TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
NESRİN KELEŞLER VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/6943)
|
|
Karar Tarihi: 30/3/2016
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Recep
KÖMÜRCÜ
|
|
|
Alparslan
ALTAN
|
Raportör
|
:
|
Kamil KAYA
|
Basvurucular
|
:
|
1. Nesrin
KELEŞLER
|
|
|
2. Rana ÖZLÜ
|
|
|
3. Azmi
YILMAZ
|
|
|
4. Cumali
DEMİROĞLU
|
Vekili
|
:
|
Av. Hayri
TATLI
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, şirket zararının tazmini istemiyle açılan sorumluluk
davasının reddine karar verilmesine rağmen ilgili kanun maddesi hatalı
yorumlanarak davada kendini vekille temsil ettiren davalılar lehine nispi
yerine maktu vekâlet ücretine hükmedilmesiyle adil yargılanma hakkının ihlal
edildiği ve maddenin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerektiği
iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 2/9/2013 tarihinde İstanbul 15. Asliye Hukuk
Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil
edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 19/1/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 17/12/2015 tarihinde, başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar
verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 17/2/2016 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş,
3/3/2016 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir. Başvurucular, Bakanlığın
görüşüne karşı beyanlarını süresi içinde ibraz etmemişlerdir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucuların yönetim ve denetim kurulu üyesi oldukları şirketin
yönetimine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından 13/2/2004 tarihinde
alınan kararla el konulmuştır.
9. Başvurucular aleyhine, görevli oldukları şirketi 2002, 2003
ve 2004 yıllarında yönetim ve denetim kurulu üyesi olarak zarara uğrattıkları
gerekçesiyle İstanbul 14. Asliye Ticaret Mahkemesinde (Mahkeme) 28/12/2006
tarihinde şirket adına denetim kurulu üyeleri tarafından sorumluluktan
kaynaklanan tazminat davası açılmıştır.
10. Dava açıldığında talep edilen tazminat miktarı 10.000 TL iken
sonraki süreçte ıslah yoluyla bu miktar 223.366,45 TL’ye yükseltilmiştir.
11. Yargılama sırasında dosyaya sunulan ve davacı şirket ile
TMSF arasında düzenlenen 1/5/2007 tarihli temlik sözleşmesi gereğince davaya
ilişkin tüm alacak ve hakların davacı şirket tarafından TMSF’ye
devri üzerine dava, TMSF tarafından devam ettirilmiştir.
12. Yapılan yargılama sonunda Mahkemece 8/3/2010 tarihli ve
E.2006/788, K.2010/115 sayılı karar ile davacı şirketin zarara uğradığının
ispatlanamadığı, bir zarara uğramış olduğu kabul edilse bile zararın davalı
olan başvurucuların kusurundan kaynaklanmadığı gerekçesiyle davanın reddine
karar verilmiştir.
13. Mahkeme dava sonunda 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu’nun 133. maddesinin son fıkrası ve karar tarihinde yürürlükte
bulunan 2010 yılıAvukatlık Asgari Ücret Tarifesi
(AAÜT) uyarınca 1.000 TL maktu vekâlet ücretinin davacıdan alınarak
başvurucular ve diğer bir davalıya müştereken ödenmesine karar vermiştir.
14. Bu karar, davacı ve başvurucular tarafından temyiz edilmekle
Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 2/10/2012 tarihli ve E.2010/10853, K.2012/14792
sayılı ilamı ile onanmıştır.
15. Başvurucuların karar düzeltme istemi aynı Dairenin 24/5/2013
tarihli ve E.2013/3766, K.2013/10776 sayılı ilamı ile reddedilmiştir.
16. Nihai karar başvuruculara 2/8/2013 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
17. Başvurucular 2/9/2013 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuşlardır.
B. İlgili Hukuk
18. 5411 sayılı Kanun’un 133. maddesi şöyledir:
"Faaliyet izni kaldırılan bankaların tasfiyelerinin
tamamlanması ancak iflas veya tasfiye masa alacaklarının tahsil edilememiş
olması hâlinde, bankanın sorumlulukları tespit edilen ortakları, yönetim kurulu
eski üyeleri ve denetçileri aleyhine varsa ibralarının iptali ve işlemleri
nedeniyle verdikleri zararın tazmini için tasfiyenin tamamlanmasını müteakip
beş yıl içinde Fon tarafından dava açılabilir.
Fon
bankalarının hisselerinin üçüncü kişilere devir veya intikali hâlinde banka
tarafından, bankanın eski ortakları, yöneticileri ve denetçileri hakkında
açılmış olan dava ve takiplere Fon tarafından kanunî halef sıfatıyla kaldığı
yerden devam olunur. Bu dava ve takipler sonucunda hükmolunacak tutarlar Fona
ait olur. Bu bankaların başka bir bankaya devredilmesi ya da başka bir banka
ile birleşmesi, hisselerinin üçüncü kişilere devredilmesi ya da tasfiyelerine
karar verilmesi hâlinde, bu işlemlerin tamamlanmasını takip eden beş yıl içinde
bankanın sorumlulukları tespit edilen yönetim kurulu eski üyeleri ve eski denetçileri
aleyhine varsa ibralarının iptali ve işlemleri nedeniyle verdikleri zararın Fon
adına tazmini istemi ile Fon tarafından dava açılabilir. Dava açılmasına dair
Fon Kurulu kararı dava şartı olarak aranan genel kurul kararı yerine geçer.
Bu madde
kapsamında açılan veya açılacak davalar ile kanunî halef sıfatıyla takip edilen
davalarda, lehine hükmedilen tarafa vekâlet ücreti maktu olarak
belirlenir."
19. 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi şöyledir:
"Fon, alacağının tahsili bakımından yarar
görmesi hâlinde ve Fona borçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın, Fon
bankalarının;
a) Yönetim ve denetimine sahip olduğu
iştiraklerinin,
b) Hâkim ortağı olan tüzel kişilerin,
c) Gerçek ve tüzel kişi hâkim ortaklarının
hâkim ortak olduğu şirketlerin,
d) Yukarıda sayılan kişiler adına hareket eden
veya onlar hesabına kendi adına para, mal veya hak edinen şirketlerin
ortaklarının,
Bu maddede belirtilen şirketlerde sahip
oldukları hisselerinin tamamına ve/veya bir kısmına ilişkin temettü hariç
ortaklık hakları ile bu şirketlerin yönetim ve denetimini devralmaya ve şirket
ana sözleşmesinde belirlenen yönetim, müdürler ve denetim kurulu üyelerinin
sayılarıyla bağlı kalmaksızın ve imtiyazlı hisselere dayanılarak atanıp
atanmadıklarına bakılmaksızın görevden almak ve/veya üye sayısını artırmak
ve/veya eksiltmek suretiyle bu kurullara üye atamaya yetkilidir.
...
(Ek fıkra: 08/03/2006-5472 S.K./1.mad) Bu
Kanunla yürürlükten kaldırılan 4389 sayılı Bankalar Kanununun 15 inci
maddesinin (7) numaralı fıkrası ile bu madde kapsamında olan şirketler ile
sermayesinin % 50’sinden fazlasını temsil eden hisselere Fonun, Fon Bankasının
veya Fon iştiraklerinin sahip olduğu şirketler, yönetim kurulları tarafından
alacaklılarına ve borçlularına Fonun belirlediği esaslar çerçevesinde yapılacak
ilânı müteakiben düzenlenen bilançoları esas alınarak Fon Kurulu kararı ile
İcra ve İflas Kanunu, Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi olmaksızın tasfiye
olunur. Tasfiyeye ilişkin Fon Kurulu kararı şirketin infisah ettirilmesi
anlamında olup, bu şirketler Fonun yazılı bildirimi üzerine ilgili sicilden
başkaca bir işleme gerek kalmaksızın terkin olunur. Tasfiye kararı aleyhine
ilgililer tarafından açılacak davalar Fonun merkezinin bulunduğu yer idare
mahkemelerinde görülür. Fon Kurulu tarafından tasfiyesine karar verilen
şirketlerin iflas ve ihyası istenemez. Yapılan ilân neticesinde kayıt altına
alınan alacaklar Fon tarafından bu Kanun, 6183 sayılı Kanun ve İcra ve İflas
Kanununun 206 ncı maddesine
uygun olarak düzenlenecek sıra cetveli ile tasfiye kararı verilen şirketin
alacaklılarına dağıtılır. Bu madde hükümlerine uygun olarak tasfiye olunan
şirketlerin hâkim ortakları ve yöneticileri ile üçüncü şahıslar aleyhine açılan
şahsi sorumluluk, iflas ve alacak davaları kanunî halef; ceza davaları kanunî müdahil
sıfatıyla Fon tarafından devam ettirilir..."
20. 24/12/2009 tarihli ve 27442 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan 2010 yılı AAÜT’nin 3. maddesinin (2)
numaralı fıkrası şöyledir:
"Müteselsil sorumluluk da dahil olmak
üzere, birden fazla davalı aleyhine açılan davanın reddinde, ret sebebi ortak
olan davalılar vekili lehine tek, ret sebebi ayrı olan davalılar vekili lehine
ise her ret sebebi için ayrı ayrı avukatlık ücretine hükmolunur. "
21. 2010 yılı AAÜT’nin ikinci kısmının
ikinci bölümü şöyledir:
"Yargı Yerleri ile İcra ve İflas
Dairelerinde Yapılan ve Konusu Para Olmayan veya Para ile Değerlendirilemeyen
Hukuki Yardımlara Ödenecek Ücret
...
7. Asliye Mahkemelerinde takip edilen davalar için 1.000,00 TL
..."
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
22. Mahkemenin 30/3/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucuların
İddiaları
23. Başvurucular, aleyhlerine açılan şirket zararının tazmini
istemli sorumluluk davasının reddine karar verilerek 5411 sayılı Kanun’un 133.
maddesinin son fıkrası gereğince lehlerine maktu vekâlet ücretine
hükmedildiğini, söz konusu maddede bankayı zarara uğratan kişiler aleyhine
açılan davalar ile kanuni halef sıfatıyla takip edilen davalardan
bahsedildiğini ancak kendilerinin bir bankanın yönetim ve denetim kurulu üyesi
olmadıklarını, başvuru konusu davada alacağı temlik edilen şirketin banka
olmadığını, alacağın da banka alacağı değil şirket alacağı olduğunu, davada
kanuni halefiyet değil sözleşmesel
halefiyet bulunduğunu, bu nedenle 5411 sayılı
Kanun’un 133. maddesinin davada uygulanamayacağını, TMSF’nin
el koyduğu şirketlerle ilgili davaların anılan Kanun’un 134. maddesinde
düzenlendiğini, başvuru konusu davanın bu maddeye dayanılarak açıldığını ve bu
davaların sonunda nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerektiğini, anılan
maddenin somut davayla ilgili fıkrasının 2006 yılında yürürlüğe girdiğini oysa
dava konusu olayların 2004 yılında meydana geldiğini, dolayısıyla Kanun
hükmünün geçmişe etkili şekilde uygulandığını, dava devam ederken halefiyet yoluyla davanın tarafı değiştirilip vekâlet
ücretinin maktuya dönüştürülmesiyle hukuk güvenliğinin ihlal edildiğini, Derece
Mahkemelerinin, avukatın devletten para kazanmasını engellemek için 5411 sayılı
Kanun’un 133. maddesinin son fıkrasını bilerek yanlış yorumlayıp 134. maddeye
dayanılarak açılan davalarda da bu fıkrayı uyguladıklarını, doğru uygulandığı
kabul edilse bile fıkrada geçen "ile
kanunî halef sıfatıyla takip edilen davalar" ibaresinin
Anayasa’ya aykırı olduğunu belirterek Anayasa’nın 2., 10., 35. ve
36.maddelerinde düzenlenen ilke ve hakların ihlal edildiğini ileri sürmüş;
başvuru konusu davada hükmedilmesi gereken nispi vekâlet ücretinin tazminat
olarak ödenmesi talebinde bulunmuşlardır.
B. Değerlendirme
24. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
25. Başvurucular Anayasa’nın 2., 10., 35. ve 36.maddelerinde
düzenlenen ilke ve hakların ihlal edildiğini ileri sürmüş olmakla birlikte
başvurucuların iddialarının özü, aleyhlerine açılan davanın reddine karar
verilmesiyle kendilerine nispi vekâlet ücreti verilmesi gerekirken hukuk kurallarının
hatalı yorumlanması sonucunda maktu vekâlet ücretine hükmedildiğine ilişkindir.
Bu itibarla başvurucuların anılan iddialarının adil yargılanma hakkı kapsamında
mahkemeye erişim hakkı yönünden incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
26. Başvurucuların, hukuk kurallarının doğru uygulandığı kabul
edilse bile ilgili Kanun hükmünün Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptal
edilmesi gerektiğine ilişkin iddiaları ayrıca incelenmiştir.
1. Mahkemeye Erişim
Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
27. Başvurucular, aleyhlerine açılan şirket zararının tazmini
istemli sorumluluk davasının reddine karar verilerek 5411 sayılı Kanun’un 133.
maddesinin son fıkrası gereğince lehlerine maktu vekâlet ücretine
hükmedildiğini, söz konusu maddede bankayı zarara uğratan kişiler aleyhine
açılan davalar ile kanuni halef sıfatıyla takip edilen davalardan
bahsedildiğini ancak kendileri bir bankanın yönetim ve denetim kurulu üyesi
olmadıklarını, başvuru konusu davada alacağı temlik edilen şirketin banka
olmadığını, alacağın da banka alacağı değil şirket alacağı olduğunu, davada
kanuni halefiyet değil sözleşmesel
halefiyet bulunduğunu, bu nedenle 5411 sayılı
Kanun’un 133. maddesinin davada uygulama yeri bulunmadığını, TMSF’nin el koyduğu şirketlerle ilgili davaların anılan
Kanun’un 134. maddesinde düzenlendiğini, başvuru konusu davanın bu maddeye
dayanılarak açıldığını ve bu davaların sonunda nispi vekâlet ücretine
hükmedilmesi gerektiğini belirterek Anayasa’nın 2., 10., 35. ve 36.maddelerinde
düzenlenen ilke ve hakların ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
28. Bakanlık görüş yazısında başvurucuların anılan şikâyetinin
derece mahkemesi tarafından delillerin değerlendirilmesi ve hukuk kurallarının
yorumlanmasına yönelik olduğu değerlendirilerek Anayasa Mahkemesinin önceki
kararlarına ve bu kapsamda sunulan görüşlerine atfen bu iddia hakkında görüş
sunulmayacağı bildirilmiştir.
29. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."
30. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin
ilgili kısmı şöyledir:
"Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile
ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar
konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak
görülmesini isteme hakkına sahiptir."
31. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme
yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşmenin
lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının
kapsamına dâhil edilen gerekçeli karar hakkı ve silahların eşitliği ilkesi gibi
ilke ve haklara Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 38).
32. Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde,
mahkemeye erişim hakkına açıkça yer verilmemişse de maddenin (1) numaralı
fıkrasındaki "herkes medeni hak ve
yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen
suçlamalar konusunda karar verecek olan, ... bir mahkeme tarafından davasının
... görülmesini isteme hakkı..." ifadeleri çerçevesinde ve
hakkın -doğası gereği- mahkemeye erişim hakkını da kapsadığının kabulü gerekir.
33. Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne
taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını
isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen
veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka ifadeyle mahkeme
kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal
edebilir (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 52).
34. Vekâlet ücreti, davayı vekille takip eden ve davası kabul
edilen lehine hükmedilen bir ücrettir.Dava
aşamasında kimin lehine ya da aleyhine olacağı önceden belli olmayan bu ücret
yükümlülüğü, bir usul kuralı olup mahkemeye erişim hakkı ile ilişkilidir (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013,
§ 38).
35. Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp
sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlandırmaların;
hakkın özünü zedeleyecek şekilde hakkı kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi,
açık ve ölçülü olması, başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Serkan Acar, § 38).
36. Vekâlet ücreti bir yargılama gideri olup kural olarak bu tür
giderler mahkemeye erişim hakkına müdahale teşkil eder. Ancak gereksiz
başvuruların önlenerek dava sayısının azaltılması ve böylece mahkemelerin
gereksiz yere meşgul edilmeksizin uyuşmazlıkları makul sürede bitirebilmesi
amacıyla başvuruculara belli yükümlülükler öngörülebilir. Bu yükümlülüklerin
kapsamını belirlemek, kamu otoritelerinin takdir yetkisi içindedir. Öngörülen
yükümlülükler dava açmayı imkânsız hâle getirmedikçe ya da aşırı derecede
zorlaştırmadıkça mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği söylenemez (Serkan Acar, § 39).
37. Başvuru konusu olayda, başvurucular aleyhine açılan şirket
zararının tazmini istemli sorumluluk davasının reddine karar verilerek 5411
sayılı Kanun’un 133. maddesinin son fıkrası gereğince başvurucular lehine maktu
vekâlet ücretine hükmedilmiştir.Başvurucular, söz
konusu maddenin somut davada uygulama yeri bulunmadığını, başvuru konusu
davanın anılan Kanun’un 134. maddesine dayanılarak açıldığını ve bu maddeye
göre açılan davaların sonunda nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerektiğini,
derece mahkemelerinin, avukatın devletten para kazanmasını engellemek için 5411
sayılı Kanun’un 133. maddesinin son fıkrasını bilerek yanlış yorumladıklarını
ileri sürmüşlerdir.
38. Bir kanuni düzenlemenin bireylerin davranışını
düzenleyebileceği kadar kesinlik içermesi, kişinin gerektiği takdirde hukuki
yardım almak suretiyle bu kanunun düzenlediği alanda belli bir eylem nedeniyle
ortaya çıkacak sonuçları makul bir düzeyde öngörebilmesi gerekmektedir.
Öngörülebilirliğin mutlak ölçüde olması gerekmez. Kanunun açıklığı arzu edilir
bir durum olmakla birlikte bazen aşırı bir katılığı da beraberinde getirebilir.
Oysa hukukun ortaya çıkan değişikliklere uyarlanabilmesi gerekmektedir. Birçok
kanun, işin doğası gereği yorumlanması ve uygulanması pratik gerçekliğe bağlı
olan yoruma açık formüller içermektedir (Kamil Koç, B. No: 2012/660, 7/11/2013, § 71).
39. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurular için benimsediği
temel yaklaşım doğrultusunda kural olarak bireysel başvuruya konu davadaki
olayların kanıtlanması, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması,
yargılama sırasında delillerin kabul edilebilirliği ve değerlendirilmesi ile
kişisel bir uyuşmazlığa derece mahkemeleri tarafından getirilen çözümün esas
yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesinde değerlendirmeye tabi
tutulamaz. Anayasa’da yer alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece ve
derece mahkemelerinin kararlarıaçık keyfîlik içermedikçe kararlardaki maddi ve hukuki hatalar
bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Bu çerçevede derece mahkemelerinin
delilleri değerlendirmesinde ve hukuk kuralını yorumlamasında bariz takdir
hatası bulunmadıkça Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu
olamaz (Kenan Özteriş,
B. No: 2012/989, 19/12/2013, § 48). Somut başvuruda da Anayasa Mahkemesinin
görevi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması konusunda derece
mahkemelerinin takdir ve değerlendirmelerini denetlemek olmayıp usule ilişkin
uygulamanın, başvurucuların mahkemeye erişim haklarını Anayasa’ya aykırı olarak
kısıtlayıp kısıtlamadığını denetlemektir.
40. Başvuruya konu davada vekâlet ücreti miktarının tayininde
dikkate alınan 5411 sayılı Kanun’un 133. maddesi 1/11/2005 tarihinde yürürlüğe
girmiş olup bu maddenin birinci ve ikinci fıkralarında, faaliyet izni
kaldırılan bankaların tasfiyelerinin tamamlanması ancak iflas veya tasfiye masa
alacaklarının tahsil edilememiş olması hâlinde bankanın sorumlulukları tespit
edilen ortakları, yönetim kurulu eski üyeleri ve denetçileri aleyhine varsa
ibralarının iptali ve işlemleri nedeniyle verdikleri zararın tazmini için TMSF
tarafından dava açılabileceği, fon bankalarının hisselerinin üçüncü kişilere
devir veya intikali hâlinde bankanın eski ortakları, yöneticileri ve
denetçileri hakkında açılmış olan dava ve takiplere TMSF tarafından kanuni
halef sıfatıyla kaldığı yerden devam olunacağı düzenlenmiştir. Maddenin son
fıkrasında ise bu madde kapsamında açılan veya açılacak davalar ile kanuni
halef sıfatıyla takip edilen davalarda, lehine hükmedilen tarafa vekâlet
ücretinin maktu olarak belirleneceği düzenlenmiştir (bkz. § 18).
41. Anılan Kanun’un 134. maddesinde ise TMSF’nin,
alacağının tahsili bakımından yarar görmesi hâlinde fon bankalarının ilişkili
olduğu bazı iştiraklerin, tüzel kişilerin, şirketlerin, bazı şirket
ortaklarının maddede belirtilen şirketlerde sahip oldukları hisselerinin
tamamına ve/veya bir kısmına ilişkin temettü hariç ortaklık hakları ile bu
şirketlerin yönetim ve denetimini devralmaya yetkili olduğu belirtilmiştir.
14/3/2006 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak aynı
tarihte yürürlüğe giren 8/3/2006 tarihli ve 5472 sayılı Kanun ile maddeye
eklenen onuncu fıkrada, madde kapsamındaki şirketlerin tasfiyesine ilişkin
düzenlemeler öngörülmüş ve bu madde hükümlerine uygun olarak tasfiye olunan
şirketlerin hâkim ortakları ve yöneticileri ile üçüncü şahıslar aleyhine açılan
şahsi sorumluluk, iflas ve alacak davalarının kanuni halef; ceza davalarının
kanuni müdahil sıfatıyla TMSF tarafından devam ettirileceği belirtilmiştir
(bkz. § 19).
42. Somut davanın da 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesi
kapsamında kalan bir dava olduğu ve davayı gören Mahkeme ve Yargıtay 11. Hukuk
Dairesinin, 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesindeki "tasfiye olunan şirketlerin hâkim ortakları ve yöneticileri ile
üçüncü şahıslar aleyhine açılan şahsi sorumluluk, iflas ve alacak davalarının
kanunî halef sıfatıyla TMSF tarafından devam ettirileceğine"
ilişkin düzenlemeden hareketle davanın TMSF tarafından kanuni halef sıfatıyla
devam ettirildiğini değerlendirerek anılan Kanun'un 133. maddesinde geçen "kanunî halef sıfatıyla takip edilen davalarda,
maktu vekâlet ücretine hükmedileceği"ne ilişkin hükmün, 134.
maddeye dayanılarak açılan davada da uygulanacağı sonucuna vardıkları ve bu
hüküm gereğince başvurucular lehine maktu vekâlet ücretine hükmettikleri
anlaşılmaktadır.
43. Derece Mahkemelerince hukuki belirlilik ve hukuk güvenliği
ilkelerine uygun olarak yapılan bu değerlendirme ve ulaşılan sonuç, açık keyfîlik içermediği gibi belirtilen kanun hükümlerine
önceden öngörülmeyecek şekilde olağanın dışında bir anlam vermek suretiyle
sonuca ulaşıldığına dair bir uygulama olarak da değerlendirilmemiştir.
44. Başvurucular, ayrıca 5411 sayılı Kanun’un 134. maddesinin
somut davayla ilgili onuncu fıkrasının 2006 yılında yürürlüğe girdiğini oysa
dava konusu olayların 2004 yılında meydana geldiğini, dolayısıyla Kanun
hükmünün geçmişe etkili şekilde uygulandığını, dava devam ederken halefiyet yoluyla davanın tarafı değiştirilip vekâlet
ücretinin maktuya dönüştürülmesiyle hukuk güvenliğinin ihlal edildiğini ileri
sürmüşlerdir.
45. Devletin -kendisi taraf olsun ya da olmasın- davanın
taraflarından birini diğerine nazaran önemli ölçüde avantajlı hâle getiren
kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği ilkesi ve dolayısıyla
yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına aykırılık oluşturur. Bir
başka ifadeyle yasama organının yargılamadaki taraflardan birinin lehine sonuç
doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda, davanın taraflarının eşit
konumda olduğu söylenemez. Bunun için yargısal süreci etkilediği iddia edilen
düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı şansını önemli ölçüde
azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme arasında bir illiyet bağı
bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan başka etken ortaya
çıkmamış olması gerekir (Zekiye Şanlı,
B. No: 2012/931, 26/6/2014, § 72).
46. Bununla birlikte somut başvuruya konu 5411 sayılı Kanun’un
134. maddesine 5472 sayılı Kanun ile eklenen onuncu fıkradaki düzenlemenin
yürürlük tarihi somut davanın açılmasından önce olduğu gibi bu fıkrada
getirilen düzenlemeler davanın esasını etkileyen veya bir tarafın başarı
şansını değiştiren nitelikte değildir. Söz konusu fıkrada getirilen düzenleme
Derece Mahkemelerince, devam eden davalarda takdir edilecek vekâlet ücreti
yönünden uygulanmaktadır. Vekâlet ücreti ise bir usul hukuku kavramı olup bu
konuda yapılan yasal değişiklikler derhâl uygulanma niteliğini haizdir. Ayrıca
bahsedilen düzenleme davanın her iki tarafı için vekâlet ücretini maktu hâle
getirdiğinden ve davayı her iki tarafın da kazanma imkânı bulunduğundan
düzenlemenin silahların eşitliği ve hukuki güvenlik ilkelerine, dolayısıyla
yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına aykırı bir düzenleme
olduğundan bahsedilemez. Keza benzer davalarda, dava lehlerine sonuçlanan
davalıların TMSF’den alacakları vekâlet ücreti
düşerken, davayı kaybeden davalıların ödemek zorunda kaldıkları vekâlet
ücretleri de düşmekte ve söz konusu düzenleme TMSF için bazen lehe bazen aleyhe
sonuç doğurmaktadır.
47. Öte yandan alınacak hukuki yardımın niteliği ve maliyetinin
vekil ile müvekkil arasındaki vekâlet sözleşmesine bağlı bir ilişki olduğu ve
alınan hukuki yardımın maliyetinin buna göre ciddi miktarda farklılıklar
göstereceği açıktır. Kanun koyucunun vekâlet ücretini karşı tarafa
yüklemesindeki amaç, haksız yere dava açılmasına neden olanlara yargılama
giderlerinin yükletilmesi olup davanın niteliğine göre makul ve kabul
edilebilir bir ücretin belirlenmesi hakkaniyete uygun bir yargılama ve
mahkemeye erişim sağlamak için yeterli kabul edilmelidir. Mahkemelerce hüküm
verilenden daha yüksek ücret öngören vekâlet sözleşmeleri vekil ile müvekkili
bağlayacağından hükmedilen ücret bireylerin mahkemeye erişim haklarını
engellemedikçe Anayasa Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu olamaz (Mürsel Malkoç [GK], B. No: 2013/9466,
27/10/2015, § 47).
48. Haksız yere dava açsa veya açılmasına sebebiyet verse bile
bir kimsenin, karşı tarafın o dava nedeniyle yaptığı masraflardan daha fazla
bir külfete katlanmak zorunda bırakılmasının hukuk devleti yönünden bir
zorunluluk olduğu savunulamaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).
49. Sonuç olarak Derece Mahkemelerinin ilgili Kanun hükümlerini
yorumlayarak somut davada başvurucular lehine maktu vekâlet ücretine
hükmetmeleri açık keyfîlik içeren bir uygulama
olmadığı gibi başvurucular lehine hükmedilen vekâlet ücretinin, başvurucuların
mahkemeye erişim haklarına yönelik orantısız bir müdahale oluşturmadığı
kanaatine ulaşılmıştır. Davanın karara bağlandığı tarihte bir aylık asgari ücret
miktarının üstünde 1.000 TL vekâlet ücretinin, ülke şartlarında davalıların
vekille temsil edilmelerine ve asgari düzeyde de olsa hukuki yardım almalarına
yetmeyeceği de söylenemez. Bu itibarla başvurucuların mahkemeye erişim
haklarının özüne zarar verecek nitelikte bir sınırlama bulunmadığı sonucuna
varılmıştır.
50. Açıklanan nedenlerle mahkemeye erişim hakkının ihlal
edildiğine ilişkin iddianın açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
2. Davada Uygulanan
Kuralın Anayasaya Aykırı Olması Nedeniyle İptal Edilmesi Gerektiğine İlişkin
İddia
51. Başvurucular, 5411 sayılı Kanun’un 133. maddesinin son
fıkrasının başvuru konusu davada doğru uygulandığı kabul edilse bile fıkrada
geçen "ile kanunî halef sıfatıyla takip
edilen davalar" ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğunu
belirterek söz konusu ibarenin iptalini talep etmişlerdir.
52. Bakanlık görüş yazısında, yasama işlemleri ile düzenleyici
idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı belirtilerek
anılan iddianın konu bakımından yetki bakımından kabul edilebilir olup olmadığı
incelenirken bu hususların gözönünde bulundurulması
gerektiği yönünde beyanda bulunulmuştur.
53. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un "Bireysel başvuru hakkı" kenar başlıklı 45.
maddesinin (3) numaralı fıkrası şöyledir:
"Yasama işlemleri ile düzenleyici idari
işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağıgibi
Anayasa Mahkemesi kararları ile Anayasanın yargı denetimi dışında bıraktığı
işlemler de bireysel başvurunun konusu olamaz."
54. 6216 sayılı Kanun’un "Bireysel
başvuru hakkına sahip olanlar" kenar başlıklı 46. maddesinin
(1) numaralı fıkrası şöyledir:
"Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı
ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı
doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir."
55. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü ve 6216 sayılı Kanun’un
45. maddesinin (1) numaralı fıkraları uyarınca Anayasa’da güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Sözleşme ve buna ek Türkiye’nin taraf
olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal
edildiğini iddia eden herkese Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapma hakkı
tanınmıştır.
56. 6216 sayılı Kanun’un 45. maddesinin (3) numaralı fıkrasında
ise yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel
başvuru yapılamayacağı kurala bağlanmıştır.
57. Bireysel başvuru yolu, bireylerin maruz kaldığı temel hak ihlallerinin
tespit edildiği ve tespit edilen ihlalin ortadan kaldırılması için etkin
araçları içeren anayasal bir güvencedir. Ancak Anayasa Mahkemesine bireysel
başvuru yolu, yasama işlemlerinin soyut biçimde Anayasa’ya aykırılığının ileri
sürülmesini sağlayan bir yol olarak düzenlenmemiştir (Süleyman Erte, B. No: 2013/469, 16/4/2013,
§ 15).
58. Somut olayda başvurucular, 5411 sayılı Kanun’un 133.
maddesinin son fıkrasında geçen "ile
kanunî halef sıfatıyla takip edilen davalar" ibaresinin
Anayasa’ya aykırı olduğunu ve iptali gerektiğini ileri sürmekle doğrudan ve
soyut olarak yasama işlemi aleyhine başvuru yapmışlardır.
59. Bir yasama işleminin, temel hak ve özgürlüğün ihlaline neden
olması durumunda, bireysel başvuru yoluyla doğrudan yasama işlemine değil ancak
yasama işleminin uygulanması mahiyetindeki işlem, eylem ve ihmallere karşı
başvuru yapılabilir (Süleyman Erte,
§ 17). Diğer bir ifadeyle bireysel başvuru kapsamında bir yasama işleminin
doğrudan ve soyut olarak Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa
Mahkemesine başvuru yapılamaz.
60. Açıklanan nedenlerle davada uygulanan kuralın Anayasaya
aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerektiğine ilişkin iddianın konu bakımından yetkisizlik nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Davada uygulanan kuralın Anayasaya aykırı olması nedeniyle
iptal edilmesi gerektiğine ilişkin iddianın konu
bakımından yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucular üzerinde BIRAKILMASINA
30/3/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.