TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
GENEL KURUL
KARAR
YEDİKULE SURP PIRGİÇ ERMENİ HASTANESİ VAKFI BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2018/25252)
Karar Tarihi: 27/10/2022
R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065
Başkan
:
Zühtü ARSLAN
Başkanvekili
Hasan Tahsin GÖKCAN
Kadir ÖZKAYA
Üyeler
Engin YILDIRIM
Muammer TOPAL
M. Emin KUZ
Rıdvan GÜLEÇ
Recai AKYEL
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
Yıldız SEFERİNOĞLU
Selahaddin MENTEŞ
Basri BAĞCI
İrfan FİDAN
Kenan YAŞAR
Muhterem İNCE
Raportör
Ayhan KILIÇ
Başvurucu
Yedikule Surp Pırgiç Emeni Hastanesi Vakfı
Vekili
Av. Setrak DAVUTHAN
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, vasiyet yoluyla cemaat vakfına bırakılan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iadesi istemiyle yapılan başvurunun reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 13/8/2018 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.
8. Birinci Bölüm tarafından 9/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
10. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş, İstanbul'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.
A. Olayın Arka Planı
11. Ermeni toplumuna mensup A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle İstanbul'da bulunan beş taşınmazını başvurucu Vakfa bağışlamıştır ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (Hukuk Genel Kurulu) 8/5/1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının vasiyet yoluyla taşınmaz edinmelerinin hukuken mümkün olamayacağına karar vermesi üzerine A.H. bu taşınmazları üçüncü kişilere satmıştır. Bireysel başvuruya konu olan İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı kârgir dükkân vasıflı taşınmaz 5/2/1976 tarihinde A.K. ve S.Ö.ye satılmıştır.
12. A.H. 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Hazine 14/8/1978 tarihinde İstanbul 2. Asliye Hukuk Hâkimliğinde A.K. ve S.Ö. aleyhine dava açmıştır. Dava dilekçesinde; satış işleminin muvazaalı olması nedeniyle taşınmazın A.H.nin terekesine iadesi, -Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli kararı karşısında vasiyetname geçersiz olduğundan- vasiyetnamenin iptali ve taşınmazların Hazine adına tescili talep edilmiştir. Hâkimlik 29/12/1994 tarihli kararıyla davayı kabul etmiştir. Hâkimlik, cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olması sebebiyle başvurucu lehine bağışlama içeren vasiyetnamenin geçersiz olduğunu tespit ederek vasiyetnameyi iptal etmiştir. Hâkimlik ayrıca taşınmazın gerçek değeri ile satış esnasında gösterilen değeri arasında nispetsizlik bulunmasını ve tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığına dair tanık anlatımlarını dikkate alarak satış işleminin ve tescilin iptali ile taşınmazın Hazineye intikal ettirilmek üzere A.H.nin terekesine iadesine hükmetmiştir.
13. Hâkimlik kararının kanun yolu denetiminden geçerek 23/10/1995 tarihinde kesinleşmesinden sonra taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir.
14. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin (KHK) 17. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.
B. Başvuruya Konu Yargılama Süreci
15. Başvurucu 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı taşınmaza yönelik olarak İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili davası açmıştır. Dava dilekçesinde, 5737 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarının mülk edinmesinin önündeki yasal engelin kaldırıldığı vurgulandıktan sonra A.H.nin vasiyetinin yerine getirilmesi ve taşınmazın iadesi talep edilmiştir.
16. Davayı Hazine adına takip eden İstanbul Valiliği Muhakemat Müdürlüğü (İdare), Mahkemeye sunduğu savunmasında vasiyetnamenin Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edildiğine değinerek ortada infaz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığını iddia etmiştir.
17. Başvurucu; İdarenin savunmasına verdiği cevapta Hâkimlikçe yapılan yargılamada silahların eşitliği ilkesine riayet edilmediğini, bu nedenle verilen kararın kesin hüküm teşkil etmeyeceğini ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca 5737 sayılı Kanun'un cemaat vakıflarına yönelik olarak önceki dönemde meydana gelen mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin giderilmesi amacıyla özel hükümler sevk ettiğine değinmiş, İdarenin hatalı bir kararın arkasına sığınarak hakkı teslimden kaçınmasının Anayasa'ya aykırı olduğunu belirtmiştir.
18. Bu arada başvurucu 6/4/2012 tarihinde kayda giren dilekçeyle başvuruya konu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat etmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi 7/6/2012 tarihli kararıyla taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında olmadığı gerekçesiyle tescil talebini reddetmiştir. Başvurucunun bu işlemi dava konusu edip etmediğiyle ilgili olarak herhangi bir bilgi, bireysel başvuru dosyasında bulunmamaktadır.
19. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. İki inşaat mühendisi ve bir hesap uzmanından oluşan bilirkişi heyetince hazırlanarak Mahkemeye sunulan 27/5/2013 tarihli raporda, taşınmazın başvurucu adına tescilinin iyi niyet ve hakkaniyet ilkelerine uygun olacağı görüşü açıklanmıştır.
20. Mahkeme 31/10/2013 tarihli kararıyla davayı kabul etmiş ve taşınmazın başvurucu adına tesciline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 5737 sayılı Kanun'a atıfta bulunulmuştur. Mahkeme, vasiyetçinin usulüne uygun olarak düzenlenen vasiyetnamesindeki arzusunun taşınmazın başvurucuya bırakılması yönünde olduğunu vurgulayarak davanın kabulü gerektiğini ifade etmiştir. Ancak söz konusu karar, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin (Yargıtay) 10/12/2014 tarihli kararıyla bozulmuştur. Kararın gerekçesinde; vasiyetnamenin iptal edildiğine işaret edildikten sonra iptal edilen vasiyetnamenin tenfizinin istenemeyeceği, bu nedenle davanın reddi gerektiği belirtilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi Yargıtayın 25/6/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.
21. Mahkeme bozma kararına uymuş ve 17/12/2015 tarihinde davayı reddetmiştir. Başvurucunun temyiz talebi 5/7/2017, karar düzeltme talebi de 18/6/2018 tarihli kararlarla reddedilmiştir. Nihai karar 25/7/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.
22. Başvurucu 13/8/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
23. 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:
"...
(Ek Fıkra 2.1.2003-4778 s. Kanun.) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.
..."
24. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Bu Kanunun uygulanmasında;
...
Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,
ifade eder."
25. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Cemaat vakıflarının;
b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından ... cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,
tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır. "
26. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun, 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tamamen aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:
"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."
27. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrası şöyledir:
"Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir."
28. 651 sayılı KHK'nın 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:
"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."
29. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin 517. maddesinin birinci cümlesi şöyledir:
"Miras, ölüm ile açılır."
30. 743 sayılı mülga Kanun’un 539. maddesi şöyledir:
"Miras açılınca, mirasçılar onun tamamına sahip olurlar. Kanunda açıkça yazılı haller müstesna olmak üzere, mütevaffanın alacakları ve bilcümle hakları ve zilyed bulunduğu malları, mirasçılarına intikal eder ve bu mirasçılar müteveffanın borçlarından şahsan mesul olurlar.
Mansup mirasçıların iktisabı, kendilerini nasbeden muteveffanın vefatından başlar. Kanuni mirasçılar, zilyedlik hükümlerine tevfikan mansup mirasçıların hisselerini teslime mecburdurlar."
V. İNCELEME VE GEREKÇE
31. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
32. Başvurucu, A.H.nin gerçek iradesinin taşınmazı vasiyet yoluyla Vakfa bağışlamak olduğunu fakat 1974 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararı dolayısıyla vasiyetin infazı mümkün olmadığı için taşınmazları satmak zorunda kaldığını belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun'la birlikte cemaat vakıflarının taşınmaz edinmesinin önündeki engellerin kalktığını, nitekim anılan Kanun'un geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle mülk edinmenin yasak olduğu dönemdeki mağduriyetlerin giderilmesinin amaçlandığını belirtmiştir. A.H.nin son arzusunun taşınmazın Vakfa intikali yolunda olduğunu vurgulayan başvurucu; davanın reddedilmesinin sözü edilen düzenlemelerin amacına ve Anayasa'nın 5., 10., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.
33. Bakanlık görüşünde, vasiyetnamenin iptaline ilişkin nihai kararın 1995 yılında kesinleştiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurusunun bulunmadığı dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bakanlık, başvurucunun mevcut mülkünün veya mülk edineceğine dair meşru bir beklentisinin bulunmadığını ileri sürmüştür. Son olarak başvurucunun başvurusunun kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu görüşünü açıklamıştır.
34. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas itibarıyla başvuru formundaki iddialarını tekrarlamıştır.
B. Değerlendirme
35. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."
36. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, vasiyetnameyle kendisine bağışlanan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Zaman Bakımından Yetki
37. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.
38. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
39. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."
40. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).
41. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).
42. Başvuru konusu taşınmaz Hâkimlik kararına istinaden 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Başvurucunun mülkünün bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecek olmakla birlikte taşınmazın mülkiyetinin 23/10/1995 tarihinden itibaren Hazineye geçtiği tartışmasızdır. Dolayısıyla kimin mülkiyetinde olduğundan bağımsız olarak taşınmaz üzerindeki özel mülkiyetin 23/10/1995 tarihinde sona erdiği açıktır.
43. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016, §§ 96-119) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır. Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına da atıfta bulunarak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:
i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.
ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.
iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklinde müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.
iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.
44. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.
45. A.H.nin bireysel başvuruya konu taşınmazın 25/3/1968 tarihinde düzenlediği vasiyetnamede başvurucuya bağışladığı hususunda tartışma bulunmamaktadır. Öte yandan taşınmazın 30/11/2001 tarihinde Hazine adına tescil edildiği ve hâlen Hazinenin mülkiyetinde bulunduğu da bir vakıadır. Dolayısıyla yüzeysel bir değerlendirmeyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazın iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temeli olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddeye istinaden açtığı davanın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.
46. Kamu makamları, A.H.nin vasiyetnamesinin iptal edilmesi karşısında başvurucunun durumunun bu maddenin kapsamına girmediğini değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki tartışmanın da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.
b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi
47. Bakanlık; başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne bir başvurusunun bulunmadığını, bu nedenle başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.
48. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).
49. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi olan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).
50. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).
51. Somut olayda derece mahkemeleri başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamındaki talebinin esasını incelemiş ve davayı esastan reddetmiştir. Derece mahkemeleri başvurucunun öncelikle Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurması gerektiği temelinde davayı reddetmemiştir. Öte yandan Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davaya taraf olduğu ve verdiği savunmalarında davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü de gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun önce idari başvuru yapması hâlinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır.
52. Ayrıca bireysel başvuruya konu dava devam ederken başvurucunun ihtilaf konusu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne yaptığı müracaat 7/6/2012 tarihli işlemle mevcut davadaki savunmalarındaki görüş doğrultusunda reddedilmiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında öncelikle idareye başvurması gerektiğinin söylenmesi başvurucuya aşırı külfet yüklenmesi anlamına gelir.
53. Bu itibarla -başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde- başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.
c. Sonuç Olarak
54. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Mülkün Varlığı
55. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).
56. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinden kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
57. Somut olayda A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle taşınmazı başvurucuya bağışlamıştır. Başvurucunun beyanına göre Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli içtihadından sonra cemaat vakıflarının gayrimenkul edinmesi hukuken imkânsız hâle geldiği için A.H., taşınmazı A.K. ve S.Ö.ye satmak zorunda kalmıştır. Nitekim Hâkimlik de satış işleminin muvazaalı olduğunu kabul ederek 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararıyla A.H. ile A.K. ve S.Ö. arasındaki satış işlemini iptal etmiştir. Hâkimlik kararında tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığı açıkça kabul edilmiştir.
58. Bu durumda A.H.nin 25/3/1968 tarihli vasiyetnamesinin taşınmazın mülkiyeti üzerindeki etkisinin incelenmesi gerekir. Anılan vasiyetnamenin 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğinin altı çizilmelidir. A.H. ise 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Ölümün gerçekleştiği tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı Kanun'un 517. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde mirasın ölümle açılacağı hükme bağlanmış, 539. maddesinde ise mirasın açılmasıyla mirasçıların mirasın tamamına sahip olacağı ve mansup mirasçıların iktisabının kendilerini nasbeden müteveffanın vefatından başlayacağı belirtilmiştir.
59. Buna göre A.H.nin 11/5/1976 tarihinde ölmesiyle mansup mirasçı başvurucunun -vasiyetnamenin iptali olgusu kenara bırakıldığında- taşınmazın mülkiyetini kazanacağı anlaşılmaktadır. Her ne kadar 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla vasiyetnamenin iptaline karar verilmiş ise de bu durumun mülkün varlığı meselesine etki etmeyeceği değerlendirilmiştir. Birincisi vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararı henüz verilmemiştir. Vasiyet edenin 1968 tarihinde bu durumu öngörmesi mümkün değildir. Dolayısıyla vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte hukuka aykırı olduğunun kabul edilmesi için bir neden bulunmamaktadır. İkincisi vasiyetnamenin 14/8/1978 tarihinde açılan ve 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğine dikkat çekmek gerekir. İptal kararının hangi tarihten itibaren hüküm ifade edeceği hususu hukuken tartışılabilir olsa da bu durum başvurucunun 743 sayılı Kanun hükümleri uyarınca müteveffanın ölüm tarihi itibarıyla taşınmazı iktisap ettiği ve taşınmazın ancak 23/10/1995 tarihinde Hazinenin mülkiyetine geçtiği gerçeğini değiştirmemektedir.
60. Tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
b. Müdahalenin Varlığı ve Türü
61. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).
62. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).
63. Başvuru konusu taşınmazın başvurucuya bağışlanmasını düzenleyen vasiyetname iptal edilerek taşınmazın mirasçısı Hazine olarak tespit edilmiş ve bununla bağlantılı olarak Hazine adına tescil edilmesine karar verilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.
c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
64. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:
"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
65. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.
i. Genel İlkeler
66. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).
67. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).
68. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5; AYM, E.2022/50, K.2022/107, 28/9/2022, § 30). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; AYM, E.2021/90, K.2022/108, 28/09/2022, § 41).
ii. İlkelerin Olaya Uygulanması
69. İçeriğinde başvurucu lehine taşınmaz bağışı yapılan vasiyetname Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edilmiş ve bu kararın kesinleşmesiyle beraber bireysel başvuru konusu taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Hâkimlik kararında cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olduğu gerekçesine dayanılmıştır.
70. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra taşınmazın iadesi için 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine dava açmıştır. Başvurucu, vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili talebinde bulunmuştur. Mahkeme, davayı kabul etmişse de Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmiş olmasına atıfta bulunarak kararı bozması üzerine bu karara uyan Mahkeme davayı reddetmiştir. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin öncelikle çözmesi gereken mesele vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girmediği yorumunun kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığıdır.
71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Somut olaydaki taşınmazın başvurucu lehine 25/3/1968 tarihinde vasiyet edildiği tartışmasızdır. Öte yandan bu taşınmazın Hazine adına tesciline hükmedilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (vasiyet yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtayı başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun vasiyetnamenin iptal edilmesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim Yargıtay kararında, vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle ortada tenfiz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığı belirtilmiştir.
72. Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmesinden hareketle başvurucunun durumunun anılan madde kapsamına girmediği hususundaki yorumunun söz konusu imkânın getirilme amacıyla açık bir çelişki içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Zira vasiyetnamenin iptal edilmesinin temelinde cemaat vakıflarının mülk edinmesinin, dolayısıyla bunlar lehine vasiyette bulunulmasının hukuken mümkün olmadığı düşüncesi yatmaktadır. Madem cemaat vakıfları lehine vasiyette bulunulması hukuka aykırıdır, o hâlde henüz iptal edilmemiş vasiyetnameler de geçersizdir. Dolayısıyla bu düşüncenin doğal sonucu, Hazine tarafından henüz iptali istenmemiş vasiyetnamelerin de geçersiz olduğudur.
73. Bu durumda da Yargıtayın yorumu, kanun koyucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesine cemaat vakıfları lehine vasiyet edilen taşınmazlar için bu imkânı getirmesini anlamsız hâle getirecektir. Gerçekten cemaat vakıfları lehine bağış içeren her türlü tasarrufun/vasiyetnamenin geçersiz olduğu kabul edildiğine göre 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına hangi tür vasiyetnamelerin girdiği izaha muhtaç hâle gelecektir. Diğer bir ifadeyle kanun koyucunun bu düzenlemeyi getirmekle abesle işgal ettiği sonucu ortaya çıkacaktır ki böyle bir yorumun makul ve öngörülebilir olduğu söylenemeyecektir.
74. Diğer taraftan Yargıtay vasiyetnamenin geçersizliğinin bir mahkemece tespit edilmiş olmasını gözeterek başvurucunun taşınmazının anılan Kanun'un kapsamına girmediği sonucuna ulaşmışsa bu durumda Hazinenin tutumuna bağlı olarak iade imkânının kapsamının değişebileceği kabul edilmiş olacaktır. Buna göre Hazine tarafından mahkemelere taşınarak iptal ettirilen vasiyetnamelerle lehlerine nasıpta bulunulan cemaat vakıfları 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle getirilen imkândan yararlanabilecekken Hazinenin iptali için dava açmadığı vasiyetnamelerin mansuplarının anılan maddenin kapsamına girmediği kabul edilecektir. Bu durumda başvurucunun talihsizliği Hazinenin harekete geçerek vasiyetnamenin iptali için dava açması olacaktır. İdarenin tutumuna bağlı olarak hakkın kapsamını daraltan bu yorumun hakkın açıkça hiçe sayılması mahiyetinde olacağı aşikârdır.
75. Ayrıca 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ihdas edilmesine yol açan koşulların da gözardı edildiğinin altı çizilmelidir. Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararının hak ihlallerine yol açtığı tartışılagelmiştir. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007). Söz konusu düzenleme bu ihlalleri bertaraf etmek amacıyla ihdas edilmiştir. Düzenlemenin hedeflerinden biri de vasiyetnamelerin geçersiz sayılması nedeniyle Hazineye intikal eden taşınmazların iadesini sağlamaktır. Yargıtayın geçersizliği mahkeme tarafından tespit edilen (iptal edilen) ve haklarında bu yönde bir tespit bulunmayan (iptal davasına konu olmayan) vasiyetname ayrımı yaptığına işaret eden yorumu, kanun koyucunun bu amacıyla açıkça çelişmektedir. Kuşkusuz mahkemelerin bir kanun metninin yasama organından sâdır olmasından sonra hukuki yorum kuralları çerçevesinde onu serbestçe anlamlandırma yetkileri bulunmaktadır. Bununla birlikte bir ihlalin giderilmesi amacıyla çıkarılan ve hak bahşeden bir kanunun ısdar edilme amacıyla açıkça çelişecek biçimde yoruma tabi tutulması öngörülebilirlik ilkesiyle çelişmektedir.
76. Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davanın reddedilmesinin 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
77. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
78. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."
79. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.
80. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).
81. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
82. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).
83. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ilgili kanun hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayanması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır (§ 76). Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
84. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
85. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/298, K.2015/524) GÖNDERİLMESİNE,
D. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
BASIN DUYURUSU
6.1.2023
BB 5/23
Cemaat Vakfına Ait Olup Hazine Adına Tescil Edilen Taşınmazların İade Edilmemesi Nedeniyle Mülkiyet Hakkının İhlaline İlişkin Kararlar
Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 27/10/2022 tarihinde, Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı (B. No: 2018/9214) ve Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı (B. No: 2018/25252) başvurularında, Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Olaylar
Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş olan, Hatay ve İstanbul’da bulunan başvurucular 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.
Başvurucu Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı
Başvurucu, Hatay'ın Samandağı ilçesi sınırları içinde bulunan 36 taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin birinci fıkrası uyarınca adına tescil edilmesi için Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuş; Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisince bu taşınmazlardan 33'üne yönelik talep Vakfın 1936 tarihli beyannamesinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Diğer 3 taşınmaza yönelik talep ise yine aynı gerekçeyle reddedilmiştir. Her iki işleme karşı ayrı ayrı davalar reddedilmiştir.
Başvurucu Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı
Ermeni toplumuna mensup A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle İstanbul'da bulunan taşınmazını, başvurucu Vakfa bağışlamış ancak Yargıtayın cemaat vakıflarının vasiyet yoluyla taşınmaz edinmelerinin hukuken mümkün olamayacağına 1974 yılında karar vermesi üzerine bu taşınmazı A.K. ve S.Ö.ye satmıştır. A.H.nin 11/5/1976 tarihinde vefat etmesi üzerine Hazine, asliye hukuk hâkimliğinde A.K. ve S.Ö. aleyhine dava açmış; hâkimlik, cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olması sebebiyle başvurucu lehine bağışlama içeren vasiyetnamenin geçersiz olduğunu belirterek vasiyetnameyi iptal etmiştir. Hâkimlik ayrıca muvazaalı olduğu gerekçesiyle satış işleminin ve tescilin iptali ile taşınmazın Hazineye intikal ettirilmek üzere A.H.nin terekesine iadesine hükmetmiştir.
7/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle (geçici 7. madde) 1936 Beyannamesi'den sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.
Başvurucu 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine bahsi geçen taşınmaza yönelik olarak asliye hukuk mahkemesinde vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili davası açmıştır. Mahkeme davayı kabul ederek taşınmazın başvurucu adına tesciline karar vermiş ancak söz konusu karar Yargıtay tarafından bozulmuştur. Bozma kararının gerekçesinde, vasiyetnamenin iptaline dikkat çekildikten sonra iptal edilen vasiyetnamenin tenfizinin istenemeyeceği, bu nedenle davanın reddi gerektiği belirtilmiştir. Mahkeme bozma kararına uyarak davayı reddetmiştir.
İddialar
Başvurucular, cemaat vakfına ait olup Hazine adına tescil edilen taşınmazların iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
Mahkemenin Değerlendirmesi
Başvurucu Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı Yönünden
2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin (geçici 1. madde) öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünün doğduğu ve ifa edilmesi gerektiği tarihte başvurucu Vakfın Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında bulunmadığına ve hak iddia ettiği taşınmazların da Türkiye Cumhuriyeti'nin topraklarının bir parçası olmadığına işaret etmek gerekir. Dolayısıyla başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermesi hukuken ve fiilen mümkün olmamıştır. Öte yandan Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasından sonraki dönemde, Hatay'da kurulu bulanan cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'ne benzer bir beyanname vermesini gerekli kılan bir mevzuatın ihdas edildiği de tespit edilememiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle (geçici 7. ve 11. maddeler) getirilen imkânlardan yararlanmasının 1936 yılında beyanname vermiş olmasına bağlı kılınması başvurucuya ifası mümkün olmayan oldukça ağır bir külfet yüklemiştir.
Öte yandan Hatay'daki cemaat vakıflarının geçici 1. maddenin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle bu vakıfların taşınmazlarının kamu adına tescil edilmesinin kanuni temelinin ne olduğuyla ilgili muğlaklığı da hatırlamak gerekir. Geçici 1. maddenin yürürlüğe girdiği ve madde uyarınca beyanname verme süresinin dolduğu tarihten sonra -7/7/1939 tarihinde- Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan vakıflara ait taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesine bağlı olarak bu taşınmazların Hazine adına tescil edileceğinin kabul edilmesi öngörülebilir bir durum değildir.
Geçici 7. ve 11. maddelerin ihdas edilmesinin amaçlarından biri 1936 Beyannamesi'nde yer alıp nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlardan süreç içinde Hazine veya diğer kurumlar adına tescil edilenlerin cemaat vakıflarına iadesini sağlamaktır. Kanun koyucunun 7/7/1939 tarihinde Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan ve benzer koşulları taşıyan taşınmazları geçici 7. ve 11. maddelerle getirilen tescil imkânının dışında tutmayı amaçladığı düşünülemez. Hatay'da kurulu bulunan ve Osmanlı Dönemi'nden kalma cemaat vakıflarının aynı koşulları sağlayan diğer vakıflardan farklı tutulmasını haklı kılan bir neden bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'ni vermesi mümkün olmayan Hatay'daki vakıfların kendine özgü bu durumunu dikkate almamaları başvurucu Vakıf ile diğer illerde kurulu bulunan cemaat vakıfları arasında farklı uygulamanın oluşmasına yol açmıştır.
Derece mahkemelerinin bu yorumu sebebiyle başvurucu geçici 7. ve 11. maddelerdeki diğer koşulların oluştuğunu ispatlayarak taşınmazları, adına tescil ettirme imkânından mahrum bırakılmıştır. Başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması -Hatay'ın 7/7/1939 tarihinde Türkiye'ye katılması sebebiyle başvurucunun bunu yerine getirmesinin mümkün olmadığı gözetildiğinde- anılan imkânların getirilmesini başvurucu açısından anlamsız kılmış ve başvurucuya aşırı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda kamu yararı ile başvurucunun bireysel yararı arasında adil bir dengenin kurulamadığı ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Başvurucu Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Yönünden
Somut olaydaki taşınmaz başvurucu lehine 25/3/1968 tarihinde vasiyet edilmiştir. Öte yandan bu taşınmazın Hazine adına tesciline hükmedilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (vasiyet yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtayı başvurucunun durumunun geçici 7. madde kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun vasiyetnamenin iptal edilmesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim Yargıtay kararında, vasiyetnamenin iptal edilmesi sebebiyle ortada tenfiz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığı belirtilmiştir.
Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmiş olmasından hareketle başvurucunun durumunun anılan madde kapsamına girmediği yorumunun söz konusu imkânın getiriliş amacıyla açık bir çelişki içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Zira vasiyetnamenin iptal edilmesinin temelinde cemaat vakıflarının mülk edinmesinin, dolayısıyla bunlar lehine vasiyette bulunulmasının hukuken mümkün olmadığı düşüncesi yatmaktadır.
Diğer taraftan Yargıtay "vasiyetnamenin geçersizliğinin bir mahkemece tespit edilmiş olmasını" gözeterek başvurucunun taşınmazının anılan Kanun'un kapsamına girmediği sonucuna ulaşmışsa bu takdirde de Hazinenin tutumuna bağlı olarak iade imkânının kapsamının değişebileceği kabul edilmiş olacaktır. Buna göre Hazine tarafından mahkemelere taşınarak iptal ettirilen vasiyetnamelerle lehlerine nasıpta bulunulan cemaat vakıfları geçici 7. maddeyle getirilen imkândan yararlanabilecekken Hazinenin iptali için dava açmadığı vasiyetnamelerin mansuplarının anılan maddenin kapsamına girmediği kabul edilecektir. İdarenin tutumuna bağlı olarak hakkın kapsamını daraltan bu yorumun hakkın açıkça hiçe sayılması mahiyetinde olacağı aşikârdır.
Ayrıca geçici 7. maddenin ihdas edilmesine yol açan koşulların da gözardı edildiğinin altı çizilmelidir. Yargıtayın 1974 tarihli kararının hak ihlallerine yol açtığı tartışılagelmiştir. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır. Söz konusu düzenleme bu ihlalleri bertaraf etmek amacıyla ihdas edilmiştir. Düzenlemenin hedeflerinden biri de vasiyetnamelerin geçersiz sayılması nedeniyle Hazineye intikal eden taşınmazların iadesini sağlamaktır. Yargıtayın geçersizliği mahkeme tarafından tespit edilen (iptal edilen) ve haklarında bu yönde bir tespit bulunmayan (iptal davasına konu olmayan) vasiyetname ayrımı yaptığına işaret eden yorumu, kanun koyucunun bu amacıyla açıkça çelişmektedir. Bir ihlalin giderilmesi amacıyla çıkarılan ve hak bahşeden bir kanunun ısdar edilme amacıyla açıkça çelişecek biçimde yoruma tabi tutulması öngörülebilirlik ilkesiyle çelişmektedir.
Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davanın reddedilmesinin geçici 7. madde hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir.
Bu basın duyurusu Genel Sekreterlik tarafından kamuoyunu bilgilendirme amacıyla hazırlanmış olup bağlayıcı değildir.