logo
Bireysel Başvuru Kararları Kullanıcı Kılavuzu English

(Aziz Biter ve diğerleri [1.B.], B. No: 2015/4603, 19/2/2019, § …)
Kararlar Bilgi Bankasında yayınlanan karar metni
editöryal düzeltmelere tabi tutulmuş olabilir.
   


 

 

 

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AZİZ BİTER VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2015/4603)

 

Karar Tarihi: 19/2/2019

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

 

Başkan

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Serdar ÖZGÜLDÜR

 

 

Serruh KALELİ

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

Raportör

:

Nahit GEZGİN

Başvurucular

:

1. Aziz BİTER

 

 

2. Deniz BİTER

 

 

3. Meyrem MANAR

 

 

4. Nafiye BİTER

 

 

5. Ömer BİTER

 

 

6. Zozan BİTER

Vekili

:

Av. Ferhat BAYINDIR

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; terör ve şiddet olaylarının gerçekleştiği bölgede yaşamı tehlike altında bulunan kişinin devlet tarafından korunmaması sonucu silahlı saldırıda öldürülmesi ve saldırının faillerinin tespit edilmesi için etkili bir ceza soruşturması yürütülmemesi nedeniyle yaşam hakkının, terör ve terörle mücadeleden kaynaklanan zararın giderimine ilişkin sürecin makul sürede tamamlanmaması nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 6/3/2015 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurucunun adli yardım talebinin kabulüne karar verilmiştir.

5. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

6. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

7. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla elde edilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucular Batman'da ikamet etmektedirler. Başvuruculardan Nafiye Biter'in eşi, diğer başvurucuların babası Mehmet Emin Biter 3/8/1999 tarihinde Batman il merkezinde S.K. adlı diğer bir kişi ile birlikte uğradığı silahlı saldırı sonucunda otuz yedi yaşındayken yaşamını yitirmiştir.

A. Ceza Soruşturması Süreci

10. Batman Cumhuriyet Başsavcılığı (Cumhuriyet Başsavcılığı), aralarındaki borç para ilişkisi nedeniyle maktule husumet beslediğini değerlendirdiği beş şüpheli hakkında taammüden (tasarlayarak) öldürme suçundan kamu davası açmıştır. Şüpheliler olayı araştıran kolluk görevlilerine, para borçlarını ödememek için plan yaparak maktulü öldürdüklerini söylemişlerdir. Cumhuriyet Başsavcılığı ayrıca şüphelilerden biri hakkında yasak nitelikte silah taşımak, bir diğer şüpheli hakkında ise suç eşyası bu silahı saklamak suçundan dava açmıştır. Batman Ağır Ceza Mahkemesinde (Ağır Ceza Mahkemesi) görülen söz konusu davaya ilişkin belgelerde başvurucu Nafiye Biter'in isminin müşteki olarak yer aldığı görülmektedir.

11. Yapılan yargılamada 23/5/2000 tarihinde karar verilmiştir. Sanıklar savunmalarında, kolluktaki ifadelerini baskı ve tehdit altında verdiklerini söylemiş ve üzerilerine atılı suçlamaları kabul etmemişlerdir. Ağır Ceza Mahkemesi de sanıkların ikrar içeren bu ifadeleri ile olay yerinden elde edilen maddi deliller ve dosyadaki diğer delillerin uyuşmadığını değerlendirmiş, ayrıca sanıklardan ele geçirilen silahın olayda kullanılmadığını tespit etmiştir. Mahkeme; taammüden öldürme suçunu işledikleri yönünde kesin ve inandırıcı delil elde edilemediği gerekçesiyle tüm sanıkların beraatine, yasak nitelikte silah taşımak ve suç eşyasını saklamak suçlarının ise sübut bulduğu gerekçesiyle iki sanığın mahkûmiyetine karar vermiştir. Hüküm, tüm mahkûmiyet ve beraat kararları bakımından kanun yolu açık ve iddia makamının (Cumhuriyet savcısı) mütalaasıyla aynı doğrultuda olmak üzere verilmiştir. Başvuru dosyasında, başvurucu Nafiye Biter'in davaya müdahil (katılan) olduğuna ve taammüden öldürme suçundan verilen beraat kararlarına karşı kanun yoluna başvurduğuna ilişkin bir bilgi ve belge yer almamaktadır. Başvuru dosyasında yer alan belgelerde, kararın sadece suç eşyasını saklamak suçundan mahkûm olan sanık tarafından temyiz edilip Yargıtay 4. Ceza Dairesince bu suç yönünden onandığına ilişkin Ağır Ceza Mahkemesinin 18/4/2001 tarihli kesinleşme şerhi bulunmaktadır.

12. Diğer taraftan başvuru dosyasındaki bilgi ve belgelerden Ağır Ceza Mahkemesinin taammüden öldürme suçundan tüm sanıkların beraatine karar verip bu karar kesinleşmesine rağmen olayın fail ya da faillerin belirlenmesi bakımından soruşturma açılması için Cumhuriyet Başsavcılığına bir bildirimde bulunup bulunmadığı anlaşılamamıştır. Bununla birlikte Cumhuriyet Başsavcılığının bu konuda bir bildirimde bulunulmamasına rağmen resen ya da başvurucuların veya başka bir akrabanın başvurusu üzerine olaya ilişkin yeni bir soruşturma başlattığı da belirlenememiştir. Diğer taraftan bireysel başvuru formunda bu konuda yapılan açıklamada Cumhuriyet Başsavcılığının olayı araştırmasına rağmen etkili soruşturma yürütmediği için failleri tespit edemediği belirtildikten sonra haklarında kamu davası açılan kişiler hakkında beraat kararı verilmesinin ardından bireysel başvuru tarihine kadar olaya ilişkin bir soruşturma açılmadığı ifade edilmiştir. Bireysel başvuru formunda kamu davası açılıp sanıklarının beraat etmesiyle sonuçlanan dışında olaya ilişkin olduğu belirtilen bir soruşturma dosyası bilgisi de yer almamaktadır.

B. Tazminat Davası Süreci

13. Başvurucular 1/6/2005 tarihinde, olayı gerekçe göstererek 17/7/2004 tarihli ve 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde Batman Valiliği Zarar Tespit Komisyonuna (Zarar Tespit Komisyonu) başvurmuş ve olay dolayısıyla uğradıklarını ileri sürdükleri zararlarının giderilmesini talep etmişlerdir.

14. Zarar Tespit Komisyonu 24/6/2005 tarihinde, Batman Emniyet Müdürlüğünün olayın siyasi bir yönünün bulunmadığı ile eylemin para borcu ilişkisinden kaynaklandığına ilişkin bildirimine dayanarak anılan Kanun kapsamında görmediği talebi reddetmiştir.

15. Başvurucular ret kararına karşı Diyarbakır 1. İdare Mahkemesinde dava açmış ve işlemin iptali ile zararlarının giderilmesini talep etmişlerdir. Başvurucular, olay tarihinde Batman'da pek çok kişinin politik -görüşleri- sebeplerle bir terör örgütünün silahlı saldırısına maruz kalarak öldürüldüğünü, bu tür cinayetlerin faillerinin belirlenmediğini, somut olayda da yakınlarının söz konusu terör örgütünün benzer bir saldırısı sonucunda yaşamını yitirdiğini ileri sürmüşlerdir.

16. Diyarbakır 1. İdare Mahkemesi 31/12/2007 tarihinde, Ağır Ceza Mahkemesinin beraat hükmüne atıf yaparak olayın para borcu gibi kişisel bir sebepten kaynaklandığının kabul edilemeyeceğini, terörün ve faili meçhul cinayetlerin yoğun olarak yaşandığı bölgede ve tarihte gerçekleşen olayın faillerinin belirlenemediğini gözönüne aldığını belirterek talebi söz konusu Kanun kapsamında değerlendirmiş; işlemin iptali ile talep ettikleri maddi tazminatın başvuruculara ödenmesine karar vermiştir.

17. Batman Valiliğinin temyiz talebi üzerine Danıştay Onbeşinci Dairesi (Daire) 9/5/2012 tarihli kararıyla, 5233 sayılı Kanun'un sosyal risk ilkesi uyarınca tazmini mümkün olan uyuşmazlıklarla sınırlı olduğunu belirtmiştir. Daire, bu nedenle anılan Kanun'un olağanüstü hâl uygulamasının başladığı 19/7/1987 tarihi ile yürürlüğe girdiği 27/7/2004 tarihi arasında işlenen,12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 1., 3., ve 4. maddeleri kapsamına giren eylemler veya anılan tarihler arasında terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddi zararları hakkında uygulanabileceğine vurgu yapmıştır. Sonuç olarak Daire, meydana gelen zararın terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetlerden kaynaklandığının açıkça ortaya konulması gerektiğini somut olayda ise bu bağın açıkça ortaya konulamadığını belirterek tazminat talebinin reddine dair işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle mahkemenin kararının bozulmasına karar vermiştir.

18. Bozma kararı sonrasında dava dosyası Diyarbakır 1. İdare Mahkemesine iade edilmiştir. Mahkeme, Batman İdare Mahkemesinin 25/7/2011 tarihinden itibaren faaliyete geçirilmesine karar verildiği gerekçesiyle davayı yetki yönünden reddetmiş ve dava dosyasını bu mahkemeye göndermiştir. Dava dosyasının gönderilmesi üzerine uyuşmazlığı inceleyen Batman İdare Mahkemesi 20/12/2012 tarihinde, bozma ilamındaki gerekçelerle davanın reddine karar vermiştir.

19. Başvurucuların temyiz talebini inceleyen Daire 4/12/2013 tarihinde kararı onamış, karar düzeltme talebini de 27/11/2014 tarihinde reddetmiştir.

20. Nihai karar 13/2/2015 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiş, 6/3/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

21. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nun 450., 102. ve 104. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:

 “ Madde 450 - (Değişik madde: 09/07/1953 - 6123/1 md.)

Öldürmek fiili:

...

4. Taammüden icra olunursa;

...

... fail, ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına mahkum edilir.

Madde 102 - Kanunda başka türlü yazılmış olan ahvalin maadasında hukuku amme davası:

1 - Ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis ve müebbed ağır hapis cezalarını müstelzim cürümlerde yirmi sene,

...

... geçmesiyle ortadan kalkar.

Madde 104 - Hukuku amme davasının müruru zamanı, mahkumiyet hükmü, yakalama, tevkif, celb veya ihzar müzekkereleri, adli makamlar huzurunda maznunun sorguya çekilmesi, maznun hakkında son tahkikatın açılmasına dair olan karar veya C. müddeiumumisi tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile kesilir.

Bu halde müruru zaman, kesilme gününden itibaren yeniden işlemeğe başlar. Eğer müruru zamanı kesen muameleler müteaddid ise müruru zaman bunların en sonuncusundan itibaren tekrar işlemeğe başlar. Ancak bu sebepler müruru zaman müdetini 102 nci maddede ayrı ayrı muayyen olan müddetlerin yarısının ilavesi ile baliğ olacağı müddetten fazla uzatamaz.”

22. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 7. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

 “Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.”

23. 5233 sayılıKanun’un "Amaç" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

 “Bu Kanunun amacı, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemektir.”

24. 5233 sayılı Kanun’un "Kapsam" kenar başlıklı 2. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “Bu Kanun, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 1 inci, 3 üncü ve 4 üncü maddeleri kapsamına giren eylemler veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddî zararlarının sulhen karşılanması hakkındaki esas ve usullere ilişkin hükümleri kapsar ...”

25. 3713 sayılı Kanun’un "Terörün tanımı" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir."

26. 3713 sayılı Kanun'un "Terör suçları" kenar başlıklı 3. maddesi şöyledir:

"26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır."

27. 3713 sayılı Kanun'un "Terör amacı ile işlenen suçlar" kenar başlıklı 4. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Aşağıdaki suçlar 1 inci maddede belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde, terör suçu sayılır:

a) Türk Ceza Kanununun 79, 80, 81, 82, 84, 86, 87, 96, 106, 107, 108, 109, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 118, 142, 148, 149, 151, 152, 170, 172, 173, 174, 185, 188, 199, 200, 202, 204, 210, 213, 214, 215, 223, 224, 243, 244, 265, 294, 300, 316, 317, 318 ve 319 uncu maddeleri ile 310 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan suçlar.

b) 10/7/1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçlar..."

28. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısımları şöyledir:

 “1. İdari dava türleri şunlardır:

...

b) İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları,

...”

29. 2577 sayılı Kanunu’nun "Doğrudan doğruya tam yargı davası açılması" kenar başlıklı 13. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.”

30. Anayasa Mahkemesinin 25/6/2009 tarihli ve E.2006/79, K.2009/97 sayılı kararının ilgili kısımları şöyledir:

"5233 sayılı Yasa, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının özellikle yargı yoluna gitmelerine gerek kalmadan, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. Yasa bu yönüyle zarara uğrayan vatandaş ile devlet arasındaki uyuşmazlıkta yargı yoluna gidilmeden alternatif bir çözüm yöntemi getirmiştir. Yasakoyucu bu amaca uygun olarak yargılama hukuku kurallarından farklı hükümler öngörerek buna ilişkin esasları Yasa'da ayrıntılı olarak kurala bağlamıştır.

...

Terör ve terörle mücadeleden doğan ancak idari bir eylem veya işlemle nedensellik bağı bulunmayan maddi zararların karşılanmasına ilişkin 5233 sayılı Yasa'daki düzenlemeler, yasakoyucunun sosyal hukuk devletinin gereği olarak sorumluluk hukukunun genel ilkelerine yasayla getirdiği bir istisnadır. İdarenin kusurunun bulunmadığı ancak 'sosyal risk ilkesi' gereği sulh yoluyla karşılanması gereken zararların nelerden ibaret olduğunun tespiti, yasakoyucunun takdir yetkisi içindedir. İtiraz konusu kurallarda yer alan maddi zararların öncelikle sulh yoluyla karşılanmasına ilişkin hükümlerin bulunmasını bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

5233 sayılı Yasa, idarenin eylem ve işleminin sonucu olmayan ve herhangibir idari işlem veya eylemle doğrudan nedensellik bağı da bulunmayan, ancak terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararların da tazmini yolunu açan, bu anlamda idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişleten bir yasadır. Bu Yasa idarenin kusursuz sorumluluk alanını genişletmekle birlikte, aynı zamanda terör ve terörle mücadele sırasında meydana gelen zararlardan sadece 'maddi' olan kısmının sulh yoluyla tazminine ilişkin esas ve usulleri belirlemektedir. Yasa'da bu zararlardan 'manevi' olan kısmın idareden talep edilemeyeceğine ilişkin bir hükme yer verilmediği gibi, 12. maddede 'sulh yoluyla çözülemeyen uyuşmazlıklarda ilgililerin yargı yoluna başvurma hakları saklıdır' denilerek Anayasa'nın 125. maddesinin birinci fıkrasına paralel bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu nedenle itiraz konusu ibare, idarenin sorumluluk alanını daraltan veya idari işlem veya eylemlere karşı yargı yolunu kapatan bir hüküm içermemektedir."

31. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 18/2/2016 tarihli ve E.2015/2933, K.2016/326 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:

" ...

İdarenin hukuki sorumluluğu, kamusal faaliyetler sonucunda, idare ile bireyler arasında bireyler zararına bozulan ekonomik dengenin yeniden kurulmasını, idari etkinliklerden dolayı bireylerin uğradığı maddi zararlar yanında manevi zararların da idarece tazmin edilmesini sağlayan bir hukuksal kurumdur. Bu kurum, kamusal faaliyetler nedeniyle bireylerin malvarlığında ortaya çıkan eksilmelerin ya da çoğalma olanağından yoksunluğun giderilebilmesini, yine bu surette oluşan manevi zararların karşılanabilmesi için aranılan koşulları, uygulanması gereken kural ve ilkeleri içine almaktadır.

İdare, Anayasamızın 125. maddesinde de belirtildiği üzere, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir. Bunun yanında, idarenin faaliyet alanıyla ilgili, önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bir takım zararları da nedensellik bağı aramadan tazmin etmesi gerekmektedir.

İdarenin kusura dayalı ya da kusursuz sorumluluğu yanında, Anayasanın öngördüğü sosyal hukuk devleti anlayışınauygun olarak ve bu temel üzerinden, kollektif sorumluluk anlayışı çerçevesinde bilimsel ve yargısal içtihatlar ile geliştirilen sosyal risk ilkesi, Anayasanın yukarıda öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesine yöneliktir.

Esasen bilimsel ve yargısal içtihatlara dayalı olarak geliştirilmiş olsa da, Anayasanın 6. maddesinde öngörüldüğü üzere, hiç bir organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağına göre, sosyal risk ilkesi de tazminat hukukunun temel prensiplerine kaynak oluşturan Anayasa hükümlerine dayanılarakkabul edilmiştir. Daha açık bir şekilde vurgulamak gerekirse, terör olaylarından zarar gören bireylerin maddi ve manevi zararlarının idari yargı mercilerinintoplumsal risk ilkesi uyarınca tazminine ilişkin kararları, konuyu düzenleyen genel bir yasa olmadığından, doğrudan Anayasanın öngördüğü ilkelere dayanmış; bu ilkeler Danıştay tarafından yorumlanarak ilkeye uygulanabilirlik kazandırılmıştır.

Sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağandışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır. Genel bir ifade ile 'terör olayları' olarak nitelenen eylemlerin, Devlete yönelik olduğu, Anayasal düzeni yıkmayı amaçladığı, bu tür olaylarda zarar gören kişi ve kuruluşlara karşı kişisel husumetten kaynaklanmadığı bilinmekte ve gözlenmektedir. Sözü edilen olaylar nedeniyle zarara uğrayan kişiler, kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olmaları nedeniyle zarar görmektedirler. Belirtilen şekilde ortaya çıkan zararların ise, özel ve olağandışı nitelikleri dikkate alınıp, terör olaylarını önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemeyen idarece, yukarıda açıklanan sosyal risk ilkesine göre, topluma pay edilmesi suretiyle tazmini hakkaniyet gereği olup, sosyal devlet ilkesine de uygun düşecektir.

...

Anılan Kanunun gerekçesinde, 'Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemlerine hedef olan kişiler kendi kusur ve fiilleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olarak zarar görmektedirler. ... Ortaya çıkan bu zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara uğramış kişiler arasında fedakârlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. ... İdarenin önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bu zararların, nedensellik bağı ve kusur koşulu aranmadan karşılanmasını kabul eden objektif sorumluluk anlayışına dayalı sosyal risk adı verilen bu ilke, bilimsel ve yargısal içtihatlarla da kabul edilmiştir. ... Bu çerçevede.... terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören kişilerin maddi zararlarının, idarece en kısa süre içinde ve sulh yoluyla karşılanması .... amacıyla bu Tasarı hazırlanmıştır.' denilmektedir.

..."

32. Danıştay Onbeşinci Dairesinin 18/12/2018 tarihli ve E.2016/5245, K.2018/8344 sayılı ilamının ilgili kısmı şöyledir:

"...

Terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddi zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemek amacıyla çıkarılan ve 27.07.2004 gün ve 25535 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun’un 'Amaç' başlıklı 1. maddesinde, bu Kanunun amacının, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemek olduğu, 'Kapsam' başlıklı 2. maddesinde, bu Kanunun, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 1'inci, 3'üncü ve 4'üncü maddeleri kapsamına giren eylemler veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle zarar gören gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel kişilerinin maddî zararlarının sulhen karşılanması hakkındaki esas ve usullere ilişkin hükümleri kapsadığı, terör dışındaki ekonomik ve sosyal sebeplerle uğranılan zararlar ile güvenlik kaygıları dışında kendi istekleriyle bulundukları yerleri terk edenlerin bu sebeple uğradıkları zararlar ve kişilerin kendi kasıtları sonucunda oluşan zararların bu Kanunun kapsamı dışında sayılan durumlardanolduğu,'Karşılanacak Zararlar' başlıklı 7. maddesinde ise, bu Kanun hükümlerine göre sulh yoluyla karşılanabilecek zararların, hayvanlara, ağaçlara, ürünlere ve diğer taşınır ve taşınmazlara verilen her türlü zararlar, yaralanma, sakatlanma ve ölüm hâllerinde uğranılan zararlar ile tedavi ve cenaze giderleri, terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle kişilerin mal varlıklarına ulaşamamalarından kaynaklanan maddî zararlar olduğuhükümlerine yer verilmiştir.

Öte yandan, anılan Kanunun gerekçesinde, 'Kural olarak idarenin hukukî sorumluluğu kusur esasına dayanmaktadır. Sözü edilen kuralın istisnası olarak, idarenin önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği birtakım zararların, nedensellik bağı ve kusur koşulu aranmadan karşılanması gerekmektedir. ....Ortaya çıkan zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara ugramış kişiler arasında fedakarlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. Kişilere verilen zararlar, ister terör örgütlerinin eylemlerinden, ister terörle mücadele sırasında Devletçe alınan tedbirlerden kaynaklanmış olsun; bu zararların belirtilen ilkeler uyarınca karşılanması, Devlete olan güveni pekiştirecek; vatandaş-Devlet kaynaşmasını artıracak, terörle mücadeleye ve toplumsal barışa önemli katkıda bulunacaktır. Terörle mücadelede Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ve güvenlik güçlerinin kazandığı olağanüstü başarının sosyal ve ekonomik tedbirlerle desteklenmesi zorunluluğu toplumumuzun bütün kesimlerince kabul edilmektedir.' denilerek Kanunun getiriliş amacı açıklanmıştır.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanun’un 'Terörün Tanımı' başlıklı 1. maddesinde; 'Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa'da belirtilen Cumhuriyetinniteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.' şeklinde tanımlanmış, Kanunun 3. maddesinde, Türk Ceza Kanun’unda yer alan terör suçları sayılmış, 4. maddesinde ise terör amacı ile işlenen suçlar belirtilmiştir.

Terör eylemlerinin devlete yönelik olduğu, devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçladığı yukarıda anılan 3713 sayılı Kanunda belirtilmiş olupbu tür olayların zarar gören kişi ve kurumlara karşı kişisel husumetten ileri gelmediğinin dikkate alınması gerekmektedir. Terör eylemleri nedeniyle zarara uğrayan, bu eylemlere herhangi bir şekilde katılmamış olan kişiler kendi kusur ve eylemleri sonucu değil, toplum içinde ortaya çıkan bu olaylardan toplumun bir parçası olması sıfatıylazarar görmektedir. 5233 sayılı Kanunun terör eylemleri sonucu zarar görenlerin zararların karşılanmasına yönelik olduğu, nakdi tazminat ödenmesi için bir maddi zararın oluşması, zararın 3713 sayılı Kanunun 1. 3. ve 4. maddeleri kapsamında yer alan eylemlerden veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle uğranılması gerektiği belirtilmiştir.

Yukarıda yer verilen Kanun hükümlerine göre, terör veya terörle mücadelede kapsamında yürütülen faaliyetlerden kaynaklanmayan zararların 5233 sayılı Kanun uyarınca karşılanması hukuken olanaklı değildir.

..."

33. Danıştay Onbeşinci Dairesinin 18/10/2012 tarihli ve E.2012/189, K.2012/7048 sayılı ilamının ilgili kısımları şöyledir:

"...

İdare, kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.

Bununla birlikte; bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilen sosyal risk ilkesi ile toplumun içinde bulunduğu koşullardan kaynaklanan, idarenin faaliyet alanında meydana gelmekle birlikte, yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmayan, toplumsal nitelikli riskin gerçekleşmesi sonucu oluşan, salt toplumun bireyi olunması nedeniyle uğranılan özel ve olağan dışı zararların da topluma pay edilerek giderilmesi amaçlanmıştır.

Belirtilen niteliğine göre, sosyal risk ilkesinin uygulanabilmesi için olayın tüm toplumla ilgilendirilmesi ve zararın toplumsal nitelikli bir riskin gerçekleşmesi sonucu meydana gelmesi yanında, olay ve zararın yürütülen kamu hizmetinin doğrudan sonucu olmaması, başka bir deyişle zarar ile idari eylem arasında bir nedensellik bağının da kurulamaması gerekmektedir.

27.07.2004 tarih ve 25535 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun, terör eylemleri veya terörle mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle maddî zarara uğrayan kişilerin, bu zararlarının karşılanmasına ilişkin esas ve usulleri belirlemek amacıyla kabul edilmiş olup; bu amaç, anılan Kanunun genel gerekçesinde 'Devletin anayasal düzenini yıkmayı amaçlayan terör eylemlerine hedef olan kişiler kendi kusur ve fiilleri sonucu değil, toplumun bir bireyi olarak zarar görmektedirler. ... Ortaya çıkan bu zararın paylaştırılması, toplumun diğer kesimleri ile zarara uğramış kişiler arasında fedakârlığın denkleştirilmesi, hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin bir gereğidir. ... İdarenin önlemekle yükümlü olduğu halde önleyemediği bu zararların, nedensellik bağı ve kusur koşulu aranmadan karşılanmasını kabul eden objektif sorumluluk anlayışına dayalı sosyal risk adı verilen bu ilke, bilimsel ve yargısal içtihatlarla da kabul edilmiştir. ...

...

Görüldüğü üzere; 5233 sayılı Kanun, yargısal ve bilimsel içtihatlarla kabul edilen 'sosyal risk' ilkesinin yasalaşmış halidir. Bu nedenle, adı geçen Kanunun uygulama alanı yalnızca 'sosyal risk ilkesi' uyarınca tazmini mümkün olan uyuşmazlıklarla sınırlı bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle; zarar ile idari eylem arasında nedensellik bağının kurulabildiği hallerde sosyal risk ilkesinin uygulanmasına olanak bulunmadığından; idare hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkesine göre zararın tazmin edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi; dolayısıyla idari eylemlerden doğan zararın, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri uyarınca tazmini gereken davalarda, 2577 sayılı Kanunun 13. maddesinin uygulanması gerekmektedir.

..."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

34. Mahkemenin 19/2/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Adli Yardım Talebi Yönünden

35. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Şerif Ay (B. No: 2012/1181, 17/9/2013) kararında belirtilen adli yardım talebinin değerlendirilmesine ilişkin ilkeler temelinde somut olayda başvurucuların sosyal güvenlik kapsamında bir geliri, adlarına kayıtlı aracı veya taşınmaz malları olmadığı, geçimlerini önemli ölçüde zor duruma düşürmeksizin yargılama giderlerini ödeme gücünden yoksun oldukları gerek başvurucuların sunduğu gerekse de UYAP'tan temin edilen belgelerden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla başvurucuların talebi bu aşamada açıkça dayanaktan yoksun olmadığından adli yardım talebinin kabulü gerekir.

B. Yaşam Hakkının İhlal Edildiğine ilişkin İddia

1. Başvurucuların İddiaları

36. Başvurucular yaşadıkları bölgede pek çok kişinin faili meçhul kalan silahlı saldırılar sonucunda öldürüldüğünü, özellikle kent merkezlerinde bazı terör örgütleri tarafından seri cinayetler işlendiğini iddia etmişlerdir. Başvurucular, devletin bireylerin can güvenliğini sağlama yükümlülüğünün anayasal bir yükümlülük olmasına rağmen yakınlarının bölgede gerçekleştirilen bu tür şiddet eylemlerine karşı korunmaması nedeniyle aynı akıbete uğradığını ileri sürmüşlerdir. Başvurucular ayrıca etkili bir ceza soruşturması yürütülmediği için olayın sorumlularının belirlenemediğini iddia ederek benzer olaylardaki sonuçları değerlendirdiklerinde en başından beri faillerin tespit edilebileceğini düşünmediklerini ifade etmişlerdir. Bunun yanında yakınlarının ölümü nedeniyle uğradıkları zararların giderilmesine ilişkin 5233 sayılı Kanun kapsamında yaptıkları başvurunun yetkili makamlarca anılan Kanun hükümlerinin hatalı yorumlanması sonucu reddedildiğini belirterek yaşam hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.

37. Yaşam hakkının doğal niteliği gereği, yaşamını kaybeden kişi açısından bu hakka yönelik bir başvuru ancak yaşanan olay sonucunda ölen kişinin mağdur olan yakınları tarafından yapılabilecektir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 41). Başvurucular, olayda yaşamını yitiren kişinin eşi ve çocuklarıdır. Bu nedenle başvuruda başvuru ehliyeti açısından bir eksiklik bulunmamaktadır.

2. Değerlendirme

a. İncelemenin Kapsamı

38. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci ve dördüncü fıkraları şöyledir:

 “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.

Meşrû müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.”

39. Anayasa’nın "Devletin temel amaç ve görevleri" kenar başlıklı 5. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

 “Devletin temel amaç ve görevleri, …Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

40. Başvurucular, yakınlarının öldürülmesi nedeniyle maddi zarara uğradıkları iddiasıyla önce Zarar Tespit Komisyonuna, taleplerinin kabul edilmemesinin ardından İdare Mahkemesine başvurmuşlardır. Diğer taraftan olayın faillerinin tespit edilebilmesi için yetkili merciler tarafından yürütülmüş bir ceza soruşturması ve kovuşturması süreci bulunmaktadır.

41. Başvurucuların iddialarının özü, yakınlarının yaşamının -bölgede özellikle bir terör örgütünün gerçekleştirdiği silahlı saldırı yöntemi kullanılarak gerçekleştirilen cinayetler gözönüne alınarak- korunması gerekmesine rağmen korunmaması sonucu benzer bir saldırıda yaşamını yitirdiğine, olayın aydınlatılarak faillerinin cezai yaptırımlarla hesap vermelerinin sağlanmadığına ilişkindir.

42. Dolayasıyla başvurucular olayda devletin yaşamı koruma yükümlülüğü ile etkili bir ceza soruşturması yürütme yükümlülüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle yaşam hakkı kapsamında yapılacak incelemenin söz konusu hakkın aşağıda ayrıntıları açıklanacak farklı boyutlarına ilişkin şikâyetler dikkate alınarak yapılması gerektiği değerlendirilmiştir.

b. Etkili Ceza Soruşturması Yürütülmesi Yükümlülüğü Yönünden

43. Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkı, Anayasa'nın 5. maddesiyle birlikte değerlendirildiğinde devlete negatif ödevler yanında pozitif ödevler de yükler (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri 50). Devletin negatif bir yükümlülük olarak yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı sıra pozitif bir yükümlülük olarak yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, §§ 50, 51).

44. Devletin yaşam hakkı kapsamındaki pozitif yükümlülüklerinin ayrıca usule ilişkin yönü bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 54). Bununla birlikte bu usul yükümlülüğünün olayın niteliğine bağlı olarak cezai, hukuki ve idari nitelikte soruşturmalarla yerine getirilebileceği ancak kasıtlı eylemler sonucunda meydana gelen ölüm olaylarında Anayasa'nın 17. maddesi gereğince devletin sorumluların tespitini ve cezalandırılmalarını sağlayabilecek nitelikte bir cezai soruşturma yürütme yükümlülüğünün bulunduğu belirtilmelidir. Bu tür olaylarda idari soruşturmalar ve tazminat davaları sonucunda idari bir yaptırım veya tazminata hükmedilmesi, ihlali gidermek ve dolayısıyla mağdur sıfatını ortadan kaldırmak için yeterli değildir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 55).

45. Somut olayda başvurucuların yakını bir silahlı saldırıda yaşamını yitirmiştir. Başvurucular, yakınlarının kamu görevlileri veya devletle herhangi bir ilişkisi bulunan kişilertarafından kasten öldürüldüğünü ileri sürmemişlerdir. Dolayısıyla başvuruda devletin negatif bir yükümlülük olarak yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme (öldürmeme) yükümlülüğünün ihlal edildiği iddia edilmemiştir. Bununla birlikte başvurucuların yakınının yaşamı, kasıtlı bir eylem sonucunda başka bir ifadeyle kasten ihlal edilmiştir. Devletin sadece görevlilerince gerçekleştirilen kasıtlı yaşam hakkı ihlallerinde değil bir bireyin başka bir bireyin yaşamını kasten ihlal etmesi durumunda da benzer yaşam hakkı ihlallerinin gerçekleşmesini önlemek bakımından bu kişilerin uygun ve yeterli cezai yaptırımlarla hesap vermesini sağlamak ödevi vardır. Bu noktada yaşam hakkının kasten ihlal edildiğinin ileri sürüldüğü olaylarda, soruşturmanın temel amacının yaşam hakkını koruyan hukukun etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamak olduğunu belirtmek gerekir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 54). Aksi hâlde devletin gerekli yasal düzenlemeleri oluşturarak yaşamı etkili ve caydırıcı yaptırımlarla koruma altına almasının bir anlamı kalmayacaktır.

46. Bu durumda somut olayda, başvurucuların yakınının yaşam hakkı kasten ihlal edildiği için devletin sorumluların tespitini ve cezai yaptırımlarla hesap vermesini sağlayabilecek nitelikte bir soruşturma yürütme yükümlülüğü söz konusudur. Başvurucular da olayda bu yükümlülüğün yerine getirilmediğini iddia etmekte ve cinayetin faillerinin tespit edilerek cezalandırılmalarına yönelik bir adım atılmadığından yakınmaktadırlar. Öte yandan durum böyle olmakla birlikte başvurunun bu şikâyet bakımından süresinde yapılıp yapılmadığı değerlendirilmelidir.

47. Öncelikle Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre mağdurların yetkili makamlara müracaat etmeleriyle veya bu makamların başka şekillerde haberdar olmalarına rağmen doğal olmayan bir ölümle ilgili soruşturma başlatılmamışsa ya da başlatılmakla birlikte soruşturmada bir ilerleme yoksa veya soruşturma bir süre ilerleme kaydettikten sonra herhangi bir neden ile etkisiz bir hâl almışsa mağdurlardan Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmak için bir soruşturma başlatılmasını ya dabaşlatılmış olan soruşturmanın sonucunu mutlaka beklemelerini istemek makul olmayacaktır. Böyle bir durumda başvurucular, bir soruşturma başlatılmadığının veya başlatılmakla birlikle etkili yürütülmediğinin farkına vardıkları veya varmaları gerektiği andan itibaren bireysel başvuruda bulunabilirler (Rahil Dink ve diğerleri, B. No: 2012/848, 17/7/2014, § 77).

48. Anayasa Mahkemesi soruşturma başlatılmadığı ya da başlatılmakla birlikte etkili yürütülmediği iddialarıyla yapılan bireysel başvurularda, olayda ileri sürüldüğü gibi soruşturmanın derhâl başlatılmasının gerekip gerekmediği ile başlatılmışsa etkili yürütülüp yürütülmediğini incelemekte ve iddiaları yerinde gördüğü hâllerde sürecin sonuçlanmasının mutlaka beklenmesi gerekmediğini değerlendirerek bir sonuca ulaşmaktadır (Rahil Dink ve diğerleri; Yasin Ağca, B. No: 2014/13163, 11/5/2017).

49. Hatta bir bireysel başvurudaki meselelerin çözüme bağlanması bakımından zaman (süre) çok önemli ise başvurucuların iddialarını -usulünce ve adil bir şekilde çözüme bağlanabilmesini sağlayabilmek için- gerekli süratle Anayasa Mahkemesi huzurunda dile getirilmesini sağlama ödevi bulunduğunu da belirtmek gerekir. Bu durum bilhassa temel haklar kapsamında belirli olayların soruşturulmasına yönelik herhangi bir yükümlülükle ilgili şikâyetler bakımından da söz konusudur. Çünkü zaman ilerledikçe maddi deliller kaybolduğundan, görgü tanıklarının olayı hatırlamaları güçleştiğinden ya da mümkün olmadığından aradan geçen zamanın sadece devletin soruşturma yükümlülüğünün gereği gibi yerine getirilmesi üzerinde değil aynı zamanda Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruya ilişkin kendi incelemesinin anlamı ve sonuçları üzerinde de olumsuz bir etkisi olmaktadır. Bu nedenle bir olayda bir soruşturma başlatılmadığı ya da etkili soruşturma yürütülmeyeceği başka bir deyişle devletin olay hakkında etkili ceza soruşturması yürütme yükümlülüğünü yerine getirmediği açık hâle gelince başvurucuların bireysel başvuruda bulunmak için derhâl harekete geçmesi gerekmektedir (Özeyir Kocakaya, B. No: 2014/1457, 14/11/2018, § 67).

50. Nitekim Anayasa Mahkemesi, olayda bir soruşturma başlatılmadığı ya da etkili soruşturma yürütülmeyeceği açık hâle gelmesine rağmen başvurucuların bireysel başvuruda bulunmak için derhâl harekete geçmediği pek çok başvuruda, başvuruları süre aşımı nedeniyle kabul edilemez bulmuştur (Adbulhakim Akay ve diğerleri, B. No: 2015/3160, 6/2/2019; Adle Azizoğlu ve Sadat Azizoğlu, B. No: 2014/15732, 24/1/2018; Cuma Kaya ve Salih Kaya, B. No: 2015/5884, 15/11/2018).

51. Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, yaşam hakkı kapsamında etkili ceza soruşturması yürütülmesi yükümlülüğünün söz konusu olduğu hâllerde, olaya ilişkin derhâl bir soruşturma başlatılmadığı ya da başlatılmakla birlikte etkili yürütülmediği şikâyetlerinin ileri sürülebilmesi için sürecin ilgili kamu makamları tarafından nasıl sonlandırılacağının makul bir süreyi aşmayacak şekilde beklenmesi -bireysel başvuru ile getirilen koruma mekanizmasının ikincil niteliğini zedelememek için- koşulunu aramaktadır. Bununla birlikte olayda etkili ceza soruşturması yürütülmesi yükümlülüğünün yerine getirilmediği açık hâle gelince bireysel başvuruya ilişkin incelemesinin anlamı ve sonuçları üzerinde olumsuz bir etki yaratılmaması, başvurudaki iddiaların usulünce ve adil bir şekilde çözüme kavuşturulması için gerekli süratle bireysel başvuru yapılmasını beklemektedir.

52. Başvuruya konu olaya bu yönüyle bakıldığında ise maktulün öldürülmesine ilişkin bir ceza soruşturması başlatıldıktan sonra eylemi gerçekleştirdiklerinden şüphelenilen kişiler hakkında kamu davası açılmış ancak söz konusu davada bu kişilerin beraatlerine karar verilmiştir. Başvuru dosyasında bundan sonra olay hakkında yeni bir soruşturma başlatıldığı ya da başlatılmamakla birlikte önceki soruşturma üzerinden araştırmaya devam edildiği anlaşılamamaktadır. Başvuruya konu olayda başvurucuların etkili bir ceza soruşturması yürütülmediğinin açıkça farkına varmaları gereken bir durumun bireysel başvuruda bulunulmasından çok uzun zaman önce ortaya çıktığı tartışmasızdır. Aslında 3/8/1999 tarihinde gerçekleşen olaya ilişkin ilgili Kanunda öngörülen 20 yıllık dava zamanaşımı süresi içerisinde söz konusu kovuşturma aşamasının ardından olayın sorumlularının tespit edilmesi için bir soruşturma yürütülmediği başvurucular tarafından da uzun süredir farkında olunan bir olgudur. Başvurucular bireysel başvurularında çok uzun zaman önce bu durumun farkına vardıklarını açıkça dile getirmişler hatta benzer olayları değerlendirdiklerinde en başından beri etkili soruşturma yürütüleceğini ummadıklarını da eklemişlerdir.

53. Olayda bir soruşturma başlatılmadığı ve dolayısıyla artık etkili bir soruşturma yürütülmeyeceği uzun zaman önce bariz bir şekilde ortaya çıkmasına ve başvurucuların da bu durumun açıkça farkında olmalarına rağmen bireysel başvuruda bulunmak için Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru imkânına kavuştukları 23/9/2012 tarihinden itibaren gerekli süratle hareket etmek yerine yaklaşık 2,5 yıl süreyle bekledikleri görülmektedir. Dolayısıyla etkili ceza soruşturması yürütülmesine ilişkin yükümlülüğün ihlal edildiği şikâyetinin süresinde yapıldığı söylenemeyecektir.

54. Başvurucular bu konuda bireysel başvuru yapabilmek için kendi inisiyatifleriyle ile açtıkları ve sadece maddi zararlarının giderimi konusundaki uyuşmazlığı inceleyen davanın sonucunu beklemişlerdir. Ancak tazminat yolunun bu tür şikâyetler kapsamında makul bir başarı -ceza soruşturmasının başlatılmasını ya da başlatılmış olmakla birlikte etkililiğin sağlanmasını- sağlayabilecek bir yol olmadığında tereddüt bulunmamaktadır. Diğer taraftan başvurucular bu konuda aksine bir iddia da ileri sürmemişlerdir. Bu durumda söz konusu yükümlülüğün ihlal edildiğine ilişkin şikâyetin ileri sürülmesi için tazminat yolunun sonucunun beklemesinin bireysel başvuru süresi üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığı sonucuna varılmıştır.

55. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin süre aşımı nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

c. Yaşamı Koruma Yükümlülüğü Yönünden

56. Devlet, bireyin maddi ve manevi varlığını her türlü tehlikeden, tehditten ve şiddetten korumakla yükümlüdür (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 51; AYM, E.2005/151 K.2008/37, 3/1/2008;E.2010/58, K.2011/8, 6/1/2011).

57. Devletin sorumluluğunu gerektirebilecek şartlar altında can kaybının gerçekleştiği durumlarda Anayasa’nın 17. maddesi devlete, elindeki tüm imkânları kullanarak yaşam hakkını korumak için oluşturulan yasal ve idari çerçevenin gereği gibi uygulanmasını ve bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak etkili idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük -kamusal olsun veya olmasın- yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet bakımından geçerlidir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 52).

58. Anayasa Mahkemesi, yaşam hakkını güvence altına alan Anayasa'nın 17. maddesini Anayasa'nın 5. maddesiyle birlikte değerlendirerek devlete üç tür yükümlülük yükleyecek şekilde yorumlamış ve bu yükümlülüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin değerlendirmelerinde gözönüne alacağı ilkeleri belirlemiştir. Bu yükümlülüklerden ilki kasıtlı ve hukuka aykırı olarak öldürmememe yükümlülüğü (negatif yükümlülük), ikincisi her türlü tehlikeye karşı bireylerin yaşam hakkını koruma yükümlülüğü (pozitif yükümlülüğün maddi boyutu), üçüncüsü ise doğal olmayan her ölümle ilgili etkili soruşturma yükümlülüğüdür (pozitif yükümlülüğün usule ilişkin boyutu). Görüldüğü üzere ilk iki yükümlülük ölüm anından öncesine ilişkindir. Bu iki yükümlülük kapsamında devletin ölümün meydana gelmemesi için yapmaması gerekenler ile yapması gerekenler belirlenmektedir. Öldürmemeye (yapmamaya) ilişkin negatif yükümlülük de ölüm öncesi korumaya (yapmaya) ilişkin pozitif yükümlülük de olay ve öncesini kapsayan bazı maddi yükümlülükler içerdiğinden yaşam hakkının maddi boyutunu teşkil etmektedir. Yaşamı koruma yükümlülüğünde devletin yaşamı korumak için etkili hukuki tedbirler almasının (gerekli yasal düzenlemeleri oluşturma ve bu yasaların uygulanmasını sağlayacak etkili bir mekanizma kurma şeklinde) yanında yeterli düzeyde önleyici idari tedbirleri de alması gerekmektedir. Son ve üçüncü yükümlülük ise ölüm anından sonrasına ilişkin olan ve devletin olayın niteliğine -yaşam hakkının kasten ihlal edilip edilmediğine- bağlı olarak cezai, hukuki ve idari nitelikte soruşturmalar yürüterek yerine getirilebileceği, olayı soruşturma ve gerektiğinde ihlale uygun karşılık gelen yeterli yaptırımlara karar verme yükümlülüğüdür. Ölüm sonrası etkili soruşturma yapmayla yerine getirilebilecek olan bu pozitif yükümlülük soruşturma işlemlerine, yöntemlerine ilişkin olduğundan yaşam hakkının usul boyutunu oluşturmaktadır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmesindeki amaç, somut olay özelinde mağduriyetin giderilmesi yanında devletin gerekli yasal düzenlemeleri oluşturup bu yasal düzenlemelerin uygulanmasını sağlayacak etkili bir mekanizma kurarak yaşamı etkili ve caydırıcı yaptırımlarla koruma altına almasının bir anlam ifade edebilmesini başka bir ifadeyle yaşam hakkını koruyan hukukun etkili bir şekilde uygulanabilmesini sağlamaktır. Çünkü benzer yaşam hakkı ihlallerinin gerçekleştirilmesi ancak bu şekilde önlenerek kişilerin yaşamı korunabilecektir. Bu nedenle yaşamı korumaya ilişkin pozitif yükümlülük devlete bu konuda gerekli yasal ve idari çerçevenin oluşturulmasının yanında aynı zamanda usule ilişkin yükümlülükler de yüklemektedir. Dolayısıyla usul yükümlülüğü de korumaya ilişkin pozitif yükümlülüğün bir parçasıdır.

59. Bir bireysel başvuruda yaşam hakkının uygulanabilir olabilmesi başka deyişle başvurunun Anayasa Mahkemesince yaşam hakkı kapsamında incelenebilmesi için devletin değinilen bu yükümlülüklerinden en az birinin ihlal edildiğinin ileri sürülmesi gerekmektedir. Bu iddialar öldürmeme yükümlülüğünde hukuka aykırı veya keyfî öldürülmeye, yaşamı koruma yükümlülüğünde gerekli yasal düzenlemeler ile bu yasaların uygulanmasını sağlayacak etkili bir mekanizma oluşturulması gerektiği hâlde oluşturulmamasına ve/veya somut olayda olduğu gibi yaşamı korumak için yeterli düzeyde önleyici idari tedbirler alınması gerektiği hâlde alınmamasına, usul yükümlülüğünde ise etkili bir soruşturma yapılması gerekirken yapılmamasına ilişkin olabilecektir. Görüldüğü üzere yaşam hakkının ihlal edildiği yolundaki bir iddia devletin somut olayda yapmaması gerekenleri yaptığı, yapmasını gerekenleri ise yapmadığı şeklinde ileri sürülmektedir. Bu itibarla bir bireysel başvurunun yaşam hakkı kapsamında değerlendirilebilmesi için kamu makamlarının yaşam hakkının koruma alanına kasıtlı eylemleri veya ihmal suretiyle tezahür eden eylemsizlikleri ile bir müdahalesinin gerçekleştiği iddia edilmelidir. Başka bir anlatımla yaşam hakkı kapsamında yapılacak bir incelemenin ancak yetkili makamların kusura dayalı sorumluluğunun ileri sürüldüğü hâllerde söz konusu olabileceği ifade edilmelidir. Bir ölümden kusursuz sorumluluk ilkeleri gereğince sorumlu olunduğunun ileri sürülmesi hâlinde ise bireysel başvurunun açıklanan gerekçelerle yaşam hakkından incelenebilmesi mümkün değildir.

60. Bu açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında başvuruda, maktulün yaşadığı bölgede olayın gerçekleştiği dönemde pek çok faili meçhul cinayetin işlendiği, bunların kişisel saiklerle gerçekleştirilen öldürmeler olmayıp arka planlarında terör ve siyasi sebeplerin yattığı ileri sürülmektedir. Başvurucular, Zarar Tespit Komisyonunun kabulündeki gibi maktulün kişisel sebeplerle öldürülmediğini belirterek bölgede yaşanan pek çok faili meçhul cinayetin gerçekleştirilmesinde kullanılan yönteme benzer bir yöntemle öldürüldüğünü iddia etmişlerdir. Öte yandan başvurucular, maktulün muhalif politik görüşleri veya başka bir nedenle olaydan önce yakın bir zamanda şiddet tehdidi aldığı veya saldırıya maruz kaldığı gibi somut bir sebep ileri sürmeksizin devletin bölgede yaşanan bu tabloyu gözönüne alarak yaşamını gerekli güvenlik önlemlerini alarak koruması gerekirken korumaması sonucunda öldürüldüğünü ileri sürmüşlerdir.

61. Dolayısıyla başvuruda yukarıda ilgili bölümde değerlendirilen, devletin yaşam hakkının kasten ihlal edildiği durumlarda ve olay sonrası için söz konusu olan etkili ceza soruşturması yürütülmesi şeklindeki usule ilişkin pozitif yükümlülüğünün yanında olay öncesine ilişkin olan ve yaşamı korumak için makul ölçüler çerçevesinde idari tedbirler alması gerekliliğini ifade eden yaşamı koruma pozitif yükümlülüğünün maddi boyutunun da ihlal edildiği ileri sürülmüştür.

62. Bununla birlikte bireysel başvurunun ikincil niteliği gereği somut olayda başvurucuların ihlal iddialarını Anayasa Mahkemesinden önceki yargısal mercilerde usulüne uygun bir şekilde dile getirip getirmediklerinin ve bu amaçla başvurdukları yargısal yolun, yerine getirilmediğinden şikâyet ettikleri pozitif yükümlülüğün ihlal edildiğini en azından özü itibarıyla tespit edebilme potansiyelini taşıyıp taşımadığının belirlenmesi gerekir.

63. Bu bağlamda yapılan değerlendirmede öncelikle yaşamı korumak için önleyici idari tedbirler almaya ilişkin yükümlülüğün yerine getirilip getirilmediğini incelerken Anayasa Mahkemesinin bu konuda dikkate aldığı ölçütlere değinmek gerekir. Anayasa Mahkemesine göre anılan pozitif yükümlülük, özellikle insan davranışının öngörülemezliği, öncelikler ve kaynaklar değerlendirilerek yapılacak işlemin veya yürütülecek faaliyetin tercihi gözönüne alınarak yetkililer üzerine aşırı yük oluşturacak şekilde yorumlanmamalıdır. Bu pozitif yükümlülüğün ortaya çıkması için yetkililerce belirli bir kişinin hayatına yönelik gerçek ve yakın bir tehlikenin bulunduğunun bilindiği ya da bilinmesi gerektiği durumların varlığı kabul edildikten sonra böyle bir durum dâhilinde, makul ölçüler çerçevesinde ve sahip oldukları yetkiler kapsamında bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek şekilde kamu makamlarının önlem almakta başarısız olduklarının tespiti gerekmektedir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 53).

64. Açıkça görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesine göre yaşamı korumaya ilişkin pozitif yükümlülüğün önleyici idari tedbirler alınması boyutunun bir olayda harekete geçmesi gerektiğinden söz edilebilmesi için her şeyden önce kişinin yaşamına yönelik gerçek ve yakın bir tehlike olmalıdır. Bunun yanında olayda bu tehlike yetkililerce bilinmeli veya yetkililerce bilinmesi gerektiği kabul edilen bir durum söz konusu olmalıdır. Son olarak ise buna rağmen yetkililerce -makul ölçüler çerçevesinde ve sahip oldukları yetkiler kapsamında- bu tehlikenin gerçekleşmesini önleyebilecek nitelikte bir idari tedbir ya alınmamış ya da alınsa bile yetersiz kalmış olmalıdır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin söz konusu yükümlülüğe ilişkin incelemelerinde yetkili makamların yaşamı korumak için makul ölçülerde bir tedbir almalarının gerekli olduğu belirlendikten sonra gereken tedbirin alınmamasında -sahip oldukları yetkileri kapsamında- bir sorumluluklarının (kusurlarının) bulunup bulunmadığı değerlendirilmektedir.

65. Başvurucular olay tarihinde yakınlarının yaşamının bölgede yaşanan şiddet olayları nedeniyle gerçek ve yakın bir tehlike altında olduğunu, söz konusu tehlikenin ilgili makamlarca bilinmesi gerektiğini, dolayısıyla yakınlarının ölümcül şiddete karşı korunması gerektiği hâlde kamu makamları tarafından gerekli idari tedbirler alınmaması sonucu yaşamını yitirdiğini ileri sürmüşlerdir. Başvurucuların olayda devletin yaşamı korumaya ilişkin pozitif yükümlülüğünün harekete geçmesini gerektiren olguların ortaya çıkmasına rağmen yetkililerin ihmalleri sonucunda yaşam hakkının ihlal edildiğini iddia ettikleri görülmektedir.Kamu görevlisi olmayan bireylerin kasıtlı eylemleri sonucu meydana gelen ölümde yetkili kamu makamlarının olaydan önce önleyici idari tedbirler almakta hareketsiz kaldıkları ve dolayısıyla kusura dayalı sorumluluklarının bulunduğu iddia edilmektedir. Ancak burada ileri sürülen sorumluluğun kasıtlı bir davranışla meydana gelen sorumluluk olmadığı, ihmal suretiyle gerçekleştiğinin iddia edildiği özellikle belirtilmelidir.

66. Bu noktada yaşam hakkının kasten ihlaline sebebiyet veren kişiler bakımından bu kişilerin etkili cezai yaptırımlarla hesap vermesini sağlayabilecek bir ceza soruşturması yürütülmesi yükümlülüğü söz konusu olmakla birlikte, yaşam hakkının ihmali davranışlarla ihlal edildiği iddiaları açısından farklı bir yaklaşımın benimsenmesi gerekir. Buna göre, yaşam hakkının ihlaline kasten sebebiyet verilmemiş ise etkili bir yargısal sistem kurma yönündeki pozitif yükümlülük her olayda mutlaka ceza soruşturması başlatılmasını gerektirmeyip mağdurlara hukuki, idari ve hatta disiplinle ilgili hukuk yollarının açık olması ile de yerine getirilmiş sayılabilir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 59).

67. Somut olayda da başvurucular, yakınlarının yaşamının ihmal gösterilmesi suretiyle korunmadığı iddialarına ilişkin olarak bu tür iddialar bakımından kural olarak söz konusu pozitif yükümlülüğün yerine getirilmesi bakımından yeterli kabul edilebilecek bir mekanizma olan tazminat yoluna başvurmuşlardır. Ancak başvurucuların açtıkları dava genel hükümlere göre açılan bir tam yargı davası olmayıp 5233 sayılı Kanun hükümleri kapsamında kurulan Tazminat Komisyonuna yapılan başvurunun reddi üzerine açılan bir davadır. Başvurucular, yetkili adli ve idari makamların söz konusu Kanun hükümlerini hatalı yorumlamaları nedeniyle ihlali tespit edememeleri sonucunda mağduriyetlerinin giderilmediğini ileri sürmüşlerdir. Bu durumda başvurucuların tükettikleri söz konusu yolun (5233 sayılı Kanun uyarınca kurulan mekanizma) iddiaları ele alarak yaşam hakkının pozitif yükümlülük bağlamında ihlalini en azından özü itibarıyla tespit edebilme potansiyeline sahip olup olmadığının başvuru yollarının tüketilmesi kuralı bakımından incelenmesi gerekmektedir.

68. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

“...Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”

69. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

 “İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.”

70. Öncelikle belirtmek gerekir ki anılan Anayasa ve Kanun maddelerinde yer verilen kanun yollarının tüketilmesi koşulu, bireysel başvurunun temel hak ihlallerini önlemek için son ve olağanüstü bir çare olmasının doğal sonucudur (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 20). Temel hak ve özgürlüklere saygı, devletin tüm organlarının anayasal ödevi olup bu ödevin ihmal edilmesi nedeniyle ortaya çıkan hak ihlallerinin düzeltilmesi idari ve yargısal makamların görevidir. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle derece mahkemeleri önünde ileri sürülmesi, bu makamlar tarafından değerlendirilmesi ve bir çözüme kavuşturulması esastır (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403, 26/3/2013, § 16).

71. Diğer taraftan tüketilmesi gereken başvuru yolları, başvurucuların şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı sunabilecek ve bir çözüm sağlayabilecek nitelikte olmalıdır. Ayrıca başvuru yollarını tüketme kuralı ne kesin ne şeklî olarak uygulanabilir bir kural olup bu kurala uygunluğun denetlenmesinde somut başvurunun koşullarının dikkate alınması esastır. Bu anlamda yalnızca hukuk sisteminde birtakım başvuru yollarının varlığının değil aynı zamanda bunların uygulama şartları ile başvurucunun kişisel koşullarının gerçekçi bir biçimde ele alınması gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, § 28).

72. Anayasa Mahkemesi açısından idari makamlar ve derece mahkemeleri tarafından başvurucular lehine bir tedbir ya da kararın alınması suretiyle ihlalin tespit edilmesi ve verilen karar ile bu ihlalin uygun ve yeterli biçimde giderilmesi hâlinde ilgili tarafın mağdur olduğu artık ileri sürülemeyecektir (Sadık Koçak ve diğerleri, B. No. 2013/841, 23/1/2014, § 83).

73. Mağduriyetin giderilmesi, özellikle ihlal edildiği ileri sürülen hakkın niteliği ve ihlali tespit eden kararın gerekçesi ile bu kararın ardından ilgili açısından uğradığı zararların devam edip etmediğine bağlıdır. Başvuruculara sunulan telafi imkânının uygun ve yeterli olup olmadığı kararı, söz konusu anayasal temel hak ve özgürlüğün ihlalinin niteliği gözönünde bulundurularak dava koşullarının tamamının değerlendirilmesi sonucunda verilebilecektir (Sadık Koçak ve diğerleri, § 84).

74. Somut olayda devletin pozitif yükümlülüğü kapsamında yaşamı korumak için makul ölçüler çerçevesinde idari tedbirler alınması gerekliliği ileri sürülmüştür. Başvurucular, bu bağlamda devletin yaşamı korumak için yapması gerekenleri yapmadığını iddia etmişlerdir. Yukarıda ilgili bölümde (bkz. §§ 31-33) yer verildiği üzere 5233 sayılı Kanun kapsamında yapılan başvurulara ilişkin yerleşik içtihat -söz konusu tazminat yolunda- mahiyeti genel hatlarıyla açıklanan devletin yaşamı koruma yükümlülüğünü ihlal edip etmediğinin incelenmediğini açıkça göstermektedir. Bu tazminat yolunda doğrudan kusursuz sorumluluğa ilişkin bir değerlendirme yapılmakta, bu sorumluluk bağlamında terör ve terörle mücadele kapsamında meydana gelen bazı maddi zararların giderilmesi amacı güdülmektedir. Başka bir anlatımla bu başvuru yolunda sadece belirli koşullarda gerçekleşen -terör eylemi veya terörle mücadele kapsamındaki eylemle arasında bir nedensellik bağı kurulabilen- birtakım maddi zararlara ilişkin bir çözüm yolu sunulmaktadır. Dolayısıyla söz konusu başvuru yolu, bu konudaki yerleşik içtihada göre belirli bir konuya özgülenmiş somut başvuruda ileri sürüldüğü gibi idarenin yapması gerekenleri yapmadığı iddiasının (kusur sorumluluğu) değerlendirilmediği bir tazminat yoludur.

75. Bu itibarla Anayasa Mahkemesinin bu tazminat yolunu devletin yaşamı koruma yükümlülüğü ile bu yükümlülük kapsamında belirlediği ilkeler çerçevesinde inceleyip ilgili idari ve adli makamların vardıkları sonuçları bu bağlamda değerlendirebilmesi mümkün değildir. Başvuru yollarının tüketilmesi kuralı, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle Anayasa Mahkemesinden önceki yetkili makamlar tarafından değerlendirilmesi ve bir çözüme kavuşturulması esasına dayanmaktadır. Diğer taraftan tüketilmesi gereken başvuru yolları, ihlal iddiasını en azından özü itibarıyla ele alabilecek ve dolayısıyla başvurucunun şikayetleri açısından makul bir başarı şansı sunabilecek nitelikte olmalıdır. Dolayısıyla bu nitelikte olmayan bir başvuru yolunun tüketilmiş olması, bu kuralın yerine getirildiği anlamına gelmeyecektir.

76. Başvurucular kendi inisiyatifleriyle bu yola başvurmuşlar, maddi zararlarının giderimi için bu konudaki genel hükümlere göre yetkili makamlara başvurmayı ve bunun üzerine tam yargı davası açmayı ise tercih etmemişlerdir. Aynı zamanda genel hükümlere göre başvurulabilecek tam yargı davası yolunun somut olayın kendine özgü koşullarına göre şikâyetleri açısından makul bir başarı şansı sunabilecek nitelikte olmadığını da iddia etmemişlerdir.

77. Sonuç olarak her ne kadar devletin korumaya ilişkin pozitif yükümlülüğünü ihlal ettiğini ileri sürerek yaşam hakkı kapsamında bir başvuru yapmış iseler de Anayasa Mahkemesinden önce başvurulan tazminat yolunun, ihlali en azından özü itibarıyla tespit edebilecek nitelikte bir başvuru yolu olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı, başvurucuların söz konusu şikâyetleri açısından gerekli başvuru yolunu tüketmeden bireysel başvuruda bulundukları sonucuna ulaşılmıştır.

78. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. Adil Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucuların İddiaları

79. Başvurucular, 5233 sayılı Kanun kapsamındaki tazminat taleplerinin değerlendirilmesi hususundaki idari ve yargısal sürecin uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir.

2. Değerlendirme

80. Ferat Yüksel (B. No: 2014/13828, 12/9/2018) kararında Anayasa Mahkemesi yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı, yargı kararlarının geç veya eksik icra edildiği ya da hiç icra edilmediği iddiasıyla 31/7/2018 tarihinden önce gerçekleştirilen bireysel başvurulara ilişkin olarak Tazminat Komisyonuna başvuru imkânının getirilmesine ilişkin yolu ulaşılabilir olma, başarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesinin bulunup bulunmadığı yönlerinden inceleyerek bu yolun etkililiğini tartışmıştır (Ferat Yüksel, §§ 27-36).

81. Ferat Yüksel kararında özetle anılan başvuru yolunun kişileri mali külfet altına sokmaması ve başvuruda kolaylık sağlaması nedenleriyle ulaşılabilir olduğu, düzenleniş şekli itibarıyla ihlal iddialarına makul bir başarı şansı sunma kapasitesinden mahrum olmadığı vetazminat ödenmesine imkân tanıması ve/veya bu mümkün olmadığında başka türlü telafi olanakları sunması nedenleriyle potansiyel olarak yeterli giderim sağlama imkânına sahip olduğu hususunda değerlendirmelerde bulunulmuştur (Ferat Yüksel, §§ 27-34). Bu gerekçeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesi, ilk bakışta ulaşılabilir olan ve ihlal iddialarıyla ilgilibaşarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olduğu görülen Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurunun ikincil niteliği ile bağdaşmayacağı sonucuna vararak başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemezlik kararı vermiştir (Ferat Yüksel, §§ 35, 36).

82. Mevcut başvuruda, söz konusu karardan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

83. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Adli yardım talebinin kabulüne;

B. 1. Yaşam hakkının usule ilişkin boyutunun ihlal edildiğine ilişkin iddianın süre aşımı nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

2. Yaşam hakkının maddi boyutunun ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

3. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA

C. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 339. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca tahsil edilmesi mağduriyetine neden olacağından başvurucuların yargılama giderlerini ödemekten TAMAMEN MUAF TUTULMASINA 19/2/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

I. KARAR KİMLİK BİLGİLERİ

Kararı Veren Birim Birinci Bölüm
Karar Türü (Başvuru Sonucu) Kabul Edilemezlik vd.
Künye
(Aziz Biter ve diğerleri [1.B.], B. No: 2015/4603, 19/2/2019, § …)
   
Başvuru Adı AZİZ BİTER VE DİĞERLERİ
Başvuru No 2015/4603
Başvuru Tarihi 6/3/2015
Karar Tarihi 19/2/2019

II. BAŞVURU KONUSU


Başvuru, terör ve şiddet olaylarının gerçekleştiği bölgede yaşamı tehlike altında bulunan kişinin devlet tarafından korunmaması sonucu silahlı saldırıda öldürülmesi ve saldırının faillerinin tespit edilmesi için etkili bir ceza soruşturması yürütülmemesi nedeniyle yaşam hakkının, terör ve terörle mücadeleden kaynaklanan zararın giderimine ilişkin sürecin makul sürede tamamlanmaması nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

III. İNCELEME SONUÇLARI


Hak Müdahale İddiası Sonuç Giderim
Yaşam hakkı Güvenlik güçlerinin ölümcül güç kullanması Süre Aşımı
Koruma yükümlülüğünün ihlal edildiğine ilişkin diğer iddialar Başvuru Yollarının Tüketilmemesi
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı) Makul sürede yargılanma hakkı (ceza) Başvuru Yollarının Tüketilmemesi

IV. İLGİLİ HUKUK



Mevzuat Türü Mevzuat Tarihi/Numarası - İsmi Madde Numarası
Kanun 765 Türk Ceza Kanunu 450
102
104
5237 Türk Ceza Kanunu 7
5233 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun 1
2
3713 Terörle Mücadele Kanunu 1
3
4
2577 İdari Yargılama Usulü Kanunu 2
13
  • pdf
  • udf
  • word
  • whatsapp
  • yazdir
T.C. Anayasa Mahkemesi