TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
KEMAL YILMAZ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2016/6320)
|
|
Karar Tarihi: 24/10/2019
|
R.G. Tarih ve Sayı: 3/12/2019-30967
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
|
|
KARAR
|
|
|
|
Başkan
|
:
|
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Burhan ÜSTÜN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Yusuf Şevki
HAKYEMEZ
|
Raportör
|
:
|
Heysem KOCAÇİNAR
|
Başvurucu
|
:
|
Kemal YILMAZ
|
Vekili
|
:
|
Av.
Seyfettin CİVELEKOĞLU
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, zilyetlikle kazanma koşulları gerçekleşen ancak
arkeolojik sit alanı ilan edilen taşınmazın Hazine adına tescili nedeniyle
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 31/3/2016 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
A. Başvuru Konusu Olayın
Arka Planı
8. Başvurucu 13/1/1978 tarihli Köy Senedi ile senet metninde
mevki, sınır ve miktarı yazılı tapusuz taşınmazı önceki zilyetlerinden satın
almıştır.
9. Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu (Kurul)
21/7/1992 tarihli ve 2523 sayılı kararla taşınmazı birinci derece doğal ve
birinci derece arkeolojik sit alanı olarak tespit etmiştir. Aynı Kurul
22/6/2007 tarihli ve 2425 sayılı karar ile arkeolojik sit alanı derecesini
ikinci derece olarak değiştirmiştir.
10. Başvurucu, satın olmuş olduğu bu yer üzerine tek katlı kârgir ev inşa ederek kullanmaya başlamıştır. Bu taşınmaz,
Kastamonu'nun Cide ilçesine bağlı Kalafat köyünde 2008 yılında yapılan kadastro
çalışmalarında 108 ada 4 parsel numarasıyla bahçe vasfı ile Hazine adına tespit
edilmiştir.
11. 18/1/2008 tarihli Kadastro Tutanağı'nda,
bahçe niteliğindeki tapusuz taşınmazın başvurucunun tasarrufunda olup üzerinde
başvurucu tarafından inşa edilen tek katlı kârgir
evin mevcut olduğu belirtilmiştir. Tutanak bu belirlemeyi içermesine rağmen sit
alanı içinde kalan taşınmazların zilyetlikle kazanılması mümkün olmadığından
taşınmaz Hazine adına tespit edilmiştir.
B. Başvuruya Konu
Yargılama Süreci
12. Başvurucu 29/5/2008 tarihli dilekçesiyle taşınmazın yüz yılı
aşkın süredir özel mülk niteliğinde olduğunu ileri sürerek tapuda adına
tesciline karar verilmesi talebiyle tespite itiraz etmiştir.
13. Cide Kadastro Mahkemesi (Mahkeme) açılan dava üzerine
mahallinde keşif yaparak taşınmazın niteliğini ve başvurucu lehine kazanma
koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmıştır. Söz konusu 4/6/2009
tarihli Keşif Zaptı'nda dinlenen yerel bilirkişiler
dava konusu taşınmazın kırk yılı aşkın süredir başvurucunun zilyetliğinde
olduğunu belirtmiştir. Aynı keşifte dinlenen tanıklar da benzer beyanlarda
bulunmuş ve taşınmazın eklemeli olarak çok eski zamanlardan beri kişilerin
zilyetliğinde olduğunu bildirmişlerdir.
14. Teknik bilgisine başvurulan ziraatçi
bilirkişi taşınmazın yirmi beş yıldan az olmamak üzere tarım arazisi
niteliğinde olduğunu, arkeolog bilirkişi de sit alanı içinde kaldığını
bildirmiştir.
15. Mahkeme 24/8/2009 tarihli kararla birinci derece doğal sit
alanı içinde kalan yerlerin zilyetlikle kazanılamayacağı gerekçesiyle davayı
reddetmiş ve taşınmazın Hazine adına tesciline karar vermiştir.
16. Hüküm, başvurucu tarafından temyiz edilmiştir. Yargıtay 7.
Hukuk Dairesi (Daire) 19/12/2011 tarihinde, taşınmazın sit alanı içinde kalıp
kalmadığı hususunda ayrıntılı bilirkişi raporu alınarak sonucuna göre karar
verilmesi gerektiğine işaret edip hükmü bozmuştur.
17. Mahkeme, bozma kararına uyarak uyuşmazlık konusu taşınmazın
niteliği ve sit alanı içinde kalıp kalmadığının belirlenmesi amacıyla ikinci
kez keşif yapmıştır. Keşif mahallinde dinlenen mahallî bilirkişi ve tanıklar
önceki keşifteki beyanlarını tekrar etmişlerdir. Arkeolog bilirkişi hazırlamış
olduğu 15/5/2013 tarihli raporunda taşınmazın birinci derece doğal ve ikinci
derece arkeolojik sit alanı içinde kaldığını ifade etmiştir.
18. Mahkeme 20/5/2013 tarihinde ikinci kez davanın reddine karar
vermiştir. Anılan kararda, taşınmaz yaklaşık otuz yıl süre ile başvurucunun
zilyetliği altında bulunuyorsa da ikinci derece doğal sit alanı içinde
kaldığından zilyetlikle kazanılmasının mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
19. Hüküm başvurucu tarafından temyiz edilmiştir. Daire
28/5/2015 tarihinde hükmü onamıştır. Karar düzeltme isteğinin Yargıtay 16.
Hukuk Dairesi tarafından reddiyle hüküm 28/1/2016 tarihinde kesinleşmiştir.
20. Nihai karar 2/3/2016 tarihinde tebliğ edilmiş, başvurucu
31/3/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Kanun Hükümleri
21. 22/12/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun ''Taşınmazın mülkiyetinin kazanılması''
kenar başlıklı 705. maddesi şöyledir:
"Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması,
tescille olur.
Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal,
kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden
önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi,
mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır."
22. 4721 sayılı Kanun'un
''Olağanüstü zamanaşımı'' kenar başlıklı 713. maddesinin ilgili
kısımları şöyledir:
''Tapu kütüğünde kayıtlı
olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik
sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya
bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini
isteyebilir.
...
Mülkiyet, birinci fıkrada öngörülen koşulların
gerçekleştiği anda kazanılmış olur.''
23. 4721 sayılı Kanun'un "Zilyetliğin
devri" kenar başlıklı 763. maddesi şöyledir:
''Taşınır mülkiyetinin nakli
için zilyetliğin devri gerekir.
Bir taşınırın zilyetliğini iyiniyetle
ve malik olmak üzere devralan kimse, devredenin mülkiyeti devir yetkisi olmasa
bile, zilyetlik hükümlerine göre kazanmanın korunduğu hâllerde o şeyin maliki
olur.''
24. 4721 sayılı Kanun'un "Kazandırıcı
zamanaşımından yararlanma" kenar başlıklı 996. maddesi
şöyledir:
''Kazandırıcı zamanaşımından yararlanma
hakkına sahip olan zilyet, zilyetliği kendisine devreden aynı yetkiye sahip
idiyse onun zilyetlik süresini kendi süresine ekleyebilir.''
25. 21/6/1986 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun "Amaç" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
''Bu Kanunun amacı, ülke koordinat sistemine
göre memleketin kadastral veya topoğrafik
kadastral haritasına dayalı olarak taşınmaz malların
sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukukî durumlarını tespit etmek
suretiyle 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun öngördüğü
tapu sicilini kurmak, mekânsal bilgi sisteminin alt yapısını oluşturmaktır.''
26. 3402 sayılı Kanun'un "Tapuda
kayıtlı olmayan taşınmaz malların tespiti" kenar başlıklı 14.
maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
''Tapuda
kayıtlı olmayan ve aynı çalışma alanı içinde bulunan ve toplam yüzölçümü sulu
toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüme kadar olan (40 ve 100 dönüm dahil) bir
veya birden fazla taşınmaz mal, çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldan beri
malik sıfatıyla zilyetliğini belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık
beyanlarıyla ispat eden zilyedi adına tespit edilir.''
27. 3402 sayılı Kanun'un "Kesin
hüküm" kenar başlıklı 34. maddesi şöyledir:
''Kadastro mahkemeleri kararları, davada taraf
olanlar ile taraflar dışında hak iddia ederek davaya müdahil sıfatıyla
katılanların leh ve aleyhinde kesin hüküm teşkil eder. Taraf olmadığı halde
lehine karar verilen şahıs hakkında mahkemece tesis edilen hüküm yukarıda sözü
edilenleri de bağlar.''
28. 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu'nun "Tanımlar
ve kısaltmalar" kenar
başlıklı 3. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:
''Sit; tarih öncesinden günümüze kadar gelen
çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik,
mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür
varlıklarının yoğun olarak bulunduğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli
tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri
ile korunması gerekli alanlardır.
...
Doğal (tabii) sit' jeolojik devirlere ait
olup, ender bulunmaları nedeniyle olağanüstü özelliklere sahip yer üstünde, yer
altında veya su altında bulunan korunması gerekli alanlardır.''
29. 2863 sayılı Kanun'un 11. maddesinin (1) numaralı fıkrasının
ilgili kısmı şöyledir:
''Ancak, kültür ve tabiat varlıklarını koruma
bölge kurullarınca birinci grup olarak tescil ve ilan edilen kültür
varlıklarının bulunduğu taşınmazlar ile birinci ve ikinci derece arkeolojik sit
alanlarındaki taşınmazlar zilyetlik yoluyla iktisap edilemez.''
2. Yargıtay Kararları
30. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 28/2/2007 tarihli ve
E.2007/1-75, K.2007/90 sayılı kararının gerekçesinin ilgili kısımları şöyledir:
''Bu davanın konusunu teşkil eden uyuşmazlık
sit alanlarında yer alan taşınmazlarda 20/7/2004 tarihinde 2863 sayılı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda 5226 sayılı Kanunla yapılan değişikliğe
kadar zilyetlikle iktisap koşulları lehine gerçekleşen zilyedin müktesep
hakkının korunup korunmayacağı ve değişikliğin kazanılmış hakları etkileyip
etkilemeyeceği konusunda toplanmaktadır. Diğer bir anlatımla kamu düzeni, kamu
yararı gibi gerekçelerle kanunda yapılan değişikliğin, kanunun yürürlüğe
girdiği tarihten önceki müktesep hakları ortadan kaldırıp kaldıramayacağı, bu
kararın ve ihtilafın konusunu oluşturmaktadır.
Konuyu incelerken öncelikle kazanılmış hakkın
ne olduğunun belirlenmesi, daha sonra da kazanılmış hakkın mevcut olup
olmadığının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti,
Anayasasının 2. maddesine göre sosyal bir hukuk devleti olup, hukuk devletinin
vazgeçilmez unsurlarından birisi de kazanılmış hakların korunmasıdır.Bir çok yargı kararlarında da açık
biçimde saptandığı gibi hukuk devleti, kişinin mevcut yasalara göre kazandığı
haklarının daha sonra çıkartılacak yasalar ile elinden alınmayacağı yolunda
vatandaşına güvence veren devlettir.Bu ilke ile
Devletin güvenirliliği sağlanmaktadır. Hukukun temelinde 'kanunların geriye
yürümemesi' ilkesi bulunmaktadır.
Ancak, yasa koyucunun aksine bir düzenleme
yaparak açıkça bir kanunun geriye yürütülmesini öngörebileceği kabul
edilmektedir.
Bu husus müstakar yargı kararlarında da aynen
benimsenmiştir. (Örnek: YHGK. 9/3/1988 gün 1987/2-860 1988/232 K ve 13/2/1991
gün 1990/2-648 1991/65 K sayılı ilamları ).
Kazanılmış hakların korunması o kadar
önemlidir ki, sadece yasal değişiklikler nedeni ile değil yürürlükten
kaldırılan yasalar ile elde edilen haklar dahi korunmaktadır. Örneğin 1966
tarihinde yürürlüğe giren 775 sayılı Gecekondu Kanununun
3. maddesinin 1. fıkrasında bir kısım Hazine mallarının belediyelerin
mülkiyetine geçeceği belirtilmiş ve bu taşınmazlar belediyeler adına tescil
edilmiştir. Tescili yapılmayanlarla ilgili olarak açılan davalarda da koşulları
oluşmuş ise, bu taşınmazlar mahkeme kararı ile belediyeler adına tescil edilmekte
iken, 19/7/2003 tarihinde yürürlüğe giren 4916 sayılı Kanun ile Hazine
mallarının belediyeye geçişini sağlayan madde iptal edilmiştir. Bu iptale
rağmen, istikrarlı Yargıtay uygulamasında yasanın iptalinden önce kazanma
koşulları doğmuş ise, iptalden sonra açılan davalar kazanılmış hak ilkesi göz
önüne alınarak kabul edilmektedir.
...
Nitekim 3402 sayılı Yasa’nın 14-17. maddesinin
uygulanması sırasında da aynı prensipler kabul edilmiş, imar ihya ile iktisap
koşulları zilyet yararına oluştuktan sonra taşınmaz imar planı kapsamı
içerisine alınmışsa kesinleşen imar planı ile daha önce doğan mülkiyet hakkının
ortadan kaldırılamayacağı, imar planına ilişkin idari kararın zilyedin müktesep
hakkını etkilemeyeceği Yargıtay daireleri uygulamasında kararlılıkla
benimsenmiştir. Müktesep hakkın varlığının tanınması Hukuk Devletinde yukarda
belirtilen ilkeler ve mevzuat karşısında ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyaç
göstermez 5226 sayılı Yasa’da kazanılmış hakları bertaraf edecek bir hükme yer
verilmediğine göre, mahkemelerce kazanılmış hakların göz ardı edilemeyeceği
kuşkusuzdur. Hukuk Genel Kurulu’nun 9/3/1988 tarih 1987/2-860 esas ve 1988/232
sayılı kararında da belirtildiği üzere herhangi bir yasa veya düzenleyici kural
yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal ve ileriye doğru hukuksal sonuçlarını
doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucuda yasaların
yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla
geriye yürümeyeceğidir. Başta mahkemeler olmak üzere, yasaları uygulama
durumunda bulunanlar, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak şekilde
yorumlamamakla yükümlüdürler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu protokolünün 1. maddesi mülkiyet hakkını teminat
altına almaktadır. Madde şöyledir: 'Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk
dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu
yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası Hukukun genel
ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir…' Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi mülkiyet hakkını tanıyan tek uluslararası belge değildir.
Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi şöyle demektedir. '1- Herkesin tek
başına veya diğerleri ile birlikte mülkiyet sahibi olma hakkı vardır. 2- Kimse
keyfi bir biçimde mülkünden mahrum bırakılamaz.' Açıklanan ilkeler Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının muhtelif maddelerinde de yerini bulmuştur.
Anayasamızın 35. maddesine göre; 'herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir
ve bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir.' 63. maddede de, Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması başlığı
altında; 'Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlar. Bu
amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. Bu varlıklar ve değerlerde
özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak
sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınılacak
muafiyetler kanunla düzenlenir.' hükmünü getirmiştir. Yine 13. maddede 'Temel
hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın, yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla
sınırlanabileceği' hükmünü getirmiştir. Hukukun genel prensipleri de mülkiyet
hakkının kutsallığını ve sınırlamaların ancak kanunla yapılabileceğini kamu
düzeni ve kamu yararı amacıyla yapılabilecek sınırlamalarında müktesep hakları
bertaraf edemeyeceği prensiplerini öngörmektedir.
Bilindiği üzere, bir ülkenin zenginliklerinin,
tarihi ve kültürel değerlerinin başında kültür ve tabiat varlıkları gelir.
Bunların korunması ve özellikle gelecek nesillere aktarılması için herkese
büyük görevler düşmektedir. Bu varlıkların korunması için tüm çağdaş hukuk
sistemlerinde olduğu gibi hukukumuzda da bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuş
muhtelif tarihlerde yasa ve tüzükler çıkarılmıştır. Ancak getirilen
düzenlemelerle kişilerin mülkiyet hakları kısıtlanmakta ise, bu hükümlerin
iptal edilmediği sürece, ileriye doğru sonuç doğurması gerekir.
Görüşmeler sırasında sit alanlarının zamanaşımı
ile kazanılmasının yasa hükmü ile engellenmesinde kamu yararı bulunduğu, bu
nedenle geçmişe etkili olarak yasa değişikliğinin uygulanması gerektiği ileri
sürülmüştür. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi hiçbir neden hukuk devletinde
kazanılmış hakların geri alınması sonucunu doğuramaz. Unutulmamalıdır ki,
kazanılmış hakkın korunması da kamu yararı ilkesi ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Kazanılmış haklar, Hukuk Devleti kavramının
temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı
nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar, Anayasa’nın 2.maddesinde 'Türkiye
Cumhuriyeti Sosyal bir Hukuk Devletidir' hükmüne aykırı olacağı gibi, toplumsal
kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldıracağından belirsizlik ortamına
neden olur ve kabul edilemez(Y.H.G.K.’nun 12.4.2006 gün ve 2006/21-104-174 sayılı ilamı,
12.7.2006 gün ve 2006/4-519-527 sayılı ilamı).
Nitekim, yukarıda sözü edilen Kıyı Kanunu,
İmar Kanunu gibi kanunlar da kamu düzeni düşüncesi ile çıkarılan kanunlar
olmasına rağmen yargısal içtihatlarla, kararlı bir şekilde kazanılmış haklar
korunmuştur.
Öte yandan Türk Medeni
Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli hakkında Kanunun 1. maddesi Türk
Medeni Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukuki sonuçlarına
bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmiş ise kural olarak o kanun
hükümlerinin uygulanacağı ilkesini getirerek kazanılmış hakların korunmasını
yasal güvenceye almıştır.
Somut olayda, korunması gereken kazanılmış bir
hakkın bulunup bulunmadığı meselesine gelince: Taşınmazın, üzerinde korunmaya
değer doğal veya kültürel varlık bulunmayan birinci ve üçüncü derecede sit
alanı olduğu, bu niteliği ile yasa değişikliğinden önce zamanaşımı ile
kazanılacak yerlerden olup, davalının bu taşınmazda 1954 yılında başlayan
zilyetliğinin kadastro tespitinin yapıldığı 2002 yılına kadar nizasız(davasız),
aralıksız ve malik sıfatı ile devam ettiği ve kadastro tespitinde davalı adına
çap oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, kadastro tespitinden önce
zilyetlikle mülk edinme koşulları oluşmuştur. Bu nedenle, zamanaşımı ile
kazanımı engelleyen yasa değişikliğinden önce kadastro tespiti yapılmamış veya
senetsizden tescil davası açılmamış olsa bile, yasa değişikliğinden sonra,
tespitte davalı adına yazılmasına veya açılacak bir tescil davasında zilyet
adına tescile karar verilmesinde bir engel bulunmamaktadır. Çünkü zilyetliğin
hukuksal sonuçları yasa değişikliğinden önce doğmuştur. Türk
Medeni Kanununun 713. maddesinin beşinci fıkrasına göre; zilyetlik ile
kazanım koşulları oluştuğunda, iddia ispatlandığı taktirde, mülkiyet, kadastro
tespiti veya senetsizden tescil davasının sonucu ile değil, koşulların oluştuğu
anda kazanılmaktadır. Bu niteliği ile bu konuda açılan tescil davaları inşai (kurucu) nitelikte olmayıp ihdasi
(tespit edici) niteliktedir.
...
Tüm bu açıklamalar göz önüne alındığında;
davalının kazanılmış hakkı korunarak davanın reddine karar verilmesi
gerekirken, hukuksal ve yasal olmayan gerekçeler ile davanın kısmen kabulüne
karar verilmesi yerinde değildir. Davalının bu yöne ilişkin temyiz
itirazlarının kabulü ile yerel mahkeme kararının bozulması gerekmektedir.''
31. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 17/6/2010 tarihli ve
E.2010/761, K.2010/3310 sayılı kararının gerekçesinin ilgili kısımları
şöyledir:
''Dava; TMK. nun 713/1, 3402 sayılı Kanunun 14.maddesine dayalı
iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
...
Diğer yönden dosyadaki bilgi ve belgelere
göre; dava konusu 168 parsel, 20.06.2008 tarihinde4342 sayılı Kanunun 5.maddesi
uyarınca İl Mera Komisyonu tarafından K. Köyü merası olarak tahsis edilmiştir.
İl Mera Komisyon kararının iptali için süresinde bir dava açıldığı ileri
sürülmediğine göre, tahsis kararının usulüne uygun olarak kesinleşmesi üzerine
taşınmaz orta malı mera niteliğindeki kamu malına dönüşmüş olur.
...
Mahkemece yapılacak iş;... tespit tarihinden
geriye doğru davacı lehine kazanma koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin
duraksamaya yol açmayacak şekilde açıklığa kavuşturulması, teknik bilirkişi ve
uzman ziraat bilirkişiden denetime elverişli rapor alınması, temyiz incelemesi
sırasında göz önünde tutulmak üzere HUMK.nun 366.
maddesi hükmü uyarınca tescil konusu taşınmaz ve çevresinin resimlerinin
çektirilip mahkeme hakimi tarafından onaylandıktan sonra dosya arasına
konulması, taşınmazın elbirliği mülkiyeti şeklinde olduğunun belirlenmesi
halinde dava koşulu yönünden davanın reddine karar verilmesi, davacı lehine
kazanma koşullarının gerçekleştiğinin tespiti halinde ise,dava
konusu parsel mera olarak tahsis edilmekle kamu malına dönüştüğünden davacının
mülkiyetinin tespitine karar verilmesi gerektiğinin nazara alınması, mevcut ve
elde edilecek tüm deliller birlikte değerlendirildikten sonra elde edilecek
sonuca göre uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması olmalıdır. Mahkemece yukarıda
açıklanan araştırmalar yapılmadan yasal ve yeterli olmayan gerekçelerle yazılı
şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.''
32. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 28/11/2006 tarihli ve
E.2006/7162, K.2006/7374 sayılı kararının gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
''Maddi anlamda kesin hüküm HUMK.nun 237.maddesinde ve 3402 sayılı Kadastro
Kanununun 34.maddesinde düzenlenmiş olup bu hükümlerin amacı mahkeme
kararlarına karşı güveni sağlamak ve aynı zamanda kişiler arasındaki
uyuşmazlıklara son vermektir. Maddi anlamda kesin hüküm, kamu düzeni ile ilgili
olduğundan mahkemece doğrudan doğruya gözönünde
bulundurulur. Maddi anlamda kesin hüküm taraflar arasında HUMK.nun
295.maddesi hükmü uyarınca kesin delil oluşturur ve bir daha aynı husus dava
konusu yapılmaz.Kesin hüküm
varlığından söz edilmesi için birinci dava ile ikinci davanın konusu, sebepleri
ve tarafları aynı olmalıdır. Somut olayda; aynı davacılar, tespit maliklerinden
Ali Öz’ün mirasçısı olan aynı davalı aleyhine, aynı taşınmaz bölümünü de
kapsayan yer için, Kadastro Mahkemesine açtıklarıyukarıda
belirtilen tespite itiraz davasında satın alma ve eklemeli zilyetlik nedenine
dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Kadastro Mahkemesince verilen
hüküm taraflarca temyiz edilmeksizin 8.6.1996 tarihinde kesinleşmiştir. Anılan
hüküm davacılar aleyhine kesin hüküm olduşturduğundan
davanın reddine ilişkin kararda usul ve kanuna aykırılıkbulunmamaktadır.''
33. Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 26/9/2018 tarihli ve
E.2016/2571, K.20018/5097 sayılı kararının gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
''Ancak, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 1.
maddesi uyarınca kadastro hakimi doğru, infazı kabil,
infaz sırasında tereddüt oluşturmayacak ve taşınmaz hakkında sicil oluşturmaya
elverişli şekilde karar vermek zorundadır. Kadastro Mahkemesi sicil oluşturmak
zorunda olduğuna ve çekişmeli 103 ada 11 parsel sayılı taşınmaza yönelik dava
reddedildiğine göre taşınmazın uygulama tespiti gibi tesciline karar verilmesi
gerekirken, taşınmaz hakkında tescil hükmü kurulmaması isabetsizvebozmanedeni
isede;buhususun düzeltilmesiyeniden
yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, kararın hüküm fıkrasının 2.
paragrafının 2. satırında yer alan 'uygulama tutanağının olağan yoldan
kesinleştirilerek aynen tapu kütüğüne aktarılmak üzere Kadastro Müdürlüğüne
iadesine' sözlerinin hükümden çıkarılarak yerine 'uygulama tespiti gibi
tesciline' sözlerinin yazılmasına vehükmün
DÜZELTİLMİŞ bu şekli ile ONANMASINA,26.09.2018 gününde oybirliğiyle karar
verildi.''
B. Uluslararası Hukuk
34. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında,
mülkiyet hakkının kapsamı konusunda mevzuat hükümlerinden ve derece
mahkemelerinin bunlara ilişkin yorumundan bağımsız olarak özerk bir yorum esas alınmaktadır (Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010 §
62; Anheuser-Busch Inc./Portekiz [BD], B. No: 73049/01, 11/1/2007, §
63; Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99,
30/11/2004, § 124; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004,
§ 129).
35. AİHM, mülkiyet hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin mülkiyeti elde
etme hakkını koruma altına almadığını kabul etmektedir (Slivenko ve diğerleri/Letonya [BD] (k.k.),
B. No: 48321/99, 23/1/2002, § 121; Fener Rum
Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007, § 52).
36. AİHM, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının ancak müdahalenin
Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin
anlamı kapsamında bir mülk ile
ilişkili olması durumunda ileri sürülebileceğini belirtmektedir. Buna göre
alacak haklarını da içeren mevcut mülk veya mal varlığı yanında mülkiyet
hakkının elde edilebileceği yönündeki en azından bir meşru beklenti de mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilebilir (Kopecký/Slovakya [BD], B. No: 44912/98,
28/9/2004, § 35; Lihtenştayn Prensi Hans-Adam II/Almanya [BD], B. No: 42527/98,
12/7/2001, § 83; Pine Valley Developments
Ltd ve diğerleri/İrlanda, B. No: 12742/87,
29/11/1991, § 51; Stretch/Birleşik
Krallık, B. No: 44277/98, 24/6/2003, §§ 34, 35; Pressos Companía Naviera S.A. ve
diğerleri/Belçika, B. No: 17849/91, 20/11/1995, § 31).
37. Bununla birlikte AİHM içtihatlarına göre temelsiz bir hak
kazanma beklentisi veya sadece ulusal hukukta mülkiyet hakkı kapsamında
savunulabilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli
değildir (Kopecký/Slovakya, § 35; Gratzinger ve Gratzingerova/Çek
Cumhuriyeti [BD] (k.k.), B. No: 39794/98,
10/7/2002, § 69). İç hukukun ne şekilde yorumlanacağına ve uygulanacağına dair
bir uyuşmazlık olduğunda ve bu bağlamda başvurucu tarafından ileri sürülen
iddiaların ulusal mahkemelerce kesin olarak reddedildiği durumlarda meşru bir beklentinin bulunduğu sonucuna
varılamaz (Kopecký/Slovakya, §§ 50, 52; Jantner/Slovakya, B. No: 39050/97, 4/3/2003, §§ 29-33).
38. AİHM içtihatlarında sıklıkla -her ne kadar anlaşılabilir
olsa da- basit beklenti ile daha somut nitelikte olması ve hukuki bir
düzenlemeye ya da iç hukukta yerleşik ve istikrarlı bir yargı kararına
dayanması gereken meşru beklenti arasındaki fark vurgulanmaktadır (Kopecký/Slovakya, § 52; Bozcaada Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesi Vakfi/Türkiye
(k.k.), B. No: 22522/03, 9/12/2008).
39. AİHM, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkün edinildiği hâlde
çeşitli gerekçelerle kişilerin elinden alındığının iddia edildiği şikâyetler
yönünden de benzer bir yorum yapmaktadır. Bu bakımından AİHM, mülkiyet hakkının
kapsamını belirlerken iç hukuktaki düzenlemeler ile yargısal uygulamaları
gözeterek sonuca varmaktadır. Buna göre Türk hukukundaki mera, orman gibi
alanların kazandırıcı zamanaşımı yoluyla kazanılamayacağı yönündeki
düzenlemeler nedeniyle başvurucuların bu taşınmazların mülkiyetini elde
etmelerini sağlayabilecek bir meşru beklentinin doğmasının mümkün bulunmadığı
kabul edilmiştir (Sarısoy ve
diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 21303/07,
14/10/2014, § 35; Kadir Gündüz/Türkiye (k.k.), B. No: 50253/99, 18/10/2007; Nane ve diğerleri/Türkiye, B. No:
41192/04, 24/11/2009, §§ 25-28; Bölükbaş ve
diğerleri/Türkiye, B. No: 29799/02, 9/2/2010, § 26; Usta/Türkiye (k.k.),
B. No: 32212/11, 27/11/2012, § 44).
40. Bununla birlikte İpseftel/Türkiye (B. No: 18638/05, 26/5/2015)
kararında farklı bir duruma işaret edilmiştir. AİHM, başvurucunun açtığı
kadastro tespitine itiraz davasında derece mahkemelerinin zilyetliğe dayalı
olarak mülk edinmeyi sağlayan kazandırıcı zamanaşımı hükümlerinin başvurucu
lehine gerçekleştiği yönündeki tespitine dikkat çekmiştir. Ancak buna rağmen
sonradan -yani kazandırıcı zamanaşımı koşulları gerçekleştikten sonra- dava
konusu taşınmazın korunması gereken kültür varlığı olarak ilan edilmesi
nedeniyle özel mülke konu olamayacağı gerekçesiyle başvurucunun davası reddedilmiştir.
AİHM yine iç hukuktaki düzenlemelere ve derece mahkemelerinin tespitlerine yer
verdikten sonra 4721 sayılı Kanun'un 713. maddesindeki mülk edinmeyi sağlayan
kazandırıcı zamanaşımı koşulları gerçekleştikten sonra verilen idari ve
yargısal kararlarla mülkiyetin kaybettirildiği sonucuna varmıştır. AİHM, mülkün
değeriyle orantılı, makul bir tazminat da ödenmediğini gözeterek ölçülü
olmadığı gerekçesiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (İpseftel/Türkiye, §§ 48-69).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
41. Mahkemenin 24/10/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
42. Başvurucu, kadastro çalışmalarında Hazine adına tespit gören
taşınmazı 1978 yılında önceki maliklerinden satın aldıktan sonra üzerine tek
katlı kârgir ev inşa ettiğini veo
tarihten beri burayı konut olarak kullandığını iddia etmektedir. Başvurucu,
yargılama sırasında dinlenen yerel bilirkişi ve tanık beyanları ile keşif
sonucu elde edilen teknik bilirkişi raporlarının da bu iddiasını doğruladığını
savunmaktadır.
43. Başvurucu, anılan hususlarla uyuşmazlık konusu taşınmazın
arkeolojik ve doğal sit alanı olarak ilanından önce zilyetlikle kazanma
koşulları gerçekleştiğinden Hazine adına tespitine ve sonrasında mahkeme
kararıyla tesciline karar verilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ileri
sürmüştür.
B. Değerlendirme
44. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak
35. maddesi şöyledir:
''Herkes, mülkiyet ve miras haklarına
sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz."
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
45. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan
mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna
karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Mülkün Varlığı
46. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı; mevcut
mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi
olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma hakkı, kişinin bu konudaki menfaati ne
kadar güçlü olursa olsun Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir.
Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti Anayasa'da yer alan
mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Meşru beklenti; makul bir şekilde
ortaya konmuş icra edilebilir bir alacağın doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli
bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik
bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir
beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı
kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için
yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan
Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37).
47. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp
bir kanun hükmü, yerleşik bir yargısal içtihat veya ayni menfaatle ilgili
hukuki bir işleme dayalı beklentidir (Selçuk
Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28). Dolayısıyla Anayasa ve
Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet
hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının
tanınmasına bağlı olup bu tanım, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile
yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd.
Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Bu çerçevede mülkiyet
hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var
olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa
Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, §§ 49-54).
48. 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesinin birinci fıkrasına göre
taşınmazın mülkiyetinin kazanılması, kural olarak tescille olur. Somut olayda
ise uyuşmazlık konusu taşınmaz yönünden başvurucunun bir tapu kaydının mevcut
olmadığı açıktır. Bununla birlikte başvurucu, kanunda öngörülen zilyetlikle
kazanma koşullarının gerçekleştiğini belirterek taşınmazın mülkiyetini
kazandığını ileri sürmektedir.
49. Zilyetlik yargıtayca eşya üzerinde
kurulan fiilî hâkimiyet olarak tanımlanmakta olup mevzuat ve Yargıtay
içtihatlarına göre tapusuz taşınmazlarda zilyetliğin devri ile mülkiyet alıcıya
geçmektedir (bkz. § 24). Somut olayda başvurucunun kadastro öncesinde tapusuz
olan uyuşmazlık konusu taşınmazın zilyedi olduğu ve derece mahkemelerinin
içtihatları uyarınca taşınmazın tapuda adına tescil edilmesi hususundaki
beklentisinin meşru bir temele dayandığı tartışmasızdır. Bu itibarla somut olay
bakımından başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında korunması gereken
bir menfaatinin mevcut olduğu değerlendirilmiştir.
b. Müdahalenin Varlığı
50. Anayasa’nın 35. maddesi ve mülkiyet hakkına temas eden
hükümler içeren diğer hükümleri dikkate alındığında Anayasa'nın mülkiyet
hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Bu maddenin
birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle
mülkten barışçıl yararlanma hakkına
yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına
müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak
mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenmekle aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının
genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının
kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle
devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân
sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından
mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca
belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi,
mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§
55-58).
51. Başvuru konusu olayda başvurucunun zilyetlikle kazanma
koşullarına sahip olduğu taşınmazın niteliği, idare tarafından değiştirilerek
bu yolla kazanılmaya engel olacak şekilde arkeolojik sit alanı içine alınmış ve
tespitin iptaliyle adına tapuya tescil talebi de reddedilmiştir. Dolayısıyla
kamu makamlarınca yapılan bu işlemlerin başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale
teşkil ettiği açıktır. 4721 sayılı Kanun'un 713. maddesinin (5) numaralı
fıkrası uyarınca zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleştiği tarih
itibarıyla taşınmaz mülkiyetinin kazanıldığı kabul edilmesine karşın sonradan
bu koşullarda yapılan değişikliğe dayalı olarak başvurucunun mülkünden yoksun
bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan
ve mülkiyetin kamu yararına kullanılmasının kontrolünü veya düzenlenmesini aşan
nitelikteki söz konusu müdahalenin türünün yoksun bırakma niteliğinde olduğu
açıktır (İpseftel/Türkiye, §§ 60-62).
c. Müdahalenin İhlal
Oluşturup Oluşturmadığı
52. Anayasa’nın 13. maddesi şöyledir:
''Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
53. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak
olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri
düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde
bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler,
demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın
Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin
Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı
amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).
i. Kanunilik
54. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi
gereken ölçüt hukuka dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit
edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının
ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin hukuka dayalı olması, iç
hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların
bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş
Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).
55. Somut olayda taşınmazın başvurucu adına tapuya tescil
edilmemesinin temel gerekçesi, 2863 sayılı Kanun'un 11. maddesi uyarınca birinci
ve ikinci derece sit alanı içinde kalan yerlerin zilyetlikle kazanılamayacağına
ilişkin kanun hükmünden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin hukuk
kurallarının uygulanmasına yönelik şikâyetler bakımından görevi, bireysel
başvurunun ikincillik doğası gereği sınırlıdır. Somut olayda da müdahalenin
niteliğini dikkate alan Anayasa Mahkemesi, hukukun uygulanmasına dair kamusal
makamların yaklaşımının Anayasa'nın 35. maddesindeki gereklilikleri karşılayıp
karşılamadığı konusunda müdahalenin takip edilen meşru amacı gerçekleştirmede
başarılı olup olmadığını sorgulayarak sonuca varacaktır.
ii. Meşru Amaç
56. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı
ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı,
mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması
imkânı verdiğinden, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet
hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda
bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde
korumaktadır (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §
53).
57. Anayasa'nın 63. maddesinde; tarih, kültür ve tabiat
varlıklarının önemine değinilmiş ve korunması konusunda alınacak önlemlere yer
verilmiştir. Ülkenin sahip olduğu kültürel ve doğal güzelliklerin korunması,
gelecek nesillere aktarılması ve bu varlıkların ülke ekonomisinde önemli bir
yer tutan turizm yönünden değeri dikkate alındığında bu nitelikteki yerlerin
özel mülkiyete konu edilmesinin yasaklanmasında kamu yararının olduğu ve
müdahalenin bu nedenle meşru bir amacı içerdiği anlaşılmaktadır.
iii. Ölçülülük
(1) Genel
İlkeler
58. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına
yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacın
gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük
ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
59. Ölçülülük ilkesi elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik
öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli
olmasını, gereklilik ulaşılmak
istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif
bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini
ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53,
27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §
38).
60. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının
sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları
arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun
şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş
olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir
taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin
niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate
alacaktır (Arif Güven, B. No:
2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).
61. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler
arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü
olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz
konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda sağlandığından
söz edilebilmesi için derece mahkemelerinin kararlarında konu ile ilgili ve
yeterli gerekçe bulunmalıdır. Bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap
verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın
sonucuna etkili, esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama
makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2015/12563,
24/5/2018, § 53).
(2) İlkelerin
Olaya Uygulanması
62. Başvurucu, zilyetlik ile iktisap koşullarının sit alanı
ilanından çok önce oluştuğunu ancak taşınmazın kadastro çalışmalarında Hazine
adına tespit gördüğünü belirtmiştir. Taşınmazın sonradan sit alanı olarak ilan
edilmesinin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği veya başka bir mülkiyet
belgesiyle edinilmesine engel olmadığını ifade eden başvurucu, açmış olduğu
kadastro tespitine itiraz davasında zilyetlikle kazanma koşullarının dikkate
alınmamasından yakınmaktadır. Başvurucu tarafından derece mahkemelerine sunulan
dava dilekçesinde Yargıtay HGK tarafından verilen 12/4/1995 tarihli karara
atıfta bulunulmuş ve iddialarına dayanak olarak gösterilmiştir. Son olarak
başvurucu verilen karar nedeniyle zarar gördüğünü iddia etmiştir.
63. Konu hakkında Kadastro Mahkemesince yapılan keşifte dinlenen
yerel bilirkişiler ile başvurucunun bildirmiş olduğu tanıklar, uyuşmazlık
konusu taşınmazın kadimden beri kişilerin zilyetliğinde olup satın alma yoluyla
başvurucuya geçtiğini belirtmiştir. Her iki tarihli keşfe iştirak eden teknik
bilirkişilerin düzenlemiş olduğu raporlar da benzer içeriğe sahiptir. Esas
olarak derece mahkemelerinin de tespiti bu yöndedir.Ancak 2863 sayılı Kanun'un 11. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının emredici hükmü uyarınca taşınmazın başvurucu adına
tapuya tescili mümkün olmamıştır.
64. Diğer taraftan benzer uyuşmazlıklarla ilgili olarak Yargıtay
HGK tarafından çeşitli tarihlerde kararlar verilmiştir. Yargıtay HGK tarafından
verilen 12/4/1995 tarihli karara göre taşınmazın sit alanı içinde kalması
zilyetlik ile iktisap edilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Yargıtay HGK
tarafından 27/2/2007 tarihinde verilen kararda da zilyetlik ile kazanım
koşulları oluşmuş ise mülkiyetin kadastro tespiti veya senetsizden tescil
davasının sonucu ile değil koşulların oluştuğu anda kazanıldığı ifade
edilmiştir (§ 30).
65. Somut olayda ise sit alanı olan taşınmazın zilyetlikle
iktisabının 2863 sayılı Kanun'un 11. maddesine göre mümkün olmaması nedeniyle
derece mahkemelerince davanın reddine karar verilmiştir.
66. Sonuç olarak taşınmazın sit alanı ilan edildiği tarihe kadar
zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin olarak
Yargıtay HGK tarafından ortaya konulan tespitler ve başvurucunun buna ilişkin
sunmuş olduğu iddialar derece mahkemelerince dikkate alınmamıştır.
67. Bu durumda somut olayda derece mahkemeleri kararlarının
başvurucunun davanın sonucuna etkili olabilecek mahiyette olan iddia ve
itirazlarına cevap verecek nitelikte yeterli ve uygun bir gerekçe içermediği
anlaşılmaktadır. Nihayetinde başvuruya konu davada başvurucu, taşınmazın
sonradan sit alanı olarak ilan edilmesinin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği
yoluyla edinilmesine engel olmadığını ve buna bağlı olarak iddialarının
Yargıtay HGK kararıyla da tevsik edildiğini ileri sürerek iddialarını somut bir
temele dayandırmıştır. Ancak mahkeme kararında başvurucunun iddia ve
itirazlarının dayandığı olgular karşılanmamıştır.
68. Buna göre idari ve yargısal sürecin bütününe bakıldığında
mülkiyet hakkının korunmasında usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine
getirilmediği, başvurucunun bu güvencelerden yararlandırılmadığı sonucuna
varılmıştır. Bu sebeple mülkiyet hakkı ile müdahalenin dayandığı kamu yararı
arasında olması gereken adil denge başvurucu aleyhine bozulmuş olup mülkiyet
hakkına yapılan müdahale ölçüsüzdür.
69. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence
altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
70. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2)
numaralı fıkraları şöyledir:
“(1)
Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da
edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2)
Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve
sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili
mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan
hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava
açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme,
Anayasa Mahkemesi'nin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
71. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin
ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle
getirmenin, yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için
ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin
ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu
maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer
tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet
Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, § 55).
72. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna
göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama
işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim
yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).
73. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda 6216
sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a)
bendi uyarınca kural olarak ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için
yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye
gönderilmesine hükmedilir (Mehmet Doğan, §
58).
74. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği
hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir derece
mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine
bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında
belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri
yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan,
§ 59).
75. Başvurucu tazminat ve yeniden yargılama yapılması talebinde
bulunmuştur.
76. Somut olayda; başvurucunun zilyetlikle kazanma koşulları
gerçekleşen ancak arkeolojik sit alanı ilan edilen taşınmazın Hazine adına
tescili nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetine yönelik
olarak başvuru konusu Kadastro Mahkemesi kararının başvurucunun -davanın
sonucuna etkili olabilecek mahiyette olan ve Yargıtay HGK kararları yoluyla da
tevsik edilmiş olan- iddia ve itirazlarına cevap verecek nitelikte yeterli ve
uygun bir gerekçe içermediği, kadastro tespiti işlemine karşı mülkiyet hakkının
korunması bağlamında usule ilişkin güvencelerden başvurucunun
yararlandırılmadığı tespit edilmiştir.
77.Bu durumda ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için
yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden
yargılama ise usul hukukunda yer alan benzer kurumlardan farklı ve bireysel
başvuruya özgü bir düzenleme içeren 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin (2)
numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
Bu kapsamda yeniden yargılama sürecinde mahkemelerce yapılması gereken iş,
öncelikle hak ihlaline yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılmasından ve
Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında
belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple
kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemeye
gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
78. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 2.475
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.714,50 TL yargılama giderinin başvurucuya
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL
EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyethakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Cide
Kadastro Mahkemesine (E.2012/6, K.2013/49) GÖNDERİLMESİNE,
D. 239,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.714,50 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve
Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına,
ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine
kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
24/10/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.