TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
ZEKİYE ŞANLI BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2012/931)
|
|
Karar Tarihi: 26/6/2014
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
|
|
Burhan ÜSTÜN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Zühtü ARSLAN
|
Raportör
|
:
|
Recep ÜNAL
|
Başvurucu
|
:
|
Zekiye ŞANLI
|
Vekili
|
:
|
Av. Ebru TARAKÇI ÇİMEN
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, 17/7/1964 tarih ve 506 sayılı mülga Sosyal Sigortalar
Kanunu’nun geçici 20. maddesine, 13/2/2011 tarih ve 6111 sayılı Kanunla eklenen
beşinci fıkra ile devam eden yargı süreçlerine müdahale edilerek adil
yargılanma, sosyal güvenlik ve mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri
sürmüş ve tazminat talebinde bulunmuştur.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 29/11/2012
tarihinde Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde, belirlenen eksiklikler
tamamlatılmış ve Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit
edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci
Komisyonunca, 18/3/2013 tarihinde, kabul edilebilirlik
incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine
karar verilmiştir.
4. Birinci Bölümün 24/7/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun, kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş
için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve
olgular 30/7/2013 tarihinde Bakanlığa bildirilmiştir.
Bakanlık görüş yazısı, 25/9/2013 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunulmuş ve 9/10/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş
olup, başvurucu Bakanlık görüşüne karşı cevap dilekçesini 23/10/2013 tarihinde
sunmuştur.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru dilekçesi ve
eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucu, Vakıflar Bankası
Türk Anonim Ortaklığında (Banka) çalıştığı süre zarfında, 506 sayılı Kanun’un
geçici 20. maddesi uyarınca kurulmuş bulunan T. Vakıflar Bankası T.A.O. Memur
ve Hizmetlileri Emekli Sağlık Yardım Sandığı Vakfına (Vakıf) ödediği primler
karşılığında 27/6/1995 tarihinde emekliliğe hak
kazanmış olup, hâlihazırda adı geçen sandıktan emekli aylığı almaktadır.
8. Vakıf, kanunla kurulan
sosyal güvenlik kurumları dışında kalan, ancak onlara denk kabul edilen bir
tüzel kişilik olup, sandık mensupları bakımından zorunlu sosyal güvenlik kurumu
niteliğindedir.
9. Vakfın amacı, Vakıf Senedi’nin 4. maddesinde şöyle ifade edilmiştir.
“...
a) İş bu vakıf senedi hükümleri dairesinde üyelerin
emeklilik, malullük, ölüm, hastalık, analık, iş kazaları ve meslek hastalıkları
hallerinde ve eş ve çocukları ile üyenin geçindirmekle yükümlü bulunduğu ana ve
babasının hastalıklarında, Sosyal Sigortalar Kanunları ile temin edilen
yardımlardan az olmamak üzere hak sahiplerine yardımda bulunmak;
…”
10. Vakfın gelirleri, sandık
üyelerinin aylıklarından yapılan prim kesintilerinden ve diğer gelirlerden
oluşmaktadır. Banka da her ay, aynı esaslar çerçevesinde hesaplanan tutarı
işveren hissesi olarak Vakfa aktarmaktadır.
11. Vakıf, üyelerine yapacağı
yardımın miktarını ve dolayısıyla emekli aylıklarına ilişkin artışları, Vakıf Senedi’nde yazılı hükümler çerçevesinde tek taraflı olarak
belirlemekte olup, bunun 506 sayılı Kanunla belirlenmiş asgari standardın
altına düşmemesi gerekmektedir.
12. Sandık üyeleri, yapılan
artışların 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine uygun bir şekilde yapılmadığı
gerekçesiyle Vakıf aleyhine iş mahkemeleri önünde alacak davaları açmışlardır.
Bu davalar sonucunda 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesinin nasıl anlaşılıp
uygulanacağı konusunda bir yargısal içtihat yerleşmiştir. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun (HGK) bu çerçeveyi çizen, 24/3/2010 tarih ve
E.2010/10-155, K.2010/170 sayılı kararı şöyledir:
“Görüldüğü gibi, 506 Sayılı Yasa, banka zorunlu sandıkları
için bir alt sınır oluşturur.
Bu husus, 506 Sayılı Yasa’nın Geçici 20. Maddesinde; ‘…’
hükmünden anlaşılmaktadır.
Öte yandan çözülmesi gereken sorun, anılan maddede değinilen
alt sınırın ne anlama geldiği hususudur. Yani bu alt sınırın belirlenmesinde
Yerel Mahkemece belirtildiği gibi fiilen ödenen yaşlılık aylığı miktarı bazında
mı düşünülecek, yoksa Özel Daire bozma ilamında değinildiği üzere, yaşlılık
aylığı artış oranlarının kıyaslanması suretiyle mi hareket edilecektir?
Sosyal hukuk devleti ilkesi içerisinde Devletin görevi,
zorunlu yardım sandıklarını, başı boş bırakmak değil,
onların güçlenmesini sağlamak ve bu yolla ilgililerin sosyal güvenlik haklarını
güvence altına almaktır. Bu kuruluşlar, Devletin asli görevi olan sosyal
güvenliği sağlama yükümünü, onun adına yerine getirdiğine göre, devletin bu
sandıklar üzerinde, tesis senetlerinden ve senetlerin içeriğinden, mali
durumlarına kadar geniş bir alanda denetim ve gözetim hakkının bulunması da
olağandır.
Davalı Vakfın gayesi gözetildiğinde, yıllarca yüksek prim
ödeyerek emekli olan davalı sandık mensuplarının aylıklarına daha düşük
oranlarda zam yapılarak, yaşlılık aylıklarının daha düşük prim ödeyerek emekli
olan 506 Sayılı Yasa’ya tabi olarak yaşlılık aylığı alanların aylıkları ile
eşitlenmesi düşünülemez. Geçici 20. madde zorunlu banka sandıkları için bir
güvence getirdiğine göre, bu durum mensuplarına yapılacak yaşlılık aylığı
artışlarının da en az 506 Sayılı Yasa’ya tabi olanlara uygulanacak artış
oranları kadar olması sonucunu doğuracaktır.
Kaldı ki, yargılama sırasında 16.6.2006 tarihinde yürürlüğe
giren 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun Geçici
20. maddesinde ‘…506 Sayılı Yasa’nın Geçici 20. maddesi kapsamındaki
sandıkların bu maddenin yayımı tarihinden itibaren 3 yıl içinde Sosyal Güvenlik
Kurumu’na devredileceği ve bu kanun kapsamına alınacağı…’ hususu
düzenlenmiştir. Anılan madde hükmü de gözetildiğinde, 506 Sayılı Yasa
mensuplarına sağlanan aylık artış oranlarına ilişkin hakların davalı sandıklara
tabi olanlara uygulanmasının 506 Sayılı Yasa’nın Geçici 20. maddesinin konuluş
ruhuna aykırı olmayacaktır.
Neticeten, Özel Daire bozma ilamında da belirtildiği gibi,
Hukuk Genel Kurulu görüşmeleri sonucunda, 506 Sayılı Yasa’nın Geçici 20.
maddesinde değinilen alt sınır belirlenmesinde, davalı Vakfın bağladığı
aylıklara yapılan artış oranlarının, SGK (Devredilen SSK) sigortalılarına
bağlanan yaşlılık aylıklarına yapılan artış oranları ile karşılaştırılması
suretiyle bulunması gerektiği, artış oranının, 506 sayılı Yasa uyarınca
yaşlılık aylığı alanlara yapılan artış oranından daha az olması durumunda,
davalı Sandık yönünden yaşlılık aylığı artış oranı konusunda ek yükümlülük
doğacağından, Vakıf Senedindeki düzenlemelere göre aylıklarında artış olan
kimselerin, ayrıca 506 Sayılı Yasa’nın aylık artışlarına dair hükümlerinden de
yara(r)lanmaları gerekeceği kanaatine varılmıştır.”
13. 1/7/2002 tarihinden 2005 yılının
sonuna kadar başvurucunun emekli aylığında artış yapılmamıştır. Başvurucu bu
nedenle Ankara 4. İş Mahkemesinde (İş Mahkemesi) Vakıf aleyhine 30/1/2009 tarihinde açtığı alacak davası ile “eksik ödenen yaşlılık aylıklarının tespit edilerek
davalıdan tahsiline karar verilmesini” talep etmiştir.
14. Bilirkişi tarafından İş
Mahkemesine sunulan 13/1/2011 tarihli raporda,
başvurucu ile ilgili olarak 1/6/2002 – 1/1/2009 tarihleri arasındaki toplam
eksik ödemenin 35.103,59 TL olduğu tespit edilmiştir.
15. 13/2/2011 tarih ve 6111 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 53. maddesiyle 506 sayılı Kanun’un geçici 20.
maddesine eklenen beşinci fıkra ile aynı maddenin sandık emeklilerine yapılacak
yardımların düzenlendiği birinci fıkrasının (b) bendinin uygulanmasında,
yardımların sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde
muadil miktar karşılaştırmasının esas alınacağı, bunun mevcut davalara da
uygulanacağı düzenlenmiştir.
16. 6111 sayılı Kanun, 25/2/2011 tarih ve 27857 mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
17. İş Mahkemesi, 8/3/2012 tarih ve E.2009/125, K.2012/517 sayılı kararı ile
6111 sayılı Kanun’un 53. maddesi ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine
eklenen fıkradaki düzenleme nedeniyle başvurucunun davasını reddetmiştir.
Kararının gerekçesi şöyledir:
“… 25.02.2011 tarih 27857 sayılı Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6111 sayılı Kanunun 53. maddesi ile 506
sayılı Kanunun geçici 20. maddesine eklenen yeni fıkra ile ‘…’ hükmünün
öngörülmesi karşısında, alt sınırın belirlenmesinde, Vakıf emeklisi ile emsal
durumda bulunan SSK emeklisine ödenen yaşlılık aylığı miktarı ile Vakıf
emeklisine ödenen yaşlılık aylığı miktarlarının karşılaştırılmasının
yapılmasına, yapılacak karşılaştırma sonucu SSK emeklisine ödenen aylığın Vakıf
emeklisine ödenen aylıklardan fazla olması durumunda, davalı Vakıf yönünden
yaşlılık aylığı miktarı konusunda ek yükümlülük doğacağından aradaki farkın
Vakıf emeklisine ödenmesinin gerekir.
… tüm dosya kapsamından, dava konusu dönemde Vakıf emeklisi
davacıya, Vakıf senedi hükümlerine uygun olarak ödenen aylıkların, emsali
durumda olan SSK emeklisine ödenen aylığın ve uygulanan maaş artışlarının
altına düşmediği kanaatine varılmış ve mahkememizce verilen benzer dosyalardaki
bilirkişi raporları ile kararlar da dikkate alınarak bu dosyamız için sunulan bilirkişi … rapor ve ek
raporlarının dosya kapsamına uygun bulunmadığı sonucuna varılıp açılan davanın
reddine …”
18. Başvurucunun temyiz yoluna
başvurması üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 10. Hukuk Dairesi, 9/10/2012 tarih ve E.2012/11783, K.2012/18117 sayılı
kararıyla anılan İş Mahkemesi kararının “düzeltilerek
onanmasına” karar vermiş ve bu şekilde başvuru yolları
tüketilmiştir. Yargıtayın düzelterek onama gerekçesi
şöyledir:
“…
Ancak, açıldığı tarihteki mevzuat hükümlerine uygun olan
davanın, yasal dayanağını oluşturan düzenlemenin, yargılama sürecindeki yasa
değişikliğiyle ortadan kalkması nedeniyle reddinde, tarafların sorumluluğu
bulunmadığı halde; her davanın açıldığı tarihteki koşullara göre değerlendirileceği
yönündeki usul kuralından hareketle davacının, davada haksız çıkan taraf olarak
nitelenip vekalet ücretiyle sorumluluğuna hükmedilmiş
olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
Ne var ki, bu yanlışlığın giderilmesi, yeniden yargılamayı
gerektirmediğinden, hüküm bozulmamalı, … 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanununun 438. maddesi gereğince düzeltilerek onanmalıdır.
…”
19. Onama kararı, başvurucuya 12/12/2012 tarihinde tebliğ edilmiş olup başvurucu bu
tarihten önce, 29/11/2012 tarihinde, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda
bulunmuştur.
B. İlgili
Hukuk
20. 506 sayılı Kanun’un geçici
20. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi şöyledir:
“…b) Bu personelin, iş kazalariyle
meslek hastalıkları, hastalık, analık, malûllük, yaşlılık
ve ölüm, eşlerinin analık, eş ve çocuklarının hastalık hallerinde, en az bu kanunda belirtilen yardımları sağlıyacak…,”
21. 506 sayılı Kanun’un geçici
20. maddesine, 6111 sayılı Kanun’un 53. maddesiyle eklenen (beşinci) fıkra
şöyledir:
“… Birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, yardımların
sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın
belirlenmesinde muadil miktar karşılaştırması esas alınır. Ancak,
gelir ve aylıkların artırılmasında 506 sayılı Kanuna göre bağlanan gelir ve
aylıkların artırımına ilişkin hükümler devir tarihine kadar uygulanmaz. 5510
sayılı Kanunun geçici 20 nci maddesinin onikinci fıkrasında yer alan sınırlama dâhilinde
sandıkların kuruluş senetlerinde yer alan hükümler ve sandıkların uygulamaları
saklıdır. Bu hüküm, yürürlüğe girdiği
tarihten önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar hakkında da uygulanır…”
22. Ana muhalefet partisi,
Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle anılan kanuni düzenlemenin iptali için
Anayasa Mahkemesine başvurmuş olup, Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, 9/5/2013 tarihli toplantısında, E.2011/42 sayılı dosya
kapsamında iptal başvurusunu görüşmüştür. Anayasa Mahkemesinin kararı şöyledir:
“2- Anayasa’ya Aykırılık
Sorunu
Dava dilekçesinde, 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesinde
belirtilen sandıkların, bağlı bulundukları kuruluşların personeli hakkında
yasal düzenleme alanı içinde SGK’nın yüklendiği
görevleri, sağladığı hakları, o düzeyin altına düşmemek üzere yüklenmiş
kuruluşlar olduğu, bunların görev ve yükümlülüklerinin kanunla belirlendiği,
mahkemeler tarafından vakıf sandıklarınca bağlanan aylıklara yapılan artışın
oran olarak alt sınırının 506 sayılı Kanun uyarınca aylık alanlara yapılan
artış oranından az olmaması gerektiği yönünde kararlar verildiği, eklenen fıkra
ile alt sınırın belirlenmesinde miktar karşılaştırmasının esas alınmasının
öngörüldüğü, bunun ise kazanılmış hakları ortadan kaldırdığı, yasaların geriye
yürümeyeceği ilkesine aykırı olduğu ve görülmekte olan davaları geçersiz
kıldığı, sandık kapsamındaki sigortalıların emekli maaş artışı konusunda açmış
oldukları davalardan bir kısmının kesinleştiği bir kısmının ise hâlen devam
ettiği ve düzenleme ile görülmekte olan davaların ortadan kaldırıldığı
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin
vazgeçilmez unsurlarından birisi kanunların hukuk güvenliğini sağlaması, bu
doğrultuda geleceğe yönelik, öngörülebilir kurallar içermesi gerekliliğidir. Bu
nedenle, hukuk devletinde güven ve istikrarın korunabilmesi için kural olarak
kanunlar, yürürlüğe girdikleri tarihten sonraki olaylara uygulanırlar.
Kanunların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu
düzeninin gereği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi
kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay,
işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren kanunların
geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun
genel ilkelerindendir.
Kazanılmış haklara saygı ilkesi, hukukun genel ilkelerinden
birisi olup, hukuk güvenliği ilkesinin bir sonucudur. Kazanılmış bir haktan söz
edilebilmesi için bu hakkın, yeni kanundan önce yürürlükte olan kurallara göre
bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş olması gerekir. Kazanılmış hak, kişinin
bulunduğu statüden doğan, kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel niteliğe
dönüşmüş haktır. Bir statüye bağlı olarak ileriye dönük, beklenen haklar ise bu
nitelikte değildir. Kanunlarda yapılan değişiklikler kazanılmış hakları
etkilemediği ve hukuk güvenliğini zedelemediği sürece bu değişikliklerin hukuk
devleti ilkesine aykırı oldukları ileri sürülemez.
Anayasa’nın 138. maddesinde hâkimlerin görevlerinde bağımsız
oldukları, Anayasa, kanun ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre
hüküm verecekleri, hiç bir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge
gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı, görülmekte olan bir dava
hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru
sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı veya herhangi bir beyanda
bulunulamayacağı, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına
uymak zorunda bulundukları, bu organlar ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir
suretle değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği
hükme bağlanmıştır.
Yasama organının mahkeme kararlarını değiştirememesi ilkesi
yasama organının kanun yoluyla kesinleşmiş olan kararları ortadan kaldıramaması
anlamına gelir. Mahkeme kararının kanun yoluyla değiştirilememesi ilkesi, maddi
hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın sadece somut mahkeme kararlarının
kanun yoluyla değiştirilmesi ya da uygulanmasının engellenmesi hâlleri için söz
konusu olacaktır.
506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesinde, bazı kuruluşlara
personelinin sosyal güvenliğini sağlaması amacıyla vakıf veya dernek şeklinde
sandık kurabilme yetkisi verilmiştir. Maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde,
bu madde uyarınca kurulan sandıkların üyelerine en az 506 sayılı Kanun’da
belirtilen yardımları sağlayacağı belirtilmiştir.
Kural, sandıklarca sağlanan yardımların SGK sigortalısına
sağlanan yardımlardan aşağı olmaması yönündeki hükmün uygulanmasında, yardım
miktarları dışında aylık artış oranlarının da SGK sigortalısının aylık artış
oranlarından aşağı olamayacağı yönünde ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi
amacıyla getirilmiştir. Düzenlemeyle, sandıkların sağladıkları yardımın alt
sınırının belirlenmesinde muadil miktar karşılaştırmasının esas alınacağı
belirtilmek suretiyle mevcut hükümden ne anlaşılması gerektiği ve maddenin lafzına
ve amacına uygun nasıl uygulanacağı konusu açıklığa kavuşturulmuştur.
Vakıf senedi gereği üyelerine sağladıkları yardımlardaki
artış oranını SGK tarafından uygulanan oranın altında tutan vakıf sandıklarının
bu uygulamasını onun mali yapısını ve aktüeryal
dengesini sağlam tutmaya yönelik bağımsız bir kararı olarak görmek
gerekmektedir. Dolayısıyla, sandıkların alt sınır kuralını ihlal etmedikleri
sürece, sağladıkları yardımlar için SGK’dan daha
düşük artış oranı belirleyebilmeleri mümkün görülmelidir. Aksi hâlde sandığın
asli görevi olan üyelerinin sosyal güvenliğini sağlama fonksiyonu tehlikeye
girecektir.
Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik
olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini
gözetmesi ve kazanılmış hakları ihlal etmemesi Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki
düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde
adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması
gerekir.
Vakıf sandıklarının mali yapısını ve aktüeryal
dengesini sağlam tutarak üyelerinin sosyal güvenliğini sağlama yönündeki asli
görevini yerine getirebilmesinin tehlikeye girmemesi için mevcut kanun hükmünün
uygulanmasına ilişkin olarak ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi amacıyla
yapıldığı hususu göz önünde bulundurulduğunda, yeni bir uygulama getirmeyen ve
sadece sandıkların sağladıkları yardımın alt sınırı belirlenirken muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınacağı belirtilmek suretiyle mevcut hükümden ne
anlaşılması gerektiğini açıklığa kavuşturan kural, kamu yararı amacıyla
getirilmiş olup, Anayasa’ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, söz konusu sandıklar tarafından bağlanan
aylık ve gelirlerin artırılmasında muadil miktar karşılaştırmasının esas
alınmasının sağlanmasına yönelik düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki
artışlarda da uygulanacağı öngörülerek geriye yürütülmesi, sandık tarafından
yapılan yardımlarda alt sınırın hatalı belirlenmesi sonucu aleyhine uygulamada
bulunulan sandık üyelerinin haklarının ihlal edilmemesi amacıyla kabul edildiği
anlaşıldığından, hukuk güvenliği ilkesini ihlal eden bir durum da
bulunmamaktadır.
Kanun koyucu tarafından bir kanun hükmünün farklı
yorumlanmasından kaynaklanan ihtilafları gidermek amacıyla yapılan
düzenlemelerin söz konusu ihtilaf nedeniyle açılmış ve düzenlemenin yürürlüğe
girdiği tarih itibarıyla henüz sonuçlanmamış davalar hakkında da uygulanmasını
sağlamak amacıyla getirilen kuralın, yargılamanın ne yönde yapılacağı veya
belirli somut bir uyuşmazlığı nasıl karara bağlayacağı hususunda bir ifade
içermediği gibi hâkimlerin görevlerini bağımsızlık içinde yapmalarını,
Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm
vermelerini engelleyen ve yargı yetkisinin kullanılması bakımından mahkemelere
ve hâkimlere emir ve talimat verilmesine yol açan bir yönü de bulunmamaktadır.
Her kanunun muhatapları ve uygulayıcılar açısından uyulması
zorunlu emirler niteliğinde olması hukuk kurallarının normatif doğasından
kaynaklanır. Bir hukuk devletinde her kamusal yetkinin hukuka uygun
kullanılması gerektiği gibi mahkemelerin de önlerine gelen uyuşmazlıklar
hakkında karar verirken ilgili kanunlara uyma yükümlülüğü vardır. Bu nedenle
sandıklarca yapılacak yardımlardan kaynaklanan uyuşmazlıkları karara bağlarken
mahkemelerin uymaları gereken esasları belirleyen kuralın yargı bağımsızlığını
ihlal edici nitelikte olduğu söylenemez.
Öte yandan, sandıkça ödenecek gelir ve aylıklar nedeniyle
açılacak davaların kazanılmış hak doğurması, davada, sigortalı lehine karar
verilmesi ve bu kararın kesinleşmesiyle söz konusu olacaktır. Anılan
uyuşmazlıklarla ilgili olarak dava açılmış olması, o ihtilafın sigortalı lehine
sonuçlanacağı anlamına gelmeyeceği gibi bu kişiler için kazanılmış herhangi bir
haktan da söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve
138. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR maddenin tümü yönünden; Mehmet ERTEN ile
Osman Alifeyyaz PAKSÜT maddenin dördüncü cümlesi
yönünden; Serruh KALELİ ile Zehra Ayla PERKTAŞ ise
maddenin dördüncü cümlesinin ‘…yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda
ve…’ bölümü yönünden bu görüşe katılmamışlardır.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
23. Mahkemenin 26/6/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun
29/11/2012 tarih ve 2012/931 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği
düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
24. Başvurucu, yüksek miktarda
prim ödemesine rağmen daha düşük miktarda prim ödeyenlerle aynı miktarda emekli
aylığı almak zorunda bırakıldığını, bu çerçevede 6111 sayılı Kanun’un 53.
maddesi ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen fıkra ile Vakfa
ödediği primlere el konulduğunu ve belirtilen kanuni düzenlemenin devam eden
davalara da uygulanmasına ilişkin hükmünün İş Mahkemesinde açtığı alacak
davasının dayanağı olan ve lehine olan Yargıtay içtihatlarını uygulanamaz hale
getirdiğini, sonradan çıkarılan Kanunla devam eden yargı sürecine müdahale
edildiğini, sonuç itibariyle kendisinden tahsil edilen primlerin yarısının
emekli aylığına yansıtılmadığını belirterek Anayasa’da güvence altına alınan
adil yargılanma, mülkiyet ve sosyal güvenlik haklarının ihlal edildiğini ileri
sürmüş, anılan Kanun hükmünün iptali ve tazminat taleplerinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
a. Mülkiyet
Hakkının İhlal Edildiği İddiası
25. Başvurucu, yüksek miktarda
prim ödemesine rağmen daha düşük miktarda prim ödeyenlerle aynı miktarda emekli
aylığı almak zorunda bırakıldığını, bu çerçevede 6111 sayılı Kanun’un 53.
maddesi ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen fıkra ile Vakfa
ödediği primlere el konulduğunu belirterek, Anayasa’da güvence altına alınan
mülkiyet ve sosyal güvenlik haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucunun aynı olay ve
olgulara dayanan belirtilen ihlal iddialarının, mülkiyet hakkı çerçevesinde
incelenmesi gerekir.
26. Bakanlık görüş yazısında,
emeklilik maaşına veya diğer sosyal güvenlik haklarına sahip olmanın 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi kapsamına girdiği, bu
kapsamdaki menfaatin kısıtlanması hakkın özünü etkilese de, bu hükmün bireyin
belirli bir miktarda emeklilik maaşı alma hakkı ya da iç hukukta yer almayan
emekli maaşı veya diğer sosyal güvenlik haklarına sahip olmayı da garanti
ettiği anlamının çıkarılmaması gerektiği, ancak sözleşmeci devletin
yürürlükteki mevzuatında, önceden prim ödeme şartıyla veya şartsız olarak
sosyal yardım şeklinde bir ödeme yapılmasının öngörülmüş olması halinde, bu
mevzuatın şartlarını yerine getiren kişiler bakımından 1. madde kapsamına giren
mülkiyetle ilgili bir menfaat doğduğunun kabul edilmesi gerektiği, davayı
açtığı tarihte ve özellikle davanın devamı sırasında geçerli olan Yargıtay
içtihatları göz önünde bulundurulduğunda, başvurucunun eksik ödenen emekli
maaşlarını alabileceğine dair meşru bir beklentisi olduğunun düşünüldüğü
bildirilmiştir.
27. Başvurucu, Bakanlık görüşüne
karşı beyan dilekçesinde, Bakanlık görüşünde mağduriyetinin, talebinin ve dava
aşamalarının doğru olarak tespit edildiğini, meşru beklentisinin var olduğunu
bildirmiştir.
28. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü ve 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine
göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına
da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı
dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun esasının incelenmesi
mümkün değildir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).
29. Başvurucunun ihlal iddiasına
konu olan mülkiyet hakkı, Anayasa’nın 35. ve Sözleşme’ye
Ek 1 No’lu Protokol’ün (1 No’lu
Protokol) 1. maddesinde düzenlenmiştir.
30. Anayasa’nın “Mülkiyet hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi
şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz.”
31. 1 No’lu
Protokol’ün 1. maddesi şöyledir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı
sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel
ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına
uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların
veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları
uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
32. Anayasa’nın 35. maddesi
kapsamındaki mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri süren başvurucu, böyle
bir hakkın varlığını kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle, öncelikle başvurucunun,
Anayasa’nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir
menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi
gerekir (B. No. 2013/382, 16/4/2013, § 26).
33. Mülkiyet hakkı kişinin
şahsında mündemiç olmayıp, Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında hukuki korumadan istifade
edilebilmesi açısından, öncelikle mülkiyet hakkının var olması aranır.
Anayasa’nın 35. maddesi ile 1 No’lu Protokol’ün 1.
maddesi mülk edinme talebini değil, kişinin var olan mülkiyet hakkını güvence
altına almaktadır. Bu durum hakkın kazanılmış olması veya mevcut olması
şeklinde de ifade edilebilir.
34. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi içtihatlarında, nelerin mülkiyet hakkına konu olabileceği hususunda,
mevzuat hükümlerinden ve derece mahkemelerinin bunlara ilişkin yorumundan
bağımsız olarak “özerk bir yorum”
esas alınmaktadır (bkz. Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010 § 62; Anheuser-Busch Inc./Portekiz
[BD], B. No: 73049/01, 11/1/2007, § 63; Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99,
30/11/2004, § 124; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004,
§ 129; Beyeler/İtalya [BD], B.
No: 33202/96, 5/1/2000, § 100; Iatridis/Yunanistan
[BD], B. No: 31107/96, 25/3/1999, §54).
35. Anayasa’nın 35. maddesi ile
1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin koruma alanı içinde
yer alan menfaatlerin kapsamına, mevcut bir mülk (“existing possessions”) girebileceği gibi
alacak hakları (AYM, E.2000/42, K.2001/361, K.T. 10/12/2001;
AYM, E.2006/142, K.2008/148, K.T. 24/9/2008) veya kesin bir şekilde tanımlanmış
talep hakları (“claims”)
da girebilir. Bu kapsamda bir alacak hakkı ya da talebin, mülkiyet hakkı
kapsamında korunması için mahkeme hükmü, hakem kararı veya idari karar gibi
yeterli derecede icra edilebilir kılınması halinde bir “mülk” teşkil edebilir
(Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Krstıć/Sırbistan, B. No: 45394/06, 10/12/2013, § 76). Ancak, hakkın tam olarak kazanılmamış
olduğu bazı hallerde, özellikle ekonomik hayatın gerekleri ve hukuki güvenlik
anlayışı, hakkın ileride mevcut olacağına dair hukuki umudu ifade eden bir
kısım meşru beklenti hallerinin de mülkiyet hakkının güvence kapsamına dâhil
edilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Ancak bu hallerde, hakkın kazanılacağı
yönünde salt bir umudun ötesinde kişinin, hakkın mevcudiyeti yönünde meşru bir
beklentisi olması gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Maltzan ve Diğerleri/Almanya (k.k.)
[BD], B. No: 71916/01, 71917/01, 10260/02, 2/3/2005, §
74).
36. Bu şekildeki bir beklentiye
vücut verebilecek ve talep halindeki bir malvarlığı yararının Anayasa’nın 35.
maddesi anlamında kıymet oluşturmasını sağlayabilecek unsurlardan biri, bu
talebi destekleyen yerleşik içtihat gibi bir hukuksal temelin bulunmasıdır.
Ancak sırf bir yargı yerine başvurularak dile getirilen talepler yeterli temel
sağlamaktan uzaktır. Önemli olan, bahsedilen hukuki dayanağın Anayasa’nın 35.
maddesi kapsamında sağlanan güvenceyi aktif hale getirebilecek yeterlilikte
olmasıdır (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004,
§ 52; Draon/Fransa [BD], B. No: 1513/03, 6/10/2005, §
68; Maurice/Fransa [BD], B. No:
11810/03, 6/10/2005, § 66; Özden/Türkiye,
B. No: 11841/02, 3/5/2007, § 27).
37. Yukarıda yer verilen
tespitler uyarınca, başvurucu tarafından hakkın mevcudiyeti veya bu yönde meşru
bir beklentinin bulunduğu ortaya konulmalıdır.
38. Başvurunun konusu,
başvurucunun daha önce tahakkuk etmiş olan emekli aylığı veya bu aylığın
miktarından öte, bu aylığa daha önce yapılması gerekirken yapılmadığını iddia ettiği
artış oranından kaynaklanan fark nedeniyle oluşan alacak hakkına ilişkin
beklentilerinin karşılanmamasıdır. Mülkiyet hakkını güvence altına alan
Anayasa’nın 35. maddesinin, belirli bir miktar emekli aylığı almaya ilişkin
olarak bireylere talep hakkı sağlamadığı açıktır. Ancak bu yöndeki bir talebin,
kanuni düzenleme ve içtihatlarda yeterli dayanağa sahip olması halinde,
Anayasa’nın 35. maddesi anlamında mülk oluşturduğu kabul edilebilir. Bir başka
ifadeyle mülk edinme yönündeki bir beklenti, ancak hukuken belli bir dayanağa
sahip olduğu takdirde, belli koşullar altında mülk olarak nitelendirilebilir.
Aynı doğrultuda, hukuk sistemi bireylere sosyal güvenlik hakkı ve buna ilişkin
menfaatleri sağlamaya yönelik düzenlemeler içerdiği takdirde bu konuda bir
mülkiyet hakkı oluşmakta, yargısal içtihatlara paralel olarak, ilgili mevzuatın
aradığı şartları yerine getiren bireyin, Anayasa’nın 35. maddesi kapsamına
giren mülkiyetle ilgili bir menfaatinin doğduğunun kabulü gerekmektedir (Benzer
yöndeki AİHM kararları için bkz. Arras ve
Diğerleri/İtalya, B. No: 17972/07, 14/2/2012,
§ 76; Klein/Avusturya, B. No. 57028/00, 3/3/2011, §
41-47). Bu noktada değerlendirilmesi gereken husus, başvurucunun aylığına
yapılması gerektiğini iddia ettiği artış oranına ilişkin hukuki beklentisinin,
Anayasa’nın 35. maddesi kapsamındaki güvence hükmüne uygulama alanı sağlayacak
yeterlilikte olup olmadığıdır.
39. Başvurucu bahse konu
beklentisini, Ankara 4. İş Mahkemesinde 30/1/2009
tarihinde açtığı alacak davası ile somutlaştırmış olup, başvurucu tarafından
ileri sürülen beklentinin, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin, açıldığı tarihteki mevzuat hükümlerine uygun olan
davanın kanuni dayanağını oluşturan düzenlemenin, yargılama sürecindeki kanun
değişikliğiyle ortadan kalkması nedeniyle davanın reddedildiğini
vurgulayan 9/10/2012 tarih ve E.2012/11783, K.2012/18117 sayılı ilamı
çerçevesinde, talebi destekleyen yerleşik içtihat şeklinde bir hukuksal
temelinin bulunduğu açıktır (Ayrıca bkz. § 12’de nakledilen HGK kararı).
40. Başvurucunun belirtilen
kanun değişikliğinden önce mevzuat ve yargısal uygulamaya uygun olarak gündeme
gelmiş olan güncel talebinin, başvurucu lehine bir meşru beklentiye vücut
verdiği ve başvurucunun ihlal iddiasına konu söz konusu beklentisinin,
Anayasa’nın 35. maddesi ile 1 No’lu Protokol’ün 1.
maddesinin güvence kapsamında yer aldığı anlaşılmaktadır.
41. Açıklanan nedenlerle,
Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetkisi kapsamında yer alan, açıkça
dayanaktan yoksun olmayan ve kabul edilemezliğine karar verilmesini
gerektirecek başka bir neden bulunmayan başvurunun, kabul edilebilir olduğuna
karar verilmesi gerekir.
b. Adil
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiği İddiası
42. Başvurucu, 506 sayılı
Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen beşinci fıkra ile devam eden yargı
süreçlerine müdahale edilerek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
43. Bakanlık tarafından,
başvurunun bu kısmının kabul edilebilirliği konusunda herhangi bir görüş
bildirilmemiştir.
44. Yasama organı tarafından
çıkarılan bir kanunla, devam etmekte olan yargısal sürece müdahale edilerek,
başvurucunun davalı Vakıf karşısında dezavantajlı duruma düşürüldüğü olgusuna
dayanan ihlal iddiasının, adil yargılanma hakkının bir unsuru olan silahların
eşitliği ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.
45. Anayasa Mahkemesine yapılan
bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından
müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma
alanı kapsamında yer alması gerekir (§ 28).
46. Anayasa’nın 36. maddesinin
birinci fıkrasında herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anayasa’da adil yargılanma
hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin,
Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı”
kenar başlıklı 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 22). Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (1)
numaralı fıkrası şöyledir:
“1. Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili
uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda
karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından
davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini
istemek hakkına sahiptir. …”
47. Sosyal güvenlik hukukuna
ilişkin olan somut uyuşmazlığın, özel kişiler arasında veya özel kişiler ile
devlet arasındaki hak ve yükümlülüklere ilişkin olması ve Sözleşme’nin 6.
maddesinde ifade edilen “medeni hak ve
yükümlülükler” kavramı içerisinde yer alması itibariyle Anayasa ve Sözleşme’de düzenlenen adil yargılanma hakkının koruma
alanı kapsamında yer aldığı konusunda tereddüt yoktur.
48. Açıklanan nedenlerle,
Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetkisi kapsamında yer alan, açıkça
dayanaktan yoksun olmayan ve kabul edilemezliğine karar verilmesini
gerektirecek başka bir neden bulunmayan başvurunun, kabul edilebilir olduğuna
karar verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
a. Mülkiyet
Hakkının İhlal Edildiği İddiası
49. Başvurucu, yüksek miktarda
prim ödemesine rağmen daha düşük miktarda prim ödeyenlerle aynı miktarda emekli
aylığı almak zorunda bırakıldığını, bu çerçevede 6111 sayılı Kanun’un 53.
maddesi ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen fıkra ile Vakfa
ödediği primlere el konulduğunu belirterek, Anayasa’da güvence altına alınan
mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür (§ 24).
50. Bakanlık görüş yazısında,
6111 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin kamu yararına uygun olup olmadığına
değinilerek, mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde kamu makamlarının belirli
bir takdir alanına sahip oldukları ve ekonomik veya toplumsal yararları hayata
geçirmek amacıyla mülkiyet hakkına yapmış oldukları olası müdahalelerde, meşru
amacın olduğunun varsayıldığı ifade edilmiştir. Ayrıca, 6111
sayılı Kanun’un gerekçesine göre genel olarak sandık vakıflarının aktüeryal dengelerinin korunmasının amaçlandığı, bu nedenle
sosyal güvenlik kurumlarının kaynakları ile hizmetleri arasındaki dengenin
korunmasında zorlayıcı kamu yararı bulunduğu, sandığın mevcut ve ileride elde
edeceği kaynaklar ile yükümlü olduğu hizmeti sağlayamaması durumunda birçok
sandık emeklisinin mağdur olabileceği, kanun koyucunun bu şekilde ortaya çıkan
zorlayıcı kamu yararını göz önüne alarak, belirtilen değişikliğe gittiği
bildirilmiştir. Görüş yazısında son olarak, Vakıf emeklilerinin maaşlarında artış
yapılmasına ilişkin geçici 20. maddede yapılan değişikliğin 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi ile bağdaşması için başvurucu
üzerine orantısız ve aşırı bir yük yüklememesi gerektiği, yasama organının
tercihine ilişkin konuların incelenmesinde, AİHM’in
sosyal ve ekonomik alanlarda neyin kamu yararına olduğunu takdir etmede, ulusal
makamların uluslararası yargıçlardan daha iyi konumda olduğunu, ayrıca sosyal
güvenlik yardımlarının mutlak mahiyette olmadığını ve ulusal makamların düzenli
olarak kamu gereksinimlerini değerlendirmesine tabi olduğunu kabul ettiğini; bu
kapsamda kanun koyucunun vakıf emeklilerinin maaş zamlarında dikkate alınacak
kıstası değiştirirken vakıfların aktüeryal
dengelerinin korunmasını hedeflediği hususunun değişiklik gerekçesinde açıkça ifade
edildiği belirtilmiştir.
51. Başvurucu, Bakanlık görüşüne
karşı beyan dilekçesinde, Bakanlık görüşünde mağduriyetinin, talebinin ve dava
aşamalarının doğru olarak tespit edildiğini, 6111 sayılı Kanun nedeniyle
alacağını tahsil edemediğini ve maaşının belirli bir kısmından yoksun
bırakıldığını, kanun değişikliğinin sosyal güvenlik sisteminin devamı için
yapılmadığını, davasının kabul edilmesi halinde Vakfa getireceği ek külfetin
yük oluşturmayacağını ve yük oluştursa dahi bunun hakka müdahale edilmesini
gerektirmediğini bildirmiştir.
52. Mülkiyet hakkının
sınırlamaları ve güvenceleri açısından Anayasa’nın 35. maddesinin 13. maddeyle
birlikte değerlendirilmesinden doğan genel rejim yanında, Anayasa’nın başka
maddelerinde de mülkiyete ilişkin ek güvence ve sınırlama hükümlerine yer
verilmekle birlikte, bunlardan en önemlisi şüphesiz mülkiyeti bir hak olarak
tanımlayan 35. maddedir. Maddenin birinci fıkrasında genel olarak hak
tanınmakta; ikinci ve üçüncü fıkralarda ise sınırlama ve güvence ölçütleri
gösterilmektedir. Bu sınırlama ve güvence ölçütlerinin Anayasa’nın 13. maddesi
ışığında yorumlanması gerekir. Bu kapsamda mülkiyet hakkı, özüne
dokunulmaksızın, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Ayrıca yapılan
sınırlamalar Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzenine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
53. Kanunla sınırlama ilkesi,
anayasal temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında vazgeçilmez bir unsur
olup, bu koşulun sağlanmaması durumunda diğer güvence ölçütlerinin
değerlendirilmesinin bir anlamı yoktur.
54. Toplum yararı, ortak çıkar,
genel yarar gibi birbirinin yerine kullanılan kavramlarla ifade edilen ve
bireysel çıkardan farklı, onun üstünde ortak bir yarar olan kamu yararı amacı
35. maddenin mülkiyet hakkı açısından öngördüğü özel sınırlandırma sebebi olup,
genel yarar ve toplumsal yarar gibi ifadeleri de kapsayacak şekilde geniş
yorumlanmaktadır (AYM, E.1999/46, K.2000/25, K.T. 20/9/2000).
Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde
getiren bir unsur olup, objektif bir tanımlamaya elverişli olmayan bu ölçütün
her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi asıldır.
55. Mülkiyet hakkının
Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun biçimde sınırlandırılması, bu kapsamda,
Anayasa’nın bütünü dikkate alınmak suretiyle bu hak için öngörülen ek
güvencelere riayet edilmesi ve kamu yararı dışında amaçlarla
sınırlandırılmaması, ayrıca hakkın özüne dokunulmadan ve ölçülülük ilkesine
riayet edilerek sınırlandırılması gerekmektedir. Mülkiyet hakkına ilişkin
Anayasa Mahkemesi kararlarında söz konusu ölçütler çoğunlukla birlikte
uygulanmakta ve bireyin hakkıyla kamu yararı arasında kurulması gereken adil
dengeye vurgu yapılmaktadır (AYM, E.1999/33, K.1999/51, K.T. 29/12/1999).
Bu noktada, ihlal teşkil ettiği iddia edilen önlemin temelini oluşturan kamu
yararı karşısında, bireye düşen fedakârlığın ağırlığı göz önünde
bulundurulmalıdır.
56. Başvurucu, 1/7/2002 tarihinden 2005 yılının sonuna kadar emekli
aylığında artış yapılmaması nedeniyle Vakıf aleyhine 30/1/2009 tarihinde alacak
davası açmıştır. Yargılama süreci devam ederken 25/2/2011
tarihinde yürürlüğe giren 6111 sayılı Kanun’un 53. maddesi ile 506 sayılı
Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen beşinci fıkranın dördüncü cümlesinde,
yardım sandıklarından emekli olanlara yapılacak yardımlar ve dolayısıyla emekli
aylıklarındaki artışlar bakımından alt sınırın muadil miktar karşılaştırması
esas alınarak belirleneceği ve bu düzenlemenin Kanun’un yürürlüğe girmesinden
önceki artışlar ve görülmekte olan davalarda da uygulanacağı kurala
bağlanmıştır. Bu düzenleme nedeniyle, başvurucunun açtığı dava reddedilmiştir.
57. Meşru beklenti kategorisinde
yer alan hukuksal çıkarların büyük bir kısmına temel olan hukuki güvenlik ve bu
ilkenin gerekleri olan öngörülebilirlik ve belirlilik unsurları, kişiye hakka
sahip olacağı noktasında objektif olarak makul nedenler sağlayacağı için,
öngörülebilirlik niteliğini taşımayan geriye yürür nitelikte hukuki işlemler,
lehe olan kararlara ya da işlemlere dayanan meşru beklentilere açık bir
müdahale oluşturacaktır. Bu müdahalenin haklılığı ise, ancak yukarıda yer verilen
sınırlama ve güvence ölçütlerine riayetle sağlanabilir.
58. Sosyal güvenlik, devlet
tarafından üstlenilen önemli bir sorumluluk olup, bu sorumluluğun gereklerinin
sağlıklı bir şekilde yerine getirilebilmesi için bir takım düzenlemeler
yapılması kaçınılmazdır. Dolayısıyla devletin sosyal güvenlik alanına ilişkin
takdir yetkisi geniştir. AİHM de sosyal güvenliğe ilişkin düzenlemelerin
değiştirilmeye açık olduğunu, yasama organının bu konuda engellenemeyeceğini,
kanunlara veya mahkeme kararlarına dayalı olarak tanınmış emeklilik haklarının,
geçmişe etkili yeni kanunlarla değiştirilebileceğini, bu kapsamdaki bir
düzenlemenin, açıkça keyfi olduğu tespit edilmedikçe, kanunilik şartını
sağlayacağını kabul etmektedir (Bkz. Arras ve Diğerleri/İtalya, B. No: 17972/07, 14/2/2012,
§ 81; Maggio ve Diğerleri/İtalya B. No: 46286/09,
52851/08, 53727/08, 54486/08, 56001/08, 31/5/2011, § 60; Maurice/Fransa [BD], B. No: 11810/03,
6/1/2005, § 81; Draon/Fransa [BD], B. No: 1513/03, 6/1/2005, §
73; Kuznetsova/Rusya [BD], B. No: 67579/01, 7/6/2007, §
50). Belirtilen tespitler, başvuruya konu müdahalenin dayanağı olan kanuni
düzenleme bakımından da geçerli olup, bu kapsamda, somut olay açısından
müdahalenin hukukiliği şartının sağlanmış olduğu sonucuna varılmaktadır.
59. Meşru beklentiye yönelik
müdahale oluşturan düzenlemenin, meşru kabul edilebilmesi bakımından, kamu
yararını gerçekleştirme amacını taşıması ve müdahale sonucunda ortaya çıkan
yeni durumun ve bozulan yararlar dengesinin, birey açısından tahammül edilemez
bir boyuta ulaşmaması gerekir.
60. 506 sayılı Kanun’un geçici
20. maddesinde değişiklik yapan 6111 sayılı Kanun’un 53. maddesinin
gerekçesinde, anılan geçici madde kapsamındaki sandıklar tarafından bağlanan
aylık ve gelirlerin artırılmasında 506 sayılı Kanun’a göre bağlanan aylıklara
uygulanan artışların söz konusu sandıkların aktüeryal
dengelerini bozmasından dolayı, aylık ve gelirlerde yapılacak artışlarda muadil
miktar karşılaştırmasının esas alınmasının sağlanması ve bu nedenle doğmuş ve
doğacak olan uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla yeni bir düzenleme yapılması
gereğinden bahsedilmek suretiyle, somut başvuruya konu düzenlemenin amacına
işaret edilmektedir.
61. Bu gerekçeye göre,
düzenlemenin amacının esas itibariyle, sözü edilen sandıkların 506 sayılı
Kanun’a göre bağlanan aylıklara uygulanan artışlar nedeniyle aktüeryal dengelerinin bozulmasını engellemek olduğu
anlaşılmaktadır. Sosyal güvenlik hizmetlerinde aktüeryal denge, mevcut ve gelecekteki varlıkların
toplamının yine mevcut ve gelecekteki yükümlülüklerin toplamına eşit olması ve
sistemdeki bireylere verilen taahhütlerin, sistem tarafından karşılanabilir olması
anlamına gelmekte olup, 5510 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesi gereğince
belirli bir süre sonra Sosyal Güvenlik Kurumuna (SGK) devredilecek olan bu
sandıkların mali dengelerinin korunmasında, genel sosyal güvenlik sisteminin
mali yapısının korunması ve sosyal güvenlik planlaması çerçevesinde toplumun
korunmaya daha çok muhtaç olan fertlerinin de bu sosyal güvenlik şemsiyesi
altına alınması bakımından zorlayıcı nitelikteki kamu yararı olduğu açıktır.
62. Somut başvuru açısından, 506
sayılı Kanun’un geçici 20. maddesinde değinilen alt sınırın belirlenmesinde,
davalı Vakfın bağladığı aylıklara yapılan artış oranlarının, SGK
sigortalılarına bağlanan yaşlılık aylıklarına yapılan artış oranları ile
karşılaştırılması suretiyle tespit edilmesi gereğini, yardımların sağlanması ve
bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınması şeklinde değiştiren kanuni düzenleme
neticesinde başvurucunun, büsbütün emekli aylığından veya aylık miktarının
belirli bir asgari standardın altına düşmemesine ilişkin güvenceden mahrum
bırakılmış olmadığı, yalnızca kanunda öngörülen alt sınırın belirlenmesinde,
SGK sigortalılarına bağlanan yaşlılık aylıklarına yapılan artış oranları ile
karşılaştırılma ölçütü yerine, muadil miktar karşılaştırması esasının
getirildiği, bu durumun da meşru beklentisine konu olan eksik ödemelere ilişkin
alacağın (§ 14) başvurucuya ödenmemesi ile sınırlı bir sonuç doğurduğu, bu
çerçevede, yukarıda ifade edilen zorlayıcı nitelikte kamu yararı amacına
dayanan düzenlemenin, başvurucuyu ağır ve tahammül edilemez bir yük altına
sokmadığı, müdahalenin amacı ile başvurucuya yüklenen külfetin orantılı olduğu
sonucuna varılmıştır.
63. Yukarıda açıklanan
nedenlerle, belirtilen sınırlama ve güvence ölçütlerine aykırı olmadığı
anlaşılan, başvuruya konu müdahale sonucunda, Anayasa’nın 35. maddesinde
güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi
gerekir.
b. Adil
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiği İddiası
64. Başvurucu, 6111 sayılı Kanun’un
53. maddesi ile 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen fıkranın devam
eden davalara da uygulanmasına ilişkin ibaresiyle İş Mahkemesinde açtığı alacak
davasının dayanağı olan ve kendisini haklı kılan Yargıtay içtihatlarının
ortadan kaldırıldığını, çıkarılan kanunla devam eden yargı süreçlerine müdahale
edildiğini belirterek Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen
adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür (§ 24).
65. Bakanlık görüş yazısında,
AİHM içtihatlarına göre, sosyal güvenlik ve sosyal yardım haklarının 6.
maddenin kapsamına girdiği, başvurucunun şikâyetinin silahların eşitliği ilkesi
ile ilgili olduğu, bu ilkenin Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında olduğu, bu
ilkenin korunmadığı bir davada adil bir yargılanmadan söz edilemeyeceği,
Anayasa Mahkemesinin gerek hukuk devletini düzenleyen 2. maddeyi dayanak
alarak; gerekse 36. ve 38. maddeleri birlikte yorumlayarak, adil yargılanma
hakkının birçok gereğini Anayasa’nın bir parçası haline getirdiği, bazı kararlarında
geriye yürür biçimde kanun çıkarmanın bazı koşullarda devletin tarafı olduğu
yargılamaya silahların eşitliği ilkesini ihlal eder biçimde müdahalesi olarak
ele alıp değerlendirdiği bildirilmiştir.
66. Bakanlık görüş yazısında
ayrıca, AİHM içtihatlarına atfen, silahların eşitliği ilkesinin, her bir tarafa
davasını, kendisini karşı taraf karşısında ciddi düzeyde dezavantajlı hale
düşürmeyecek şartlar altında sunmasını sağlayacak makul imkânların verilmesini
gerektirdiği, bu ilkenin kural olarak ceza davalarında olduğu gibi kişisel
haklara ilişkin davalarda da uygulanmakta olduğu, kanunların geriye yürümezliği
ilkesinin de silahların eşitliği ilkesi gibi hukukun genel ilkelerinden biri
olduğu, devletin, tarafı olduğu ve devam etmekte olan bir yargılamada kendi
lehine bazı sonuçlar sağlayacak şekilde geriye yürür biçimde kanun
çıkarmasının, Sözleşme’nin 6. maddesi çerçevesinde silahların eşitliği
açısından hakkaniyete uygun yargılamaya aykırılık oluşturabileceği, 6.
maddenin, bir uyuşmazlık hakkındaki yargı kararını etkilemek için yasama organı
tarafından yapılan herhangi bir müdahaleyi yasakladığı, ancak AİHM’e göre bu yasağın mutlak olmadığı, yargılama henüz inter partes bir
yargılama aşamasına ulaşmamışsa, yasamanın zorlayıcı bir kamu yararı saiki var ise, söz konusu müdahale öngörülebilir ise,
yargılama sürecine kanuni müdahalenin hakkaniyete uygun yargılama hakkına
aykırı olmayabileceği ifade edilmiştir. Görüş yazısında, devletin davaya taraf
olmadığı hallerde de kanunların geriye yürütülmesi yasağının geçerli olduğu,
somut başvuru açısından, başvurucunun açtığı alacak davası devam ederken 6111
sayılı Kanunla davaya uygulanacak madde üzerinde değişiklik yapıldığı, bu
değişikliğin Yargıtay içtihatlarını da değiştirdiği, bu şekilde kanuni düzenlemenin,
davanın sonucunu etkilediği, somut olayda devlet veya kamu makamlarının davanın
doğrudan tarafı olmadıkları, bununla birlikte, devletin sosyal güvenlik kurumu
niteliğinde olan özel vakıf sandıkları üzerinde denetim ve gözetim görevi
bulunması itibariyle yapılan kanuni değişikliğin başvurucu üzerindeki
etkilerinin silahların eşitliği ilkesi bakımından göz önüne alınabileceği
bildirilmiştir.
67. Başvurucu, Bakanlık görüşüne
karşı beyan dilekçesinde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24/3/2010
tarihli içtihadının, alacağını garanti altına aldığını, bu doğrultuda alacak
miktarının dava aşamasında bilirkişi marifetiyle hesaplandığını, buna rağmen
dava devam ederken yapılan ve mevcut davaya etkili kanun değişikliği sonucunda
silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğini, ayrıca Sözleşme’nin 6.
maddesinin yargı kararını etkileyecek şekilde yasama müdahalesini yasakladığını
bildirmiştir.
68. Başvurucu, 1/7/2002 tarihinden 2005 yılının sonuna kadar emekli
aylığında artış yapılmaması nedeniyle Vakıf aleyhine 30/1/2009 tarihinde alacak
davası açmıştır. Başvurucu tarafından açılan dava, yargılama süreci devam
ederken 25/2/2011 tarihinde yürürlüğe giren 6111
sayılı Kanun’un 53. maddesiyle 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen
beşinci fıkra nedeniyle İş Mahkemesi tarafından reddedilmiştir. Yargıtay 10.
Hukuk Dairesinin 9/10/2012 tarihli düzelterek onama
kararının (§ 18) düzeltme gerekçesinde temas edilen hususlar çerçevesinde, dava
açtığı sırada başvurucunun iddiasının dayanağı mevcut olup, davasının başarı
şansı yüksektir. Bu çerçevede, başvurucunun yerleşik Yargıtay içtihadına
dayanarak başlattığı yargısal sürece kanunla yapılan müdahalenin, silahların
eşitliği ilkesine ve dolayısıyla adil yargılanma hakkına yönelik bir ihlal
oluşturup oluşturmadığı sorunu, esas incelemesinin özünü oluşturmaktadır.
69. Öncelikle, Anayasa
Mahkemesince yapılan bireysel başvuru incelemesinde norm denetimden farklı
olarak, kanunun Anayasa’ya uygunluğunun değil, kanuna dayalı somut uygulamanın
Anayasa’ya uygunluğunun denetlendiği belirtilmelidir.
70. Sözleşme’nin 6. maddesindeki
“Herkes, … medeni hak ve yükümlülükleri ile
ilgili uyuşmazlıklar … konusunda …
davasının … hakkaniyete uygun …
olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
ifadesi ile işaret olunan hakkaniyete uygun yargılama ilkesinin bir gereği de
yargılama kapsamında taraflar arasında silahların eşitliğinin sağlanmasıdır.
71. Medeni hak ve yükümlülüklere
ilişkin uyuşmazlıklarda, uyuşmazlığın adil bir çözüme kavuşturulması, taraflar
arasındaki yargılamanın hakkaniyete uygun bir şekilde yürütülebilmesine
bağlıdır. Bu kapsamda, tarafların yargılamadaki konumları ile paralel olarak,
tez ve antitezlerini ileri sürerken eşit şartlar altında olmaları, birinin
diğerine nazaran dezavantajlı olmaması gerekir.
72. Devletin, kendisi taraf
olsun ya da olmasın, davanın taraflarından birini diğerine nazaran önemli
ölçüde avantajlı hale getiren kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği
ilkesi ve dolayısıyla yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına
aykırılık oluşturur (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Arras ve Diğerleri/İtalya, B. No: 17972/07, 14/2/2012,
§ 43; Ducret/Fransa, B. No: 40191/02, 12/6/2007, §
33). Bir başka ifadeyle yasama organının, yargılamadaki taraflardan birinin
lehine sonuç doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda, davanın
taraflarının eşit konumda olduğu söylenemez. Bunun için, yargısal süreci
etkilediği iddia edilen düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı
şansını önemli ölçüde azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme
arasında bir illiyet bağı bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan
başka etken ortaya çıkmamış olması gerekir.
73. Özetle, yasama müdahalesi
ile ilgili olarak silahların eşitliği güvencesi değerlendirilirken, yapılan müdahalenin
yargılamanın taraflarından birinin konumunda, diğer tarafa nazaran orantısız ve
açık bir dengesizlik veya dezavantaj oluşturup oluşturulmadığının tespit
edilmesi gerekmektedir.
74. Bu açıklamalar çerçevesinde
başvuru konusu davanın özel koşullarına bakıldığında, başvurucunun dava açmadan
önceki dönemde ve davanın ilk aşamalarında, mevcut Yargıtay içtihatları
çerçevesinde önemli ölçüde başarı şansı olan davası, 6111 sayılı Kanun’un 53.
maddesiyle 506 sayılı Kanun’un geçici 20. maddesine eklenen beşinci fıkra
nedeniyle reddedilmiştir. Buna göre başvurucu, başlangıçta başarı şansı oldukça
yüksek olan davasını, değişikliğin devam etmekte olan davalara da uygulanacağı
kuralını içeren sözü edilen kanun değişikliği nedeniyle kaybetmiştir. Yasama
organınca kabul edilen Kanun’un başvuruya konu davanın sonucunu doğrudan
etkilediği, başvurucuyu davalı Vakıf karşısında önceki konumuyla mukayese
edilemeyecek ölçüde dezavantajlı duruma düşürdüğü anlaşılmaktadır. Daha net bir
ifadeyle, 6111 sayılı Kanun’un 53. maddesi, uyuşmazlığın esasına ilişkin sonucu
belirlemiş, başvurucunun dava açmış olmasını ve dolayısıyla davayı devam
ettirmesini anlamsız hale getirmiştir. Bu durumun silahların eşitliği ilkesine
ve dolayısıyla adil yargılanma hakkına müdahale oluşturduğu açıktır.
75. Anayasa’nın 36. maddesinde,
adil yargılanma hakkı için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla
birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak
olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın
doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca
hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa
da, Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların
sınırlandırılması da mümkün olabilir. Adil yargılanma hakkının kapsamına ve
kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin özgürlüğün doğasından
kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar
olduğu açıktır. Ancak bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan
güvencelere aykırı olamaz (AYM, E.2010/83, K.2012/169, K.T. 1/11/2012).
Silahların eşitliği ilkesi de adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak mutlak
bir ilke olmayıp meşru kabul edilebilecek bir takım sınırlamalara tabi
tutulabilir.
76. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması”
kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz.”
77. Belirtilen Anayasa kuralına
göre, silahların eşitliği ilkesi ve dolayısıyla adil yargılanma hakkına yönelik
kanuni sınırlamanın, hakkın özüne dokunmaması, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkelerine aykırı nitelikte olmaması gereklidir.
78. AİHM de yargılama sürecine
yönelik yasama müdahalesi çerçevesinde silahların eşitliği ilkesinin mutlak
olmadığını ve bazı şartlar altında müdahalenin meşru görülebileceğini kabul
etmektedir. Bunun için müdahalenin öngörülebilir nitelikte olması, yasama
organının böyle bir müdahalede bulunmak için zorlayıcı bir kamu yararı
gerekçesinin bulunması ve kanuni düzenlemenin taraflar arasında yargılama
aşamasına geçilmeden yapılmış olması gerekir. Bu şartlardan en az birinin
gerçekleşmemiş olması, müdahalenin hak ihlali olarak nitelendirilmesi için
yeterlidir. (The
National & Provincial Building Society, The Leeds Permanent Building
Society And The Yorkshire Building Society/Birleşik Krallık, B. No: 21319/93, 21449/93,
21675/93, 23/10/1997, § 112).
79. Benzer bir başvuruda AİHM,
zorlayıcı kamu yararı gerekçesini tekrarlamıştır. Homojen nitelikte bir
emeklilik sisteminin tesisi için, belirli bir emekli kategorisine tanınmış bir
imtiyazı ortadan kaldıran kanuni düzenlemenin genel olarak kamu yararı
kapsamında değerlendirilebileceğini ancak hükümet gerekçesinin, kanunun devam
etmekte olan davalara etki edecek şekilde geçmişe yürütülmesine ilişkin
sakıncaları ortadan kaldıracak derecede yeterli olduğunun ispatlanması
gerektiği yönünde bir içtihat ortaya koymuştur (Arras ve Diğerleri/İtalya, B. No: 17972/07, 14/2/2012,
§ 49).
80. Adil yargılanma hakkının bir
unsuru ve hakkaniyete uygun yargılamanın bir gereği olan silahların eşitliği
ilkesine ilişkin AİHM içtihatları çerçevesinde beliren yukarıdaki ilkeler ve
müdahaleyi meşru kılan nedenler, Anayasa’nın 13. maddesindeki sınırlama
ilkeleri ile paralel olup, başvuruya konu silahların eşitliği hakkına yönelik
müdahalenin meşru olup olmadığının bu şartlar çerçevesinde incelenmesi
gerekmektedir.
81. 506 sayılı Kanun’un geçici
20. maddesinin amacı, vakıf sandıklarına üye personele ödenen aylık ve gelir
miktarının, belirli bir alt sınırın altında kalmamasını sağlamak olmakla
birlikte, uygulamada, yardım miktarları dışında aylık artış oranlarının da
Sosyal Sigortalar Kurumunun aylık artış oranlarından aşağı olamayacağı yönünde
ihtilaflar çıktığı görülmüş, bunun da ilgili vakıfların “aktüeryal” dengelerini olumsuz
olarak etkileyebileceği düşünülerek, anılan beşinci fıkra 506 sayılı Kanun’un
geçici 20. maddesine eklenmiştir.
82. Sosyal güvenlik kurumlarının
tek bir çatı altında toplanmasını amaçlayan 5510 sayılı Kanun yürürlüğe
girinceye kadar devlet, sosyal güvenlik hakkı ile ilgili anayasal
yükümlülüğünü, çıkardığı kanunlarla ve sosyal güvenlik kurumları eliyle, mali
imkânlar nispetinde yerine getirmiştir. Devlet, bu fonksiyonunu tamamlaması
bakımından, banka ve sigorta sandıklarının da vakıf tüzel kişiliği altında
sosyal güvenlik sistemi dışında sosyal güvenlik hizmeti vermesine imkân tanıyan
hukuki düzenlemeler yapmış ve bu alandaki hizmetlerin sağlıklı yürütülebilmesi
için bir takım önlemler almıştır. Bu kapsamda 506 sayılı Kanun’un geçici 20.
maddesi ile bir taraftan genel sosyal güvenlik sisteminden daha gelişmiş sosyal
güvenlik imkânları sağlayan yardım vakıfları kurulmasının önü açılmış ve bu
kuruluşlarla ilgili bir takım düzenlemeler yapılarak hizmetlerinin belirli bir
standarda kavuşturulması amaçlanmıştır. Bu doğrultuda, 506
sayılı Kanun’un geçici 20. maddesi kapsamındaki sandıklar için, “en az bu Kanun’da belirlenen yardımları sağlama”
yükümlülüğü öngörülmüş ve sosyal güvenlik sistemi açısından bir nevi “sigorta” olarak kabul edilebilecek olan
aynı Kanun’un 36. maddesi hükmü ile bu asgari standardı sağlayamayan
sandıkların tasfiye edileceği ve ilgili kuruma devredileceği düzenlemesine yer
verilmiştir. Buna karşılık sözü edilen sandıklara genel sosyal güvenlik
sisteminin sağladığı standardın üzerine çıkma görevi yüklenmediği gibi aksi
yönde bir sınırlama da öngörülmemiştir.
83. Sandıkların, üyelerine
ödeyecekleri aylıklara ilişkin artışların oransal olarak denetime tabi
tutulması, bu kurumların mali istikrarlarının bozulmasına yol açabileceği gibi,
öngörülmesi mümkün olmayan bir mali yükün altına girmelerine de neden
olabilecektir. Bu durum, sandığın asli görevi olan üyelerinin sosyal
güvenliğini sağlama fonksiyonunu tehlikeye sokabilecek ve kendisinden beklenen
standartları sağlayamayan sandıkların tasfiye edilerek ilgili kamu kurumuna
devredilmesine neden olacaktır. Ayrıca 5510 sayılı Kanun’un geçici 20.
maddesine göre söz konusu sandıkların tamamı belirli bir süre sonra Sosyal
Güvenlik Kurumuna devredileceğinden, mali yapıları ve aktüeryal
dengeleri bozulmuş sandıkların yükünü Sosyal Güvenlik Kurumu ve dolayısıyla
genel sosyal güvenlik sistemine tâbi, çalışan ve emekliler çekmek zorunda
kalabilecektir.
84. Tüm bu hususlar göz önünde
bulundurulduğunda, 6111 sayılı Kanunla yapılan düzenlemenin “… aylıklara uygulanan
artışların söz konusu sandıkların aktüeryal
dengelerini bozması …” şeklinde ifade edilen gerekçesinin, genel
sosyal güvenlik sisteminin istikrarını koruma kaygısını yansıttığı ve
dolayısıyla belirtilen geriye etkili düzenlemenin tüm toplumu ilgilendiren
zorlayıcı kamu yararını hedeflediği sonucuna ulaşılmıştır.
85. 506 sayılı Kanun’un geçici
20. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde sandıkların “… iş kazalariyle
meslek hastalıkları, hastalık, analık, malûllük,
yaşlılık ve ölüm, eşlerinin analık, eş ve çocuklarının hastalık hallerinde, en
az bu kanunda belirtilen yardımları…” sağlama yükümlülüğü öngörülmüş
olup, bu hüküm, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından (§ 12) “506 Sayılı Yasa’nın Geçici 20. maddesinde değinilen
alt sınır belirlenmesinde, davalı Vakfın bağladığı aylıklara yapılan artış
oranlarının, SGK (Devredilen SSK) sigortalılarına bağlanan yaşlılık aylıklarına
yapılan artış oranları ile karşılaştırılması suretiyle bulunması gerektiği”
şeklinde yorumlanmış ve bu yöndeki içtihat yerleşik hale gelmiştir. Her ne
kadar bu karar, başvurucunun dava açtığı 30/1/2009
tarihinden sonra verilmiş ise de, başvurucunun temyizi üzerine ilk derece
mahkemesinin kararını inceleyen Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin düzelterek onama
kararında (§ 18) yer verilen “… açıldığı tarihteki mevzuat hükümlerine uygun olan davanın,
yasal dayanağını oluşturan düzenlemenin, yargılama sürecindeki yasa
değişikliğiyle ortadan kalkması nedeniyle …” ifadelerinden, dava
açtığı tarih itibariyle başvurucunun davasının yerleşik Yargıtay içtihadına
dayandığı ve başarı şansının yüksek olduğu anlaşılmaktadır. 506 sayılı Kanun’un
geçici 20. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi farklı bir şekilde
yorumlanmaya, hatta 6111 sayılı Kanun’un 53. maddesiyle eklenen beşinci fıkrada
ifade edilen “muadil miktar karşılaştırması”
şeklinde anlaşılmaya müsait ise de, belirtilen Yargıtay kararları çerçevesinde,
6111 sayılı Kanunla eklenen fıkranın başvurucu açısından öngörülebilir olduğunu
söylemek mümkün değildir.
86. Somut olayda başvurucu,
alacak davasını 30/1/2009 tarihinde açmıştır. Bu dava
kapsamında bilirkişi tarafından sunulan 13/1/2011
tarihli (2) no.lu ek bilirkişi raporundaki tespitlere göre, davacı (başvurucu)
ve davalının 2/12/2010 tarihli duruşmaya katıldıkları ve davaya ilişkin iddia
ve savunmalarını, mahkeme huzurunda, karşılıklı olarak ve yüz yüze yaptıkları,
bu çerçevede yargılama sürecinin taraflar arasında belli bir aşamaya ulaştığı;
kanuni düzenlemenin ise bu aşamadan sonra 25/2/2011 tarihinde yürürlüğe
girdiği, dolayısıyla kanuni düzenlemenin, taraflar arasında yargılama süreci
başladıktan sonra yapıldığı anlaşılmaktadır.
87. Görüldüğü üzere, her ne
kadar kanun koyucunun, mevcut davaya etkili kanun çıkararak görülmekte olan
davaya müdahale etmesinde zorlayıcı bir kamu yararı olduğu kanaatine
ulaşılmışsa da yasamanın müdahalesinin taraflar arasında yargılama başladıktan
sonra gerçekleştiği ve davanın esasına ilişkin sonucu belirlediği, müdahale
sonucunda başvurucunun davayı kazanmasının imkânsız hale geldiği, oysa dava
açıldığı zaman yerleşik içtihat çerçevesinde başvurucunun davayı kazanmasının
kuvvetle muhtemel olduğu, bu çerçevede öngörülebilir olmayan müdahalenin meşru
kabul edilemeyeceği, müdahale sonucunda davalı Vakfın, başvurucuya nazaran
önemli ölçüde avantajlı hale geldiği, bu şekilde yararlar dengesinin kendisine
katlanılması zor külfetler yüklenen başvurucu aleyhine bozulduğu ve bu durumun
silahların eşitliği hakkına yönelik orantısız bir müdahale oluşturduğu açıktır.
88. Açıklanan nedenlerle,
başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma
hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
C. 6216 Sayılı
Kanunun 50. Maddesi Yönünden
89. 6216 sayılı Kanun’un 50.
maddesi gereğince, esas incelemesi sonucunda başvurucunun hakkının ihlal
edildiğine karar verilmesi halinde, ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması
için yapılması gerekenlere de hükmedilmesi gerekmektedir. Buna göre tespit
edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını
ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili mahkemeye
gönderilmesi, yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde
ise başvurucuya tazminata ödenmesi veya genel mahkemelerde dava açılması yolu
gösterilmesi yönünde karar verilmesi gerekir.
90. Başvurucu, lehine 60.000,00 TL maddi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
91. Somut başvuru açısından
yalnızca, adil yargılanma hakkının bir usuli
güvencesi olan silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiği tespit edilmiş
olmakla beraber, tespit edilen ihlalle iddia edilen maddi zarar arasında
illiyet bağı bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucunun maddi tazminat talebinin
reddine karar verilmesi gerekir.
92. Öte yandan başvurucu, lehine
30.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
93. Başvurucu, tespit edilen
ihlal sonucunda başarı şansı yüksek olan davasını kaybetmiştir. Bu şartlar
altında başvurucunun salt ihlal tespitiyle giderilemeyecek manevi bir zarara
uğradığı açıktır. Bu çerçevede, tespit edilen ihlal nedeniyle başvurucuya takdiren 5.000,00 TL manevi tazminat ödenmesine karar
verilmesi gerekir.
94. Başvurunun incelemesi, dosya
üzerinden yapılmıştır. Başvurucu tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler
uyarınca tespit edilen 172,50 TL harç ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan
toplam 1.672,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi
gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
nedenlerle;
A. Başvurucunun,
1.
Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal
edildiği iddiaları yönünden,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı
kapsamındaki silahların eşitliği hakkının ihlal edildiği iddiaları yönünden,
KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Başvurucunun,
1.
Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL
EDİLMEDİĞİNE,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının İHLAL
EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya 5.000,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE, başvurucunun
diğer taleplerinin REDDİNE,
D. Başvurucu tarafından yapılan 172,50 TL harç ve 1.500,00 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.672,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA
ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
26/6/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.