykırı bir şekilde ikinci bir bozma kararı verilmesini yasaklamaktadır.
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun 04.02.1959 gün ve 1957/13-1960/5; 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı ilamlarında açıklandığı üzere, bir mahkemenin Yargıtayca verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki, bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen durum uyarınca muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli kazanılmış hak yahut usule ait kazanılmış hak denilmektedir.
Usul Kanunumuzda usule ait kazanılmış hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Yargıtayın bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında, hukuki alanda istikrarı sağlamak amacına ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait kazanılmış hak müessesesi, usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir.
Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Yargıtayın ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan amacı zedeler ve hatta kararlara karşı duyulması gereken genel güveni dahi sarsar.
Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp, mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli kazanılmış hak için kanunda açık hüküm bulunmaması, onun kabul edilmemesini gerektirmez.
Kazanılmış haklar Hukuk Devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar Anayasanın 2.maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı, hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır:
Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır.
Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesi’nce iptaline karar verilirse, usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (Hukuk Genel Kurulu’nun 21.01.2004 gün ve E:2004/10-44, K:2004/19 sayılı ilamı).
Bu sayılanların dışında ayrıca; görev konusu, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Baki, Kuru: Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt 5, İstanbul 2001, Sahife:4738 vd).
Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için; bir davada, ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir..."
25. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2017 tarihli ve E.2017/5-2575, K.2017/1906 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Bilindiği üzere bir davada mahkemenin veya tarafların yapmış oldukları bir usul işlemi nedeniyle taraflardan biri lehine, dolayısıyla diğeri aleyhine doğan ve gözetilmesi zorunlu olan hakka usuli kazanılmış hak denilir.
Örneğin mahkemenin Yargıtay bozma kararına uymasıyla bozma kararı lehine olan taraf bakımından kazanılmış hak doğar.
Bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen biçimde inceleme ve araştırma yapmak ve yine o kararda belirtilen hukuksal esaslar gereğince karar vermek yükümlülüğü oluşur. Bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozma kararında gösterilen ilkelere aykırı bulunması, usule uygun olmadığından bozma nedenidir.
Bozma kararı ile dava, usul ve yasaya uygun bir hale sokulmuş demektir. Bozma kararına uyulduktan sonra buna aykırı karar verilmesi usul ve yasaya uygunluktan uzaklaşılması anlamına gelir ki, böyle bir sonuç kamu düzenine açıkça aykırılık oluşturur. Buna göre Yargıtay’ın bozma kararına uymuş olan mahkeme bu uyma kararı ile bağlıdır. Daha sonra bu uyma kararından dönerek direnme kararı veremez; bozma kararında gösterilen biçimde inceleme yapmak ya da gösterilen biçimde yeni bir hüküm vermek zorundadır.
Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.
Gerçekten mahkemenin doğru bularak uyduğu ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle hedef tutulan istikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi güveni dahi sarsar. (09.05.1960 tarih 21/9 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)
Aynı ilke Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.02.2003 gün ve 2003/8-83 E., 2003/72 K.; 17.02.2010 gün ve 2010/9-71 E., 2010/87 K.; 25.01.2017 gün ve 2015/9-463 E., 2017/137 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir İçtihadı Birleştirme Kararı (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma kararına uyulmuş olmakla oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nun 21.01.2004 gün ve 2004/10-44 E., 19 K.; 03.02.2010 gün ve 2010/4-40 E., 2010/54 K.).
Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü – C. V, 6. b İstanbul 2001, s 4738 vd).
Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir."
26. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 6/11/2018 tarihli ve E.2016/22-388, K.2018/1607 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"... Maddi hata (hukuki yanılma), maddi veya hukuki bir olayın olup olmadığında veya koşul veya niteliklerinde yanılmayı ifade eder (Yılmaz, E.: Hukuk Sözlüğü, Doruk Yayınları, Birinci Baskı 1976, sayfa:208).
Burada belirtilen maddi yanılgı kavramından amaç; hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulmasının mümkün bulunmadığı, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgılardır.
Uygulamada zaman zaman görüldüğü gibi, Yargıtay denetimi sırasında da, uyuşmazlık konusuna ilişkin maddi olgularda, davanın taraflarında, uyuşmazlık sürecinde, uyuşmazlığa esas başlangıç ve bitim tarihlerinde, zarar hesaplarına ait rakam ve olgularda ve bunlara benzer durumlarda; yanlış algılama sonucu, açık ve belirgin yanlışlıklar yapılması mümkündür. Bu tür açık hatalarda ısrarla maddi gerçeğin göz ardı edilmesi, yargıya duyulan güven ve saygınlığı, adalete olan inancı sarsacaktır.
O nedenledir ki; Yargıtay, bu güne değin maddi hatanın belirlendiği durumlarda soruna müdahale etmiş; baştan yapılmış açık maddi yanlışlığın düzeltilmesini kabul etmiştir. HGK'nın 13.03.2013 gün ve 2013/5-10 E.-2013/548 K., 13.04.2011 gün ve 2011/9-72 E.- 2011/99 K., 13.04.2011 gün ve 2011/9-101 E.- 2011/128 K., 19.06.2015 gün ve 2013/21-2361 E.-2015/1728 K., 23.10.2002 gün ve 2002/10-895 E.- 2002/838 K., 02.07.2003 gün ve 2003/21-425 E.-2003/441 K., 29.11.1995 gün ve 1995/19-819 E.-1995/1028K., 24.05.1995 gün ve 1995/9-348 E.-1995/556 K., 14.03.1986 gün ve 1984/2-714 E.-1986/246 K. ve 15.10.1986 gün, 1986/6-491 E.-1986/876 K. ve 10.06.1983 gün ve 1981/10-323 E.-1983/652 K. sayılı kararlarında da; maddi hataya dayalı onama ve bozma kararlarının karşı taraf lehine sonuç doğurmayacağı benimsenmiştir. Bu husus, 30.11.1988 gün ve 1988/2-776 E.-1988/985 K. sayılı kararında '...Yargıtay bozma ilâmına uyulmakla meydana gelen usulî kazanılmış hak kuralı usul hukukunun ana esaslarından olmakla ve Yargıtay'ca titizlikle gözetilmekle birlikte bu kuralın açık bir maddi hata hâlinde dahi katı bir biçimde uygulanması bazı Yargıtay kararlarında adalet duygusuyla, maddi olgularla bağdaşmaz bulunmuş ve dolayısıyle giderek uygulamada uyulan bozma kararının her türlü hukuki değerlendirme veya delil takdiri dışında maddi bir hataya dayanması hâlinde usulî kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı esası benimsenmiştir...' şeklinde ifadesini bulmuştur.
Öte yandan somut uyuşmazlıkta uygulanması gereken 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 8'inci maddesinin son fıkrası uyarınca, iş mahkemelerince verilen kararlara ilişkin Yargıtay kararlarına karşı karar düzeltme yolu kapalıdır. Ancak, maddi yanılgıya dayalı kararlar bu kuralın dışındadır. Onama ve bozma kararlarında açıkça maddi hatanın bulunması hâlinde dosyanın yeniden incelenmesi mümkündür. Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, maddi yanılgıya dayalı olarak verilmiş bulunan onama ve bozma kararları ile hatalı biçimde hak sahibi olmak evrensel hukukun temel ilkelerini ihlal edeceğinden, karşı taraf yararına sonuç doğurması olanaklı değildir.
Ne var ki bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılarak delil değerlendirmesi sonucunda bir sonuca ulaşılmış ise, bu kararın yanlış olduğu ya da delillerin yanlış değerlendirildiği sonradan anlaşılsa bile bozmaya uyulması ile oluşan kazanılmış hakkın varlığı kabul edilmelidir. Bu durum HGK'nın 30.11.1988 gün ve 1988/2-776 E.-1988/985 K. sayılı kararında maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak oluşmayacağına vurgu yapıldıktan sonra kararın devamında '...Burada şu husus belirtilmelidir ki, bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılmış ve deliller belirli bir doğrultuda değerlendirilerek bir bozma kararı verilmiş ise, bu bozmaya uyulması halinde, bozma yapan Daire hukuki görüş değiştirse veya delil değerlendirmesinin yanlış olduğunu sonradan benimsese dahi burada maddi hatadan söz edilemeyeceğinden usulî kazanılmış hakkın doğduğunun kabulü gerekir. Ancak, Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısı dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanmayacak tartışmasız bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise o takdirde usulî kazanılmış hak kuralı hukuki sonuç doğurmayacaktır...' şeklinde ifade edilmiştir. Aynı görüş HGK'nın 20.01.1988 gün ve 1988/1-249 E.-1988/28 K., 20.12.1989 gün ve 1989/12-539 E.-1989/662 K., 15.12.1990 gün ve 1990/1-450 E.-1990/608 K. ile 09.03.1994 gün ve 1993/17-889 E.-1994/123 K. sayılı kararlarında da aynen sürdürülmüştür.
Bununla birlikte 1086 sayılı Kanun döneminde açılan işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkin bir davada verilen karara karşı karar düzeltme yolu kapalı olup maddi hata düzeltim isteminde bulunulması mümkün ise de, yukarıda belirtilen Hukuk Genel Kurulu kararlarında da açıklandığı üzere hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulmasının mümkün bulunmadığı, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgıların bulunması gerekecektir.
D. Anayasa Mahkemesi Kararı
27. Anayasa Mahkemesinin 12/6/2020 tarihli ve E.2019/115, K.2020/31 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...İTİRAZIN KONUSU: 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle değiştirilen 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasının Anayasa’nın 2., 13. ve 36. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptaline karar verilmesi talebidir.
3. Usul hukukumuza ilk olarak Yargıtay içtihatlarıyla giren usuli kazanılmış hak ilkesi, idari yargılama usul hukukunda da Danıştay içtihatlarıyla kabul görmüş ve böylece yasal bir dayanağı bulunmadığı dönemde dahi uygulama alanı bulmuştur.
4. Yargısal görev ve yetkileri ile inceleme yöntemlerinin niteliğinin farklılığına bağlı olarak anılan ilkenin uygulanma biçimi de ilk derece mahkemeleri ile temyiz mercileri yönünden değişiklik göstermektedir. Bu bağlamda “usuli kazanılmış hak ilkesi”, ilk derece mahkemeleri bakımından mahkemenin, bozma kararına uyması hâlinde artık bozma kararı doğrultusunda inceleme yapmak ve/veya hüküm vermek zorunda olmasını, ayrıca bozma kararı dışında kalan kısım hakkında yeniden inceleme yaparak karar verememesini; temyiz mercii yönünden ise bozma kararında belirtilen bozma gerekçeleriyle kendisinin de bağlı olmasını ve bozma kararı dışında kalan kısım hakkında tekrar inceleme yapamamasını ifade etmektedir.
5. Bununla birlikte Yargıtay içtihatlarında usuli kazanılmış hak ilkesinin salt kavramsal tanımıyla bağlı kalınmak suretiyle anılan ilkenin uygulanmasında kategorik ve şekilci bir yaklaşımın sergilenmesinden kaçınıldığı, uyuşmazlığın özel koşullarının gözetilerek söz konusu ilkeye bazı istisnaların getirildiği görülmektedir. Bu bağlamda Yargıtay; kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralının dikkate alınmadan karar verilmiş olması, bozma kararının hukuki değerlendirme dışında tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta anlaşılabilecek kadar açık ve belirgin, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyecek ve çoğu kez tersine çevirecek, düzeltilmemesi kamu düzenini ve vicdanını zedeleyecek nitelikte bir maddi hataya dayanması, mahkemece bozma kararına uyulmasından sonra uyuşmazlığa uygulanma imkânı bulunan geçmişe etkili yeni bir kanunun yürürlüğe girmesi, aksi yönde bir içtihadı birleştirme kararının alınması, uygulanması gereken kanun hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi, tarafların feragat ya da kabul yönündeki irade bildirimlerinin dava dosyasına girmesi gibi durumlarda usuli kazanılmış hak ilkesini uygulamama yönünde bir içtihat geliştirmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E.2006/4-519, K.2006/527, 12/7/2006; E.1998/4-508, K.1998/553, 1/7/1998; 21. Hukuk Dairesi E.2007/15786, K.2007/16333, 2/10/2007; 14. Hukuk Dairesi E.1975/4974, K.1976/101, 14/1/1976). Bu kapsamda Danıştayın da ilgili Yargıtay kararlarına atıfta bulunarak usuli kazanılmış hak ilkesini yukarıda yer verilen istisnalarla ve idari yargılama usulünün özelliklerine uygun olmak kaydıyla uyguladığı anlaşılmaktadır (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu E.2007/2694, K.2010/1359, 7/10/2010; E.2006/149, K.2009/3386, 24/12/2009; Yedinci Daire E.2008/688, K.2009/2287, 30/4/2009; Dokuzuncu Daire E.2005/4442, K.2006/372, 16/2/2006).
6. İçtihat hukukuyla gelişen ve idari yargıda yukarıda açıklanan şekilde bir uygulama zemini bulan usuli kazanılmış hak ilkesi 2014 yılında 2577 sayılı Kanun’a eklenen itiraz konusu kuralla yasal dayanağa kavuşmuştur.
B. Anlam ve Kapsam
7. Kanun’un 50. maddesinin itiraz konusu (4) numaralı fıkrasında Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde bu kararın temyiz incelemesinin bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılacağı hükme bağlanmıştır. Buna göre kural, daha önce içtihat yoluyla benimsenen usuli kazanılmış hak ilkesinin temyiz incelemesi boyutuna ilişkin bir düzenleme getirmekte, bu itibarla temyiz merciini anılan ilkeyi uygulamakla yükümlü kılmaktadır.
8. Kuralın uygulanmasının ön koşulu, Danıştay tarafından verilmiş bir bozma kararının bulunması ve mahkemece bu bozma kararına uyulmuş olmasıdır. Bozma kararlarının kural olarak iki kategoriye ayrılması mümkündür. Bunlardan ilkini, temyiz incelemesine konu kararın eksik inceleme ve araştırmaya dayalı olarak verilmiş olması nedeniyle söz konusu noksanlığın tamamlanarak yeniden karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle verilen bozma kararları; ikincisini ise temyize konu kararla ulaşılan sonucun hukuka uygun olmaması nedeniyle verilen bozma kararları oluşturmaktadır. Eksik inceleme nedeniyle verilen bozma kararına uyularak söz konusu noksanlığın tamamlanmasından sonra davanın reddi ya da kabulü yolunda verilen kararın temyizen incelenmesinde, karar sonucu yönünden usuli kazanılmış hakkın oluştuğundan söz edilemeyeceği açıktır. Zira bu tür bozma kararları, Danıştayca nihai kararın hukuka uygunluğu hakkında henüz kesin bir değerlendirmenin yapılmadığı kararlardır. Buna karşılık Danıştayın nihai kararın hukuka uygunluğu hakkında kesin bir yargıda bulunduğu ve uygulamada kesin bozma olarak ifade edilen kararlar, sonucu itibarıyla usuli kazanılmış hak oluşturmaktadır.
10. Kuralın anlam ve kapsamıyla ilgili sağlıklı bir sonuca ulaşılabilmesi için onun yorumunda lafzıyla birlikte amacının da gözetilmesi gerekmektedir. Amaçsal yorum yöntemi ise kurala bir anlam yüklenirken o kuralda öngörülen düzenlemenin getirilme sebebinin ve koşullarının da gözönünde bulundurulmasını gerekli kılar. Bu bağlamda Danıştayın geçmişteki uygulamalarına bakıldığında yargılama sürecinde maddi ve hukuki koşullarda herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen heyet oluşumunun değişmesi, heyetin görüş değiştirmesi ya da aynı mevzuat hükmünü farklı şekilde yorumlaması gibi nedenlerle bozma kararının aksi yönünde kararlar verilebildiği görülmektedir. Bu uygulamaların ise zaman zaman davaların makul kabul edilemeyecek kadar uzadığı ve dahası kişilerin yargı kararlarına olan güveninin zedelendiği hukuki bir belirsizlik ortamının oluşmasına sebebiyet verdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kuralın getirilmesinde bu tür olumsuz durumların ortadan kaldırılması yönündeki ihtiyacın önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bununla birlikte kuralın söz konusu ihtiyacın giderilmesine hizmet ederken hukukun üstünlüğü ilkesini dışladığından, başka bir deyişle usuli kazanılmış hak ilkesinin gerektiğinde hukukun üstünlüğü ilkesi feda edilerek her durum ve koşulda, istisnasız bir şekilde uygulanma kabiliyetine sahip olmasını öngördüğünden veya bu sonucu amaçladığından söz edilemez. Bu itibarla kurala içtihat yoluyla birtakım istisnalar getirilebilmesinin mümkün olduğu, ancak her hukuki sebebin de bu kuralın istisnası olarak kabul edilemeyeceği açıktır.
11. Kuralın uygulamalarına bakıldığında Danıştayın idare ve vergi mahkemeleri ile bölge idare mahkemelerince bozmaya uyulması üzerine yeniden verilen kararlara karşı yapılan temyiz başvurularını, kurala atıfta bulunarak sadece bozma kararındaki esaslara uyulup uyulmadığı yönünden incelemek suretiyle gerçekleştirdiği (Sekizinci Daire E.2017/7664, K.2019/7741, 24/9/2019; Dokuzuncu Daire E.2016/9129, K.2019/3501, 11/9/2019; Yedinci Daire E.2019/4456, K.2019/5840, 6/11/2019; E.2017/973, K.2019/5926, 11/11/2019; Onuncu Daire E.2017/2756, K.2019/3895, 14/5/2019; E.2019/8145, K.2019/9024, 2/12/2019); bununla birlikte tıpkı içtihada dayalı uygulama döneminde olduğu gibi anılan ilkeyi mutlak olarak yorumlamadığı ve yine idari yargının niteliğini, amacını, ilkelerini dikkate alarak birtakım istisnalarının olabileceğini kabul ettiği, bu bağlamda, kanunda geçmişe etkili bir değişiklik yapılması, o konuda sonradan bir içtihadı birleştirme kararının alınması, Anayasa Mahkemesince kanun hükmünün iptal edilmesi, kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralı dikkate alınmadan karar verilmiş olması, Anayasa Mahkemesince bireysel başvuruda aynı konuda hak ihlaline karar verilmesi gibi durumlarda bozma kararına uyularak verilen mahkeme kararları hakkında yeniden bozma kararları verdiği görülmektedir (Vergi Dava Daireleri Kurulu E.2018/23, K.2019/616, 18/9/2019; E.2019/796, K.2019/956, 13/11/2019; Yedinci Daire E.2014/5251, K.2016/1701, 12/2/2016; E.2014/2743, K.2016/3296, 24/3/2016).
12. Bu itibarla kural, mahkemece bozma kararına uyulmasıyla birlikte taraflardan biri lehine ortaya çıkan hukuki sonucun -söz konusu tarafın bu sonucun devam etmesi yönündeki beklentisinin korunmamasını haklı ve zorunlu kılacak bir sebep bulunmadığı sürece- temyiz merciince değiştirilememesini ifade etmektedir. Dolayısıyla kural, yargılama sürecinde maddi ve hukuki koşullarda herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen heyet oluşumunun değişmesi, heyetin görüş değiştirmesi ya da aynı mevzuat hükmünü farklı şekilde yorumlaması gibi nedenlerle bozma kararının aksi yönünde kararlar verilmesine engel teşkil etmektedir.
17. Bu çerçevede, Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde bu kararın temyiz incelemesinin bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılmasını öngören kuralın taraflardan birinin ileri sürdüğü ya da resen tespit edilen delillerin, hukuk kurallarının ya da iddia ve savunmaların temyiz mercii tarafından değerlendirilmesine ve hükme esas alınmasına engel teşkil edebilecek ve dolayısıyla bir aşamadan sonra yargılamanın taraflarından birinin diğerine göre zayıf duruma düşmesine yol açabilecek nitelikte olması sebebiyle adil yargılanma hakkına sınırlama getirdiği anlaşılmaktadır.
24. Yukarıda yer verilen Anayasa kuralları birlikte değerlendirildiğinde Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde bu kararın temyiz incelemesinin bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılacağını öngören yargılama usulüne ilişkin itiraz konusu kuralın hukuki istikrarı, belirlilik ve öngörülebilirliği sağlamak, yargı kararlarına olan güveni ve bu kararlardan doğan haklı beklentileri korumak, davaların daha az giderle ve makul bir süre içinde kesin hükme bağlanmasını sağlamak suretiyle Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin gerekleri olan hukuki güvenliği ve kamu yararını gerçekleştirme şeklinde meşru bir amaca yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
28. Bununla birlikte yargı içtihatlarıyla kabul edilmiş olan usuli kazanılmış hak ilkesini hukuki güvenliği sağlama ve kamu yararını gerçekleştirme amacıyla kanun hükmü niteliğine kavuşturan kanun koyucunun yukarıda belirtilen meşru amaçlarla ve hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacak şekilde yargılamanın hakkaniyet, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin görmezden gelinerek ya da temel hak ve özgürlükler ihlal edilerek sonuçlandırılması yolunda bir iradesinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla kural, yargı yerlerince usuli kazanılmış hak ilkesinin uygulanmasında hukuk devleti ve adil yargılanma hakkı ilkeleri gereğince içtihat yoluyla istisnai durumlar öngörülebilmesine engel teşkil etmemektedir. Aksi yönde bir kabulün hukuki güvenlik ilkesinin öz değil sadece şekil itibarıyla korunması anlamına geleceği gibi temel görevi adaleti tesis etmek olan yargı mercilerinin varlık sebebiyle de bağdaşmayacağı açıktır. Belirtilen hususlar dikkate alındığında sınırlama ile ilgililere orantısız bir külfet yüklenmediği anlaşılmaktadır.
29. Bu itibarla kural, adil yargılanma hakkına ölçüsüz bir sınırlama getirmemektedir.
30. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 13. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İtirazın reddi gerekir."
V. İNCELEME VE GEREKÇE
28. Anayasa Mahkemesinin 12/10/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
29. Başvurucu Şirket öncelikle gerekçesiz şekilde temyiz ve karar düzeltme taleplerinin reddedilmesinden yakınmıştır. Başvurucu Şirket, usule ilişkin kazanılmış hak ile ilgili Yargıtay ve Danıştay kararları ile AİHM'nin Brumărescu/Romanya kararına değinerek temyiz incelemesi sonucunda verilmiş olan bozma kararına uyulmak suretiyle verilen kararın Dairesince yeniden temyizen incelenmesinin bozma kararının gereklerinin yerine getirilip getirilmediğiyle sınırlı olduğunu belirtmiştir. Bu doğrultuda karar düzeltme aşamasında usule ilişkin kazanılmış hakkın istisnasını oluşturan herhangi bir neden ileri sürülmemesine rağmen onama kararı kaldırılmak ve aynı maddi olay ve aynı mevzuat hükümlerine dayanılarak bu kez farklı bir sonuca varılmak suretiyle davanın reddine karar verilmesinin hukuki güvenlik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Bu gerekçelerle hukuki güvenlik ilkesiyle gerekçeli karar ve adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
B. Değerlendirme
30. Anayasa’nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
31. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucu Şirketin bu kapsamda dile getirdiği iddialarının özü usule ilişkin kazanılmış hak ilkesine aykırı karar verilmesine dair itirazlarının dikkate alınmamasına, bununla ilgili esaslı iddialarının derece mahkemelerince cevaplandırılmamasına ilişkin olduğundan başvuru Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki gerekçeli karar hakkı yönünden incelenmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
32. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine yönelik iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Genel İlkeleler
33. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş ancak gerekçeli karar hakkından açıkça söz edilmemiştir. Bununla birlikte Anayasa'nın 141. maddesinin üçüncü fıkrasında "Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır." denilerek kararlarını gerekçeli olarak yazma yükümlülüğü mahkemelere yüklenmiştir. Anayasa'nın 36. maddesi, 141. maddesinin üçüncü fıkrası ışığında yorumlandığında adil yargılanma hakkı, gerekçeli karar hakkını da güvence altına almaktadır. Bu sebeple gerekçeli karar hakkı Anayasa'nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının temel güvencelerinden biridir (Hilmi Kocabey ve diğerleri, B. No: 2018/27686, 17/11/2021, § 77).
34. Gerekçeli karar hakkı, kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamayı ve denetlemeyi amaçlamaktadır. Tarafların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddiaların kurallara uygun biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri ve ayrıca demokratik bir toplumda kendi adlarına verilen yargı kararlarının sebeplerini toplumun öğrenmesinin sağlanması için de gereklidir (Sencer Başat ve diğerleri [GK], B. No: 2013/7800, 18/6/2014, §§ 31, 34).
35. Mahkemelerin anılan yükümlülüğü, yargılamada ileri sürülen her türlü iddia ve savunmaya karar gerekçesinde ayrıntılı yanıt vermesi gerektiği şeklinde anlaşılamaz. Ancak derece mahkemeleri, kendilerine sunulan tüm iddialara yanıt vermek zorunda değilse de (Yasemin Ekşi, B. No: 2013/5486, 4/12/2013, § 56) mahkemelerin davanın esas sorunlarını inceledikleri gerekçeli karardan anlaşılmalıdır.
36. Bir kararda tam olarak hangi unsurların bulunması gerektiği davanın niteliğine ve şartlarına bağlıdır. Muhakeme sırasında açık ve somut bir biçimde öne sürülen iddia ve savunmaların davanın sonucuna etkili, başka bir deyişle davanın sonucunu değiştirebilecek nitelikte olması hâlinde davayla doğrudan ilgili olan bu hususlara mahkemelerce makul bir gerekçe ile yanıt verilmesi gerekir (Sencer Başat ve diğerleri, § 35). Aksi bir tutumla mahkemenin davanın sonucuna etkili olduğunu kabul ettiği bir husus hakkında ilgili ve yeterli bir yanıt vermemesi ya da yanıt vermeyi gerektiren usul veya esasa dair iddiaları cevapsız bırakması hak ihlaline neden olabilecektir (Sencer Başat ve diğerleri, § 39).
37. Öte yandan istinaf/temyiz merciinin yargılamayı yapan mahkemenin kararını uygun bulması hâlinde bunu ya aynı gerekçeyi kullanarak ya da bir atıfla kararına yansıtması yeterlidir. Burada önemli olan husus istinaf/temyiz merciinin bir şekilde istinafta/temyizde dile getirilmiş ana unsurları incelediğini, derece mahkemesinin kararını inceleyerek onadığını ya da bozduğunu göstermesidir (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Yasemin Ekşi, § 57). Ancak istinaf/temyiz incelemesi sırasında ayrı ve açık bir yanıt verilmesini gerektiren usul veya esasa dair iddiaların istinaf/temyiz mercilerince cevapsız bırakılması gerekçeli karar hakkının ihlaline neden olabilir (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Caner Kandırmaz, B. No: 2013/3672, 30/12/2014, § 31).
38. Anayasa Mahkemesinin gerekçeli karar hakkı bağlamındaki görevi uyuşmazlığın esası yönünden önem taşıyan meselelere ilişkin olarak derece mahkemelerinin ilgili ve yeterli bir gerekçe ortaya koyup koymadıklarını incelemekten ibarettir. Anayasa Mahkemesinin derece mahkemesinin açıkça keyfî olmadığı veya bariz bir takdir hatası içermediği sürece gerekçelerini denetleme gibi bir görevi olmadığı gibi derece mahkemesi kararlarındaki hukuka aykırılıkları gidermek de Anayasa Mahkemesinin görevi değildir (Halit Kabadağ, B. No: 2019/3589, 23/11/2021, § 30).
b. İlkelerin Olaya Uygulanması
39. Somut olayda başvurucu Şirket, 1994-1997 yılları arasında Boğaçayı havzasında mülga Taşocakları Nizamnamesi hükümleri uyarınca üç yıl süreyle verilen kum ve çakıl ocağı ruhsatına dayanarak, ardından da 1997-2006 yılları arasında ruhsatsız olarak madencilik faaliyetinde bulunmuştur. Başvurucu Şirket, ruhsat süresinin sona erdiği 3/11/1997 tarihinden önce çıkardığını ve stokladığını iddia ettiği eleküstü dolgu malzemesinin nakliyesine izin verilmesi isteğinin reddi üzerine işlemin iptali davası açmıştır. Mahkemece söz konusu malzemenin yasaklı alan içinde olduğu ve başvurucu Şirketin ruhsat süresinin 3/11/1997 tarihinde sona ermesine rağmen 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesi uyarınca ruhsat süresi sonunda altı ay içinde eleküstü malzemeyi almadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir (bkz. § 7). Başvurucu, kararı temyiz etmiştir.
40. Dairece başvurucu Şirketin ruhsat süresinin bitiminden sonra da Boğaçayı havzasında farklı zamanlarda ruhsatsız olarak ve izin almadan faaliyette bulunmak suretiyle malzeme çıkardığı, söz konusu malzemeyi başvurucu Şirketin ruhsatlı faaliyette bulunduğu dönemde çıkarıp çıkarmadığına dair davalı tarafından dava dosyasına sunulan somut bir bilgi ve belge bulunmadığı vurgulanmıştır. Ayrıca 2000 yılında başvurucu Şirketçe söz konusu sahada mevcut eleküstü malzemenin miktarının tespiti amacıyla yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda Antalya 1. Asliye Hukuk Mahkemesince söz konusu sahada 1.674.296 m³ malzeme bulunduğunun tespit edildiği ve bu durumun da nakliyesi talep edilen malzemenin 2000 yılına kadar olan sürede çıkarıldığını ortaya koyduğu, bu malzemenin -1997 yılından önce çıkarılan- davaya konu edilen eleküstü malzeme ile ilgisi olmadığı ifade edilmiştir. Bununla birlikte 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinde ruhsat sahasından çıkarılan malzemenin altı aylık sürede ruhsat sahasından naklinin yapılması gerektiğinin düzenlendiği oysa başvurucu Şirketin bu malzemeyi ruhsat sahasından çıkardıktan sonra ruhsat dışı farklı bir sahada depoladığı belirtilerek 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinin somut olayda uygulanamayacağı açıklanarak dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle başvurucu Şirket lehine bozma kararı verilmiştir (bkz. § 9).
41. Mahkemece bozma kararına uyularak verilen iptal kararı bu kez karar düzeltme kararıyla bir kez daha bozulmuştur. Dairece bu kez Boğaçayı havzasındaki tüm tesislerin faaliyetlerinin 8/2/1995 ve 15/7/1998 tarihli Kurul kararları ile durdurulduğu, söz konusu malzemenin ruhsat sahası dışına taşındığı iddia edilmesine rağmen Kurul kararıyla yasaklanan bölgede kaldığı, 1997 yılında sona eren ruhsatın sonradan stokta kalan malzemenin alınmasına yönelik hak sağlayan bir ruhsat olmadığı gerekçesiyle bozma kararı verilmiştir. Davaya üçüncü kez bakan Mahkemenin ikinci bozma kararına da uyarak ikinci bozma kararındaki gerekçelerle davanın reddine dair kararı kanun yolundan geçerek kesinleşmiştir (bkz. §§ 11-14).
42. Başvuru konusu şikâyet usule ilişkin kazanılmış hak ilkesine aykırı karar verildiği iddiasına dair olduğundan öncelikle bu ilkenin anlam, kapsam ve istisnalarını yukarıda alıntılanan normatif/kanuni ve içtihadi müktesebat kapsamında açıklamak gerekir.
43. 2577 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) ve (4) numaralı fıkraları gereğince kural olarak bozma kararlarının iki kategoriye ayrılması mümkündür. Temyiz incelemesine konu kararın eksik inceleme ve araştırmaya dayanılarak verilmesi nedeniyle söz konusu noksanlığın tamamlanarak yeniden karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozma kararları verildiği gibi temyize konu kararla ulaşılan sonucun hukuka uygun olmaması nedeniyle de verilebilmektedir. Bu noktada eksik inceleme nedeniyle verilen bozma kararına uyularak söz konusu eksikliğin tamamlanmasından sonra verilen kararlar yönünden Danıştayca nihai kararın hukuka uygunluğu hakkında henüz kesin bir değerlendirmenin yapılmaması nedeniyle usule ilişkin kazanılmış haktan söz edilemeyeceğini belirtmek gerekir. Buna karşılık Danıştayın nihai kararın hukuka uygunluğu hakkında kesin bir yargıda bulunduğu ve uygulamada kesin bozma olarak belirtilen kararların sonucu itibarıyla usule ilişkin kazanılmış hak oluşturduğu ifade edilebilir (benzer yöndeki değerlendirme için bkz. AYM, E.2019/115, K.2020/31, 12/6/2020, § 8).
44. Usule ilişkin kazanılmış hak ilkesi; ilk derece mahkemeleri bakımından mahkemenin bozma kararına uyması hâlinde artık bozma kararı doğrultusunda inceleme yapmak ve/veya hüküm vermek zorunda olmasını, ayrıca bozma kararı dışında kalan kısım hakkında yeniden inceleme yaparak karar verememesini; temyiz mercii yönünden ise bozma kararında belirtilen bozma gerekçeleriyle kendisinin de bağlı olmasını ve bozma kararı dışında kalan kısım hakkında tekrar inceleme yapamamasını ifade etmektedir (AYM, E.2019/115, K.2020/31, 12/6/2020, § 4).
45. İlk olarak Yargıtay içtihadıyla kabul edilen usule ilişkin kazanılmış hak ilkesi, idari yargılama usul hukukunda da, Danıştayca da uygulanmıştır. Yargıtay ve Danıştay içtihadında usule ilişkin kazanılmış hak ilkesinin salt kavramsal tanımıyla bağlı kalınmak suretiyle anılan ilkenin uygulanmasında kategorik ve şekilci bir yaklaşımın sergilenmesinden kaçınıldığı, uyuşmazlığın özel şartlarının gözetilerek söz konusu ilkeye bazı istisnaların getirildiği görülmüştür. Bu çerçevede kamu düzenini ilgilendiren bir usul kuralının dikkate alınmadan karar verilmiş olması, bozma kararının hukuki değerlendirme dışında tamamen maddi olgulara yönelik ilk bakışta anlaşılabilecek kadar açık ve belirgin, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyecek ve çoğu kez tersine çevirecek, düzeltilmemesi kamu düzenini ve vicdanını zedeleyecek nitelikte bir maddi hataya dayanması, mahkemece bozma kararına uyulmasından sonra uyuşmazlığa uygulanma imkânı bulunan geçmişe etkili yeni bir kanunun yürürlüğe girmesi, aksi yönde bir içtihadı birleştirme kararının alınması, uygulanması gereken kanun hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi veya Anayasa Mahkemesince bireysel başvuruda ilgili dosyada ihlal kararı verilmesi, tarafların feragat ya da kabul yönündeki irade bildirimlerinin dava dosyasına girmesi gibi durumlarda usule ilişkin kazanılmış hak ilkesini uygulamama yönünde içtihat geliştirilmiştir (bkz. §§ 18-26).
46. Benzer şekilde 2577 sayılı Kanun’un 18/6/2014 tarihinde değiştirilen 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasında Danıştayın bozma kararına uyulduğu takdirde bu kararın temyiz incelemesinin bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılacağı hükme bağlanmış ancak bu kuralın istisnalarına dair herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
47. İtiraz başvurusu üzerine söz konusu kuralın Anayasa’ya aykırılığı iddiasını Anayasa Mahkemesi 12/6/2020 tarihli ve E.2019/115, K.2020/31 sayılı kararında incelemiştir. Anayasa Mahkemesi, yargılama sürecinde maddi ve hukuki şartlarda herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen heyet oluşumunun değişmesi, heyetin görüş değiştirmesi ya da aynı mevzuat hükmünü farklı şekilde yorumlaması gibi nedenlerle bozma kararının aksi yönünde kararlar verilmesi nedeniyle anılan düzenlemenin gerekliliğine dikkati çekmiştir. Öte yandan söz konusu düzenlemenin hukuki istikrarı, belirlilik ve öngörülebilirliği sağlamak, yargı kararlarına olan güveni ve bu kararlardan doğan haklı beklentileri korumak, davaların daha az giderle ve makul bir süre içinde kesin hükme bağlanmasını sağlamak suretiyle hukuk devleti ilkesinin gerekleri olan hukuki güvenliği ve kamu yararını gerçekleştirme şeklinde meşru bir amaca yönelik olduğunu vurgulamıştır. Bununla birlikte söz konusu kurala içtihat yoluyla birtakım istisnalar getirilebilmesinin mümkün olduğunu ancak her hukuki sebebin de bu kuralın istisnası olarak kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Bu doğrultuda tıpkı içtihada dayalı uygulama döneminde olduğu gibi kuralın uygulanmasında hukuk devleti ve adil yargılanma hakkı ilkeleri gereğince ve idari yargının niteliği, amacı ve ilkeleri dikkate alınarak içtihat yoluyla birtakım istisnaların olabileceğini kabul etmiştir (bkz. § 27). Nitekim anılan maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonraki Danıştay kararlarında da önceki içtihatlarla paralel istisnalara yer verildiği anlaşıldığından Danıştay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığını ve içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunu değerlendirmiştir (bkz. §§ 18-21).
48. Belirtmek gerekir ki başvurucu Şirketin malzemeyi ruhsat sahasından çıkardıktan sonra ruhsat dışı farklı bir sahada depoladığının anlaşıldığı ve 3213 sayılı Kanun'un 36. maddesinin somut olayda uygulanamayacağı belirtilerek verilen ilk bozma kararının eksik inceleme ve araştırmaya dayalı bir bozma kararı olup olmadığının takdiri derece mahkemelerine aittir. Mahkemece bu hususta bir değerlendirme yapılmamış ise de bozma kararı doğrultusunda hüküm verildiği anlaşıldığından usule ilişkin kazanılmış hak ilkesinin Mahkemeye yüklediği yükümlülüğün yerine getirildiği aşikârdır.
49. Bu bağlamda ilk bozma kararının eksik inceleme ve araştırmaya dayalı bir bozma kararı olmadığının kabulü durumunda Mahkemenin bozma kararına uyması nedeniyle usule ilişkin kazanılmış hakkın içtihatlarla belirlenmiş istisnaları kapsamına girecek mahiyette bir olguya dayanmaması hâlinde 2577 sayılı Kanun'un 50. maddesi gereğince ilk bozma kararında belirtilen bozma gerekçeleriyle bağlı kalınarak, temyiz incelemesinin bozma kararına uygunlukla sınırlı olarak yapılması gerekmektedir. Ancak Dairece karar düzeltme aşamasında usulî kazanılmış hakka ilişkin hiçbir değerlendirme yapılmadan önceki bozma kararı kapsamında olmayan yeni gerekçelerle -bozmaya uyan- mahkeme kararının tekrar bozulduğu anlaşılmıştır.
50. Ardından Mahkemenin ikinci bozma kararına uyarak verdiği davanın reddine dair kararına karşı başvurucu Şirket sunduğu temyiz dilekçesinde, usule ilişkin kazanılmış hak ilkesine aykırı karar verildiği iddiasında bulunmuştur. Buna göre başvurucunun bu açık iddiası gözetildiğinde önceki bozma kararını ortadan kaldıracak şekilde karar verilmesinin haklı nedenlerinin onama kararıyla sonuçlanan üçüncü temyiz incelemesinde izah edilmesi gerekirken usule ilişkin kazanılmış hakka dair hiçbir değerlendirme yapılmadan onama kararı verildiği anlaşılmıştır.
51. Sonuç itibarıyla yargılama süreci bir bütün olarak değerlendirildiğinde içtihat hukukuyla geliştirilmiş olan usule ilişkin kazanılmış hak ilkesi ve bu içtihadın kısmen kanunlaştırılmış hâli olan 2577 sayılı Kanun'un 50. maddesi dikkate alınarak usule ilişkin kazanılmış hak ilkesinden ayrılmayı gerektirecek şekilde tekrar bozma kararı verilmesini gerektiren zorlayıcı ve istisnai durumların ortaya konulmaması ve başvurucunun kararın sonucunu değiştirebilecek nitelikteki esaslı iddialarının karşılanmaması nedeniyle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği kanaatine varılmıştır.
52. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ bu görüşe katılmamıştır.
53. Başvurucu Şirket mülkiyet hakkının da ihlal edildiğini iddia etmiş ise de netice itibarıyla adil yargılanma hakkının ihlaliyle yeniden yargılama yapılmasına karar verildiğinden mülkiyet hakkına ilişkin şikâyet yönünden bu aşamada bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
3. Giderim Yönünden
54. Başvurucu, ihlalin tespiti ve yeniden yargılama ile 7.000.000 TL maddi ve 50.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
55. Başvuruda adil yargılanma hakkı yönünden ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).
56. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasının yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
2. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın İNCELENMESİNE YER OLMADIĞINA OYBİRLİĞİYLE ,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki gerekçeli karar hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE M. Emin KUZ 'un karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
C. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,
D. Kararın bir örneğinin adil yargılanma hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılması amacıyla Danıştay 8. Dairesine iletilmek üzere Antalya 2. İdare Mahkemesine (E.2017/1486, K.2018/79) GÖNDERİLMESİNE,
E. 364,60 TL harç ve 18.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 19.164,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 12/10/2023 tarihinde karar verildi.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Madencilik faaliyeti sonucu çıkarılan malzemenin nakline izin verilmemesi işleminin iptali talebiyle açılan davanın usûlî müktesep hakka aykırı şekilde reddedilmesi sebebiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.
İhlal kararının gerekçesinde; ilk derece mahkemesinin verdiği red kararının bozulmasının ardından verilen iptal kararının da Danıştayca bozulduğu, ancak bu bozma kararında 2577 sayılı Kanunun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasına uyulmadığı gibi bozma kararında başvurucunun ilk bozmadan kaynaklanan usûlî müktesep hakka ilişkin iddialarının karşılanmadığı ve kararın gerekçesinde konuya açıklık getirilmediği belirtilerek gerekçeli karar hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
Bilindiği üzere, yargılamanın adil bir şekilde gerçekleştirilmesini ve bu ilkeye uygun davranılıp davranılmadığının denetlenmesini hedefleyen gerekçeli karar hakkı, yargılama sırasında ileri sürülen iddiaların gereği gibi incelenip incelenmediğinin görülmesi ve varılan sonucun sebeplerinin öğrenilmesi bakımından büyük önem taşımakta; ancak mahkeme kararlarının gerekçeli olma zorunluluğu, yargılama sırasında ileri sürülen her iddianın ayrıntılı bir şekilde karşılanması gerektiği şeklinde anlaşılamayacağından, bunun kapsamı davanın ve verilen kararın niteliğine göre değişebilmektedir (Sencer Başat ve diğerleri [GK], B. No: 2013/7800, 18/6/2014, §§ 31,34, Mehmet Yavuz, B. No: 2013/2995, 20/2/2014. § 51).
Diğer taraftan, mahkemeler bütün iddiaları karşılamak zorunda olmasalar da, taraflarca ileri sürülen ve ihtilâfın çözümünde esas alınan bütün hususların incelenmiş olduğunun gerekçeli karardan anlaşılması gerekmektedir (Yasemin Ekşi, B. No: 2013/5486, 4/12/2013, §§ 56, 57).
Usûlî kazanılmış hak ilkesi ise, yine kararda belirtildiği gibi, ilk derece mahkemesinin bozma kararına uyarak bu yönde karar vermesi hâlinde temyiz merciinin bozma gerekçeleriyle kendisinin de bağlı olmasını ve bozma kararı dışında kalan kısım hakkında tekrar inceleme yapamamasını gerektirmektedir (ayrıntılı açıklama için bkz. 12/6/2020 tarihli ve E.2019/115, K.2020/31 sayılı kararımız).
Ancak, usûl hukukumuza Yargıtay içtihadıyla giren ve 2577 sayılı Kanunun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrasıyla idarî yargıda kanunî dayanağa kavuşturulan söz konusu ilkenin uygulanmasında -Yargıtay içtihadında da benimsendiği üzere- kategorik ve şekilci bir yaklaşımın sergilenmesinden kaçınılması ve uyuşmazlığın özel şartlarının gözetilerek ilkenin bazı istisnalarının bulunduğunun kabul edilmesi zorunludur. Bozma kararının, düzeltilmemesi hâlinde kamu düzenini ve vicdanını zedeleyecek nitelikte olması bu istisnaların en önemlileri arasındadır.
Anılan kanun hükmünün iptali talebinin reddine ilişkin kararımızda da, içtihat yoluyla kabul edilmiş olan usûlî müktesep hak ilkesini kanunî dayanağa kavuşturan kanun koyucunun hukuk devleti ilkesinin gerekleri olan hukukî güvenliği ve kamu yararını gerçekleştirme şeklindeki meşru amaçlarla bağdaşmayacak şekilde yargılamanın hakkaniyet, hukukun üstünlüğü gibi ilkelerin görmezden gelinerek veya temel haklar ihlal edilerek sonuçlandırılması yolunda bir iradesinin varlığından söz edilemeyeceği, dolayısıyla kuralın yargı yerlerince usûlî kazanılmış hak ilkesinin uygulanmasında içtihat yoluyla istisnai durumlar öngörülmesine engel teşkil etmediği, aksi yönde bir kabulün temel görevi adaleti tesis etmek olan yargı mercilerinin varlık sebebiyle de bağdaşmayacağı belirtilmiştir (12/6/2020 tarihli ve E. 2019/115, K.2020/31 sayılı karar, § 28).
Somut olayda, Taşocakları Nizamnamesi hükümlerine göre 1994 yılında kum ve çakıl ocağı kullanım ruhsatı alan ve üç yıllık ruhsat süresi 1997 yılında dolan başvurucunun bundan yaklaşık olarak ondört yıl sonra idareye başvurarak ruhsat süresi içinde çıkardığını iddia ettiği eleküstü dolgu malzemesinin kendisine verilmesine ilişkin talebi reddedilmiş; buna karşı açtığı iptal davasında da idare mahkemesince red kararı verilmiştir.
Başvurucu tarafından temyiz edilen karar Danıştay ilgili dairesince 26/12/2013 tarihinde bozulmuştur. İdare mahkemesince bozma kararına uyularak 11/9/2014 tarihinde verilen iptal kararının da aynı dairenin 10/10/2017 tarihli kararıyla bozulmasına hükmedilmiştir.
Dairenin son kararında, davacı başvurucunun usûlî müktesep hakla ilgili iddiaları ve 2577 sayılı Kanunun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrası hükmüne rağmen bozma kararı verilmesi konusunda doğrudan bir açıklamaya yer verilmiş olmasa da, ayrıntılı bir gerekçeyle bozma sebepleri açıklanmış ve özellikle söz konusu kum ve çakıl ocaklarının çevreye büyük ölçüde zarar verdiği, can ve mal güvenliği açısından sakıncalara yol açtığı, deniz kirliliğine ve ekolojik dengenin bozulmasına sebep olduğu, taşımacılık nedeniyle de yerleşim alanlarına zarar verildiğinin mahallinde tespit edildiği belirtilmek suretiyle hakkaniyetin ve kamu yararının gerektirdiği istisnalardan birinin bulunduğu ortaya konulmuştur.
Danıştayın 2013 yılındaki ilk bozma kararında başka gerekçelere de yer verilmiş olmakla birlikte, söz konusu malzemenin ruhsatlı faaliyette bulunulan dönemde çıkarılıp çıkarılmadığına ve ruhsatın sona ermesinden sonra ruhsatsız faaliyette bulunularak bu malzemenin stoklanıp stoklanmadığına dair herhangi bir tespit yapılmadığı belirtilmek suretiyle temyiz incelemesine konu kararın esas olarak eksik inceleme ve araştırmaya dayalı olarak verilmiş olması sebebiyle söz konusu noksanlığın tamamlanarak yeniden karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozma kararı verildiği anlaşılmaktadır (§ 9).
Yukarıda aktarılan kararımızda da açıklandığı üzere, bu gerekçeyle verilen bozma kararları sonucunda usûlî kazanılmış hakkın oluştuğu söylenemeyeceğinden, bu bakımdan da 2577 sayılı Kanunun 50. maddesinin (4) numaralı fıkrası hükmünün istisnalarından biri söz konusudur.
Bu sebeplerle, gerekçeli karar hakkına yönelik bir ihlal bulunmadığı düşüncesiyle çoğunluğun ihlal kararına karşıyım.
Üye