logo
Bireysel Başvuru Kararları Kullanıcı Kılavuzu English

(Fahrettin Çakıroğlu ve Saime Çakıroğlu [2.B.], B. No: 2016/12574, 25/9/2019, § …)
Kararlar Bilgi Bankasında yayınlanan karar metni
editöryal düzeltmelere tabi tutulmuş olabilir.
   


 

 

 

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

FAHRETTİN ÇAKIROĞLU VE SAİME ÇAKIROĞLU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/12574)

 

Karar Tarihi: 25/9/2019

R.G. Tarih ve Sayı: 24/10/2019-30928

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Engin YILDIRIM

Üyeler

:

Recep KÖMÜRCÜ

 

 

M.Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

Raportör

:

Heysem KOCAÇİNAR

Başvurucular

:

1. Fahrettin ÇAKIROĞLU

 

 

2. Saime ÇAKIROĞLU

Vekili

:

Av. Özgül BİRİCİK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, taşınmaz üzerindeki şerhin kapsamı ve miktarı belirlenmeden davanın reddine karar verilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvurular 1/7/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. 2016/12568 numaralı başvuru dosyasının hukuki irtibat nedeniyle 2016/12574 numaralı başvuru dosyası ile birleştirilmesine, incelemenin 2016/12574 numaralı başvuru dosyası üzerinden yürütülmesine ve diğer dosyanın kapatılmasına karar verilmiştir.

6. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

7. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Uyuşmazlığın Arka Planı

9. Dosya içinde bulunan tapu kaydına göre 13993 ada 4 parsel sayılı taşınmaz, imar uygulaması sonucunda paylı olarak H.A., İ.K., H.A., H.A. adına kayıtlı iken İzmir 4. Sulh Hukuk Mahkemesinin satış kararı uyarınca yapılan açık artırma sonucunda 21/8/2013 tarihinde başvurucular adına tescil edilmiştir. Taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde ''1.419 m² fazlalık hakkında 12/12/1947tarih ve 1071 sayılı tezkere ile defterdarlık ve iskan müdürlüğüne bildirilmiştir'' şerhi bulunmakta olup ihale bedelinin belirlenmesinde bu husus da dikkate alınmıştır.

10. Başvurucular açık artırmayla satın aldıkları 4 sayılı parsel ile satın alma yoluyla edindikleri 1, 2 ve 3 sayılı parselleri tevhit ederek 5 sayılı parseli oluşturmuşlardır.

11. 13993 ada 5 parsel sayılı taşınmaz tapuda arsa ve dört ev vasfıyla 1.971 m²büyüklüğündedir.Bu taşınmazı oluşturan parseller 1989 yılında yapılan imar uygulaması ile imar parseli niteliğini kazanmıştır. 4 sayılı parselin beyanlar hanesindeki ''1.419 m²fazlalık hakkında 12/12/1947 tarih ve 1071 sayılı tezkere ile defterdarlık ve iskan müdürlüğüne bildirilmiştir'' şerhi birleşme sonucunda yeni oluşan 5 sayılı parsele aktarılmıştır.

B. Tapu İptali ve Terkin Davası Süreci

12. Başvurucular 10/1/2014 tarihli dilekçe ile uyuşmazlık konusu 13993 ada 5 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki şerhin iptali istemiyle dava açmıştır. Başvurucular dava dilekçesinde, dört adet parselin tevhidinden oluşan parselin üzerindeki şerhin bir dayanağının bulunmadığını ve taşınmazdaki miktar fazlasının tapusuz yerlerden olup bu yerin zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleştiğini belirterek şerhin terkinini talep etmişlerdir.

13. İzmir 7. Asliye Hukuk Mahkemesi 29/5/2014 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, taşınmaza ilişkin kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıllık hak düşürücü sürenin geçmesinden dolayı miktar fazlasınınbaşvurucular adına tescili imkânının ortadan kalktığı ve başvurucuların Hazineye ait fazlalığın bedeli karşılığında satılmasına yönelik bir başvurusunun bulunmadığı belirtilmiştir.

14. Bu karar başvurucular tarafından temyiz edilmiş ve Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 30/11/2015 tarihinde hükmü onamıştır. Başvurucuların karar düzeltme talebi de 17/5/2016 tarihinde reddedilmiştir.

15. Nihai karar 7/6/2016 tarihinde tebliğ edilmiş ve 1/7/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Kanun Hükümleri

16. 14/6/1934 tarihli ve 2510 sayılı mülga İskan Kanunu’nun 43. maddesi şöyledir:

 “Bu kanun hükümlerine göre muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklolunanlara ve yerlilere dağıtılan yapı ve toprakların temlikine vali ve kaymakamlar salahiyetlidirler. Dağıtış defter veya kararlarının altı vali veya kaymakamlarca tasdik edilmesi, temliktir. Tasdikli defterlerdeki veya kararlardaki miktarlar muteberdir.”

17. 28/6/1966 tarihli ve 766 sayılı mülga Tapulama Kanunu’nun 42. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

 “Değişmez ve genişletilmeye elverişli olmıyan sınırlı tapu kayıtları ile diğer belgelerin muhtevasını tayinde, kayıt ve belgelerde gösterilen sınıra itibar olunur. Özel kanunların kayıt ve belgelerde yazılı miktara itibar edilmesini gözönünde tuttuğu haller saklıdır. Ancak Hazinece özel kanunları hükümlerine göre miktar üzerinden satılan tefviz veya tahsis edilen veya parasız dağıtılan arazide çıkan fazlalık, satış, tefviz, tahsis veya dağıtım tarihinden başlıyarak on yıl geçmiş ise miktarına bakılmadan kayıt sahibi adına tesbit edilir; on yıl geçmemiş ise miktar fazlası hakkında 5618 sayılı Kanunun 2 nci maddesi hükmünün kayıt sahibi lehine uygulanıp uygulanmıyacağı en büyük mülkiye amirinden sorularak alınacak karşılık uyarınca işlem yapılır.''

18. 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun ''Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre'' kenar başlıklı 12. maddesinin üçüncü numaralı fıkrası şöyledir:

 “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.''

19. 3402 sayılı Kanun’un ''Kayıt ve belgelerin kapsamını tayin'' kenar başlıklı 20. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “D) Hazinece, özel kanunlar hükümlerine göre değişmez ve genişlemeye müsait olmayan sınırlarla miktar üzerinden satılan, tefviz veya tahsis veya parasız dağıtılan taşınmaz mallarda çıkan fazlalık, taşınmaz malla birlikte satış, tefviz, tahsis ve dağıtım tarihinden itibaren on yıl geçmiş ise, miktarına bakılmaksızın kayıt sahibi adına tespit edilir.

Bu maddede yazılı taşınmaz mallarda meydana gelen fazlalıklar hakında şartlar uygun bulunduğu takdirde, 14 üncü ve 17 nci madde hükümleri uygulanır.''

20. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun ''Beyanlar'' kenar başlıklı 1012. maddesi şöyledir:

 “Bir taşınmazın eklentileri, malikin istemi üzerine kütükteki beyanlar sütununa yazılır. Bu kaydın terkini, kütükte hak sahibi görünen bütün ilgililerin rızasına bağlıdır.

Taşınmaz mülkiyetine ilişkin kamu hukuku kısıtlamalarının beyanlar sütununa yazılması ve bu sütuna yazılabilecek diğer hususlar Cumhurbaşkanınca çıkarılan yönetmelikle belirlenir.

Özel kanun hükümleri saklıdır.''

21. 17/8/2013 tarihli ve 28738 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe giren Tapu Sicil Tüzüğü'nün (Tüzük) ''Şerhler sütunu'' kenar başlıklı 46. maddesi şöyledir:

 “(1) Kütüğün şerhler sütununa kişisel haklar, tasarruf yetkisini kısıtlayan veya yasaklayan şerhler, geçici tescil şerhleri ile kanunlarda öngörülen diğer hususlar yazılır.''

22. Tüzük'ün ''Beyanlar sütununda belirtme'' kenar başlıklı 52. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “ (1) Kütüğün beyanlar sütununa, mevzuatın yazılmasını öngördüğü hususlar tarih ve yevmiye numarası belirtilerek yazılır.''

B. Yargıtay Kararları

23. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18/2/2009 tarihli ve E.2009/14-12, K.2009/79 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Hukuk Genel Kurulunun bozma ilamında da açıklandığı üzere; Dava konusu taşınmazların, 7/1/1934 tarih ve 97 nolu tapu senedine istinaden 26/8/1949 tarihinde tapu malikleri adına tahdit ve tespitinin yapıldığı, kesinleşmesini müteakip, 4/1/1955 tarihinde 101 ada 13 parsel olarak tapuya tescil edildiği, taşınmaza uygulanan ve 1771 sayılı Mübadele ve Tefiz İşlerinin Kati Tasfiyesi İntacı Hakkında Kanun ve 2510 sayılı İskan Kanunlarına göre oluşturulduğu anlaşılan tapu kaydında ileride fazlalık çıkarsa Hazinenindir şerhinin bulunduğu, bu kayda istinaden yapılan kadastro tutanağının mülkiyet tablosu bölümünde' fazlası hazineye aittir 680 m2' şeklinde şerh düşüldüğü ve bu durumun 30/12/1955 tarihinde 1727 sayılı yazı ile Defterdarlık Makamına bildirildiği anlaşılmaktadır.

101 ada, 13 parsel, imar uygulaması sonucu 1128 ada, 9 parsel ile 1129 ada, 1-2-3-4-5 ve 8 parsel sayılı taşınmazlara ifraz edilmiş ve mezkur şerh bu taşınmazların tapu kütüklerinin beyanlar hanesine aynen aktarılmıştır. Davacı bu taşınmazların tümünü 24/7/1992 tarihinde satın alarak iktisap etmiş, ardından 1129 ada, 1-2-3-4-5 ve 8 parsel sayılı taşınmazlar tevhit edilerek 1129 ada, 9 parsel sayılı taşınmaz oluşturulmuş, aynı şekilde miktar fazlalığı şerhi yeni oluşan parsele aktarılmıştır.

Uyuşmazlık; Hak düşürücü süre içerisinde açılmadığı anlaşılan “Hazine fazlalığı şerhinin” terkini davasında, ayrıca 3402 sayılı Kadastro Kanunun 20/D maddesi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

3402 sayılı Kadastro Kanununun 12.maddesinin 3.fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin hak düşürücü süre olduğu konusunda, uygulama ile öğreti arasında tam bir fikir birliği bulunmaktadır. Hak düşürücü süre, doğrudan doğruya hakim tarafından kendiliğinden göz önünde tutulması gereken, davada itiraz olarak başvurulması zorunlu olan ve zamanaşımı gibi kesme ve durma hükümlerine bağlı olmayan, uyulmama halinde hakkın kaybına yol açan, yani, hakkın özünü ortadan kaldıran süredir. Anılan maddede öngörülen süre ile, tapu sicilinin kararlılık kazanması, sicillerin bozulmaması, belli bir süre geçtikten sonra yargı organlarınca bu sicillerin tartışma konusu yapılmaması amaçlanmıştır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 2.4.2004 tarih, 2003/1 E, 2004/1 sayılı kararının gerekçesinden).

Kadastroya da tapulama ile oluşturulmuş tapu sicillerine karşı açılacak davalarda hakkıntürünü,766ve2613sayılıKanunlar ile 3402 sayılı Kanun hükümleri sınırlandırmış değildir. Genel bir tanımlama ile 'Tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamayacağını ve dava açılamayacağını' öngörmüş ve sicile geçmiş olan hakkın türüne olursa olsun on yıl geçtikten sonra dava açılmasına anılan kanunlar izin vermemiştir.

Beyanlar hanesinin, tapu sicilinin kapsamında ve onun bir parçası bulunduğu ve yazılı şerhin hukuksal bir durum, Hazineye tanınan bir 'Hak' olduğu tartışmasızdır(MK.nun 919, 920, 921. maddeleri).

Bilinmektedir ki; 2613 sayılı Kadastro Yasasında on yıllık hak düşürücü süre öngörülmediği için,3402sayılı Kadastro Kanununun geçici 4. maddesinin 3. fıkrası 9/10/1987 tarihinden itibaren bir yıliçerisinde2613sayılıKanunagöre kadastrosu yapılmış taşınmazlar hakkında 'dava açabilme hakkını' tanımıştır. Somut olayda asıl uygulanması gereken hak düşürücü süre 3402 sayılı Kanunun 4/3. maddesinde öngörülen süredir.

Görülmekte olan dava, bir yıllık hak düşürücü süre de geçtikten sonra 02.09.2003 günü açılmıştır.

'Hak düşürücü süre' kamu düzeni ile ilgilidir. Davanın görülebilirlik koşuludur. Hakim doğrudan bu yönü göz önünde tutmak zorundadır. Hak düşürücü süre geçtikten sonra açılan davanın esasını hakim inceleyemez.

Davacı, davasında haklıda olsa, tasfiye amacı güden 3402 sayılı Kanun artık bu hakkın özünü silip ortadankaldırmış, uyuşmazlıkların sonsuzadeğin sürmesini engellemiş, kişilerle Hazine arasında ve toplum içinde kavgasız bir ortamı sağlamak uğruna hakkı feda etmiştir (NusretOzanalp, TapulamaKanunuŞerhi,sahife:240).

Dolayısıyla kadastro tutanağının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl ve munzam bir yıllık süreler geçmekle, kadastro tutanağı ve dolayısıyla tapu kütüğü mevcut şekli ile kesinleşeceğinden ve artık kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz ve dava açma hakkı ortadan kalkacağından, bu gibi nedenlere dayalı olarak şerhin terkininin istenebilmesi olanaklı değildir, tutanak kesinleşmiştir.

TMK.m.841/1,f gereğince; Aksine hüküm yoksa kamu hukukuna ilişkin taşınmaz yükünün tapu kütüğüne tescili gerekli değildir. Aynı kanunun 849/1.maddesindeki; 'taşınmaz maliki değişirse yeni malik başka bir işleme gerek bulunmaksızın taşınmaz yükünün yükümlüsü olur.' hükümleri gereğince önceki tapu kaydında bulunan 'miktar fazlası Hazinenindir' şerhi yeni malik yönünden de bağlayıcı olur. Kanundan doğan bu taşınmaz yükümlülüğü karşısında TMK.m.1023’de açıklanan tapu kütüğüne güven prensibinden söz edilemez.

Öyle ise, mezkur kanunlar uyarınca verilen tapuların miktarları ile geçerli olacağı ve üzerindeki 'miktar fazlalıkları Hazineye aittir' şerhinin 4.1.1955 yılında yapılan kadastro tespiti ile önceki kayıtlara dayalı olarak kadastro tutanağına işlendiği ve 10 yıllık hak düşürücü ve munzam 1 yıllık sürenin fazlası ile geçtiğinin anlaşılmasına göre, artık kayıtlarda mevcut olan bu şerhe itiraz imkanı kalmadığı ve dolayısıyla şerhin geçerli olacağı kuşkusuzdur. Hukuk Genel Kurulunun bu hususlara işaret eden kararı doğru ve yerindedir.''

24. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 5/3/2009tarihli ve E.2008/11814, K.2009/2776 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Dava, 6 ada 28 parsel kaydındaki “Defterdarlık ve İskan Müdürlüğünün 28.09.1956 tarih 1085 yevmiye numarası ile 5226 m2 çıkan fazlalık Hazineye aittir" şeklindeki belirtmenin terkini istemi ile açılmıştır.

...

10.11.1949 tarihindeki kadastro işlemi sırasında 9821 m2 yüzölçümündeki zeytinli tarla vasıflı dava konusu taşınmaz,21.03.1934 tarih432 numaralı tapu kaydına dayanılarak gerçek kişi adına tahdit edilmiş, bu tahdit 14.06.1956 tarihinde kesinleşmiştir. Dava konusu taşınmaz ile revizyon gören tapu kaydında da aynı belirtmenin yapıldığı ve bu belirtmenin kadastro tutanağına da işaretlendiği anlaşılmaktadır. Eldeki dava, 17.01.2008 tarihinde açılmıştır.

Burada üzerinde durulması gereken sorun, kayıt maliki olan davacının kayıttaki belirtmenin terkini için açacağı davada 3402 sayılı Kadastro Kanununun geçici 4/3. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağının açıklığa kavuşturulmasıdır. Gerçekten dava konusu taşınmazın kadastro işlemi 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununa göre yapılmıştır. Kadastrosu bu kanun hükümleri gözetilerek yapılmış ve tutanakları kesinleşmiş bulunan taşınmazlar için 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise tutanaklarda belirtilen haklara sınırlandırma ve tespitlere ait davanın 3402 sayılı KadastRo Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılması gerekir. Eldeki uyuşmazlıkta kadastro tutanağı kesinleşmiş, 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş olduğundan davanın3402 sayılı Kadastro Kanununun yürürlük tarihi olan 10.10.1987 tarihinden sonraki bir yıl içinde yani 10.10.1988 tarihine kadar açılmış bulunması zorunludur. Dava ise 17.01.2008 tarihinde açıldığından, davalı Hazine yararına olan belirtmenin kaldırılmasına ilişkin istemin dinlenme olanağı yoktur. Yargıtay Yüksek Hukuk Genel Kurulunun 18.02.2009 tarih ve 2009/14-12/79 sayılı kararı da aynı doğrultudadır.

Diğer taraftan davacı, Hazine’ye ait tarım arazilerinin satışı hakkındaki 4070 Sayılı, tapu fazlalıklarının Hazine’ye ait olduğuna ilişkin tapu kayıtlarında şerh bulunan taşınmaz mallardaki fazlalıkların bedeli karşılığı tapu maliki veya mirasçılarına satılmasına dair 4706 ve 4706 Sayılı Kanunda değişiklik yapan 4916 Sayılı Kanun hükümlerinden yararlanmak üzere başvurulduğunu da ileri sürmemiştir. Hal böyle olunca, mahkemece re’sen gözetilmesi zorunlu hak düşürücü sürenin varlığı nedeniyle davanın reddindeusul ve yasaya aykırılık yoktur.''

25. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 17/4/2012 tarihli ve E.2011/13660, K.2012/4408 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Dava, çap kaydındaki “kayıt miktar fazlasının hazineye ait olacağına” dair şerh gereğince tapu iptal ve tescil isteğine ilişkin olup; mahkemece, çekişmeye konu edilen 61 ve 62 parsel sayılı taşınmazlardaki miktar fazlasının, taşınmazların genel yüzölçümlerine isabet eden pay oranında davacı paydaş kılınmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

Gerçekten de, çekişmeli müfrez parsellerin öncesini teşkil eden 19 parsel sayılı taşınmazın kadastro tutanağında 5543 sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırılan 2510 sayılı Yasanın 23. maddesi hükmü uyarınca “miktar fazlalıklarının hazineye ait olacağına” dair şerh verilmek suretiyle tespitinin yapıldığı, ayrıca 19 parselin tespitine 2510 sayılı Yasa gereğince tesis edilen tapu kayıtlarının uygulanarak kadastrosunun gerçekleştirildiği sabittir.

Hemen belirtilmelidir ki, kadastro tespitinin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Kadastro Yasasında; 3402 sayılı Kadastro Yasasının 12/3 maddesinde öngörülen kadastrodan önceki nedenlere dayalı olarak tutanakta belirtilen haklara, tespitlere ve sınırlandırmalara karşı 10 yıl geçtikten sonra açılacak davaların dinlenmesine olanak bulunmadığına ilişkin bir yasal düzenlemeye yer verilmemiş ise de, 09.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 Sayılı Yasanın geçici 4. maddesinde kadastrodan önceki nedene dayalı olarak dava açılması bakımından 1 yıllık süre öngörülmüştür.

Somut olayda; kadastro tutanağında yer verilen ve sicile yansıtılan miktar fazlası şerhinin terkini konusunda süresinde bir dava açılmadığına göre, şerhin tevlit ettiği hakkın korunması gerekeceği açıktır.

O halde, mahkemece davanın kabul edilmiş olması kural olarak doğrudur. Ancak, mahkemece kadastro sırasında çekişmeli taşınmazların öncesini oluşturan 19 parsel sayılı taşınmaza uygulanan tapu kaydı ve varsa haritası getirtilmemiş ve keşfen yerine tatbik edilmek suretiyle kayıt kapsamı saptanmamış, anılan kaydın çekişme dışı başka parsellere de revizyon görüp görmediği belirlenmemiştir. Anılan işlemlerin gerçekleştirilmemiş olması doğru olmadığı gibi, 19 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün 17200m² olduğu, oysa kadastro tutanağında uygulanan kayıt miktarının 12 dönüm olarak ifade edildiği gözetildiğinde, 17200 m² yüzölçümünden 6172m²'lik miktar tenkis edildiğinde bakiye kısmın kadastroya uygulanan tapu kaydının yüzölçümünün altına düştüğü, buna göre de davalı tarafa kayıt miktarından az yer bırakıldığı görülmektedir.

Diğer taraftan, kabul tarzı itibariyle de, öncelikle kayıt miktar fazlasının çekişmeli taşınmazlardan ifrazının mümkün olup olmadığı üzerinde durulmaksızın doğrudan hazinenin paydaş kılınması suretiyle neticeye gidilmiş olması da isabetsizdir.''

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Mahkemenin 25/9/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

27. Başvurucular; maliki oldukları 13993 ada 5 parsel sayılı taşınmazın beş parselin birleştirilmesi ile oluştuğunu, parseli oluşturan taşınmazlardan 476m²lik aynı ada 4 parsel sayılı taşınmazı resmî ihale sonucunda satın aldıklarını, bu taşınmaz üzerinde bulunan "1.419 m² Hazineye aittir" şerhinin yeni oluşan 5 sayılı parsele aktarıldığını bildirmişlerdir. Başvurucular dört parselin tevhidiyle oluşan 5 sayılı parselin tapu kaydında yer alan şerhin hukuki değerini yitirdiği dikkate alınmadan, herhangi bir araştırma ve inceleme yapılmadan davanın reddine karar verilmesinden yakınmış; 2013 yılında edindikleri taşınmaz hakkında on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanamayacağını belirterek mülkiyet ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.

B. Değerlendirme

28. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

29. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular, adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüşler ise de uyuşmazlığa konu taşınmazın tapu kaydın üzerindeki şerhin taşınmaz üzerinde serbestçe tasarrufta bulunma yetkisini kısıtladığı yönündeki iddiaları sebebiyle belirtilen şikâyetin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

30. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

31. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

32. Somut olayda başvurucular adlarına tapuda kayıtlı taşınmazı üzerindeki Hazine lehine olan şerhi şikâyet konusu etmektedir. Söz konusu taşınmazın tapuda başvurucularadına kayıtlı olduğu anlaşıldığına göre bu taşınmazın başvurucular yönünden mülk teşkil ettiğinde kuşku bulunmamaktadır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

33. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

34. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

35. Somut olayda başvurucuların taşınmazı üzerine şerhin bu taşınmaz üzerinde serbestçe tasarrufta bulunma yetkisini önemli ölçüde kısıtladığı ve değeri üzerinde de olumsuz bir etkiye yol açtığı kuşkusuzdur. Dolayısıyla söz konusu şerhin konulmasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır.

36. Bununla birlikte başvuruculara ait taşınmaz üzerindeki Hazine lehine şerh konulması nedeniyle başvurucular bütünüyle mülklerinden yoksun bırakılmış değildir. Ayrıca müdahalenin mülkiyetin kullanımının kontrolü ve düzenlenmesi gibi bir amacı da yoktur. Bu durumda başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

37. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

38. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

39. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

40. Somut olayda taşınmaz üzerindeki "1.419 m² fazlalık hakkında 12/12/1947tarih ve 1071 sayılı tezkere ile defterdarlık ve iskan müdürlüğüne bildirilmiştir'' şerhi 2510 sayılı mülga Kanun'un 42. maddesine dayanmaktadır. Yargıtayın istikrarlı içtihatlarında da bu şerhlerin Hazine lehine aynî bir hak oluşturduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla söz konusu kanun hükmünün ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir nitelikte olduğu açık olduğuna göre müdahalenin kanuni bir dayanağı mevcuttur.

ii. Meşru Amaç

41. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılmasına imkân verdiğinden bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (bazı farklarla birlikte bkz. Nusrat Külah,B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

42. Somut olay bakımından 2510 sayılı mülga Kanun uyarınca hak sahiplerine bedelsiz ya da belli bir bedel karşılığında dağıtılan taşınmazlardaki, dağıtım belgesinde yazılı olan miktarı aşan ve esasen dağıtım amacı güdülmeyen taşınmaz parçasının hak sahibi olmayan kişiler adına tescilinin önüne geçilerek Hazineye ve dolayısıyla kamuya ait varlıkların korunmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle müdahalenin kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğu açıktır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

43. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

44. Ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

45. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığı değerlendirilirken bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemi, diğer taraftan da müdahalenin niteliği ile başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışları gözönünde bulundurularak başvurucuya yüklenen külfet dikkate alınacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

46. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme imkânının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

47. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk tarafların bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve Gmo Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2015/12563, 24/5/2018, § 53).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

48. Somut olayda başvurucuya ait taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde bulunan şerhin Hazineye ait taşınmazların korunması amacını gerçekleştirmesi bakımından elverişli olduğu açıktır.

49. Öte yandan söz konusu şerh doğrudan doğruya Hazineye taşınmaz üzerinde bir tasarrufta bulunma yetkisi vermemekte ve maliklerin taşınmaz üzerindeki fiilî hâkimiyetini de ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla somut olayın koşulları altında maliklerin fiilî kullanımını kısıtlayacak nitelikte bir uygulama yerine Hazinenin bu taşınmaz üzerinde hak sahibi olması ihtimalini gösteren bir beyanın sicile şerh düşülmesi ile yetinildiği dikkate alındığında kullanılan aracın amacın gerçekleştirilmesi için en uygun araç niteliğinde olduğu anlaşıldığından müdahalenin gerekli olmadığı söylenemez.

50. Başvurucuların 4 sayılı parsel üzerindeki şerhin mevcudiyetini bilerek ihale ile taşınmazı satın aldıkları ve sonrasında da kendi parselleri ile tevhit ederek 5 sayılı parseli oluşturdukları ihtilafsızdır. Ancak bu aşamadan sonra şerhin olumsuz etkisini hisseden başvurucular hukuki varlığını kaybettiği iddiasıyla terkini talebinde bulunmuşlardır. Yukarıda değinildiği üzere şerhin varlığının bu taşınmaz üzerinde inşa edilen binadan bağımsız bölüm satın almak isteyen üçüncü kişilerde bir tereddüte neden olacağı ve bunun sonucu olarak başvurucular üzerinde olumsuz bir etki doğuracağı da tartışmasızdır.

51. Başvurucular, taleplerinin mahkemece hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesi üzerine 3402 sayılı Kanun'da öngörülen hak düşürücü sürenin kendilerine uygulanmayacağı ve şerhin hukuki değerini yitirdiği iddiasında bulunmuşlardır.

52. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kapsamında kural olarak şerhin niteliği, hukuki değerini koruyup korumadığı ya da 3402 sayılı Kanun'da öngörülen hak düşürücü sürenin gerçekleşip gerçekleşemediği gibi eşya hukukuna ilişkin olay ve olguları değerlendirme görevi bulunmamaktadır. Bu aşamada belirtmek gerekir ki delillerin değerlendirilmesi ve hukuk kurallarının yorumlanması yetkisi kural olarak -keyfî olmadığı veya açık ve bariz bir takdir hatası içermediği sürece- derece mahkemelerine aittir.

53. Bu kapsamda başvurucuların belirtilen iddialarını dile getiremediklerine yönelik bir şikâyetlerinin olmadığı anlaşılmaktadır.

54. Somut olayda söz konusu şerhin varsa Hazineye ait taşınmazın korunması amacıyla konulduğu açıktır. Gerçekten de böyle bir miktar fazlalığı mevcut ise bunun korunması gerektiği ve hak düşürücü süre geçtikten sonra da bu belirtmeye karşı dava açılamayacağı açıktır. Ancak bunun için öncelikle bir miktar fazlası olup olmadığı belirlenmiş olmalıdır. Bu husus dayanak tapu kaydının 3402 sayılı Kanun'un 20. maddesine göre uygulanmasıyla anlaşılacaktır. Buna karşılık ilk derece mahkemesi 2510 sayılı mülga Kanun hükümleri uyarınca 1947 yılında dağıtıma tabi tutularak bu Kanun'dan yararlanma hakkı bulunan kişiler adına tescil edilen taşınmazın kapsamını belirlememiş, kadastro tutanaklarının kesinleşme tarihi ile dava tarihi arasında geçen süreyi yeterli görerek başkaca bir araştırma ve incelemeye gerek görmeden hak düşürücü süre nedeniyle davayı reddetmiştir. Buna göre dava konusu taşınmaz yönünden Hazineye ait bir miktar fazlası olup olmadığı tespit edilememiştir. Diğer bir deyişle yargılama süreci sonunda kaydın kapsamı tespit edilmemiş olduğundan, böyle bir belirtmenin gerçekten de zeminde Hazine adına bir taşınmaza tekabül edip etmediği ortaya konulamamıştır. Şerhin miktarı ve arazi üzerinde kapsadığı alan saptanmadığından 476 m² alana sahip 4 sayılı parsel üzerindeki 1.419 m²lik miktar fazlasının 5 sayılı parsele olduğu gibi aktarımına cevaz verilmiştir. Başka bir deyişle Hazineye ait 1.419 m²lik miktar fazlasının hangi parseller içinde kaldığı ve başvuruculara ait 5 sayılı parsel üzerinde kapladığı alan ve miktarı saptanarak uyuşmazlığı ortadan kaldıracak şekilde hüküm kurulmamıştır.

55. Dolayısıyla başvurucu bu belirtmenin terkini talebini derece mahkemeleri önünde esas yönünden incelettiremediği gibi Hazinenin de bu belirtmenin kapsadığı yeri tespit edebilmesi mümkün olamamaktadır. Nitekim kaydın kapsadığı yer belirlenemediği için malikin bu yer yönünden bedelini ödeyerek satın alabilmesi de söz konusu olamayacaktır. Bu durumda hak düşürücü sürenin katı bir biçimde uygulanmasıyla şikâyete konu yargı kararıyla ne malikin ne de Hazinenin kaldırabileceği süre giden bir belirtmenin tapu kaydında korunmasına yol açılmıştır. Bunun ise mülkiyet hakkına yapılan müdahale teşkil eden belirtmenin hukuka aykırılığını ileri sürebilme imkânını ortadan kaldırdığı açıktır.

56. Bu durumda kanuni bir dayanağı ve meşru bir amacı bulunmasına rağmen verilen karar sonrasında da kapsadığı alan ve miktarı itibarıyla taşınmaz üzerinde bulunan şerh belirsizliğini korumaya devam etmektedir. Başvurucuların bu belirsizliği gidermek amacıyla başka bir dava açmaları imkânı bulunmadığı gibi Hazineyi böyle bir dava açmaya zorlamaları da mümkün değildir. Dolayısıyla taşınmazı kullanmayı engellemeyen ancak taşınmaz üzerinde hukuki tasarruflarda bulunmayı önemli ölçüde kısıtlayan söz konusu müdahaleyle başvuruculara aşırı bir külfet yüklenmiştir. Bu külfetin sonucu olarak başvurucuların mülkiyet hakları ile kamu yararı arasındaki adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğu saptanmış ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçüsüz olduğu kanaatine varılmıştır.

57. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

58. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

''(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir...

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

59. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında, ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi hususunda genel ilkeler belirlenmiştir.

60. Buna göre bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, § 55).

61. Anayasa Mahkemesi ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederken idarenin, yargısal makamların veya yasama organının yerine geçerek işlem tesis edemez. Anayasa Mahkemesi, ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederek gerekli işlemlerin tesis edilmesi için kararı ilgili mercilere gönderir (Mehmet Doğan, § 56).

62. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

63. Başvurucular, toplam 310.000 TL maddi tazminata ve taşınmaz üzerindeki şerhin terkinine karar verilmesi taleplerinde bulunmuştur.

64. Derece mahkemelerince şerhin miktarı ve kapsadığı alan belirlenmeden davanın hak düşürücü süreden reddi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. Somut başvuruda bu sebeple ihlalin yargı kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

65. Bu durumda ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise usul hukukunda yer alan benzer kurumlardan farklı ve bireysel başvuruya özgü bir düzenleme içeren 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yeniden yargılama sürecinde mahkemelerce yapılması gereken iş, öncelikle hak ihlaline yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılmasından ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

66. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemelere gönderilmesine karar verilmesi gerekir.

67. Yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi ihlalinin sonuçları bakımından yeterli bir giderim oluşturduğundan başvurucuların tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.

68. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 479 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.954 TL vekâlet ücretinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İzmir 7. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2014/17, K.2014/210) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 479 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.954 TL vekâlet ücretinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 25/9/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

I. KARAR KİMLİK BİLGİLERİ

Kararı Veren Birim İkinci Bölüm
Karar Türü (Başvuru Sonucu) Esas (İhlal)
Künye
(Fahrettin Çakıroğlu ve Saime Çakıroğlu [2.B.], B. No: 2016/12574, 25/9/2019, § …)
   
Başvuru Adı FAHRETTİN ÇAKIROĞLU VE SAİME ÇAKIROĞLU
Başvuru No 2016/12574
Başvuru Tarihi 1/7/2016
Karar Tarihi 25/9/2019
Birleşen Başvurular 2016/12568
Resmi Gazete Tarihi 24/10/2019 - 30928

II. BAŞVURU KONUSU


Başvuru, taşınmaz üzerindeki şerhin kapsamı ve miktarı belirlenmeden davanın reddine karar verilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir.

III. İNCELEME SONUÇLARI


Hak Müdahale İddiası Sonuç Giderim
Mülkiyet hakkı Tazminat (kamu kurumlarının tarafı olduğu uyuşmazlıklar) İhlal Yeniden yargılama

IV. İLGİLİ HUKUK



Mevzuat Türü Mevzuat Tarihi/Numarası - İsmi Madde Numarası
Kanun 2510 İskan Kanunu 43
766 Tapulama Kanunu 42
3402 Kadastro Kanunu 12
20
4721 Türk Medeni Kanunu 1012
Tüzük 17/8/2013 Tapu Sicili Tüzüğü 46
  • pdf
  • udf
  • word
  • whatsapp
  • yazdir
T.C. Anayasa Mahkemesi