TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
MEHMET ÇETİNKAYA VE MAİDE
ÇETİNKAYA BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/1280)
|
|
Karar Tarihi: 28/5/2014
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Zühtü ARSLAN
|
Raportör
|
:
|
Elif KARAKAŞ
|
Başvurucular
|
:
|
1- Mehmet ÇETİNKAYA
|
|
|
2- Maide ÇETİNKAYA
|
Vekili
|
:
|
Av. Rehşan BATARAY SAMAN
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucular, çocukları
Nazar Çetinkaya’nın 12/9/2006 tarihinde Diyarbakır Koşuyolu Parkı duvarının
yakınına terör amaçlı yerleştirilen bir bombanın patlatılması sonucu yaşamını
yitirmesi üzerine açtıkları davada hükmedilen tazminat miktarının yetersiz
olduğunu, yedi yılı aşan yargılama süresinin uzun olduğunu ve söz konusu olayda
idarenin gerekli güvenliği sağlayamadığını belirterek Anayasa’nın 10., 17., 36. ve 40. maddelerinde güvence altına alınan
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşler ve ihlalin tespitiyle uğradıkları
maddi ve manevi zararın tazminine karar verilmesini
talep etmişlerdir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 1/2/2013
tarihinde Diyarbakır Bölge İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde Komisyona sunulmasına
engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Birinci
Komisyonunca, kabul edilebilirlik incelemesi Bölüm tarafından yapılmak üzere,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Birinci Bölümün 4/12/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun, kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin görüş
için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Adalet Bakanlığının 6/1/2014 tarihli görüşü başvurucular vekiline tebliğ edilmiş
olup, başvurucular vekili 23/1/2014 havale tarihli beyan dilekçesini on beş
günlük yasal süresi içinde sunmuştur.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve eklerinde
ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucuların 21/10/2004 doğumlu çocukları Nazar Çetinkaya 12/9/2006
tarihinde Diyarbakır ili, merkez Koşuyolu Caddesi üzerinde bulunan Koşuyolu
Parkı duvarının yakınına terör amaçlı yerleştirilen bombanın patlatılması
sonucu yaşamını yitirmiştir.
8. Söz konusu olay nedeniyle
uğramış oldukları maddi ve manevi zararlarının tazmini istemiyle 5233 sayılı
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun
kapsamında 13/11/2006 tarihinde idareye müracaat eden
başvuruculara Zarar Tespit Komisyonunun 18/5/2007 tarihli, 193 sayılı kararıyla
18.000,00 TL ödenmesine karar verilmiştir.
9. Başvurucuların söz konusu
meblağı kabul etmemesi üzerine 4/6/2007 tarihinde
uyuşmazlık tutanağı düzenlenmiş ve başvurucular tarafından 30.000,00 TL maddi,
70.000,00 TL manevi olmak üzere toplam 100.000,000 TL tazminatın ödenmesine
karar verilmesi istemiyle idare mahkemesinde dava açılmıştır.
10. Diyarbakır 2. İdare
Mahkemesinin 23/11/2007 tarih ve E.2007/1107,
K.2007/1619 sayılı kararıyla maddi tazminat için 5233 sayılı Kanun hükümleri
uyarınca Diyarbakır Valiliğine, manevi tazminat için genel hükümler uyarınca
İçişleri Bakanlığına karşı dava açılmak üzere dilekçenin reddine karar
verilmiştir.
11. Anılan dilekçe ret kararı
üzerine yenilenen dilekçe ile başvurucular tarafından Zarar Tespit Komisyonunun
18/5/2007 tarih ve 193 sayılı kararının iptali ile
30.000,00 TL maddi tazminatın ödenmesi istemiyle dava açılmıştır.
12. Diyarbakır 2. İdare
Mahkemesinin 5/3/2010 tarih ve E.2008/876, K.2010/571
sayılı kararıyla dava reddedilmiştir. Kararın gerekçe kısmı şöyledir:
“Danıştay Onuncu Dairesinin 14/11/2007
tarih ve E.2006/208, K.2007/5162 sayılı kararında da belirtildiği üzere 5233
sayılı Kanun terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen
faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayan kişilerin bu zararlarının
karşılanması konusunda 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde genel olarak idari
eylemlerden hakları ihlal edilenlerin uğradığı zararların karşılanması
konusunda dava açmadan önce idareye başvuruyu öngören düzenlemeden farklı bir
yargılama usulü öngörmektedir. Kişilerin meydana gelen zararın karşılanması
konusunda her iki kanundan hangisine göre idareye başvuracağı konusunda da bir
kısıtlama bulunmamaktadır. Dolayısıyla meydana gelen zararın
karşılanması konusunda birbirinden farklı bu iki düzenleme karşısında
ilgililere değişik olanaklar sağlanmış olup, kişiler dilerse 2577 sayılı
Kanun’un 13. maddesine göre idareye başvuruda bulunarak istemlerinin reddi
halinde alınan ön karardan sonra dava açabilecek, isterse 5233 sayılı Kanun
kapsamında başvurularının sonuçlanmasını bekledikten sonra ortaya çıkan duruma
göre dava açma haklarını kullanabileceklerdir.
Dava konusu
uyuşmazlıkta davacılar bu seçimlik haklarını 5233 sayılı Kanun’dan yana
kullanmışlar ve bu Kanun’a göre meydana gelen zararlarının tazminini talep
etmişlerdir. Bu nedenle uyuşmazlığın çözümü açısından davalı idare tarafından
davacılara ödenmesine karar verilen maddi tazminatın 5233 sayılı Kanun
tarafından öngörülen usule uygun olarak belirlenip belirlenmediğinin tespiti
gerekmektedir.
Dava
konusu olayda, 5233 sayılı Kanun’un 7. ve 9. maddelerine göre davacıların
murisinin ölümü nedeniyle (7000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile
çarpımı sonucunda bulunan miktarın 50 ile çarpımı sonucu çıkacak tutarı cenaze
gideri eklenmek suretiyle ödeme yapılacağı ve bu miktarın davacılara ödenmesine
karar verildiği görülmüş olup 5233 sayılı Kanun kapsamında mevzuata uygun
olarak yapılan ödeme işleminde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.”
13. Başvurucular tarafından
temyiz edilen karar, Danıştay 15. Dairesinin 14/3/2012
tarih ve E.2011/10216, K.2012/1113 sayılı kararıyla onanmış, karar düzeltme
talebi de aynı Dairenin 24/9/2012 tarih ve E.2012/6891, K.2012/5738 sayılı
kararıyla reddedilmiştir.
14. Karar, başvurucular vekiline
2/1/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
Ceza Soruşturması ve Kovuşturma Süreci
15. Yerel Mahkeme dosyasında
bulunan ve UYAP aracılığıyla elde edilen bilgi ve belgelere göre başvuru konusu
olaya ilişkin ceza soruşturması ve kovuşturma süreci ise şöyledir:
16. Başvuruya konu patlama
olayından bir gün sonra bir internet sitesi aracılığıyla olayda kullanılan
termos düzeneğinin fotoğraflarına da yer verilerek söz konusu patlama olayı
Türk İntikam Tugayı adı verilen bir yapılanma tarafından üstlenilmiştir.
Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü yetkililerince yapılan inceleme ve
araştırmalarda internet sitesinde yer alan fotoğrafla olay yerinde kullanılan
düzeneğin birbiriyle uyum sağladığı ve düzeneğin telsiz kullanılarak uzaktan
kumanda ile patlatılmış olduğu ve söz konusu sitenin kısa bir süre önce
oluşturulmuş olduğu tespit edilmiştir.
17. Konuyla ilgili yetkili
makamların soruşturma ve araştırmaları devam etmekte iken Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü Elektronik Şube Müdürlüğüne 7/4/2008 ve
19/2/2009 tarihlerinde iki adet e-posta ihbarı yapılmış ve anılan ihbarda
patlamanın üstlenildiği internet sitesini kuranlardan birinin B.G. olduğu
belirtilerek B.G.’ye ait çeşitli şahsi bilgilere yer
verilmiştir.
18. Söz konusu ihbar üzerine
derinleştirilen ve genişletilen soruşturma sonucunda ihbarda yer alan bilgiler
teyit edilmiş ve patlamayı üstlenen internet sitesine B.G. tarafından giriş
yapıldığı tespit edilmiş ve bu sitenin B.G. tarafından kurulduğuna dair
kuvvetli bulgular ile B.G.’nin patlama olayına dahli
olduğu sonucuna götüren birçok teknik detay tespit edilmiştir. Olay yerinde ele geçen
telsizin de B.G.’nin akrabası H.T. tarafından
internet sitesi aracılığıyla satın alınarak temin edildiğinin tespit edilmesi
üzerine 22/3/2009 tarihinde B.T. ile B.T.’nin patlama
olayından önce ev arkadaşı olan M.E.; B.T. ile M.E.’nin savunmaları doğrultusunda da 23/3/2009 tarihinde H.T.
göz altına alınmıştır. Akabinde 27/3/2009 tarihinde
anılan kişiler mahkeme kararı uyarınca tutuklanmıştır.
19. Söz konusu kişilerin mahkeme
kararı doğrultusunda ev ve üstlerinde yapılan aramalar sonucunda yasa dışı PKK
terör örgütünün propagandasını yapan çok sayıda ve çeşitte doküman ele
geçirilmiştir. Anılan kişilerin, kolluk ve cumhuriyet savcısı
huzurunda, müdafi eşliğinde verdikleri ifadeler kısaca, patlamaya neden olan bombanın askerlik iznine gelen
H.T. tarafından B.G. ve M.E.’nin ikamet ettiği evde
hazırlandığı, H.T.’nin örgüt dağ kadrosunda iken
çıkan çatışma sonucu hayatını kaybeden amcasının oğlunun intikamını almak, yasa
dışı gösterilerde kürt kökenli gençlere kötü
muamelede bulunulduğu gerekçesiyle polislerden intikam almak gibi saiklerle kendi başına bu eylem kararını aldığı ve örgüt
lehine örgütten talimat almaksızın bu eylemi gerçekleştirdiği, termos içindeki
bomba düzeneğini parkın duvarı yakınına koyanın ve patlaması için düğmeye
basanın H.T. olduğu, B.G.’nin de ona yardım ettiği,
M.E.’nin ise yardımı söz konusu olmamakla birlikte
rastlantı eseri bombanın hazırlanmasına tanıklık ettiği şeklindedir.
20. Olayla ilgili soruşturma
evresinin tamamlanması üzerine Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca, 9/6/2009
tarih ve 2009/857 sayılı iddianame ile H.T., B.G. ve
M.E. hakkında Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinde kamu davası açılmıştır. İddianamede, H.T. ve B.G.’nin devletin
birliğini ve bütünlüğünü bozma, kasten öldürme, kasten öldürmeye teşebbüs,
tehlikeli maddelerin izinsiz bulundurulması veya el değiştirmesi ve mala zarar
verme suçlarından; M.E.’nin ise H.T. ve B. G.
tarafından olayda kullanılan el yapımı bombanın hazırlanması eylemine bilfiil
katılıp iştirak ederek tehlikeli maddelerin izinsiz bulundurulması veya el
değiştirmesi suçu ile devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma, kasten öldürme,
kasten öldürmeye teşebbüs ve mala zarar verme suçlarına yardım etme suçlarından
cezalandırılması talep edilmiştir.
21. Diyarbakır 5. Ağır Ceza
Mahkemesi 17/5/2012 tarih ve E.2009/405, K.2012/102
sayılı kararı ile sanıklar B.G. ile M.E.’nin sorgu savunmasında ifadelerinden vazgeçmekle birlikte
mahkeme aşamasında yeniden kolluk ve cumhuriyet savcısı huzurundaki ifadelerini
samimi ve istikrarlı bir biçimde ifade ettikleri, sanık H.T.’nin ise ikrar yönündeki ifadelerini sorgu ve mahkeme
aşamalarında reddetmek ve bu ifadelerin baskı ve şiddet sonucu zorla alındığını
belirtmekle birlikte savcı huzurunda, müdafii
eşliğinde ve kamera önünde işkence yapılmasının hayatın olağan akışına aykırı
olduğu, sanıkların tamamının ikrar içeren ifadelerinde anlattıkları olayların
birbirleriyle örtüştüğü gibi olayın oluşumu ile de birebir uyumlu olup saat,
dakika ve zamanlama itibarıyla ifadelerin gerçeği yansıttığının açıkça
anlaşıldığı, sanıkların olaydan sonraki eylem ve davranışları, gittikleri
yerler, yapılan araştırmalar sonucu elde edilen HTS raporları, sinyal
bilgileri, tanık beyanları da dikkate alındığında maddi bulguların anlatımları
desteklediği sonucuna ulaşıldığı, sanık H.T.’nin
inkar yönünde verdiği ifadelerin askıda kaldığı ve suçtan kurtulmaya yönelik
olduğu, bomba düzeneğini nasıl hazırladığını uygulamalı olarak cumhuriyet
savcısı huzurunda ayrıntılı olarak anlattığı, bomba konusunda deneyimli ve
uzman bir kişi olduğunun anlaşıldığı belirtilerek sanık H.T. ve B.G.’nin 5237 sayılı TCK’nın 302/1. maddesi gereğince ayrı ayrı
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılmalarına; TCK’nın 82/1-a-c
maddesi gereğince ayrı ayrı on kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile
cezalandırılmalarına; TCK’nın 82/1-a-c maddesi gereğince ayrı ayrı on dört kez
on beş yıl hapis cezası ile cezalandırılmalarına; TCK’nın 174/1. maddesi
gereğince ayrı ayrı altı yıl sekiz ay hapis ve 80.000,00 TL. adli
para cezası ile cezalandırılmalarına; sanık M.E.’nin
ise TCK’nın 314/2. maddesi gereği yedi yıl altı ay hapis cezası ile
cezalandırılmasına, TCK’nın 174/1. maddesi gereği beş yıl hapis ve160,00 TL
adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
22. Sanıklar müdafileri,
cumhuriyet savcısı ve katılanlar vekilleri tarafından temyiz edilen karar,
Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 6/12/2013 tarih ve
E.2013/4628, K.2013/14930 sayılı kararı ile H.T. ve B.G. hakkında verilen
hükümler yönünden onanmış ve söz konusu hükümler aynı tarihte kesinleşmiştir.
M.E. hakkında ise silahlı terör örgütüne yardım etme ve patlayıcı madde
bulundurma suçlarından kurulan hüküm yönünden suçun vasfında yanılgıya
düşüldüğü gerekçesiyle bozulmuştur. Yargılama Diyarbakır 1. Ağır Ceza
Mahkemesinin 2014/229 esasına kayden görülmeye devam
etmektedir.
B. İlgili
Hukuk
23. 17/7/2004 tarih ve 5233 sayılı Terör
ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun’un “Amaç” kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
“Bu Kanunun amacı, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında
yürütülen faaliyetler nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının
karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemektir.”
24. Anılan Kanun’un “Başvurunun
süresi, şekli, incelenmesi ve sonuçlandırılması” kenar başlıklı 6.
maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları şöyledir:
“Zarar gören veya mirasçılarının veya yetkili
temsilcilerinin zarar konusu olayın öğrenilmesinden itibaren altmış gün içinde,
her hâlde olayın meydana gelmesinden itibaren bir yıl içinde zararın
gerçekleştiği veya zarar konusu olayın meydana geldiği il valiliğine
başvurmaları hâlinde gerekli işlemlere başlanır. Bu sürelerden sonra yapılacak
başvurular kabul edilmez. Bu Kanun kapsamındaki yaralanma ve engelli hâle gelme
durumlarında, yaralının hastaneye kabulünden hastaneden çıkışına kadar geçen
süre, başvuru süresinin hesaplanmasında dikkate alınmaz.”
“Komisyon, zarar görenlerle yapılacak her
başvuru ile ilgili çalışmalarını, başvuru tarihinden itibaren altı ay içinde
tamamlamak zorundadır. Zorunlu hâllerde, bu süre vali tarafından üç ay daha
uzatılabilir.”
25. Aynı Kanun’un “Karşılanacak
Zararlar” kenar başlıklı 7. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Bu Kanun hükümlerine göre sulh yoluyla karşılanabilecek
zararlar şunlardır:
...
b) Yaralanma, engelli hâle gelme ve ölüm hâllerinde
uğranılan zararlar ile tedavi ve cenaze giderleri.
…
26. Anılan Kanun’un “Yaralanma, engelli hâle gelme ve ölüm hallerinde
yapılacak ödemeler” kenar başlıklı 9. maddesinin ilgili kısımları
şöyledir:
“Yaralanma, engelli
hâle gelme ve ölüm hâllerinde (7000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı
ile çarpımı sonucunda bulunan miktarın;
…
e) Ölenlerin mirasçılarına elli katı tutarında,
Nakdî ödeme yapılır.
Nakdî ödemenin
tespitine esas tutulacak miktar, ödeme yapılmasına ilişkin valinin veya Bakanın
onayı tarihinde geçerli gösterge ve katsayı rakamları esas alınarak belirlenir.
Birinci fıkranın (e) bendine göre belirlenen nakdî ödemenin
mirasçılara intikalinde 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun mirasa ilişkin
hükümleri uygulanır.
Bakanlar Kurulu, nakdî ödemeye esas tutulan gösterge
rakamını yüzde otuza kadar artırmaya veya kanunî sınıra kadar indirmeye
yetkilidir.
…
Nakdî ödemenin şekli, tutarı, yaralanma ve engellilik
derecelerinin tespitine ilişkin esas ve usuller yönetmelikle belirlenir.”
27. Aynı Kanun’un “Zararın karşılanmasına ilişkin sulhname”
kenar başlıklı 12. maddesi ise şöyledir:
“Komisyon, doğrudan doğruya veya bilirkişi aracılığı ile
yaptığı tespitten sonra 8 inci maddeye göre belirlenen zararı, 9 uncu maddeye
göre hesaplanan yaralanma, engelli hâle gelme ve ölüm hâllerindeki nakdî ödeme
tutarını, 10 uncu maddeye göre ifa tarzını ve 11 inci maddeye göre mahsup
edilecek miktarları dikkate alarak, uğranılan zararı sulh yoluyla karşılayacak
safi miktarı belirler. Komisyonca, bu esaslara göre hazırlanan sulhname tasarısının örneği davet yazısı ile birlikte hak
sahibine tebliğ edilir.
Davet yazısında hak sahibinin sulhname
tasarısını imzalamak üzere otuz gün içinde gelmesi veya yetkili bir
temsilcisini göndermesi gerektiği, aksi takdirde sulhname
tasarısını kabul etmemiş sayılacığı ve yargı yoluna
başvurarak zararın tazmin edilmesini talep etme hakkının saklı olduğu
belirtilir.
Davet üzerine gelen hak sahibi veya yetkili temsilcisi sulhname tasarısını kabul ettiği takdirde, bu tasarı
kendisi veya yetkili temsilcisi ve komisyon başkanı tarafından imzalanır.
Sulhname tasarısının kabul edilmemesi veya ikinci
fıkraya göre kabul edilmemiş sayılması hâllerinde bir uyuşmazlık tutanağı
düzenlenerek bir örneği ilgiliye gönderilir.
Sulh yoluyla çözülemeyen uyuşmazlıklarda ilgililerin yargı
yoluna başvurma hakları saklıdır.”
28. 6/1/1982 tarih ve 2577 sayılı İdari
Yargılama Usulü Kanunu’nun “Kapsam ve nitelik” kenar başlıklı 1. maddesinin (2) numaralı
fıkrası şöyledir:
“Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare mahkemeleri ve
vergi mahkemelerinde yazılı yargılama usulü uygulanır ve inceleme evrak
üzerinde yapılır.”
29. 2577 sayılı Kanun’un “Dilekçeler üzerine ilk inceleme”
kenar başlıklı 14. maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkraları şöyledir:
“(3) Dilekçeler, Danıştayda daire
başkanının görevlendireceği bir tetkik hakimi, idare
ve vergi mahkemelerinde ise mahkeme başkanı veya görevlendireceği bir üye
tarafından:
a) Görev ve yetki,
b) İdari merci tecavüzü,
c) Ehliyet,
d) İdari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gereken bir
işlem olup olmadığı,
e) Süre aşımı,
f) Husumet,
g) 3 ve 5 inci maddelere uygun olup olmadıkları,
Yönlerinden sırasıyla incelenir.
(4) Dilekçeler bu yönlerden kanuna aykırı görülürse durum;
görevli daire veya mahkemeye bir rapor ile bildirilir. Tek hakimle
çözümlenecek dava dilekçeleri için rapor düzenlenmez ve 15 inci madde hükümleri
ilgili hakim tarafından uygulanır. 3 üncü fıkraya göre yapılacak inceleme ve bu
fıkra ile 5 inci fıkraya göre yapılacak işlemler dilekçenin alındığı tarihten
itibaren en geç onbeş gün içinde sonuçlandırılır.”
30. 2577 sayılı Kanun’un “Dosyaların incelenmesi”
kenar başlıklı 20. maddesinin (1) ve (5) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Danıştay ile
idare ve vergi mahkemeleri, bakmakta oldukları davalara ait her çeşit
incelemeleri kendiliklerinden yaparlar. Mahkemeler belirlenen süre içinde lüzum
gördükleri evrakın gönderilmesini ve her türlü bilgilerin verilmesini
taraflardan ve ilgili diğer yerlerden isteyebilirler. Bu husustaki kararların
ilgililerce, süresi içinde yerine getirilmesi mecburidir. Haklı sebeplerin
bulunması halinde bu süre, bir defaya mahsus olmak üzere uzatılabilir.
…”
“(5) Danıştay, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinde
dosyalar, bu Kanun ve diğer kanunlarda belirtilen öncelik veya ivedilik
durumları ile Danıştay için Başkanlar Kurulunca; diğer mahkemeler için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca konu itibariyle tespit
edilip Resmi Gazete'de ilan edilecek öncelikli işler gözönünde bulundurulmak suretiyle geliş tarihlerine göre
incelenir ve tekemmül ettikleri sıra dahilinde bir karara bağlanır. Bunların
dışında kalan dosyalar ise tekemmül ettikleri sıraya göre ve tekemmül
tarihinden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır.”
31. 2577 sayılı Kanun’un “Tebliğ işleri ve ücretler”
kenar başlıklı 60. maddesi şöyledir:
“Danıştay ile bölge
idare, idare ve vergi mahkemelerine ait her türlü tebliğ işleri, Tebligat
Kanunu hükümlerine göre yapılır. Bu suretle yapılacak tebliğlere ait ücretler
ilgililer tarafından peşin olarak ödenir.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
32. Mahkemenin 28/5/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun
1/2/2013 tarih ve 2013/1280 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği
düşünüldü:
A. Başvurucuların
İddiaları
33. Başvurucular, vatandaşların
yoğun olduğu bir yere rahatlıkla bomba düzeneğinin bırakılması ve patlatılması
nedeniyle evlatlarını kaybettiklerini, devletin güvenlik hizmetini gereği gibi
yerine getirmediğini, olayda idarenin ihmal ve kusuru bulunduğunu, öte yandan
açtıkları tam yargı davasında mahkemece hükmedilen maddi tazminat miktarının
yetersiz olduğunu, tazminat hesaplamasında yaş, eğitim durumu, ekonomik ve
sosyal durum, yoksun kalınan destek gibi etkenlerin göz önünde
bulundurulmadığını, herkes için maktu bir tazminat miktarı belirlenmiş
olmasının hukuka aykırı olduğunu, genel tazminat hukuku ilkelerine göre karar
verilmesi gerektiğini belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
34. Başvurucular, uyuşmazlık
hakkında yürütülen yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmadığını, yedi yılı
aşan dava sürecinin kendileri açısından manevi bir işkenceye dönüştüğünü
belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerdir.
35. Başvurucular, kızlarının
yaşamını kaybetmesine neden olan bombalı eylemin kısa süre içinde Türk İntikam
Tugayı tarafından üstlenildiğini, söz konusu olayda hayatını kaybedenlerin Kürt
kökenli olduklarını ve bu nedenle hedef seçildiğini, idarenin ihmalinden
kaynaklı farklı bölgelerdeki farklı olaylarda yaşamını yitirenler için açılan tazminat
davalarında çok daha yüksek meblağların ödenmesine karar verilmek suretiyle
mahkemelerin de bu hususta ayrımcılık yaptığını belirterek Anayasa’nın 10.
maddesinde tanımlanan eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
36. Başvurucular, temyiz ve
karar düzeltme aşamalarında yargı yerlerince talep ve gerekçelerinin
değerlendirilmediğini ve aynı gerekçelerle taleplerinin reddedildiğini
belirterek Anayasa’nın 40. maddesinde tanımlanan haklarının ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerdir.
B. Değerlendirme
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Anayasa’nın 17. Maddesinin İhlal Edildiği
İddiası
37. 6216 sayılı Kanun'un 46.
maddesinin (1) numaralı fıkrasında, ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen
işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan
etkilenenlerin bireysel başvuru hakkına sahip oldukları kurala bağlanmıştır.
Yaşam hakkının doğal niteliği gereği, yaşamını kaybeden kişiler açısından bu
hakka yönelik bir başvuru ancak yaşanan ölüm olayı nedeniyle mağdur olan ölen kişilerin
yakınları tarafından yapılabilecektir. Başvurucular, başvuru konusu olayda ölen
kişinin anne ve babasıdır. Bu nedenle başvuru ehliyeti açısından bir eksiklik
bulunmamaktadır (B. No. 2013/841, 23/1/2014, § 65).
38. Nazar Çetinkaya’nın anne ve
babası tarafından yapılan başvurunun Anayasa'nın 17. maddesinin ihlal
edildiğine dair bölümünün 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesi uyarınca açıkça
dayanaktan yoksun olmadığı görülmektedir. Başka bir kabul edilemezlik nedeni de
görülmediğinden başvurunun bu kısmının kabul edilebilir nitelikte olduğuna
karar verilmesi gerekir.
b. Davanın Makul Sürede Sonuçlandırılmadığı
İddiası
39. Başvurucuların yargılamanın
uzunluğuyla ilgili şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi, bu şikâyet
için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu
nedenle, başvurunun bu kısmının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi
gerekir.
c. Eşitlik İlkesinin İhlal Edildiği İddiası
40. Başvurucular, kızlarının
yaşamını kaybetmesine neden olan bombalı eylemde hayatını kaybedenlerin
tamamının Kürt kökenli olmaları nedeniyle hedef seçildiğini, idarenin
ihmalinden kaynaklı farklı bölgelerde meydana gelen yaşam kayıpları üzerine
açılan tazminat davalarında çok daha yüksek meblağların ödenmesine karar
verilmek suretiyle mahkemelerin de bu hususta ayrımcılık yaptığını ve bu
durumun Anayasa’nın 10. maddesinde tanımlanan eşitlik ilkesini ihlal ettiğini
ileri sürmüşlerdir.
41. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası şöyledir:
“...Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması şarttır.”
42. 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı
45. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal
için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel
başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.”
43. Anılan Anayasa ve Kanun
hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, “ikincil nitelikte bir kanun yolu” olup bu
yola başvurulmadan önce kural olarak olağan kanun yollarının tüketilmiş olması
şarttır.
44. Temel hak ve özgürlüklere
saygı, devletin tüm organlarının uyması gereken bir ilke olup bu ilkeye uygun
davranılmadığı takdirde, ortaya çıkan ihlale karşı öncelikle yetkili idari
mercilere ve derece mahkemelerine başvurulmalıdır.
45. Bireysel başvurunun ikincil
niteliği gereği, başvurucunun, temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği
iddialarını öncelikle yetkili idari mercilere ve derece mahkemelerine usulüne
uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve kanıtları zamanında bu
mercilere sunması, aynı zamanda bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için
gerekli özeni göstermiş olması gerekir. Bu şekilde olağan denetim
mekanizmaları önünde ileri sürülüp takip edilmeyen temel hak ve özgürlüklerin
ihlaline ilişkin iddialar, Anayasa Mahkemesi önünde bireysel başvuru konusu
yapılamaz (B. No: 2012/1049, 16/4/2013, § 32).
46. Başvuru konusu olayda,
başvurucuların yargılamanın hiçbir aşamasında etnik kökenleri nedeniyle
ayrımcılığa uğradıkları yönünde herhangi bir iddiayı ileri sürmedikleri
görülmektedir.
47. Başvurucular tarafından
ihlal iddiasına konu idari işlem için öngörülmüş olan kanun yollarında
başvurunun bu kısmına ilişkin ihlal iddialarının ileri sürülmeksizin bireysel
başvuruda bulunulduğu anlaşıldığından, diğer kabul edilebilirlik şartları
yönünden incelenmeksizin bu kısma ilişkin iddiaların “başvuru yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
d. Anayasa’nın 40. Maddesinin İhlal Edildiği
İddiası
48. Başvurucular, dava, temyiz
ve karar düzeltme aşamalarında ileri sürdükleri talep ve gerekçelerinin yargı
yerlerince ısrarla değerlendirilmediğini ve aynı gerekçelerle taleplerinin
reddedildiğini belirterek Anayasa’nın 40. maddesinde tanımlanan etkili başvuru
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
49. 6216 sayılı Kanun'un, "Bireysel başvuruların kabul edilebilirlik şartları ve
incelenmesi" kenar başlıklı 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası
şöyledir:
"Mahkeme, … açıkça dayanaktan
yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir. "
50. Anayasa Mahkemesi
İçtüzüğünün "Bireysel başvuru formu ve
ekleri" başlıklı 59. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (d)
bendinde, bireysel başvuru formunda bireysel başvuru kapsamındaki haklardan
hangisinin hangi nedenle ihlal edildiği ve buna ilişkin gerekçeler ve delillere
ait özlü açıklamaların yer alacağı belirtilmiştir.
51. Başvuruya konu ihlal
iddiasıyla ilgili deliller sunarak olaya ilişkin iddialarını ve hangi Anayasa
hükmünün ihlal edildiğine ilişkin açıklamalarda bulunmak suretiyle hukuki
iddialarını kanıtlama yükümlülüğü başvurucuya ait olmasına rağmen, başvurucular
tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 13. maddesine ve dolayısıyla
Anayasa’nın 40. maddesi hükümlerine atıfta bulunulmakla birlikte, yargılama
sürecinde hangi talep gerekçelerinin değerlendirilmediğinin belirtilmediği ve
söz konusu hükümlerin nasıl ihlal edildiğine ilişkin somut bir açıklama ve
kanıtlamada bulunulmadığı anlaşıldığından, başvurunun bu kısmının diğer kabul
edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir (B. No. 2013/2103, 14/1/2014,
§ 40).
2. Esas Yönünden
a. Anayasa’nın 17. Maddesinin İhlal Edildiği
İddiası
52. Başvurucular, vatandaşların
yoğun olduğu bir yere rahatlıkla bomba düzeneğinin bırakılması ve patlatılması
nedeniyle evlatlarını kaybettiklerini, devletin güvenlik hizmetini gereği gibi
yerine getirmediğini, olayda idarenin ihmal ve kusuru bulunduğunu, öte yandan
açtıkları tam yargı davasında mahkemece hükmedilen maddi tazminat miktarının
yetersiz olduğunu, tazminat hesaplamasında yaş, eğitim durumu, ekonomik ve
sosyal durum, yoksun kalınan destek gibi etkenlerin göz önünde
bulundurulmadığını, herkes için maktu bir tazminat miktarı belirlenmiş
olmasının hukuka aykırı olduğunu, genel tazminat hukuku ilkelerine göre karar
verilmesi gerektiğini belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
53. Bakanlığın görüş yazısında,
yerel mahkemelerce olguların veya hukukun değerlendirilmesindeki farklılıkların,
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) tarafından güvence altına
alınan haklar ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece bireysel başvuru konusu
yapılamayacağı, Anayasa'nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 49. maddesinin (6) numaralı fıkrasında,
bireysel başvurulara ilişkin incelemelerde kanun yolunda gözetilmesi gereken
hususların incelemeye tabi tutulamayacağı, 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin
(2) numaralı fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece
kabul edilemezliğine karar verilebileceğinin belirtildiği ve derece
mahkemelerinin delilleri takdirinde açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa
Mahkemesinin bu takdire müdahalesinin söz konusu olamayacağı belirtilmiştir.
54. Başvurucu, cevap
dilekçesinde tazminat miktarına ilişkin değerlendirme yapılırken 5233 sayılı
Kanun’un çıkarılış amacı ve sürecinin göz önünde bulundurulması gerektiğini, anılan
Kanun’un 1987 yılından bu yana yaşanan mağduriyetleri de tazmin amacıyla
çıkarıldığını, Kanun hükümlerinin bu kadar geriye götürülmesinin doğal sonucu
olarak yapılacak çok sayıda ve geçmişe yönelik başvuruların daha pratik ve
ekonomik sonuçlandırılması düşüncesiyle maktu tazminat miktarı belirlendiğini,
ancak, anılan Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra meydana gelen zararlar
bakımından bu maktu miktarların adaletsizliğe yol açtığını, zira Kanun
çıkarılmadan önce açılan tazminat davalarında farklı kriterler
esas alınmak suretiyle maddi tazminat hesabı yapıldığını ve bu şekilde çok daha
yüksek miktarlarda tazminatlara hükmedildiğini, Bakanlığın belirttiği gibi
sorunun yerel mahkemenin delilleri farklı değerlendirmesinden değil; delilleri,
olayın niteliğini ve talepleri hiçbir şekilde değerlendirmemesinden
kaynaklandığını bildirmiştir
55. Başvurucuların şikâyetleri
Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı çerçevesinde
incelenecektir.
56. Anayasa'nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”
başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve
geliştirme hakkına sahiptir.”
57. Kişinin yaşam hakkı ile
maddi ve manevi varlığını koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan,
devredilmez ve vazgeçilmez haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif
yükümlülükleri bulunmaktadır. Devletin, negatif bir yükümlülük olarak, yetki
alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son
vermeme, bunun yanı sıra, pozitif bir yükümlülük olarak, yine yetki alanında
bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer
bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere
karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (B. No. 2013/841, 23/1/2014,
§ 72).
58. Anayasa Mahkemesinin yaşam
hakkı kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülükler açısından
benimsediği temel yaklaşıma göre, devletin sorumluluğunu gerektirebilecek
şartlar altında gerçekleşen ölüm olaylarında Anayasa’nın 17. maddesi, devlete,
elindeki tüm imkânları kullanarak, bu konuda ihdas edilmiş yasal ve idari
çerçevenin yaşamı tehlikede olan kişileri korumak için gereği gibi
uygulanmasını ve bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını
sağlayacak etkili idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük, kamusal olsun
veya olmasın, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet
bakımından geçerlidir (B. No. 2013/841, 23/1/2014, §
73).
59. Bu kapsamda, devletin
egemenlik alanında bulunan bireylerin yaşamını korumak için önleyici genel
güvenlik tedbirleri alma yükümlülüğü de bulunmaktadır ( benzer yöndeki AİHM
kararları için bkz. L.C.B/Birleşik Krallık, 9/6/1998, §36; Osman/Birleşik Krallık, 28/10/1998, §115; Belkıza Kaya ve Diğerleri/Türkiye, 33420/96 ve
36206/97, 22/11/2005, §77). Bu gereklilik daha ziyade bireylerin üçüncü
kişilerin suç niteliğindeki eylemleri nedeniyle yaşamlarının tehdit altında
olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır.
60. Ancak, yetkili makamların,
yaşamla ilgili her türlü potansiyel tehdidin gerçekleşmesini önlemek için somut
tedbirler almaya zorlanması beklenemez (bkz. Tanrıbilir/ Türkiye, 21422/93, 16/11/2000,
§ 71; Belkıza Kaya ve Diğerleri/Türkiye, 33420/96 ve
36206/97, 22/11/2005, §78).
61. Özellikle polisin görevini
yerine getirirken karşılaştığı zorluklar, modern toplumların yönetilmesinin
zorluğu, insan davranışının öngörülemezliği, öncelikler ve kaynaklar değerlendirilerek
yapılacak işlemin veya yürütülecek faaliyetin tercihi göz önüne alınarak;
pozitif yükümlülük, yetkililer üzerine aşırı yük oluşturacak şekilde
yorumlanmamalıdır. Pozitif yükümlülüğün ortaya çıkması için yetkililerce,
belirli bir kişinin hayatına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin bulunduğunun
bilinmesi ya da bilinmesi gerektiği durumların varlığı kabul edildikten sonra,
böyle bir durum dahilinde, makul ölçüler çerçevesinde
ve sahip oldukları yetkiler kapsamında bu tehlikenin gerçekleşmesini
önleyebilecek şekilde kamu makamlarının önlem almakta başarısız olduklarının
tespiti gerekmektedir (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Keenan/Birleşik Krallık, 27229/95, 3/4/2001, §§ 89-92, ve A. ve
Diğerleri/Türkiye,
27/7/2004,
30015/96, § 44-45, İlbeyi Kemaloğlu
ve Meriye Kemaloğlu/Türkiye, 19986/06, 10/4/2012, § 28) (B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 53).
62. Devletin yaşamı koruma
pozitif yükümlülüğü kapsamında sorumlu tutulabilmesini belirli koşullara
bağlayan bu yaklaşım, bireylerin yaşam hakkının terörden kaynaklanan bir tehdit
altında olduğu durumlar için de geçerlidir (bkz. Belkıza Kaya ve Diğerleri/Türkiye, 33420/96 ve 36206/97, 22/11/2005; Amaç ve
Okkan/Türkiye, 54179/00 ve 54176/00, 20/11/2007).
63. Başvuru konusu olayda,
başvurucuların kızı, 12/9/2006 tarihinde Diyarbakır
ili, merkez Koşuyolu Caddesi üzerinde bulunan Koşuyolu Parkı duvarı yakınına
yerleştirilen bomba düzeneğinin patlaması sonucu yaşamını yitirmiştir. Söz
konusu olayın terör eylemi sonucu gerçekleştiği hususunda Bakanlık ve
başvurucular arasında herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır.
64. Somut olay açısından
devletin yaşamı koruma pozitif yükümlülüğünü esas bakımından yerine getirip
getirmediğinin tespit edilebilmesi için kamu yetkililerince, başvuranların
kızının yaşamını kaybetmesine neden olan bomba eyleminin gerçekleşeceğine dair
gerçek ve yakın bir risk bulunduğunun bilinip bilinmediği ya da bilinmesinin
gerekip gerekmediğinin, eğer biliniyor ise söz konusu tehlikeyi önlemek için
makul ölçüler çerçevesinde ve sahip olunan yetkiler kapsamında alınması gereken
önlemlerin alınıp alınmadığının olayın koşulları çerçevesinde ortaya konulması
gerekmektedir.
65. “Olay ve
olgular” kısmında
da belirtildiği üzere ve dosya kapsamında yer alan bilgi ve belgelerden, 12/9/2006 günü saat 21:10 sıralarında Diyarbakır ili, merkez
Koşuyolu Caddesi üzerinde bulunan Koşuyolu Parkının duvarına yakın bir mesafeye
termos içine yerleştirilmiş el yapımı bir bombanın patlaması sonucu
başvurucuların kızı Nazar Çetinkaya, başvurucuların diğer çocukları Abdullah ve
Nazlıcan Çetinkaya, başvuruculardan Maide
Çetinkaya’nın ablası ve dört yeğeni ile birlikte toplam on kişinin yaşamını
yitirmesine, on dört kişinin yaralanmasına ve bir çok ev, iş yeri, araç ve
eşyanın zarar görmesine neden olan olayın terör eylemi sonucu meydana
geldiğinin etkili bir ceza soruşturması ve yargılama sürecinin ardından verilen
mahkeme kararıyla da sabit olduğu anlaşılmaktadır.
66. Başvurucuların kızlarının
yaşamını yitirmesine neden olan patlamanın meydana geldiği Diyarbakır ili,
zaman zaman terör olaylarının yaşandığı Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yer
almakla birlikte, bölgedeki terör kaynaklı eylemler büyük oranda bölgenin
kırsal kesiminde terör örgütü mensupları ile silahlı kuvvetler mensupları
arasında yapılan silahlı çatışmalar ya da teröristlerce yollara döşenen
mayınların patlaması şeklinde gerçekleşmiştir. Başvuru konusu olay ise
büyükşehir olan Diyarbakır ilinin merkezinde ve insanların yoğun olarak
bulunduğu bir yere bırakılan bomba düzeneğinin patlatılması sonucu meydana
gelmiştir. Dolayısıyla Diyarbakır il merkezi açısından bu tür bir eylemin
öngörülmesi olasılığı yetkililer açısından zayıf bir ihtimal olarak
değerlendirilebilir ise de bölgenin teröre yönelik genel hassasiyeti nedeniyle
anılan ilde yetkili makamlar tarafından belirli düzeyde güvenlik tedbirlerinin
alınması gerekeceği tabiidir.
67. Öte yandan, belirli düzeyde
güvenlik tedbirleri alınması halinde dahi, çeşitli kamuflajlarla insanların
dikkatini çekmeyecek şekilde gizlenebilen ve bu özelliği sayesinde nüfusun
yoğun olduğu yerlere de rahatlıkla yerleştirilebilen bomba düzeneklerinin
yetkililer tarafından önceden tespit edilebilmesinin, giderek gelişen ve
karmaşıklaşan teknolojik imkanlar dikkate alındığında
oldukça zor olduğu, diğer taraftan bu tür eylemlerin şüphe çeken bir husus ya da
istihbari bir bilgi olmadan öngörülme olasılığının
çok zayıf olduğu açıktır.
68. Somut olayda, söz konusu
patlamanın münferit bir terör eylemi olduğu ve olaydan önce herhangi bir ihbar
ya da istihbari bir bilginin yetkili makamlara
iletilmediği, dolayısıyla olayın öngörülemez nitelikte olduğunda kuşku yoktur. Ayrıca, olayın faillerinden H.T.’nin eylemi gece yarısından sonra polis araçlarına yönelik
olarak gerçekleştirmeyi planladığı, ancak olay günü Koşuyolu civarında gezdiği
sırada polis araçlarının uygulama yaptığını görmesi üzerine buradaki polisleri
hedef almak amacıyla eve bombayı almaya gittiği, döndüğünde uygulamanın
bittiğini gördüğü, bir kez yola çıktığı için de bombayı eylem yerine bıraktığı,
ailesiyle birlikte kaldığı evin balkonundan bomba düzeneğini görebildiği, bir
polis aracının bombanın yanından geçtiğini görmesi üzerine başka bir polis
aracının geçmesini beklemekteyken bombanın yerinde olmadığını gördüğü ve bir
anlık kararla düğmeye basarak bombayı patlattığı yönündeki
ifadelerinden de bombanın konulacağı yer ve zaman konusunda net bir kararın
olmadığı, olayın kendiliğinden geliştiği, dolayısıyla failler açısından da
belirsizliğin ve öngörülemezliğin söz konusu olduğu
görülmektedir.
69. Belirtilen koşullarda,
başvuruya konu olayın gerçekleşeceğinin yetkili makamlar tarafından bilinmediği
ve bilinmesinin de beklenemeyeceği kanaatine varılmıştır. Termos şeklindeki
bomba düzeneğinin parkın duvarına yakın bir yerde bulunmasının yetkililerin
şüphesini çekip çekmeyeceği tartışılabilir ise de, düzeneğin fail tarafından
park yakınına bırakılması ile patlatılması arasında fazla bir zaman geçmediği
düşünüldüğünde yetkililerin bu nedenle sorumlu tutulamayacakları açıktır. Diğer
taraftan, fail H.T.’nin ifadelerinden de anlaşılacağı
üzere patlamadan önce olay yerinde polislerin uygulama yaptıkları, patlamadan
hemen önce de bir polis aracının olay mahallinde devriye görevi yapmakta olduğu
hususları da gözetildiğinde, yetkililerden beklenebilecek genel güvenlik
tedbirlerinin olay mahallinde mevcut olduğu sonucuna varılmıştır.
70. Sonuç olarak, başvurucuların
kızının yaşamını yitirmesine neden olan patlamanın meydana gelmesinde yetkili
makamların sorumlu tutulmasını gerektirecek bir ihmal ya da kusur bulunduğu
söylenemez.
71. Başvuruya konu olayın
meydana gelmesinde devletin koruma yükümlülüğü yönünden herhangi bir
sorumluluğu tespit edilmemiş olmakla birlikte, objektif sorumluluk anlayışına
dayalı sosyal risk ilkesi temel alınarak hazırlanan 5233 sayılı Kanun
kapsamında başvuruculara başvuru konusu olay nedeniyle 18.000,00 TL maddi
tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Ancak söz konusu meblağı kabul etmeyen
başvurucular, bu kararın iptali ile 30.000,00 TL maddi tazminatın ödenmesi
istemiyle dava açmıştır. İdare Mahkemesi, 5233 sayılı Kanun kapsamında mevzuata
uygun olarak yapılan ödeme işleminde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle
davayı reddetmiştir.
72. Başvuruculara ödenmesine
karar verilen tazminat, 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan
Zararların Karşılanması Hakkında Kanun hükümlerine dayalı olarak Zarar Tespit
Komisyonları tarafından Kanun’da belirtilen yönteme göre belirlenmektedir. Anılan Kanun, genel gerekçesinde de belirtildiği üzere idarenin
hukuki sorumluluğunun kusur esasına dayandığı kuralının bir istisnası olarak
bilimsel ve yargısal içtihatlarla kabul edilen sosyal risk ilkesi gereğince
idarenin nedensellik bağı ve kusur koşulu aranmaksızın terör eylemleri veya
terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören
kişilerin maddi zararlarını yargı yoluna gitmelerine gerek kalmadan idarece en
kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması amacıyla düzenlenmiştir.
73. Başvurucular tarafından,
kendilerine 5233 sayılı Kanun kapsamında Zarar Tespit Komisyonunca ödenmesi
teklif edilen maddi tazminat miktarının mahkemelerde uygulanan çeşitli kriterler dikkate alınmaksızın maktu olarak belirlendiği ve
yetersiz olduğu ileri sürülmekte ise de terörden kaynaklanan zararların dava
yoluna gidilmeden ilgililerce tazmini olanağı sağlayan 5233 sayılı Kanun
uyarınca belirlenen tazminat miktarına ve bu miktarın hesaplanma şekline,
belirli bir tatmin sağladığı sürece Anayasa Mahkemesinin müdahalesi söz konusu
olamaz.
74. Somut olayda, 5233 sayılı
Kanun tarafından belirlenen maddi tazminat miktarı ile davanın koşulları ve
başvurucuların uğradığı zararlar arasında açık bir orantısızlık bulunmadığı
görülmektedir.
75. Diğer taraftan, yakınlarını
kaybedenler tarafından idareye karşı kusur sorumluluğu, kusursuz sorumluluk ya
da sosyal risk ilkelerine dayanarak açılan maddi tazminat (destekten yoksun
kalma tazminatı) davalarında yapılan tazminat hesabı ölen kişinin gelecekte
elde etmesi muhtemel gelirinin aktüelleştirilmesi
esasına dayanmakta ve özellikle ölen kişinin çocuk olması durumunda zararın
hesaplanması büyük oranda farazi kabullere dayanmakta olup, idarenin kusuru ya
da sosyal risk ilkesi uyarınca terör nedeniyle yaşamını yitiren küçük
çocukların yakınları tarafından açılan maddi tazminat davalarında ödenmesine
hükmedilen tazminat miktarlarının birbirlerinden çok farklılık göstermediği ve
söz konusu miktarların başvurucuların iddialarının aksine kendilerine ödenmesi
teklif edilen miktarla da uyumlu olduğu tespit edilmiştir (Bkz. Danıştay 10.
Dairesi, E.2002/1160, K.2004/160, K.T. 14/1/2004;
E.2002/578, K.2004/161, K.T. 14/1/2004; E.2005/803, K.2007/4649, K.T.
10/10/2007; E.2007/8106, K.2010/5562, K.T. 22/6/2010; E.2009/5798, K.2012/5746,
K.T. 16/11/2012).
76. Açıklanan nedenlerle,
başvurucuların Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının
ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
b. Davanın Makul Sürede Sonuçlandırılmadığı
İddiası
77. Başvurucular tarafından, 17/7/2007 tarihinde açmış oldukları davaya ilişkin
yargılamanın makul sürede tamamlanmamasının kendileri açısından manevi
işkenceye dönüştüğü belirtilerek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan
haklarının ihlal edildiği ileri sürülmekte ise de Anayasa Mahkemesi, olayların
başvurucular tarafından yapılan hukuki tavsifi ile bağlı değildir. Bu sebeple
başvurucuların bu yöndeki iddiaları Mahkemece, Anayasa’nın 36. maddesinde
güvence altına alınan adil yargılanma hakkı çerçevesinde değerlendirilmiştir.
78. Adalet Bakanlığı görüşünde,
Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkına ilişkin kararlarına atfen,
başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiası açısından
görüş sunulmasına gerek görülmediği bildirilmiştir.
79. Anayasa’nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası
hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (Sözleşme) ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına
da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı
dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013,
§ 18).
80. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta
ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
81. Anayasa’nın “Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması”
kenar başlıklı 141. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Davaların en az
giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.”
82. Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes medeni hak ve
yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen
suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız
bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve
açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.”
83. Sözleşme metni ile AİHM
kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan
alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil
yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36.
maddesi uyarınca inceleme yaptığı bir çok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin
6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşme’nin
lafzi içeriğinde yer alan gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının
kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer
vermektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
84. Somut başvurunun dayanağını
oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle
ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul
sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması
gerektiği açıktır (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 39).
85. Anayasa’nın 36. maddesi ve
Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin
uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekmektedir. Başvuruya konu davanın, başvurucuların Diyarbakır Koşuyolu Parkı
yakınına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu kızlarının ölümünden
dolayı uğradıkları zararın tazminini konu alan bir uyuşmazlık olduğu
görülmekle, bu sorunun çözümüne yönelik olan ve 2577 sayılı Kanun’da yer alan
usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve
yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğunda kuşku yoktur.
86. Makul sürede yargılanma
hakkının amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz
kalacakları maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması olup, hukuki
uyuşmazlığın çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama
faaliyetinde göz ardı edilemeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup
olmadığının her bir başvuru açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir (B.
No:2012/13, 2/7/2013, § 40).
87. Davanın karmaşıklığı,
yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin
niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde
göz önünde bulundurulması gereken kriterlerdir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 41–45).
88. Ancak belirtilen kriterlerden hiçbiri makul süre değerlendirmesinde tek başına
belirleyici değildir. Yargılama sürecindeki tüm gecikme periyotlarının ayrı
ayrı tespiti ile bu kriterlerin toplam etkisi değerlendirilmek suretiyle, hangi
unsurun yargılamanın gecikmesi açısından daha etkili olduğu saptanmalıdır (B.
No: 2012/13, 2/7/2013, § 46).
89. Yargılama faaliyetinin makul
sürede gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanması için, öncelikle uyuşmazlığın
türüne göre değişebilen, başlangıç ve bitiş tarihlerinin belirlenmesi
gereklidir.
90. Medeni hak ve
yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde,
sürenin başlangıcı kural olarak, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama
sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği
tarih olmakla beraber, bazı özel durumlarda girişimin niteliği göz önünde
tutularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi
olarak kabul edilebilmektedir (B. No:2012/1198, 7/1/2013,
§ 45). Somut başvuru açısından benzer bir durum söz konusu olup, makul süre
değerlendirmesinde nazara alınacak zaman diliminin başlangıç tarihi,
başvurucuların, kızlarının yaşamını yitirmesinden dolayı uğradıklarını ileri
sürdükleri zararların giderilmesi amacıyla Zarar Tespit Komisyonuna
başvurdukları 13/11/2006 tarihidir.
91. Davanın ikame edildiği tarih
ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruların incelenmesi hususundaki zaman
bakımından yetkisinin başladığı tarihin farklı olması halinde, dikkate alınacak
süre, 23/9/2012 tarihinden sonra geçen süre değil,
uyuşmazlığın başlangıç tarihinden itibaren geçen süredir (B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 51).
92. Sürenin bitiş tarihi ise,
çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihi
olup, bu tarih mevcut başvuru açısından Danıştay 15. Dairesinin E.2012/6891,
K.2012/5738 sayılı karar düzeltme isteminin reddine ilişkin kararının tarihi
olan 24/9/2012 tarihidir (B. No. 2012/13, 2/7/2013, §
52).
93. Somut başvuruda,
başvurucuların bomba eylemi sonucu kızlarını kaybetmeleri nedeniyle uğradıkları
zararın giderilmesi amacıyla 13/11/2006 tarihinde
Zarar Tespit Komisyonuna başvurdukları ve Komisyon tarafından yaklaşık altı ay
beş gün sonra 18/5/2007 tarihinde istemlerine ilişkin karar verildiği
görülmektedir.
94. 5233 sayılı Kanun’un 6.
maddesinin üçüncü fıkrasında, Komisyonun zarar görenlerce yapılacak her başvuru
ile ilgili çalışmalarını başvuru tarihinden itibaren altı ay içerisinde
tamamlamak zorunda olduğu, zorunlu hallerde bu sürenin vali tarafından üç ay
daha uzatılabileceği kurala bağlanmış olup, başvuruya konu olayda da,
başvurucuların tazminat talebinin Komisyon tarafından belirtilen süre içinde
karara bağlandığı görülmektedir.
95. Başvuruya konu yargılama
sürecinin incelenmesinden, başvurucular tarafından, kızları Nazar Çetinkaya’nın
Diyarbakır Koşuyolu Parkı yakınında meydana gelen patlamada hayatını kaybetmesi
nedeniyle uğradıkları zararın karşılanması amacıyla Zarar Tespit Komisyonuna
başvurulduğu, Komisyonca ödenmesi teklif edilen meblağın kabul edilmemesi üzerine
düzenlenen uyuşmazlık tutanağının ardından da kendilerine 18.000,00 TL
ödenmesine ilişkin işlemin iptali ile uğranılan 30.000,00 TL. maddi ve 70.000,00 TL. manevi zararın tazmini istemiyle Diyarbakır Valiliğine karşı
17/7/2007 tarihinde dava açıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece 7/8/2007
tarihinde dosyanın ilk incelemesinin yapıldığı ve bu hususta herhangi bir sorun
görülmeyerek yargılamaya devam edildiği ve başvurucuların adli yardım talebi
hakkında karar verildiği, taraflara tebligat işlemlerinin yapıldığı, davalı
idarenin süresinde savunma vermediği ve bu şekilde dosyanın tekemmül ettiği,
ardından Mahkemenin 23/11/2007 tarihli ve E.2007/1107, K.20071619 sayılı
kararıyla maddi ve manevi tazminat istemleri için ayrı ayrı dava açılması
gerektiği gerekçesiyle dava dilekçesinin reddedildiği görülmektedir. Dilekçenin
reddine dair kararı 13/2/2008 tarihinde tebellüğ eden
başvurucuların 13/3/2008 tarihinde dava konusu işlemin iptali ile 30.000,00 TL
maddi tazminat istemiyle yeniden dava açtıkları ve Mahkemenin E.2008/876
sırasına kayıtlı görülen davada on beş günlük yasal süre içinde ilk incelemenin
yapıldığı, yeniden adli yardım talebi hakkında karar verildiği ve tebligat
işlemleri yapılarak cevap ve ikinci cevapların süresine riayet edilerek
23/8/2008 tarihi itibarıyla dosyanın tekemmülünün sağlandığı, bu tarihten
yaklaşık on ay sonra 26/6/2009 tarihli ara kararı ile Diyarbakır Cumhuriyet
Başsavcılığından davaya konu ölümle ilgili yapılan soruşturmanın sonucu
sorularak soruşturma dosyasının istenildiği, Diyarbakır Cumhuriyet
Başsavcılığınca ara kararına herhangi bir cevap verilmemesi üzerine 30/12/2009
tarihinde ara kararının yinelendiği ve 20/1/2010 tarihinde ilgili kuruma tebliğ
edilen ara kararı gereğinin aynı gün yerine getirilerek iddianamenin bir suretinin
Mahkemeye sunulduğu, akabinde 5/3/2010 tarihinde ilk derece Mahkemesince
dosyanın karara bağlandığı anlaşılmaktadır.
96. Kararın temyiz edilmesi
üzerine ilk derece Mahkemesince süresinde temyiz ilk inceleme tutanağı
düzenlenerek temyiz incelemesi için 14/6/2010
tarihinde Danıştay’a gönderilen ve 18/6/2010 tarihinde temyiz merciinde kayda
alındığı anlaşılan dosyaya ilişkin olarak yaklaşık bir yıl dokuz ay sonra
14/3/2012 tarihinde Danıştay 15. Dairesince onama kararı verilmiştir. Kararın 1/6/2012 tarihinde taraflara tebliği üzerine başvurucular
tarafından yapılan karar düzeltme talebinin 10/7/2012 tarihinde Mahkemece
Danıştay Başkanlığına gönderildiği, 13/7/2012 tarihinde kayda alınan dosya
hakkında yaklaşık iki ay on gün sonra 24/9/2012 tarihinde Danıştay 15.
Dairesince karar düzeltme talebinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
97. Bu kararla birlikte
neticelenen yargılama faaliyetinin toplam beş yıl iki ay yedi gün sürdüğü
anlaşılmaktadır.
98. İlgili yargılama evrakının
incelenmesinden, 17/7/2007 tarihinde açılan davada ilk
derece mahkemesince 2577 sayılı Kanun’un 14. maddesinde öngörülen süre
içerisinde ilk inceleme tutanaklarının tanzim edildiği, tebliğ işlemlerinde ve
temyiz ile karar düzeltme aşamalarında dosyanın Danıştay’a sevki sürecinde
geçirilen sürelerin genel olarak makul olduğu, gerekçeli kararın yazımının
makul bir sürede tamamlandığı, ancak, 2577 sayılı Kanun’un 14. maddesine göre
yapılacak ilk incelemede, incelenen hususlar yönünden kanuna aykırılık
görülmesi halinde yapılacak işlemlerin dilekçenin alındığı tarihten itibaren en
geç on beş gün içinde sonuçlandırılması gerekmesine rağmen 17/7/2007 tarihinde
açılan davada yapılan ilk incelemede, söz konusu 14. maddede belirtilen
hususlara ilişkin herhangi bir aykırılık görülmediği ve yargılamaya devam
edilerek adli yardım talebi hakkında karar verildiği, dosyanın tekemmülüne
yönelik tebligat işlemlerinin yapıldığı ve davanın açılmasından yaklaşık dört
ay sonra ilk inceleme aşamasında ve on beş günlük süre içinde verilmesi gerekli
bir karar olan dilekçenin reddine karar verildiği, bu karar üzerine 13/3/2008
tarihinde yenilenen dava üzerine önceki dört aylık süreçte yapılan işlemlerin
tekrarlandığı, 23/8/2008 tarihinde tekemmül eden ve 2577 sayılı Kanun’un 20.
maddesi uyarınca bu tarihten itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılması
gereken dosyada, tekemmül tarihinden yaklaşık on ay sonra ara kararı yapıldığı,
söz konusu ara kararının gereğinin yerine getirilmesi için 2577 sayılı Kanun’un
20/1 maddesinde öngörüldüğü halde ilgili kuruma herhangi bir süre sınırı
getirilmediği ve ara kararına cevap gelmemesi üzerine yaklaşık altı ay sonra
ara kararının yinelendiği ve yirmi gün sonra da ilgili kuruma tebliğ edildiği
görülmektedir.
99. Kanun yolu incelemesinde yer
alan süreçlerin değerlendirilmesinde, ilk
derece mahkemesi kararının temyiz edilmesi üzerine, temyiz merciinde kayda
alınma tarihi nazara alındığında yaklaşık bir yıl dokuz ay sonra onama
kararının verildiği, başvurucular tarafından yapılan karar düzeltme talebi sonrasında,
toplam iki ay on gün sonra karar düzeltme talebinin değerlendirilerek reddine
karar verildiği, dosyanın Danıştay Başkanlığında ilk kez kayda alındığı tarih
ile karar düzeltme talebinin reddedildiği tarih arasında geçen sürenin yaklaşık
iki yıl üç ay olduğu anlaşılmaktadır.
100. Yargılama sürecinin
uzamasında yetkili makamlara atfedilecek gecikmeler, yargılamanın süratle
sonuçlandırılması hususunda gerekli özenin gösterilmemesinden
kaynaklanabileceği gibi, yapısal sorunlar ve organizasyon eksikliğinden de
ileri gelebilir. Zira Anayasa’nın 36. maddesi ile Sözleşme’nin 6. maddesi,
hukuk sisteminin, mahkemelerin davaları makul bir süre içinde karara bağlama
yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine
getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunu yüklemektedir (B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 44).
101. Bu kapsamda, yargı
sisteminin yapısı, mahkeme kalemindeki rutin görevler sırasındaki aksamalar,
hükmün yazılmasındaki, bir dosyanın veya belgenin bir mahkemeden diğerine
gönderilmesindeki ve raportör atanmasındaki
gecikmeler, yargıç ve personel sayısındaki yetersizlik ve iş yükü ağırlığı
nedeniyle yargılamada makul sürenin aşılması durumunda da yetkili makamların
sorumluluğu gündeme gelmektedir (B. No:2012/1198, 7/11/2013, § 55).
102. Başvuru konusu yargılama
süreci değerlendirildiğinde, ilk derece Mahkemesince özellikle dilekçe ret
kararının verilmesi, başvuru konusu ölüm olayına ilişkin soruşturma sonucunun
sorulmasına ilişkin ara kararının yapılması ve bu ara kararına verilen cevabın
Mahkemeye intikali süreçlerinde yetkili makamların yargılamaya ilişkin usul
işlemlerinde yeterli özeni göstermemeleri nedeniyle gecikmelerin yaşandığı ve
sırasıyla dört aylık, on aylık ve altı aylık süreyi kapsayan gecikme periyotlarının yargılamanın uzaması üzerinde baskın bir
etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
103. Öte yandan, temyiz ve karar
düzeltme aşamalarında geçen toplam iki yıl üç aylık sürenin de yargılama
faaliyetinde kısmen bir gecikmeye sebebiyet verdiği görülmekte birlikte söz
konusu aşamaların yukarıda yer verilen tespitler ışığında, özellikle yargı
sisteminin yapısından kaynaklanan iş yükü ve organizasyon eksikliğinden
kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Ancak Anayasa’nın 36. maddesi
ile Sözleşme’nin 6. maddesi gereğince, yargılama sisteminin, mahkemelerin
davaları makul bir süre içinde karara bağlama yükümlülüğü de dâhil olmak üzere
adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi
zorunluluğu göz önünde bulundurulduğunda, hukuk sisteminde var olan yapısal ve
organizasyona ilişkin eksikliklerin, yargılama faaliyetinin makul sürede
gerçekleştirilmemesine mazeret sayılamaz.
104. Başvurucuların tutumunun
yargılamanın uzamasına özellikle bir etkisi olduğu tespit edilmemiştir.
105. Yapılan bu tespitler
çerçevesinde davaya bütün olarak bakıldığında, başvuruya konu uyuşmazlığın
Diyarbakır Koşuyolu Parkı yakınına bırakılan bir bombanın patlatılması sonucu
kızlarının yaşamını yitirdiğinden bahisle başvurucuların uğradıkları maddi
zararın tazminine yönelik olmasına, maddi tazminat hesaplamasının bilirkişi
incelemesi gerektirmeyip ilgili Kanun’da belirtilen basit bir yönteme
dayanmasına ve dolayısıyla dava konusunun herhangi bir karmaşıklık içermemesine
karşın başvuruya konu beş yıl on ay on bir gün süren yargılama faaliyetinde makul
olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
106. Belirtilen nedenlerle,
başvurucuların Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma haklarının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
107. Başvurucular, ileri
sürdükleri hak ihlallerinin Mahkeme tarafından tespiti halinde maddi ve manevi
tazminata hükmedilmesini talep etmişlerdir.
108. Adalet Bakanlığı görüşünde, başvurucunun
tazminat taleplerine ilişkin görüş bildirilmemiştir.
109. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin
(2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal
bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak
için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden
yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine
tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu
gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
110. Başvurucular tarafından
maddi ve manevi tazminat talebinde bulunulmuş olup, mevcut başvuruda
Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiği tespit edilmiş olmakla beraber,
tespit edilen ihlalle iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı
bulunmadığı anlaşıldığından, başvurucunun maddi tazminat talebinin reddine
karar verilmesi gerekir.
111. Başvurucuların tarafı olduğu
uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık beş yıl on aylık yargılama süresi nazara
alındığında, başvurucuların yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle, yalnızca
ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında
başvuruculara takdiren 4.150,00 TL manevi tazminat
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
112. Başvurucular tarafından
yapılan ve dosyadaki belgeler uyarınca tespit edilen 198,35 harç ve 1.500,00 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin başvurucuya
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
nedenlerle;
A. Başvurucuların,
1.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan haklarının ihlal edildiği
yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
3.
Anayasa’nın 10. maddesinde güvence altına alınan eşitlik ilkesinin ihlal
edildiği yönündeki iddiasının “başvuru
yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
4.
Anayasa’nın 40. maddesinde güvence altına alınan etkili başvuru hakkının ihlal
edildiği yönündeki iddiasının “açıkça
dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Başvurucuların,
1.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının İHLAL
EDİLMEDİĞİNE,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma
hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuların her birine ayrı ayrı 4.150,00 TL manevi tazminat
ÖDENMESİNE,
D. Başvurucuların tazminata ilişkin diğer taleplerinin REDDİNE,
E. Başvurucular tarafından yapılan 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA
ÖDENMESİNE,
F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
28/5/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.