TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
D.Ö. BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2014/3977)
|
|
Karar Tarihi: 30/6/2016
|
R.G. Tarih ve Sayı: 13/10/2016-29856
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
GİZLİLİK TALEBİ KABUL
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Serruh
KALELİ
|
|
|
Nuri
NECİPOĞLU
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
Raportör
|
:
|
Abuzer
YAZICIOĞLU
|
Başvurucu
|
:
|
D. Ö.
|
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, evinin çevresindeki cami ve mescitlerden sabah
saatlerinde yüksek sesli ezan okunmasından rahatsız olunması ve bundan
kaynaklanan manevi zararının giderilmesi için idareye yapılan başvurunun
reddine dair idari işleme karşı açılan iptal ve tam yargı davalarının
reddedilmesi nedeniyle Anayasa'nın 2., 5., 10., 12., 13., 24., 56. ve 136.
maddelerinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 19/3/2014 tarihinde İzmir Bölge İdare Mahkemesi
vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 30/11/2015 tarihinde,
başvurucunun adli yardım talebinin kabulüne karar verilmiştir.
4. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 30/11/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından 30/11/2015 tarihinde, başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar
verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşlerini 10/6/2016 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunmuştur.
III. OLAYLAR VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu, İzmir ilinin Göztepe semtinde ikamet etmekte ve
evinin çevresinde bulunan cami ve mescitlerden sabahın erken saatlerinde
hoparlörlerle yüksek sesli ezan okunmasından uykusunun bölündüğünü, mensubu
olmadığı bir dinin ibadetine zorlandığını ve rahatsız olduğunu belirtmektedir.
Başvurucu, ezan okunmasından kaynaklanan rahatsızlığın idarenin hizmet
kusurundan kaynaklandığını belirterek uğradığını iddia ettiği manevi zararların
tazmini talebiyle İzmir Valiliğine yaptığı başvurunun reddi üzerine anılan
işlemin iptali ve manevi tazminat istemiyle İzmir 3. İdare Mahkemesinde
tazminat davası açmıştır.
9. İzmir 3. İdare Mahkemesi 31/12/2008 tarihli E.2007/1872,
K.2008/2554 sayılı kararı ile davanın reddine karar vermiştir. Karar
gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir:
"… Kamu hizmetinin yürütülmesi
dolayısıyla idarenin, tazminat ödemekle yükümlü tutulabilmesi için ortada bir
yönetsel eylemin (idare tutum ve davranışı) ya da işlemin bulunması, bu
eylemden ya da işlemden zarar meydana gelmesi, bu idare eylem ve/veya işlem ile
zarar arasında nedensellik bağının bulunması gerekir. Zarar doğuran eylem
ve/veya işlemin idareye bağlanabilmesi durumunda, kusurlu sorumluluk ilkesine
göre tazmini yoluna gidilmesi gerekmektedir.
Diğer yandan, idarelerin hizmeti kusurlu
işletmesi sonucunu doğuran her hukuka aykırılığın idareler için, oluşan manevi
zararların tazmini borcunu doğurmadığı, manevi zararların tazmini için
idarelerin yapmaları gerekeni yapmama, ya da yapmamaları gerekeni yapma gibi
"ağır hizmet kusuru" işlemeleri gerektiği yargısal kararlarımızda
genel kabul görmüştür.
Uyuşmazlığın manevi zararın tazmini istemi ile
çıkarılmış olması karşısında, öncelikle maddi çerçevesinin incelenmesi, daha
sonra davanın nedenleri de gözönünde tutularak manevi zararın tazmini borcunu
doğuracak ağırlıkta bir hizmet kusuru bulunup bulunmadığının incelenmesi
gerekmektedir.
…
Olayda, davacının yakınmaları üzerine idarece
bir inceleme başlatıldığı, evinin çevresinde bulunan İsmail Mumcu Mescidi'nin
yukarıda anılan 4379 sayılı yasa uyarınca 16.05.2001 günü devralındığı, 2004
yılında kadro tahsis edilerek görevli ataması yapıldığı, Yalı (Tatari)
Mescidi'nin ise, aynı yasa uyarınca 19.10.1998 günü devralındığı, kadro
sıralamasına alındığı, kadro tahsis edildiği, görevlendirmeler yapıldığı, ses
düzeni ile ilgili gerekli önlemlerin alındığı dava dosyasında yer alan bilgi ve
belgelerden görülmektedir.
Bu durumda, davalı idarece denetim altına
alındığı ve atama ya da görevlendirmeler ile gereksinim duyulan personelin
çalıştırıldığı görülen mescitlerde okunan ezanın ses düzeninin de davacının
yakınması üzerine genelgelerde belirlenen biçimde düzenlendiği görüldüğünden,
davalı idarenin davacının evinin çevresinde yer alan mescitlerin denetimi ve
işletilmesinde yapması gerekirken yapmadığı, yapmaması gerekirken yaptığı bir
uygulamadan, bu nedenle de hizmetin yürütülmesinde ağır hizmet kusuru
işlediğinden sözetmeye hukuksal olanak bulunmamaktadır.
Diğer yandan, yurttaşlarımızın bir kısmının
inandığı dinin ibadet gereklerinin bir sonucu olarak davalı idarenin
denetimindeki ibadet yerlerinde okunan "ezan" nedeniyle aynı dine
inanmayan ya da gereklerine kayıtsızlık gösteren yurttaşlarımızın ibadete zorlandığı
ve bu yolla ayrımcılığa tabi tutulduğunun kabulüne olanak yoktur.
Yine, özellikle genel olarak dinlenme
saatlerinde ses cihazları ile yüksek sesle ezan okunmasının bireylerin sağlıklı
bir çevrede yaşama ve dinlenme hakkına müdahale niteliği bulunduğu kabul edildiğinde
dahi, bir yasa ile kamu hizmeti niteliğine kavuşturulan din hizmetlerinin aracı
olan ve davalı idarece denetlenen ibadethanelerde okunan ezanın ses düzeyine ve
uygulamalara ilişkin genelgeler çıkardığı görülen idarenin, anılan genelgeleri
uygulama ya da gereklerinin denetimindeki kusurlarının da "ağır hizmet
kusuru" olarak kabulüne olanak bulunmamaktadır.
Bu çerçevede, davalı idarenin işletimi ve
denetimindeki ibadethanelerden ezan okunmasında ve ses düzeyinin
belirlenmesindeki uygulamalarda oluşacak aksamaların idare için, bireylerin
giderek davacının manevi zararlarının tazminini gerektirir ağırlıkta hizmet
kusuru oluşturmayacağının da kabulü gerekmektedir.”
10. Anılan karar, Danıştay 10. Dairesinin 22/11/2013 tarihli
E.2009/11915, K.2013/8309 sayılı ilamıyla onanmış ve karar kesinleşmiştir.
11. Nihai karar başvurucuya 24/2/2014 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
12. Başvurucu 19/3/2014 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
13. 9/8/1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu'nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin birinci
fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“ Bu Kanunda geçen terimlerden;
Çevre: Canlıların yaşamları boyunca
ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları
biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamı,
… ifade eder.”
14. 2872 sayılı Kanunu'nun “Gürültü”
başlıklı 14. maddesi şöyledir:
"Kişilerin huzur ve sükununu, beden ve
ruh sağlığını bozacak şekilde ilgili yönetmeliklerle belirlenen standartlar üzerinde
gürültü ve titreşim oluşturulması yasaktır.
Ulaşım araçları, şantiye, fabrika, atölye,
işyeri, eğlence yeri, hizmet binaları ve konutlardan kaynaklanan gürültü ve
titreşimin yönetmeliklerle belirlenen standartlaraindirilmesi için faaliyet
sahipleri tarafından gerekli tedbirler alınır."
15. 22/6/1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un “Görev”
başlıklı 1. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
"İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak
esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve
ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.”
16. 633 sayılı Kanun’un “Camilerin
ibadete açılması ve yönetimi” başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“Cami ve mescitler Diyanet İşleri
Başkanlığının izni ile ibadete açılır ve Başkanlıkça yönetilir. Hakiki ve hükmi
şahıslar tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış
bulunan cami ve mescitlerin yönetimi üç ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığına
devredilir. Diyanet İşleri Başkanlığınca buralara imkanlar nispetinde kadro
tahsis edilir. Kadro tahsis edilinceye kadar buralarda görev yapanların mesleki
ehliyetleri ile ilgili esas ve usuller yönetmelikle düzenlenir.”
17. 17/6/2014 tarihli ve 29033 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren Diyanet İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma
Yönetmeliği’nin 43. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) ve (ç) bentleri
şöyledir:
“b) Güneşin doğmasına bir saat kala sabah
ezanını okumak, her gün öğle namazından bir saat önce açıp yatsı namazından
sonra kapatmak suretiyle camiyi gün boyu açık tutmak.
ç) Camideki ses cihazları ile diğer teknik
araç ve gereçlerin bakımını, korunmasını ve çalışır durumda bulundurulmasını
sağlamak, cami minaresi ve ses cihazının ibadet maksadı dışında kullanılmasına
engel olmak.”
18. Diyanet İşleri Başkanlığının 6/8/2007 tarihli Başkanlık
Hizmetleri Genelgesi’nin (Genelge) “Ezan ve
salâ ile ilgili hizmetler” başlıklı 20. maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
“(1) Ezânlar, her yöre için Diyanet Takviminde
gösterilen vakitlere göre ezân vakitleri geldiği zaman, merkezî ezân sistemi
kurulu olan illerde nöbetçi görevli, diğer camilerde ise görevliler tarafından
usûl ve adabına uygun olarak okunacaktır.
(2) Sabah ezânlarının camilerde gayr-i muayyen
vakitlerde okunduğu, bazı camilerde ise sabah namazı kılındıktan sonra, aynı
yerde bir başka camide ezânın henüz okunduğu, bunun da sabah namazının vakti
konusunda vatandaşlarımızın zihinlerinde istifhamlar oluşmasına neden olduğu
görülmektedir. Bu durumu, görevin tam bir disiplin anlayışı içinde yürütülmesi
ilkesi ile bağdaştırmak mümkün değildir. Bu sebeple, sabah ezânı, Ramazan
Ayında Diyanet Takviminde gösterilen “İmsak Vakti”nde, diğer aylarda ise
güneşin doğmasından tam bir saat önce aynı anda okunacaktır.”
19. Genelge’nin “Cami ve
minare hoparlörlerinin kullanılması” başlıklı 21. maddesinin ilgili
kısmı şöyledir:
“(1) Başkanlığımız mevzuatına göre minarelerde
bulunan hoparlörlerden yalnızca ezân ve salâ okunması gerekmektedir. Bazı yerlerde
cami içerisinde icra edilen vaaz, mevlit ve benzeri diğer dinî programların
minarede bulunan hoparlörlerden yayınlandığı, bu durumun da hoşnutsuzluğa ve
şikâyetlere sebep olduğu, Başkanlığımıza intikal eden bilgilerden
anlaşılmaktadır. Bu sebeple;
a) Cami içinde yapılan vaaz, mevlit ve benzeri
programlar, minare hoparlörlerinden yayınlanmayacaktır. …
c) Hoparlörlerin ses düzeninin, ezânın çevrede
duyulmasını sağlayacak fakat yakın komşuları da rahatsız etmeyecek şekilde
ayarlanması temin edilecektir.
(2) Camilerden uzak mahalle veya yazlık
sitelerde ikamet eden vatandaşların okunan ezândan istifade edebilmeleri
amacıyla belediye yayın cihazından verilmesi, cami ya da mescit bulunmayan
yerlere alıcı cihaz konulması hususunda … Buna göre;
a) Hoparlörün takılmasını semt halkının
çoğunluğunun istemesi,
b) Cami hoparlörünün monte edileceği
yerin/birimin, telefon, elektrik GSM direği vb. mekânların sahibinin ve
yetkililerinin onayının alınması,
c) Uzlaşma usûl ve esaslarına riayet edilmesi,
ç) Görüntü ve ses kirliliğine meydan
verilmemesi,
Hususları yerine getirildikten sonra, mülkî
âmirin onayı alınarak talep edilen ve izin verilen yere ezân sesini nakletmek
için hoparlör takılabilecektir."
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
20. Mahkemenin 30/6/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
21. Başvurucu, evinin çevresinde bulunan cami ve mescitlerden
sabah erken saatlerde hoparlörle ve yüksek sesle okunan ezandan rahatsız
olduğunu, uykusunun bölündüğünü, mensubu olmadığı Sünni mezhebinin dinî ayin ve
törenine katılmaya zorlandığını, semtte yaşayan insanların çoğunluğunun sabah
saatlerinde namaza gitmemesine rağmen uygulamanın devlet eliyle devam
ettirildiğini, devletin bir dinin propagandasını açıkça yaparak ve kişilerin
huzur ve sağlıklı bir ortamda yaşamasını sağlama yükümlülüğünü yerine
getirmeyerek ağır hizmet kusuru işlediğini, uğradığı zararı talep etmek için
açtığı davanın reddedildiğini belirterek özel hayatın korunmasını isteme hakkı,
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, din ve vicdan özgürlüğü ile
laiklik ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüş, kamuya açık
belgelerde kimliğinin gizli tutulması ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
22. Bakanlık görüşünde; ekser çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde
ibadete çağrı aracı olarak kullanılan "ezan"ın, İslam'ın tüm
mezheplerinde kabul edildiğini, ayrımcı bir yönünün olmadığını, toplumun birçok
kesimi tarafından içselleştirilmiş ve kültürünün parçası haline gelmiş bir
uygulama olduğunu, gelinen tarihsel süreç içinde ezan okunması hususunda
Devletin negatif yükümlülüğünün bulunduğunu belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin benzer konulardaki uygulamaları da dikkate alınarak, şikâyete konu
edilen ve gürültü olarak nitelendirilen olayların bireyler üzerinde meydana
getirdiği rahatsızlık ile toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilmiş dini
uygulamanın devamında ulaşılmak istenen faydanın karşılaştırılması ve adil bir
denge kurulması gerektiğini vurgulamıştır.
23. Anayasa Mahkemesi olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun sabah saatlerinde hoparlörden
yüksek sesle okunan ezandan rahatsız olması nedeniyle temel hak ve
özgürlüklerinin ihlal edildiğini belirterek Anayasa’nın 2., 5., 10., 12., 13.,
24., 56., ve 136. maddelerine aykırılık iddialarının sadece sabah ezanına
yönelik olması, yüksek ses vurgusu ve uyku saatinde rahatsız edilmesi
hususlarına ilişkin olduğundan din ve vicdan özgürlüğü kapsamında dile
getirilen şikâyetlerin temelde gürültü kirliliği ile ilgili olduğu ve idarenin
ağır hizmet kusuruna dayandırılarak açılan tazminat davasının reddedilmesi
nedeniyle kişinin maddi ve manevi varlığının korunması hakkını ilgilendiren
şikâyetin Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında incelenmesi gerektiği
değerlendirilmiştir.
24. Öte yandan başvurucu, devletin tüm inançlara karşı tarafsız
olması gerekirken sadece Sünni inanışa ait olan ezan uygulaması ile belli bir
dinin propagandasını yaparak diğer inançlara yönelik ayrımcılık yaptığını ve bu
tutumun eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Eşitlik ilkesi
iddiaları yönünden başvurucunun kendisiyle benzer durumdaki başka kişilere
yapılan muamele ile kendisine yapılan muamele arasında bir farklılığın
bulunduğunu ve bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın ırk, renk, cinsiyet,
din, dil vb. ayrımcı bir nedene dayandığını makul delillerle ortaya koyması
gerekir. Somut olayda başvurucu, başka din ve mezhebe mensup kişilerin din veya
inancını açığa vurma özgürlüğü kapsamında devlete düşen yükümlülükleri yerine
getirmediğini veya talep edilmesine rağmen karşılamadığı durum ve uygulamayı
ortaya koyamadığı gibi kendisine nasıl bir ayrımcılık yapıldığına ilişkin
herhangi bir somut açıklamada da bulunmamıştır. Bu nedenle ve eşitlik ilkesinin
ihlaline ilişkin iddialarının başka bir haktan bağımsız ve soyut biçimde ileri
sürülmesi mümkün olmadığından bir bütün olarak kişinin maddi ve manevi
varlığının korunması hakkı başlığı altında incelenmesi gerektiği
değerlendirilmiş; Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik iddiaları
ayrıca incelenmemiştir.
25. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011
tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre Anayasa
Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu
gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına
alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) ve
Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına girmesi gerekir. Bir
başka ifadeyle Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak
ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi
mümkün değildir (Onurhan Solmaz,
B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).
26. Anayasa’nın “Kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
27. Anayasa’nın “Özel hayatın
gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.”
28. Anayasa’nın “Sağlık
hizmetleri ve çevrenin korunması” kenar başlıklı 56. maddesinin
birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak
ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”
29. Özel hayat alanına dâhil olan tüm hukuksal çıkarlar
Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınmakla birlikte söz konusu
hukuksal çıkarların Anayasa’nın farklı maddelerinin koruma alanına girdiği
görülmektedir. Bu bağlamda Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmekte olup bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve
geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı
kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve ruhsal bütünlük hakkı ile bireyin
kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına
karşılık gelmektedir. Bunun dışında özel hayat kavramına dâhil bir kısım
hukuksal değerin Anayasa’nın 20. maddesinde düzenlendiği, özel yaşamın diğer
alt kategorileri olarak ele alınan haberleşmenin gizliliği ve konuta saygı
hakkının ise Anayasa’nın 21. ve 22. maddelerinde güvence altına alındığı
görülmektedir. Bu kapsamda Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan hakların temel
olarak Anayasa’nın 17., 20., 21. ve 22. maddelerinde düzenlendiği
anlaşılmaktadır (Mehmet Kurt
[GK], B. No: 2013/2552, 25/2/2016, § 44).
30. Özel yaşamın korunması kapsamında kişiliğin serbestçe
geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuksal çıkar bu hakkın kapsamına dâhildir. Bu
bağlamda kişinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne ilişkin hukuksal çıkarı da özel
hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınmaktadır. Fiziksel ve ruhsal
bütünlük hakkı kapsamında güvence altına alınan hukuksal çıkarlardan biri de
sağlıklı bir çevrede yaşama hakkıdır (AYM, E.2013/89, K.2014/116, 3/7/2014).
31. Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının anayasal anlamda
normatif dayanağı 56. maddesindeki düzenlemedir. Ancak söz konusu hüküm,
Anayasa’nın sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde yer almaktadır.
Anayasa’nın bireysel başvuru hakkının düzenlendiği 148. maddesinin üçüncü
fıkrasında “Herkes, Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla
Anayasa Mahkemesine başvurabilir.” hükmüne yer verilmek suretiyle
Anayasa’da yer alan ikinci ve üçüncü kuşak hakların ihlal edildiği iddiasıyla
bireysel başvuruda bulunulamayacağı ifade edilmekle birlikte sağlıklı bir
çevrede yaşama hakkının, Anayasa’nın fiziksel ve ruhsal bütünlüğün korunması
ile ilgili hukuksal çıkarları ihtiva eden 17. maddesi, özel ve aile hayatına
saygıyı güvence altına alan 20. maddesi ve konut dokunulmazlığını düzenleyen
21. maddesi ile bağlantılı olarak ve söz konusu hükümlerde yer alan hukuksal
çıkarlar üzerindeki etkisi dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir (Mehmet Kurt, § 46).
32. Özel hayat kavramı eksiksiz tanımı bulunmayan geniş bir
kavram olup bu hak kapsamında devlet için söz konusu olan yükümlülük, sadece
belirtilen hakka keyfî surette müdahaleden kaçınmakla sınırlı olmayıp öncelikli
olan bu negatif yükümlülüğe ek olarak özel hayata etkili bir biçimde saygının
sağlanması bağlamında pozitif yükümlülükleri de içermektedir. Anayasa’nın 56.
maddesinin gerekçesinde de genel olarak çevresel kirlenmeye yer verildiği,
vatandaşın korunmuş çevre şartlarında beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını
sürdürmesini sağlamanın devletin görevi olduğunun, çevreyi koruyucu mevzuat
kadar devlet denetiminin ve çevreyi koruyucu fiilî tedbir ve faaliyetlerin de
gerekli olduğunun belirtildiği, bu kapsamda devletin hem kirlenmenin önlenmesi
hem de tabii çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri
alması gerektiğinin vurgulandığı ve bu suretle çevresel meselelerde devletin
negatif ve pozitif yükümlülüklerine işaret edildiği görülmektedir.
33. Çevre kavramının üzerinde uzlaşılmış bir tanımı bulunmamakla
birlikte genel olarak hava, su, toprak, flora ve fauna gibi doğal kaynakları ve
bunların karşılıklı etkileşimini kapsadığı ifade edilmekte; 2872 sayılı
Kanun’da ise çevre kavramının, canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini
sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik,
fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamı ifade edecek şekilde ele alındığı
anlaşılmaktadır (Mehmet Kurt , §
53).
34. Çevresel meselelerin sıklıkla çevresel kirlilik bağlamında
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önüne taşındığı ve Mahkemece söz konusu
çevresel rahatsızlığın devletin veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda
oluşması arasında bir ayrım gözetilmeksizin Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında
güvence altına alınan hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle
incelendiği anlaşılmaktadır (Bor/Macaristan,
B. No: 50474/08, 18/6/2013, § 25). Belirtilen değerlendirmeler kapsamında
AİHM’in, iddiaya konu çevresel kirliliğin, özel yaşamın veya aile yaşamının
nitelik ve kalitesini veya konutu keyif alarak kullanma şeklindeki hukuksal
çıkarı olumsuz etkilediğini tespit ederek özel yaşam kavramının alt
kategorileri olan özel yaşam, aile yaşamı ve konuta saygı hakkı ile sağlıklı
bir çevrede yaşama hakkı arasında bir bağ kurduğu görülmektedir (Powell ve Rayner/Birleşik Krallık, B. No:
9310/81, 21/2/1990; Hatton ve
diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 36022/97, 2/7/2003; Lopez Ostra/İspanya, B. No: 16798/90,
9/12/1994).
35. Özel yaşama saygı hakkı alt kategorisinde geçen “özel yaşam”
kavramı AİHM tarafından oldukça geniş yorumlanmakta ve bu kavrama ilişkin
tüketici bir tanım yapmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Bununla birlikte
Sözleşme’nin denetim organlarının içtihatlarında “bireyin kişiliğini
geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramının, özel yaşama saygı hakkının
kapsamının belirlenmesinde temel alındığı anlaşılmaktadır (Koch/Almanya, B. No: 497/09, 19/7/2012, §
51).
36. Bunun yanı sıra konuta saygı hakkı, sadece fiziksel alanın
korunması olarak değerlendirilmemektedir. Aynı zamanda ikametten huzurlu
biçimde yararlanma hakkını da içerdiği ifade edilen bu hakka yönelen gürültü,
koku, emisyonlar gibi somut veya fiziksel olmayan ve söz konusu kullanım
biçimini etkileyen müdahaleler de konuta saygı hakkı bağlamında
değerlendirilmektedir. AİHM içtihadında ayrıca çevresel meselelerin özel yaşam
kavramının alt kategorilerinden olan aile yaşamına saygı hakkı ile ilişkilendirildiği
dava örneklerine de sıklıkla rastlamak mümkündür (Powell ve Rayner/Birleşik Krallık, § 40; Hatton ve diğerleri/Birleşik Krallık, §
118).
37. Çevresel meselelerin Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında
değerlendirilebilmesi için belirli koşulların mevcudiyeti aranmaktadır. Bu
bağlamda söz konusu çevresel rahatsızlığın başvurucunun özel yaşama, aile
yaşamına ya da konuta saygı hakkı üzerinde doğrudan bir etkide bulunması ve söz
konusu çevresel kirliliğin belirtilen değerler üzerindeki etkisinin asgari bir
şiddet derecesine veya ciddi bir boyuta ulaşmış olması şartı aranmaktadır. Bu
bağlamda aranan asgari ağırlık eşiğinin, söz konusu hukuksal değerlerin ihlal
edilip edilmediğinin değil bizatihi söz konusu alana ilişkin incelenebilir bir
sorun doğup doğmadığının tespiti amacıyla değerlendirildiği görülmektedir. Söz
konusu şiddet derecesinin değerlendirilmesi göreli olup her somut olayda
çevresel etkinin yoğunluğu, süresi, fiziksel ve ruhsal etkileri ile çevrenin
genel bağlamı gibi kriterler çerçevesinde ayrıca değerlendirme yapılmasını
zorunlu kılmaktadır (Fadeyeva/Rusya,
B. No: 55723/00, 9/6/2005, § 69). Yapılan değerlendirmelerde başvurucunun
iddiaya konu çevresel kirlilik kaynağına yakınlığı şüphesiz en önemli unsurdur.
Bu kapsamda her modern kent yaşamına mündemiç çevresel tehlikeler ile
kıyaslandığında önemsiz kalan çevresel olumsuzluklar 8. madde çerçevesindeki
güvenceleri harekete geçirmek için yeterli görülmemektedir (Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, B. No:
43449/02, 25/11/2010, § 88).
38. Sözleşme’de temiz ve sessiz bir çevrede yaşama hakkı
şeklinde bir hak güvence altına alınmadığı için özel hayat çerçevesinde korunan
hukuksal çıkarlar üzerinde doğrudan ve ciddi bir etkisi bulunmayan manzara
hakkı veya güzel bir çevrede yaşama hakkı gibi çevresel hakların Sözleşme’nin
8. maddesi kapsamında değerlendirilmesi söz konusu değildir (Krytatos/Yunanistan, B. No: 41666/98,
22/5/2003, §§ 52, 53; Ali Rıza Aydın/Türkiye,
B. No: 40806/07, 15/5/2012, §§ 27-29 ). Zira 8. maddenin aktif hâle gelmesini
sağlayan etken, çevrenin genel olarak bozulması değil bireylerin özel veya aile
yaşamı ile konutları için zararlı bir etkinin söz konusu olmasıdır (Mehmet Kurt, § 59).
39. AİHM içtihatlarında sıklıkla devletin, bireylerin 8.
maddenin (1) numaralı fıkrasında yer alan haklarını güvence altına almak
hususunda gerekli ve uygun önlemler alma şeklindeki pozitif yükümlülüğünün söz
konusu olduğu davalar ile 8. maddenin (2) numaralı fıkrası bağlamında
haklılığının ortaya konması gereken bir kamusal müdahale ile ilgili davalarda
uygulanacak prensiplerin hemen hemen aynı olduğunun vurgulandığı görülmektedir.
Her iki bağlamda da dikkate alınması gereken hususun, bireyin ve kamunun
yarışan menfaatleri arasında adil bir dengenin tesisi olduğu ve her iki durumda
da Sözleşme’ye uyumun sağlanabilmesi için alınması gereken tedbirlerin
belirlenmesinde devletin geniş bir takdir yetkisinin haiz olduğu ifade
edilmektedir (Mehmet Kurt, § 60).
40. Çevresel meseleler bağlamında değerlendirilmesi gereken
temel husus, yukarıda bahsedilen temel prensipler ışığında kamusal makamların,
başvurucunun kamu yararı için söz konusu yüke katlanmasının haklılığını ortaya
koyabilecek argümanlara sahip olup olmadığıdır. Devletin bu alandaki
yükümlülüğünün genel olarak pozitif içerikte olması ve söz konusu alana ilişkin
takdir yetkisinin genişliği karşısında değerlendirme sürecine usule ilişkin
yükümlülüklerin de eklenmiş olması, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı açısından
daha güvenceli bir zemin oluşmasını sağlamıştır (Mehmet Kurt, § 64).
41. Yukarıda yer verilen tespitler çerçevesinde somut başvuru
açısından değerlendirilmesi gereken ilk husus; başvuruya konu çevresel etkinin,
Anayasa’nın 17.maddesi kapsamındaki güvenceleri harekete geçirecek asgari
ağırlıkta olup olmadığıdır. Söz konusu ağırlık, olayın tüm koşulları dikkate
alınarak değerlendirilmeli ve değerlendirmede bahsedilen etkinin yoğunluğu,
süresi, fiziksel ve ruhsal etkisi de dikkate alınarak normal bir kent yaşamına
mündemiç ve katlanılması mümkün ve muhtemel görülen etki ve rahatsızlıklara nispetle
nasıl bir ağırlık arz ettiği gözönünde bulundurulmalıdır. Bu kapsamda ilgili
tesis, işletme veya sair faaliyet sonucu ortaya çıkan çevresel etkiler ile
başvurucunun özel ve aile yaşamı veya konutunu kullanım hakkı arasında
yeterince sıkı bir bağın varlığı yeterlidir (Mehmet
Kurt, §§ 67-69).
42. Çevresel meseleler bağlamında gündeme gelen müdahalelerin
özel yaşama ve aile yaşamına saygı hakkını doğrudan ve ciddi şekilde
etkilediğinin tespiti sonrasında üzerinde durulması gereken ikinci husus, kamu
makamlarının bu hakların etkili şekilde korunmasını güvence altına almak için
gerekli adımları atıp atmadığıdır. Bu bağlamda usul güvencelerinin en önemli
bileşenlerinden biri olan, başvurucunun kamusal makamların eylem veya
ihmallerini bağımsız yargısal bir makam önüne taşıma ve gerektiği şekilde
inceletebilme imkânı bulması ve karşı karşıya gelen menfaatler arasında adil
bir dengenin tesis edilip edilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir.
43. Bu alanda kamusal makamların sahip olduğu geniş takdir
yetkisi nazara alındığında çevresel meselelerle ilgili olarak Anayasa
Mahkemesinin görevi, söz konusu çevresel rahatsızlığın nasıl sonlandırılacağı
veya etkilerinin nasıl azaltılacağının bizzat belirlenmesi değildir. Bununla
birlikte Mahkeme, yargısal makamlar başta olmak üzere kamusal makamların konuya
gereken özenle yaklaşıp yaklaşmadıkları ve ilgili tüm menfaatleri gözetip
gözetmediklerini değerlendirmek durumundadır (Mileva
ve diğerleri/Bulgaristan, § 96)
44. Başvuru konusu olayda çevresel rahatsızlığın kaynağı olarak
ileri sürülen cami ve mescitlerin sabah ezanı okunurken sesin yüksek olduğu ve
başvurucunun ikamet ettiği çevrede üç ayrı ibadethane bulunduğu ve bunların
Diyanet İşleri Başkanlığı denetimine alınmış resmî görevlisi bulunan cami ve mescitlerden
olduğu anlaşılmaktadır.
45. Başvurucu, sabah namazı için ibadethanelere giden cemaat
sayısının azlığını belirterek sabah ezanı okunma ihtiyacını sorgularken yüksek
sese ilişkin ölçüm değerleri, konuta mesafesi ve ses cihaz açıları gibi somut
verileri başvurusuna eklememiştir. Fakat somut olayda sabah saatlerinde yüksek
sesle ezan okunmasından rahatsız olan bireyin maddi ve manevi varlığını koruma
hakkı ile çoğunluğun inancının bir gereği olan, inananları namaza çağırma
niteliği taşıyan ezanın sesinin kamusal alana verilmesi konusunda toplumun
menfaatinin dengelenmesi söz konusudur. Bu menfaatlerin demokratik toplumlarda
çoğulculuk ve hoşgörü temelinde dengelenmesi gerektiği açıktır.
46. AİHM, Sözleşme’nin 9. maddesi ile ilgili kararlarında din ve
vicdan özgürlüğünün iki alanının bulunduğunu ve her ikisinin koruma kapsamının
farklı olduğunu belirtmektedir (Kokkinakis/Yunanistan,
B. No: 14307/88, 25/5/1993, § 31). Bunlardan birincisi herkesin düşünce, din ve
vicdan özgürlüğüne mutlak olarak sahip olduğu içsel alan; ikincisi ise bu
hakkın dışa vurulması sonucu ortaya çıkan ve sınırlamalara tabi olabilen dışsal
alandır.
47. Sözleşme’nin 9. maddesi ile uyumlu olarak Anayasa’nın 24.
maddesi; kişinin herhangi bir inanca sahip olması veya olmamasını, inancını
serbestçe değiştirebilmesini, inancını açıklamaya zorlanamamasını, bunlardan
dolayı kınanamamasını ve baskı altına alınamamasını güvence altına alarak din
ve vicdan özgürlüğünün içsel alanını aynı şekilde din öğretimi, uygulama, tek
başına veya topluca ibadet ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açığa
vurma hakkı ile de din ve vicdan özgürlüğünün dışsal alanını tanıyıp koruma
altına almıştır (Tuğba Arslan
[GK], B. No: 2014/256, 25/6/2014, § 57).
48. Bireylerin kendi dinleri ile ilgili yorumlarını ve “alışıldık dinî uygulamaların” neler
olduğunu sorgulamak yargı organlarının ilgisi dışındadır. Aksine bir yaklaşım
mahkemelerin veya kamu gücünü kullanan organların kendi değer yargılarını
fiilen başvurucuların vicdani değerlendirmesinin yerine koyarak onların din
veya inancın uygulamaları konusunda neye inanmalarının “yerinde” olduğunu
belirlemeleri anlamına gelecektir. (Tuğba
Arslan, § 70).
49. Bununla birlikte Anayasa’nın 24. maddesi bir din veya
inançtan kaynaklanan veya esinlenen her davranışı korumaz ve kamusal alanda bir
inancın gerektirdiği biçimde davranma hakkını her durumda garanti etmez.
Kişinin dinini ve inancını açığa vurma özgürlüğü sadece Anayasa’nın 24.
maddesinin beşinci fıkrasında belirtilen nedenlerle ve Anayasa’nın 13. maddesindeki
koşullarda sınırlanabilir.
50. Bu bağlamda ezanın, İslam dininde bireyleri namaz ibadetine
çağırmak veya ibadethaneye gidemeyenlere namaz vaktini bildirmek amacıyla
İslam’ın ilk yıllarından itibaren uygulanan bir “dinî ritüel” olduğu ve toplumda kültürel bir değer
kazandığı da dikkate alınmalıdır.
51. Öte yandan demokratik hoşgörü ve çoğulculuk, toplumun büyük
çoğunluğunun inancı doğrultusunda bazı uygulamalara izin verilmesini kaçınılmaz
kılmakta ve bir arada yaşamanın getirdiği bu tür kültürel ve dinî uygulamalara
belli ölçüde tahammül etme yükümlülüğü doğurmaktadır. Fakat bu yükümlülük,
uygulamaların bireylerin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını
ihlal edecek boyuta ulaşmasına ve katlanılamaz bir yük teşkil etmesine izin
verilmesi anlamına gelmemelidir.
52. Başvurucunun şikâyet ve taleplerini değerlendiren İzmir 3.
İdare Mahkemesinin, ibadethanelerin ses düzenleri ile ilgili yasal mevzuat
çerçevesinde şikâyet konusu cami ve mescitlerle ilgili araştırma yaptıktan
sonra sabah saatlerinde okunan ezanla ilgili olarak namaz vakitlerinin
duyurulması suretiyle kişilerin ibadet ihtiyaçlarının karşılanması ihtiyacı ile
diğer kişilerin sessiz bir ortamda yaşama isteği arasında denge kurmak
suretiyle bir sonuca ulaştığı görülmektedir.
53. Başvurucunun söz konusu yüksek sesli sabah ezanıyla ilgili
çevreye verdiği olumsuz etkilerine dair iddialarını yargısal makamlar önüne
taşıma imkânı bulduğu, çelişmeli bir yargılama prosedüründe iddia ve
delillerini sunma, inceletme ve ilgili kamusal makamın iddia ve savunmalarına
yanıt verme imkânını elde ettiği, iddialarının reddine dair maddi ve hukuki
değerlendirmelerin iki dereceli bir yargılama prosedürü neticesinde ortaya
konduğu anlaşılmaktadır.
54. Yukarıda yer verilen tespitler ışığında kamusal makamların
olaya gereken özenle yaklaşmadıkları ve olayda söz konusu olan kamusal ve
bireysel menfaatleri gerektiği şekilde değerlendirmedikleri, başvurucunun maddi
ve manevi varlığını koruma hakkının korunması bağlamında kamusal makamların
negatif ve pozitif yükümlülüklerini yerine getirmedikleri sonucuna varılması
mümkün değildir.
55. Açıklanan nedenlerle başvurucu tarafından ileri sürülen
ihlal iddialarına ilişkin olarak bir ihlalin olmadığı açık olduğundan
başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Kamuya açık belgelerde başvurucunun kimliğinin gizli
tutulması talebinin KABULÜNE,
B. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal
edildiğine ilişkin iddianın açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
C. Adli yardım talebinin kabulü nedeniyle tahsil edilmeyen ve
206,10 TL harç ücretinden oluşan toplam 206,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUDAN
TAHSİLİNE,
30/6/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.