TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
ATİLA OĞUZ BOYALI BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/99)
|
|
Karar Tarihi: 20/3/2014
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Alparslan ALTAN
|
Üyeler
|
:
|
Engin YILDIRIM
|
|
|
Celal Mümtaz AKINCI
|
|
|
Muammer TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
Raportör
|
:
|
Serhat ALTINKÖK
|
Başvurucu
|
:
|
Atila Oğuz BOYALI
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, dava dosyası kapsamında
verilen birleştirme kararı sonrasında tanıkların dinlenmediğini ve
yargılamasının makul olmayan bir sürede sonuçlandığını ileri sürerek
Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 4/1/2013 tarihinde Anayasa
Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit
edilmiştir.
3. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca,
28/3/2013 tarihinde başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Bölüm, 20/5/2013 tarihinde yapılan
toplantıda kabul edilebilirlik ve esas hakkındaki incelemenin birlikte
yapılmasına karar vermiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular
21/6/2013 tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı, görüşünü
18/7/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Adalet Bakanlığı tarafından Anayasa
Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya 22/7/2013 tarihinde bildirilmiştir.
Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı beyanlarını 7/8/2013 tarihinde
Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve ekleri ile Adalet
Bakanlığının görüşünde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucunun, 1998-1999 yıllarında
Emekli Sandığı Genel Müdürlüğüne bağlı sosyal güvencesi olan bazı kişiler adına
sağlık karnelerini kullanarak, hak sahiplerinin bilgisi dışında sahte reçeteler
düzenlediği ve izinli olduğu dönemde resmi reçete tanzim ettiği gerekçesiyle
15/8/2000 tarihinde Emekli Sandığı müfettişi tarafından ön inceleme raporu
düzenlenmiştir. Emekli Sandığı müfettişi tarafından hazırlanan 15/8/2000
tarihli ön inceleme raporu üzerine görevlendirilen Sağlık Bakanlığı
Müfettişince başvurucunun iddia edilen eylemleri gerçekleştirdiği yönünde bulgu
olmadığı yönünde rapor hazırlanmıştır. Ayaş Kaymakamlığınca, 5/10/2000
tarihinde, başvurucu hakkında Sağlık Bakanlığı Müfettişinin raporu
doğrultusunda soruşturma izni verilmemesine karar verilmiştir.
9. Ayaş Kaymakamlığının soruşturma
izni verilmemesine ilişkin kararı, itiraz üzerine Ankara Bölge İdare
Mahkemesinin 30/10/2000 tarihli kararı ile kaldırılmış ve dosya Cumhuriyet
Başsavcılığına gönderilmiştir.
10. Başvurucu hakkında, Ankara 4. Ağır
Ceza Mahkemesinde 2001/83 Esas sayılı dosya ile dava açılmıştır.
11. Başvurucu hakkındaki dava, “Emekli Sandığına bağlı olarak sağlık yardımından
yararlanan hak sahiplerinin bilgileri dışında sağlık karnelerini kullanarak
ilaç için reçete düzenleyerek bedellerini Emekli Sandığına ödettirme”
iddiasıyla başvurucunun eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki
E.2001/53 sayılı dosya ile birleştirilmiştir.
12. Birleştirme kararı öncesinde,
başvurucunun suçlanmasına esas olan tanık ifadeleri tutanağa bağlanmış, ancak
başvurucuya tanıklara soru sorma ve savunma yapma hakkı tanınmamıştır.
13. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi
1/2/2002 tarih ve E.2001/53, K.2002/20 sayılı kararıyla başvurucunun 1/3/1926
tarih ve 765 sayılı Mülga Türk Ceza Kanunu’nun 240. maddesi gereğince görevi
kötüye kullanmak suçundan hapis cezası ile cezalandırılmasına ve cezanın
ertelenmesine karar vermiştir.
14. Başvurucu hakkında verilen hüküm,
temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005 tarih ve
E.2003/12837, K.2005/11624 sayılı kararı ile bozulmuştur. Bozma kararında
başvurucu üzerine atılı suçun vasfı “belgede
sahtecilik ve dolandırıcılık” olarak değiştirilmiştir.
15. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi,
28/9/2006 tarih ve E.2006/95, K.2006/354 sayılı kararı ile Yargıtay 6. Ceza
Dairesinin bozma kararına uyarak başvurucu hakkında “kamu kurumunu dolandırmak” ve “memurun sahteciliği” suçundan hüküm tesis etmiştir. Ankara
2. Ağır Ceza Mahkemesinin 28/9/2006 tarihli kararına göre başvurucunun 2 yıl 14
ay 10 gün hapis ve 38,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına ve 647
sayılı Kanun’un 6. maddesine göre cezanın ertelenmesine yer olmadığına karar
verilmiştir.
16. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinin
verdiği karar başvurucu tarafından temyiz edilmiş ve Yargıtay 11. Ceza
Dairesinin 15/10/2012 tarih ve E.2009/3626, K.2012/17298 sayılı ilamı ile
onanmıştır.
17. Onama kararı başvurucu tarafından
UYAP üzerinden 6/12/2012 tarihinde öğrenilmiş, 4/1/2013 tarihinde bireysel
başvuruda bulunulmuştur.
B. İlgili
Hukuk
18. 1/3/1926 tarih ve 765 sayılı Mülga
Türk Ceza Kanunu’nun 504. maddesi şöyledir:
“Yukarıdaki maddede belirtilen
dolandırıcılık suçu;
…
7. Kamu
kurum ve kuruluşlarının veya kamu yararına çalışan hayır kurumlarının zararına
olarak,
…
İşlenirse,
faile iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve sağladığı haksız menfaatin iki
misli kadar ağır para cezası verilir.
Suçun
işlenmesinde yukarıda yazılı hallerden iki veya daha fazlası birleşirse hapis
cezasının asgari haddi üç yıl ağır hapistir.”
19. 765 sayılı Mülga Kanun’un 339.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Bir memur memuriyetini icrada
tamamen veya kısmen sahte bir varaka tanzim eder veya hakiki bir varakayı
tağyir ve tahrif eyler ve bundan dolayı umumi ve hususi bir mazarrat tevellüt
edebilirse üç seneden on seneye kadar ağır hapis cezasına mahküm
olur. Eğer işbu varaka sahteliği ispat edilmedikçe muteber olan evrak
kabilinden ise ağır hapis cezası beş seneden on iki seneye kadar verilir.”
20. 765 sayılı Mülga Kanun’un 240.
maddesi şöyledir:
“Kanunda yazılı hallerden başka her
ne suretle olursa olsun vazifesini suiistimal eden memur derecesine göre üç
aydan üç seneye kadar hapis olunur. Cezayı tahfif edecek sebeplerin vücudu
halinde bir aydan az olmamak üzere hapis ve otuz liradan yüz liraya kadar ağır
cezayı nakdi ile cezalandırılır ve her halde müebbeden
veya muvakkaten memuriyetten mahrum edilir.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
21. Mahkemenin 20/3/2014 tarihinde
yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 4/1/2013 tarih ve 2013/99 numaralı
bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
22. Başvurucu, hakkında devam eden ceza
davasında verilen birleştirme kararı sonrasında tanıklara soru sorma ve savunma
yapma hakkının engellendiğini, tanık ifadeleri dikkate alınmaksızın hakkında
hüküm tesis edildiğini, usul ve teamüllere aykırı delil toplanmak suretiyle
mahkûm edildiğini ve makul sürede yargılanmadığını ileri sürerek Anayasa’nın
36. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.
B. Değerlendirme
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
a. Başvurunun
Süresinde Yapılıp Yapılmadığı
23. Adalet Bakanlığı görüşünde,
30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun’un geçici l. maddesinin (8) numaralı fıkrasında yer
alan “Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra
kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvurulan
inceler.” şeklindeki düzenleme karşısında, Anayasa Mahkemesinin
zaman bakımından yetkisinin başlangıcının 23/9/2012 tarihi olduğunu, ancak bu
tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararların bireysel başvurunun konusu
olabileceğini, Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin geri yürür
biçimde uygulanmamasının hukuk güvenliği ilkesinin bir gereği olduğunu,
başvurucu hakkındaki kararın 15/10/2012 tarihinde Yargıtayca
onandığını, başvurucunun bu karardan 6/12/2012 tarihinde haberdar olduğunu ve
4/1/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurduğunu, söz konusu başvurunun
zaman bakımından yetki de dâhil olmak üzere kabul edilebilirlik incelemesinde
bu hususların Anayasa Mahkemesince dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir.
24. Başvurucu, başvurunun süresinde
yapıldığını beyan ederek Adalet Bakanlığının görüşüne katılmamıştır.
25. 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un, “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45.
maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“İhlale neden olduğu ileri sürülen
işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru
yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir”
26. 6216 sayılı Kanun’un 47. maddesinin
(5) numaralı fıkraları şöyledir:
“Bireysel başvurunun, başvuru
yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin
öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. …”
27. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 64. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvurunun, başvuru
yollarının tüketildiği ve buna ilişkin kararın kesinleştiği tarihten, başvuru
yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde
yapılması gerekir.”
28. Bireysel başvurunun kabul
edilebilirlik koşullarından olan başvuru süresine riayet edilmesi şartı,
bireysel başvuru incelemesinin her aşamasında resen nazara alınması gereken bir
başvuru koşuludur.
29. Yukarıda belirtilen hükümler
uyarınca bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği ve buna ilişkin
kararın kesinleştiği, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten
itibaren otuz gün içinde yapılması gerekmektedir. Bu yönüyle başvuru yollarının
tüketilmesi ve başvuru süresine ilişkin koşullar arasında yakın bir bağlantı
bulunmaktadır. Ancak belirtilen hükümlerde yer verilen olağan başvuru yolları
ibaresinin, başvurucunun şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı
sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek nitelikte, kullanılabilir ve etkili
başvuru yolları olarak anlaşılması gerekir. Olağan başvuru yollarının tamamının
tüketilmesi ibaresinin katı bir şekilde yorumlanması, bir
takım başvurular açısından bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmayan
neticelere yol açabilecektir. Bu nedenle, olayın özel şartları içinde etkisiz
ve yetersiz olan bir kanun yolunun tüketilmesi şartı aranmaksızın, her bir
başvuru yolunun somut başvurular açısından etkili olup olmadığının münferiden
denetlenmesi gerekmektedir (B. No: 2013/1582, 7/11/2013, § 20).
30. Bireysel başvurunun, başvuru yolu
öngörülmüş olması halinde bu yolun tüketildiği ve buna ilişkin kararın
kesinleştiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerektiği
belirtilmekle beraber, başvuru süresinin başlangıç tarihinin belirlenmesi
hususunda başvurucunun nihai karardan yeterince bilgi sahibi olması aranacaktır.
Bu noktada, nihai kararın tebliğinin öngörüldüğü hallerde tebliğ tarihinin,
tebliğ şartı öngörülmeyen hallerde ise başvurucunun kararın içeriğini kesin
olarak öğrenebildiği tarihin esas alınması gerekir. Başvuruda bulunmak için
hükmün kesinleşmesi şartı, başvuru yollarının tüketilmesi anlamında
değerlendirilmelidir (B. No: 2013/1936, 18/9/2013, § 24).
31. 5271 sayılı Kanun’un 35. maddesinin
(1) numaralı fıkrasında, ilgili tarafın yüzüne karşı verilen kararın kendisine
açıklanacağı ve isterse kararın bir örneğinin de verileceği hükme bağlamıştır.
Bu düzenlemeye göre, ceza yargılaması neticesinde mahkemelerce verilen
mahkûmiyet kararları ilgilisine tebliğ edilmemektedir. Hukuk muhakemesi
açısından ise 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 90 ila 94. maddelerinde
sürelerle ilgili düzenleme yapılmış ve sürelerin taraflara tebliğ tarihinden
veya kanunda öngörülen hallerde tefhim tarihinden itibaren işlemeye başlayacağı
hükme bağlanmıştır.
32. Dolayısıyla, tebliğ edilmeyen ceza
kararları açısından Anayasa Mahkemesine başvuru süresinin başlangıcının,
başvurucunun ceza kararını öğrenme tarihi olarak kabul edilmesi gerekir.
33. Somut olayda başvurucu, Yargıtay
11. Ceza Dairesinin 15/10/2012 tarih ve E.2009/3626, K.2012/17298 sayılı
kararını, 6/12/2012 tarihinde UYAP sistemi üzerinden öğrendiğini beyan etmiş ve
öğrenme tarihinden itibaren 30 günlük yasal süresi içerisinde Anayasa
Mahkemesine başvurmuştur.
b. Hak Arama
Hürriyetinin İhlali İddiası
34. Başvurucu, hakkında devam eden ceza
davasında verilen birleştirme kararı sonrasında tanıklara soru sorma ve savunma
yapma hakkının engellendiğini, tanık ifadeleri dikkate alınmaksızın hakkında
hüküm tesis edildiğini, usul ve teamüllere aykırı delil toplanmak suretiyle
mahkûm edildiğini iddia etmiştir.
35. Adalet Bakanlığı görüşünde, derece
mahkemeleri tarafından yapılan maddi ve hukuki hataların, ancak Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve
özgürlüklerin ihlali söz konusu olduğu ölçüde bireysel başvuruya konu
edilebileceğini, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru yoluyla derece mahkeme
kararlarını gözden geçiren dördüncü derece bir yargı organına dönüştürülemeyeceğini, AİHS’in 6. maddesi ve Anayasa’nın 36. maddesi her ne kadar
adil yargılanma hakkını teminat altına almakta ise de delillerin kabul
edilebilirliği veya değerlendirilmesi gibi konuların öncelikle derece
mahkemelerini ilgilendirdiğini, delillerin kabul edilmesi ve yorumlanmasına
ilişkin takdir yetkisinin derece mahkemelerine ait olduğunu, derece
mahkemelerince olgular veya hukukun değerlendirilmesinde yapılan yanlışlıkların
Anayasa ve AİHS tarafından güvence altına alınan haklar ve özgürlükler ihlal
edilmediği sürece bireysel başvuruya konu edilemeyeceğini belirtmiştir.
36. Adalet Bakanlığı, dosya münderecatına göre ilk derece
mahkemesinin birleştirme kararından sonra yapılan ilk duruşmada yokluğunda
yapılan işlemlerin ve dinlenen tanık beyanlarının başvurucunun yüzüne karşı
okunduğunu, okunan tanık beyanlarına karşı başvurucu ve vekilinin herhangi bir
diyeceğinin olmadığının duruşma esnasında ifade edildiğini, hatta bir kısım
tanıkların dinlenmesinden vazgeçilmesi ve önceki ifadeleriyle yetinilmesinin
başvurucu tarafından istendiğini, birleştirme kararından sonra da bir kısım tanıkların
başvurucunun da katıldığı duruşmada dinlendiğini, derece mahkemesinin karar
verirken sanıkların ifadelerine, bilirkişi raporlarına, birleştirme kararından
önce ve sonra dinlenen tanık ifadelerine dayandığını belirtmiştir.
37. Başvurucu, Adalet Bakanlığının
görüşüne karşı; ceza yargılamasında sanığın ispat yükünün bulunmadığını,
Bakanlığın görüşünde yer verilen “tanık
dinletme ve soru sorma talebinde bulunmamıştır”, “tanık beyanlarına karşı bir diyeceğinin olmadığını
beyan etmiştir”, “tanıkların tekrar
dinlenmesi kararından vazgeçilmesi ve eski ifadelerinin okunmasıyla yetinilmesi”
şeklindeki değerlendirmelerin bireysel başvuruya konu ceza yargılaması
açısından geçerli kabul edilemeyeceğini, başvuru dilekçesinde tanıklara ilişkin
dile getirdiği beyanlarının Bakanlık görüşünde yanılgı yaratacak şekilde
aktarıldığını, ceza yargılamasında delil serbestîsi ilkesi geçerli olduğundan
delillerin incelenmesinin herhangi bir süreye bağlı olmaksızın karar
kesinleşinceye kadar talep edilebileceğini, bozma kararı sonrasında bazı
tanıkların yeniden dinlenmesi talebinin karşılanmadığını belirtmiştir.
38. Başvurucu ayrıca, Emekli Sandığı
müfettişince tanıkları korumak ve yönlendirmek suretiyle ifade alındığı,
verilen ifadelerin tamamının yeminsiz ve baskı altında alındığı, müfettiş
raporu ve tanık beyanlarında reçeteleri kendisinin imzaladığına dair bir beyan
ve bulgu bulunmadığı, şüphenin sanık lehine yorumlanması ilkesinin ihlal
edildiği yönündeki iddialarına Bakanlık görüşünde açıklık getirilmediğini ifade
etmiştir.
39. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci
fıkrasında herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma
hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anayasa’da adil yargılanma hakkının
kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 22).
40. Başvurucu, yargılandığı dosyada verilen
birleştirme kararı sonrasında tanıkların dinlenmediğinden şikâyet etmiştir. Başvurucunun
aleyhine olan tanıkları sorguya çekmek veya çektirmek, lehine olan tanıkların
da aleyhine olan tanıklarla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve
dinlenmelerinin sağlanmasını isteme hakkı AİHS’in 6.
maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi kapsamında düzenlenmiştir. Bu
nedenle başvurucunun tanıkların dinlenmediği yönündeki iddiasının Anayasa’nın
36. ve AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının
(d) bendi kapsamında değerlendirilmesi gerekir.
41. AİHS’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6.
maddesinin (1) numaralı fıkrası ve (3) numaralı fıkrasının (d) bendi şöyledir:
“1. Herkes davasının, … cezai alanda kendisine
yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş,
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, adil ve kamuya açık olarak, …
görülmesini isteme hakkına sahiptir.
…
3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara
sahiptir:
…
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma
tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve
dinlenmelerinin sağlanmasını istemek;
…”
42. Adil yargılanma hakkı bireylere
dava sonucunda verilen kararın değil, yargılama sürecinin ve usulünün adil olup
olmadığını denetletme imkânı verir. Bu nedenle, bireysel başvuruda adil
yargılanmaya ilişkin şikâyetlerin incelenebilmesi için başvurucunun yargılama
sürecinde haklarına saygı gösterilmediği, bu çerçevede yargılama sürecinde
karşı tarafın sunduğu deliller ve görüşlerden bilgi sahibi olamadığı veya
bunlara etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığı, kendi delillerini ve
iddialarını sunamadığı ya da uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili
iddialarının derece mahkemesi tarafından dinlenmediği veya kararın gerekçesiz
olduğu gibi, mahkeme kararının oluşumuna sebep olan unsurlardan değerlendirmeye
alınmamış eksiklik, ihmal ya da açık keyfiliğe ilişkin bir bilgi ya da belge
sunmuş olması gerekir (B. No: 2013/2767, 2/10/2013, § 22).
43. Yapılan yargılama sırasında tanık
dinletme hakkı da dâhil olmak üzere delillerin ibrazı ve değerlendirilmesi adil
yargılanma hakkının unsurlarından biri olarak kabul edilen silahların eşitliği
ilkesi kapsamında kabul edilmektedir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
Silahların eşitliği ilkesi davanın taraflarının usuli
haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine
göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir
şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelir (B.
No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi
uyarınca inceleme yaptığı bir çok kararında, ilgili
hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı
ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan
gerek AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen
silahların eşitliği ilkesine Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir
(B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
44. Yargılama makamları yargılamanın
taraflarınca ileri sürülen iddiaları ve gösterdikleri delilleri gereği gibi
incelemek zorundadır. Bununla birlikte, belirli bir davaya ilişkin olarak
delilleri değerlendirme ve gösterilmek istenen delilin davayla ilgili olup
olmadığına karar verme yetkisi esasen derece mahkemelerine aittir. Mevcut
yargılamada geçerli olan delil sunma ve inceleme yöntemlerinin adil yargılanma
hakkına uygun olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi kapsamında
olmayıp, Mahkemenin görevi başvuru konusu yargılamanın bütünlüğü içinde adil
olup olmadığının değerlendirilmesidir. Genel anlamda hakkaniyete uygun bir
yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama
ilkeleri ışığında, taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların
sağlanması şarttır. Taraflara tanık delili de dâhil olmak üzere delillerini
sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerekir. Bu
anlamda, delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının da
yargılamanın bütünü ışığında değerlendirilmesi gerekir (B. No: 2013/1213,
4/12/2013, § 27).
45. Tanık, yargılamaya konu olay ile
ilgili karar vermeye yetkili mahkemenin kullandığı müşahhas ispat
vasıtalardandır. Tanık beyanı ise taraflardan olmayan ancak olayın tanığı olmuş
bir kişinin söz konusu olay hakkında edindiği bilgileri sübut konusunda karar
verecek olan mahkeme ya da bu mahkeme yerine duruşma yaparak tanık dinlemeye
yetkili kılınmış bir mahkeme veya hâkim huzurunda tanıklık ederken yaptığı
sözlü açıklamalardır.
46. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı
fıkrasının (d) bendinde ilk olarak, sanığın iddia tanıklarını sorguya çekme
veya çektirme hakkı güvence altına alınmıştır. Kovuşturma sırasında bütün
kanıtların tartışılabilmesi için, kural olarak, bu kanıtların aleni bir
duruşmada ve sanığın huzurunda ortaya konulmaları gerekir. Bu kural istinasız
olmamakla birlikte, eğer bir mahkûmiyet sadece veya belirleyici ölçüde, sanığın
soruşturma veya yargılama aşamasında sorgulama veya sorgulatma imkânı
bulamadığı bir kimse tarafından verilen ifadelere dayandırılmış ise, sanığın
hakları Sözleşme’nin 6. maddesindeki güvencelerle bağdaşmayacak ölçüde
kısıtlanmış olur. Olayın tek tanığı varsa ve sadece bu tanığın ifadesine
dayanılarak hüküm kurulacak ise, bu tanık duruşmada dinlenmeli ve sanık
tarafından sorgulanmalıdır. Bu tanığın, sanığın sorgulamadığı bir dönemde
alınan önceki ifadesine dayanılarak mahkûmiyet kararı verilemez.
47. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının
(d) bendinde ikinci olarak sanığın, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla
“aynı koşullar altında” davet
edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını isteme hakkı güvence altına
alınmıştır. Sanığa tanınan bu güvence, silahların eşitliği ilkesinin bir
gereğidir. Tanıkların dinlenmek üzere çağırılmasının uygun olup olmadığının
değerlendirmesi, kural olarak, derece mahkemelerinin takdir yetkisi
dâhilindedir. AİHS’in 6. maddesinin (3) numaralı
fıkrasının (d) bendi, sanığın lehine olan bütün tanıkların çağrılmasını ve
dinlenmesini gerektirmez. Bu düzenlemenin esas amacı, sanığın “aynı koşullar altında” ve “silahların eşitliği ilkesi”ne uygun olarak tanık
dinletme talebinde bulunabilmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla, bir sanığın
bazı tanıkları dinletemediğinden şikâyet etmesi yeterli olmayıp, ayrıca bu
tanıkların dinlenmesinin hangi nedenlerle önemli olduğunu ve gerçeğin ortaya
çıkması için neden gerekli olduğunu açıklamak suretiyle tanık dinletme talebini
desteklemesi gerekmektedir.
48. AİHM, yukarıda bahsi geçen ilkelere
ek olarak, AİHS’in 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası
ve aynı maddenin (3) numaralı fıkrasının (d) bendinin sanığa, aleyhte ifade
veren tanığın beyanlarına veya tanık ifadesinin alındığı sırada ya da
yargılamanın daha sonraki bir aşamasında itiraz imkânı tanınması gerektiğini
kabul etmektedir (Bkz: Van Mechelen ve Diğerleri/Hollanda,
B. No: 21363/93, 21364/93, 21427/93 ve 22056/93, 23/4/1997, § 51 ve Lüdi/İsviçre, B. No: 12433/86, 15/6/1992, §
49).
49. Somut olayda başvurucu hakkındaki
dava, başvurucunun eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki
E.2001/53 sayılı dava ile birleştirilmiştir. Birleştirme sonrasında yapılan
8/5/2001 tarihli ikinci celsede, başvurucunun yokluğunda yapılan muameleler ve
tanık beyanları Mahkeme huzurunda ve başvurucu mevcutken okunmuştur.
Başvurucunun yokluğunda yapılan muameleler ve tanık beyanlarının okunmasının
ardından başvurucudan herhangi bir diyeceğinin olup olmadığı sorulmuş ve
başvurucu tarafından “Beyanlarının bir kısmı
doğrudur. Zira hasta olduğu söylenen şahıslar muayene oldukları yerlerden
getirdikleri reçetelerini getiriyordu, bir kısmının muayene etmeden önceki
reçetelere göre istedikleri ilaçları resmileştirmek amacıyla, bir kısmında
nabız ve tansiyonlarını ölçmekle birlikte beyanlarını alıp reçete haline
dönüştürdüm. Esaslı anlamda bir muayene yapmış değilim. İlaçların verilmesi de
söz konusu değildir. O husustaki tanık anlatımlarını kabul etmiyorum.”
şeklinde beyanda bulunulmuştur. Başvurucu vekili de bu beyanlara katıldığını
ifade etmiştir.
50. Tanıklardan bir kısmı başvurucunun
da katıldığı 19/6/2001 tarihli üçüncü celsede de dinlenmiş, başvurucuya tanık
beyanlarına karşı diyeceği olup olmadığı sorulmuş ve başvurucu tarafından bir
diyeceğinin olmadığı cevabı alınmıştır.
51. Ayrıca, Mahkemenin talebi üzerine
hazırlanan ve hükme dayanak teşkil eden 8/11/2001 tarihli bilirkişi inceleme
raporunun “Mediko Legal Tartışma” başlıklı bölümünde “Dava dosyasının tetkikinden, …, Atilla Oğuz’un Ayaş
Sağlık Ocağında görev yaptığı halde, Sincan İlçesindeki eşine ait eczaneye
bırakılan sağlık karnelerini alarak, Ayaş Sağlık Ocağında muayene edilmiş gibi
poliklinik defterine kaydederek sağlık karnesi sahipleri adına ilaç yazdığı ve
bu ilaçların eşine ait eczaneden verildiği anlaşılmaktadır” ve “Sonuç” başlıklı bölümünde “ … 4- … sanıkların eylemlerinin görevlerini kötüye
kullanmak, resmi kurumları zarara uğratma olarak değerlendirilmesi gerektiği
kanaatinde olduğumuzu, …” şeklinde ifadeler yer almıştır.
52. Başvuru dosyasının incelenmesinden,
tanık ifadelerinin Mahkeme huzurunda alındığı, başvurucunun duruşmalarda ve
temyiz dilekçelerinde tanıklara soru sorma veya tanık sorgulatma talebinde
bulunmadığı görülmektedir. Başvurucu hakkında verilen hüküm, temyiz incelemesi
aşamasında Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005 tarih ve E.2003/12837,
K.2005/11624 sayılı kararı ile bozulmuştur. Başvurucu, bozma kararı üzerine
Mahkemece 26/04/2006 tarihinde yapılan duruşmaya katılmamış, bunun üzerine
başvurucunun Mahkemeye zorla getirilmesine karar verilmiştir.
53. Başvurucu, bozma üzerine devam
olunan yargılamanın 15/6/2006 tarihli ikinci celsesinde “hakkında yapılan yargılama aşamasında R. G’nin kızı
Y. G’nin ve B. G’in gelininin eczaneden ilaçları alan kişiler olduğu, bu
hususun tanıkların anlatımından çıktığını, bu kişilerin mahkemede
dinlenmelerini talep ettiğini, bunun dışında reçete düzenlenen kişilerin genel
olarak yaşlı ve hasta kişiler olduğunu, bunların sağlık karnelerinin temin
edilip düzenlenen reçetelerin hastalıklarına uyup uymadığının belirlenmesini
uyduğu takdirde sahtecilik suçuyla ilgili 347. maddesinin olaya uygun düşüp
düşmediği konusunda bilirkişi incelemesi yaptırılmasını” talep
ederek soruşturmanın genişletilmesini (tevsi-i tahkikat) istemiştir. Mahkeme,
başvurucunun talebini “toplanan delillere,
dosya içeriğine ve Yargıtayın bozma ilamındaki
açıklamalara göre sanıklar müdafiinin tevsii tahkikat
isteminin reddine” oybirliğiyle karar vererek duruşmaya devam
etmiştir.
54. Tanıkların dinlenmek üzere
çağırılmasının uygun olup olmadığının değerlendirilmesi kural olarak derece
mahkemelerinin takdir yetkisi dâhilindedir. Dolayısıyla bir sanığın bazı
tanıkları dinletemediğinden şikâyet etmesi yeterli olmayıp, ayrıca bu
tanıkların dinlenmesinin niçin önemli olduğunu ve gerçeğin ortaya çıkması için
niçin gerekli olduğunu açıklamak suretiyle tanık dinletme talebini
desteklemelidir.
55. Derece Mahkemesi, mahkûmiyet kararı
verirken başvurucu tarafından tekrar dinlenmesi talep edilmeyen tanıkların
beyanlarına ve yukarıda bahsi geçen bilirkişi raporuna dayanmıştır. Ayrıca ne
başvurucu ne de avukatı tanık beyanlarının gerçeği yansıtmadığını göstermek
için Mahkemeden tanıkların dinlenmesini talep etmemiştir. Söz konusu
yargılamada başvurucu hakkında verilen mahkûmiyet kararı, sadece dinlenmeyen
bir tanığın beyanlarına dayanılarak da verilmemiştir.
56. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun
yargılandığı davada verilen birleştirme kararı sonrasında tanık dinletme
taleplerinin kabul edilmediği yönündeki iddialarının “açıkça dayanaktan yoksun” olduğuna karar
verilmesi gerekir.
c. Yargılamanın
Makul Sürede Sonuçlandırılmadığı İddiası Yönünden
57. Açıkça dayanaktan yoksun olmayan ve
kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de
görülmeyen başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
58. Başvurucu, yargılamasının makul
olmayan bir sürede sonuçlandığını iddia etmiştir.
59. Adalet Bakanlığı görüşünde, AİHS’in ilgili ülke tarafından onaylanma tarihinden önce
başlayan ve bu tarihten sonra da devam eden bir davanın uzunluğunu incelediği
durumda AİHM’in göz önüne aldığı sürenin Sözleşme’nin
onay tarihinden sonraki süre olduğunu, bununla beraber AİHM’in
onay tarihine kadar geçen süreyi de değerlendirdiğini, Anayasa Mahkemesinin
uzun yargılamaya ilişkin başvurularda 23 Eylül 2012 tarihinden sonrasındaki
yargılama süresini dikkate alacağı düşünülse de Mahkemenin bu tarihe kadar olan
yargılama süresini ve davanın mevcut durumunu da göz önüne alabileceğinin
değerlendirildiğini, AİHM’in bir yargılama süresinin
makul olup olmadığına her olayın kendine özgü koşullarını ve özellikle davanın
karmaşık olup olmadığı, başvurucunun yargılama süresince gösterdiği tavır ve
davranışlar, kamu otoritelerinin ve özellikle de yargılama organlarının
tutumları, davanın başvurucu açısından taşıdığı önem ve eğer söz konusu
yargılama bir ceza yargılaması ise başvurucunun tutuklu olup olmadığı gibi
ölçütleri dikkate alarak karar verdiğini, somut başvuruda yargılamanın karar düzeltme
talebinin reddedildiği 28 Ocak 2013 tarihine kadar yaklaşık 12 yıl sürdüğünü
belirtmiştir.
60. Başvurucu, Adalet Bakanlığının
görüşüne karşı herhangi bir beyanda bulunmamıştır.
61. Anayasa’nın 36. maddesindeki adil
yargılanma hakkının kapsam ve içeriğinin, Sözleşme’nin 6. maddesi çerçevesinde
belirlenmesi gerekir.
62. Somut başvurunun dayanağını
oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle
ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın
bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının
değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (B. No:
2012/1198, 7/11/2013, § 39).
63. Makul sürede yargılanma hakkının
amacı, tarafların uzun süren yargılama faaliyeti nedeniyle maruz kalacakları
maddi ve manevi baskı ile sıkıntılardan korunması ile adaletin gerektiği
şekilde temini ve hukuka olan inancın muhafazası olup, hukuki uyuşmazlığın
çözümünde gerekli özenin gösterilmesi gereği de yargılama faaliyetinde göz ardı
edilemeyeceğinden, yargılama süresinin makul olup olmadığının her bir başvuru
açısından münferiden değerlendirilmesi gerekir (B. No:2012/673, 19/12/2013, §
27).
64. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın
kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki
tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin
niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde
göz önünde bulundurulması gereken kriterlerdir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§
41-45).
65. Ancak belirtilen kriterlerden
hiçbiri makul süre değerlendirmesinde tek başına belirleyici değildir.
Yargılama sürecindeki tüm gecikme periyotlarının ayrı ayrı tespiti ile bu
kriterlerin toplam etkisi değerlendirilmek suretiyle, hangi unsurun
yargılamanın gecikmesi açısından daha etkili olduğu saptanmalıdır (B. No:
2012/13, 2/7/2013, § 46).
66. Anayasa’nın 36. maddesi ile
kişilere, medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili uyuşmazlıklar yanında, cezai
alanda yöneltilen suçlamaların da (suç
isnadı) karara bağlanmasını isteme hakkı tanınmıştır. Suç isnadı,
bir kişiye suç işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirilmesidir.
Kişiye cezai alanda yöneltilen suçlamanın suç isnadı niteliğinde olup
olmadığının tespitinde; iddia olunan suçun ulusal hukuktaki tavsifinin, suçun
gerçek niteliğinin, suç için öngörülen cezanın niteliği ve ağırlığının
incelenmesi gerekir. Ancak isnat olunan suç, ceza kanunlarında nitelendirilmiş
ve yargılama aşamasında ceza hukukunun kuralları uygulanmış ise, ayrıca bir
uygulanabilirlik incelemesi yapılmaksızın kendiliğinden Anayasa’nın 36.
maddesinin birinci fıkrasının kapsamına girer (B. No: 2012/695, 9/1/2014, §
32).
67. Somut olayda başvurucunun, memurun
sahteciliği suçundan 5252 sayılı Kanun’un 9. maddesi uyarınca lehine olan 765
sayılı Mülga Kanun’un 339. maddesinin (1) numaralı ve 5252 sayılı Kanun’un 6.
maddeleri uyarınca neticeten 2 yıl 14 ay 10 gün hapis ve 38,00 TL adli para
cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Bu çerçevede başvurucu hakkındaki suç isnadına dayalı
yargılamanın Anayasa’nın 36. maddesinin kapsamına girdiği konusunda kuşku
bulunmamaktadır.
68. Yargılama faaliyetinin makul sürede
gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanması için, öncelikle uyuşmazlığın türüne
göre değişebilen, başlangıç ve bitiş tarihlerinin belirlenmesi gereklidir.
69. Ceza muhakemesinde yargılama
süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken sürenin başlangıcı, bir kişiye
suç işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirilmesi veya isnattan
ilk olarak etkilendiği arama ve gözaltı gibi bir takım
tedbirlerin uygulanması anıdır. Ceza yargılamasında sürenin sona erdiği tarih,
suç isnadına ilişkin nihai kararın verildiği, yargılaması devam eden davalar
yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul süre şikâyetiyle ilgili kararını
verdiği tarihtir (B. No: 2012/695, 9/1/2014, § 35).
70. Bununla birlikte, suç isnadının
tarihi ile Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruların incelenmesi ile ilgili
zaman bakımından yetkisinin başladığı tarih farklı olabilir. İsnat tarihi
Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı 23/9/2012 tarihinden
önce olan ancak bu tarihte yargılaması devam eden ya da verilen nihai karar
henüz kesinleşmemiş olan ceza davaları ile ilgili olarak, makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikayetler bakımından dikkate
alınacak süre, 23/9/2012 tarihinden sonra geçen süre değil, suçun isnat
edildiği tarihten itibaren geçen süredir. Dolayısıyla, ceza muhakemesinde
yargılama süresinin makul olmadığı yönündeki şikayetlerde, 23/9/2012 tarihinde
derdest olmak şartıyla, suç isnadının gerçekleştiği tarih ile suç isnadına
ilişkin nihai kararın ilgilisi tarafından öğrenildiği tarihe veya devam eden
davalarda Anayasa Mahkemesinin başvuruyu karara bağladığı tarihe kadar geçen
süre dikkate alınacaktır.
71. Başvuru konusu olayda başvurucu hakkında,
sahte reçete düzenlediği ve izinli olduğu dönemde resmi reçete tanzim ettiği
gerekçesiyle 15/8/2000 tarihinde Emekli Sandığı müfettişi tarafından ön
inceleme raporu düzenlenmiş, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açılmış, söz
konusu dava eşinin yargılandığı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesindeki E.2001/53
sayılı dava ile birleştirilmiştir. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesince 1/2/2002
tarihinde başvurucunun hapis cezası ile cezalandırılmasına ve cezanın
ertelenmesine karar verilmiştir. Ancak karar başvurucu tarafından temyiz
edilmiş, temyiz incelemesi neticesinde Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 8/12/2005
tarihli kararı ile bozulmuştur.
72. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi,
28/9/2006 tarihli kararı ile Yargıtay 6. Ceza Dairesinin bozma kararına uymuş,
ancak bu karar da başvurucu tarafından temyiz edilmiştir. Ankara 2. Ağır Ceza
Mahkemesinin 28/9/2006 tarihli kararı Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 15/10/2012
tarihli kararı ile onanmıştır.
73. Başvurucunun, uzun yargılama
şikayetleriyle ilgili dikkate alınması gereken süre, Emekli Sandığı müfettişi
tarafından düzenlenen ön inceleme raporunun tarihi olan 15/8/2000 ile
hakkındaki isnat nedeniyle verilen cezanın 15/10/2012 tarihinde Yargıtay 11.
Ceza Dairesince onanması arasında geçen toplam 12 yıl 2 aydır.
74. Yargılama sürecinin uzamasında
yetkili makamlara atfedilecek gecikmeler, yargılamanın süratle
sonuçlandırılması hususunda gerekli özenin gösterilmemesinden
kaynaklanabileceği gibi, yapısal sorunlar ve organizasyon eksikliğinden de
ileri gelebilir. Zira Anayasa’nın 36. maddesi ile Sözleşme’nin 6. maddesi,
hukuk sisteminin, mahkemelerin davaları makul bir süre içinde karara bağlama
yükümlülüğü de dâhil olmak üzere adil yargılama koşullarını yerine
getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunu yüklemektedir (B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 44).
75. Bu kapsamda, yargı sisteminin
yapısı, mahkeme kalemindeki rutin görevler sırasındaki aksamalar, hükmün
yazılmasındaki, bir dosyanın veya belgenin bir mahkemeden diğerine
gönderilmesindeki ve raportör atanmasındaki gecikmeler, yargıç ve personel
sayısındaki yetersizlik ve iş yükü ağırlığı nedeniyle yargılamada makul sürenin
aşılması durumunda da yetkili makamların sorumluluğu gündeme gelmektedir (B.
No: 2013/695, 9/1/2014, § 40).
76. Başvuruya konu yargılama faaliyeti
açısından söz konusu olan yaklaşık 12 yıl 2 aylık yargılama süresinin 9 yıl 11
aylık bölümünün kanun yolu incelemesinde geçtiği nazara alındığında, somut
başvuru açısından özellikle değerlendirilmesi gereken yapısal sorunlar ve
organizasyon eksikliklerinin yol açtığı gecikmeler AİHM tarafından da müteaddit
defalar incelemeye tabi tutulmuştur. Bu kapsamda, bir yapısal sorun olması ve
yargılama sisteminde çözüm bekleyen uyuşmazlıkların uzun bir müddet zarfında
artması ve birikmesi sonucu yargılamalarda makul sürenin aşılması durumunda,
Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılmaktadır (Bkz: Buchholz/Almanya, B. No: 7759/77, 6/5/1981; Guincho/Portekiz, B. No: 8990/80, 10/7/1984; Unión Alımentarıa Sanders S.A./İspanya, B. No: 11681/85, 7/7/1989;
Zimmermann-Steiner/İsviçre, B. No: 8737/79, 13/7/1983). Zira
devlet, yargılama sisteminde çözüm bekleyen uyuşmazlıkların artmasına rağmen,
yargılama faaliyetinin makul sürede gerçekleştirilebilmesi için gerekli tüm
tedbirleri almakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, hukuk sisteminin adil yargılama
koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi sorumluluğunun bir
görünümüdür.
77. Başvuru dosyasının incelenmesinde,
başvurucunun isnat edilen suçtan haberdar olduğu tarih ile hakkında ilk derece
mahkemesince ilk kez hüküm verilmesi arasında yaklaşık 1 yıl 5 ay geçmiştir.
Ancak derece mahkemesince verilen karar iki defa temyiz edilmiştir. Derece
mahkemesinin kararı ile ilk temyiz incelemesi neticesinde sadece suç vasfının
değiştirildiği 8/12/2005 tarihli bozma kararı arasında 3 yıl 11 ay geçmiştir.
Onama ile neticelenen ikinci temyiz incelemesi ise yaklaşık 6 yıl 2 ay
sürmüştür. Başvurucu hakkında derece mahkemesince verilen cezanın 2 yıl 14 ay
10 gün olduğu mevcut yargılamada, dava dosyasının Yargıtay ve derece mahkemesi
arasında gidip gelmesi üzerine geçen sürelerin toplamı ise yaklaşık 10 yıl 10
aydır. Yargı sisteminin yapısından kaynaklanan iş yükü ve organizasyon
eksikliğinin somut başvuruya ilişkin yargılama süresinin uzaması üzerinde
baskın bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Anayasa’nın 36. maddesi
ile Sözleşme’nin 6. maddesi gereğince, yargılama sisteminin, mahkemelerin
davaları makul bir süre içinde karara bağlama yükümlülüğü de dâhil olmak üzere
adil yargılama koşullarını yerine getirebilecek biçimde düzenlenmesi
zorunluluğu göz önünde bulundurulduğunda, hukuk sisteminde var olan yapısal ve
organizasyona ilişkin eksikliklerin, yargılama faaliyetinin makul sürede
gerçekleştirilmemesini izah edemeyeceği açıktır.
78. Başvurucunun tutumunun yargılamanın
uzamasına özellikle bir etkisi olduğu tespit edilmemiştir.
79. Yargılama süresinin makul olup
olmadığının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gereken davadaki
sanık sayısı, davanın karmaşıklığı, atılı suçun vasıf ve mahiyeti, söz konusu
suç için öngörülen cezanın miktarı gibi unsurların hiçbiri somut davadaki
yargılama süresinin makul olarak değerlendirilmesine olanak vermemektedir. İki
sanığın yargılandığı ve karmaşık nitelikte olmayan davada bu yargılama süresi
makul olarak değerlendirilemez.
80. Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın
36. maddesinde güvence altına alınan “makul
sürede yargılanma hakkı”nın
ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden
81. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin
(1) numaralı fıkrasında, esas inceleme sonunda ihlal kararı verilmesi hâlinde
ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere
hükmedileceği belirtilmiş; ancak yerindelik denetimi yapılamayacağı, idari
eylem ve işlem niteliğinde karar verilemeyeceği hüküm altına alınmıştır.
82. Başvuruda, Anayasa’nın 36.
maddesinin ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
83. Başvurucu, uğradığı zararların
tazmin edilmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu, uğradığını iddia ettiği maddi
zarar ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesine herhangi bir belge sunmamıştır.
Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için, başvurucunun
uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tazminat talebi arasında illiyet bağı
kurulması gerekir. Anayasa Mahkemesine herhangi bir belge sunmayan başvurucunun
maddi tazminat talebi reddedilmelidir.
84. Anayasa Mahkemesi başvurucunun
sadece ihlal tespitiyle telafi edilemeyecek ölçüde manevi zarar görmüş olduğunu
kabul etmektedir. Dolayısıyla, davaya ilişkin olayları dikkate alarak
başvurucuya takdiren 11.650,00 TL manevi tazminat
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
85. Başvurucu tarafından yapılan 198,35
TL harçtan oluşan yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi
gerekmektedir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurunun,
1. Davada
verilen birleştirme kararı sonrasında tanık dinletme taleplerinin kabul
edilmediği yönündeki iddialar yönünden “açıkça
dayanaktan yoksun” olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Diğer
iddialar yönünden KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Yargılamanın makul süreyi aşması nedeniyle Anayasa’nın 36.
maddesinin İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya 11.650,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE,
D. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harçtan oluşan yargılama
giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye
Hazinesine başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
20/3/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.