TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
|
SAMANDAĞ VAKIFLI KÖYÜ ERMENİ ORTODOKS KİLİSESİ VAKFI
BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2018/9214)
|
|
Karar Tarihi: 27/10/2022
|
R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
|
:
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Başkanvekili
|
:
|
Kadir ÖZKAYA
|
Üyeler
|
:
|
Engin YILDIRIM
|
|
|
Muammer TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
|
|
Recai AKYEL
|
|
|
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
|
|
|
Yıldız SEFERİNOĞLU
|
|
|
Selahaddin MENTEŞ
|
|
|
Basri BAĞCI
|
|
|
İrfan FİDAN
|
|
|
Kenan YAŞAR
|
|
|
Muhterem İNCE
|
Raportör
|
:
|
Ayhan KILIÇ
|
Başvurucu
|
:
|
Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni
Ortodoks Kilisesi Vakfı
|
Vekili
|
:
|
Av. Sebu ASLANGİL
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, cemaat vakfına ait olup Hazine adına tescil edilen
taşınmazların iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği
iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvurular 28/3/2018 ve 17/10/2019 tarihlerinde
yapılmıştır.
3. Başvurular, başvuru formları ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik
incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı bireysel başvuru
dosyaları konu ve kişi yönlerinden hukuki irtibat bulunması nedeniyle 2018/9214
numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmiş, 2019/34941 ve 2019/35112
numaralı bireysel başvuru dosyaları kapatılmış ve inceleme 2018/9214 numaralı
bireysel başvuru dosyası üzerinden yürütülmüştür.
6. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
7. 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyasına ait
başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık)
gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
8. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda
bulunmuştur.
9. 2018/9214 numaralı başvuru ile birleştirilen
2019/34941 ve 2019/35112 numaralı başvuruların konu itibarıyla aynı olduğu
gözetilerek bu başvurular için ayrıca Bakanlıktan görüş istenmesine gerek
görülmemiştir.
10. İkinci Bölüm tarafından 8/6/2021 tarihinde yapılan
toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli
görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28.
maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar
verilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
11. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle
ilgili olaylar özetle şöyledir:
12. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından
kurulmuş ve Hatay'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737
sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı
niteliğindedir.
A. Hatay'ın
Türkiye'ye İlhakı
13. Hatay (İskenderun Sancağı) Türkiye-Suriye sınırını
belirleyen 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması'yla Fransız mandası altında
olan Suriye sınırına bırakılmıştır. Ankara Anlaşması'nın 7. maddesiyle Hatay'da
özel bir yönetim rejimi kurulması öngörülmüştür. Hatay 2 Eylül 1938
tarihinde bağımsızlığını ilan etmiş, akabinde 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye
Cumhuriyeti'ne katılma kararı almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisince
çıkarılan 7/7/1939 tarihli ve 3711 sayılı Hatay Vilayetinin Kurulmasına Dair
Kanun ile Hatay Türkiye'nin bir vilayeti hâline gelmiştir.
B. Cemaat
Vakıflarının Taşınmaz Edinme Yetkileriyle İlgili Tarihsel Süreç
14. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi
Vakfı (B. No: 2015/17576, 1/2/2017, §§ 34-43) kararında cemaat vakıflarının
taşınmazları ve taşınmaz edinme yetkileriyle ilgili tarihsel süreç
açıklanmıştır.
15. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912)
tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus
Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı
tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan
taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü
kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum
denmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda
temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen
tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının
da Kanun'da öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine
olanak sağlanmıştır.
16. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya
sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu
Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve
864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında
Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce
kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni
kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni
Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).
17. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762
sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare
edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak
üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun'un 44. maddesinde de
vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu
siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1.
maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara
ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer
beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi gerektiği düzenlenmiştir.
Uygulamada "1936 Beyannamesi" olarak adlandırılan bu
bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir.
18. Osmanlı Dönemi'nde 1912 yılına kadar tüzel kişilerin
taşınmazlarını kendi adlarına tapuya tescil ettirememeleri sebebiyle çoğunlukla
bir nam-ı müstear ya da nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazlar bakımından
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2/12/1942 tarihli ve
3/25 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesine
göre bu tür taşınmazların vakıf adına idari yoldan tapuya tescil edilebilmesi
için kayıt sahibinin muvafakatine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.
19. Buna karşılık 2762 sayılı Kanun’un 44. maddesine
ilişkin olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinin 2/7/1956 tarihli ve 1972 sayılı
tefsir kararında nam-ı müstear veya nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazların
kayıt malikinin rızası aranmaksızın cemaat vakıfları adına tapuya tescil
edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararın ilgili kısmı şöyledir:
"... Şu halde yukarda izah edildiği
veçhile kanun vazu gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanun ve gerekse 2762 sayılı
kanunun 44 üncü maddesinde koyduğu hükümlerle ondan evvel hükmi şahısların
gayrimenkule tasarruf hakkının memnu olmasından doğan ıztırar ile tapuda cemaatlerle
münasebeti olan mevcut veya mevhun hakikî şahıslar üzerinde kaydedilmiş ve
fakat fiilî tasarruf ve intifaı cemaat vakıflarına ait olduğu 44 üncü maddede
yazılı karinelerle bir hakikat olarak kabul edilmiş bulunan gayrimenkullerin
cemaat hükmi şahısları namına kayıtlarının tashihi için tapuca bu mallar kendi
uhdelerinde mukayyet görünen şahısların rıza ve muvafakatlerine ihtiyaç olmadan
tescili kanun vazıının matlûp ve maksudu olduğuna şüphe edilemez..."
20. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli
ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında
verdiği beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu,
vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık
bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal
iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da
benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285,
K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı
kararları).
21. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4.
maddesiyle 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan
değişiklikle, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının
Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve
taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu
kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa
Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla
reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı
Kanun’la yapılan düzenleme ile Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün
izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.
22. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli
ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 80. maddesi ile 2762 sayılı Kanun
yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları,
vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince
tüzel kişilik kazanmış ve mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan
Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu
Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat
vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen
hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı
tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa
Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla
reddedilmiştir.
23. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7.
maddesi ile 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların
tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı
olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından
satın alınan veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde
mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet
edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu
kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe
girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar
Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat
vakıfları adına tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.
24. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı
Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddenin birinci
fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi
açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış
ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il
özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup
kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin tapu
kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar
Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat
vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci
fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınan veya cemaat vakıflarına
vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine
veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü
şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç
değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği
düzenlenmiştir.
C. Başvurucuya
İlişkin Süreç
1. 2018/9214
Numaralı Başvuruya İlişkin Süreç
25. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun’un geçici
7. maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak 13/5/2008 tarihli ve 2008/6 sayılı
Genelge'yi (Genelge) yayımlamıştır. Anılan Genelge'nin ilgili kısmı şöyledir:
"A - Cemaat vakıflarınca bu
maddenin [geçici 7.
maddenin] (a) bendi gereğince tescili talep edilen taşınmazlarla ilgili
ekteki başvuru formuna ilaveten aşağıdaki belgelerin eklenmesi gerekmektedir:
1)
1936 Beyannamesinde yer
alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren, talebe ilişkin gerekçeli
yönetim kurulu kararı.
2)
1936 Beyannamesi.
3)
Taşınmazın halen vakıf
tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27.8.2002 tarihinden önceki tarihi taşıyan
belge (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğalgaz faturası
veya eşdeğer bir belge).
4)
Taşınmazın herhangi bir
davaya konu olup olmadığı, kesinleşmiş Mahkeme kararı. Devam eden dava var ise
dava dilekçesi.
..."
26. Başvurucu, Hatay il sınırları içinde bulunan 27
taşınmaz için 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden yararlanmak amacıyla
Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Başvurucunun talebi Vakıflar
Genel Müdürlüğüne iletilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin
28/12/2009 tarihli kararıyla, listede yer alan 10 taşınmaz için tescile dayanak
belgelerin iki ay içinde tamamlanması, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş
sayılacağı ihtar edilmiş; 17 taşınmazın ise geçici 7. madde kapsamında olmadığı
gerekçesiyle bu taşınmazlara ilişkin talep reddedilmiştir.
27. Başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin
28/12/2009 tarihli işleminin 17 taşınmaz yönünden başvurunun reddine ilişkin
kısmı için Hatay İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Hatay
İdare Mahkemesi 15/3/2012 tarihli kararıyla başvurucunun anılan taşınmazlarla
bağı olduğunu gösteremediği gerekçesiyle davayı reddetmiştir. İlk derece
mahkemesinin kararı Danıştay Onuncu Dairesinin 26/11/2015 tarihli kararıyla
onanmıştır. Bu süreç mevcut bireysel başvurunun konusu değildir.
28. Başvurucu; Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar
Meclisinin 28/12/2009 tarihli işleminin 10 taşınmaz için tescile dayanak
belgelerin iki ay içinde tamamlanmasının, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş
sayılacağının ihtar edilmesine ilişkin kısmı ile bu işlemin dayanağı olan
Genelge'nin iptali istemiyle ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştay Onuncu
Dairesinde (Daire) dava açmıştır. Dava dilekçesinde, Hatay'ın 1936
Beyannamesi'nden sonraki bir tarihte -1939 yılında- Türkiye Cumhuriyeti'ne
ilhak edildiği, bu nedenle Hatay sınırları içinde bulunan taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde
yer almasının fiilen mümkün olmadığı ileri sürülmüştür. Dilekçede, Genelge ile
istenen belgelerin temininin bu sebeple imkânsız olduğu ifade edilmiştir.
Başvurucu; idarenin tutumunun kendilerini 5737 sayılı Kanun’un geçici 7.
maddesiyle tanınan haktan mahrum bıraktığını, Genelge'nin Kanun'un
uygulanmasını sonuçsuz bırakmayı hedeflediğini belirtmiştir. Başvurucu, bu
maddeden yararlanmak için tüm Türkiye'de 1.400 civarında tescil başvurusu
yapıldığı hâlde bunların sadece 95'inin kabul edilmesinin idarenin olumsuz
tutumunun bir göstergesi olduğunu iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına atıfla mülkiyet hakkının ihlal edildiğini
de öne sürmüştür.
29. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında, 5737 sayılı
Kanun’un geçici 7. maddesinde "tescile dayanak tescil edebilecek
belgeler"in başvurucu tarafından idareye ibraz edilmesi yükümlülüğünün
getirildiğini, başvurucuya bunun için iki aylık süre verildiğini, bu sürenin
sonradan iki ay daha uzatıldığı hâlde başvurucunun anılan maddede ibrazı
zorunlu kılınan belgeleri teslim edemediğini belirtmiştir. Sözü edilen 10
taşınmazla ilgili olarak başvurucunun talebinin reddedilmediğinin vurgulandığı
savunmada, başvurucunun zorunlu olmadığı hâlde kendisine verilen iki aylık ek süre
içinde de ilgili belgeleri ibraz etmemesi üzerine 29/11/2010 tarihli işlemle 10
taşınmaz yönünden de başvurucunun talebinin reddedildiği ifade edilmiştir.
Savunmada, Genelge'nin ise kanundaki hükümleri tekrarlamaktan öte bir hüküm
içermediği ve hukuka uygun olduğu değerlendirilmiştir.
30. Daire 11/12/2014 tarihli kararıyla davayı
reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesine
göre bir taşınmazın vakıf adına tescil edilebilmesi için gerekli olan
şartlardan birinin de ''1936 Beyannamelerinde kayıtlı olmakla birlikte
taşınmazın halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar
adına tapuda kayıtlı olması veya Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet
edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olması'' olduğu
vurgulanmıştır. Kararda, cemaat vakıflarının hak iddia ettikleri taşınmaz
malların tasarrufları altında bulunduğunu ya da cemaat vakfı tarafından satın
alınmasına veya kendisine bağış yapılmasına rağmen mal edinememe gerekçesiyle
Hazine ile Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçtiğini ortaya koymasının kanun gereği
olduğu belirtilmiş; Genelge'nin ise bu hükmü açıklayıcı mahiyette olduğu ve
iptalini gerektiren bir hukuka aykırılığın bulunmadığı ifade edilmiştir.
Kararda ayrıca başvurucunun Hatay'ın 1939 yılında Türkiye topraklarına
katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesi'nin
bulunmasının mümkün olmadığı iddiası da karşılanmıştır. Dairenin bu iddiaya
ilişkin gerekçesi şu şekildedir:
"Davacı vakıf tarafından, Hatay
İlinin 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, tescili talep edilen
taşınmazların Hatay ilinde bulunduğu, bu nedenle söz konusu taşınmazlara
ilişkin 1936 Beyannamesinin bulunmasının mümkün olmadığı ileri sürülmüş ise de,
5737 sayılı Kanunun geçici 7. maddesi uyarınca, cemaat vakıflarınca
taşınmazların adlarına tescilini isteyebilmeleri için öncelikle tasarrufları
altında bulunması gerektiği, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava
konusu Genelge ile 1936 beyannamesinin yanı sıra taşınmazların mevcut durumunu
gösterir belgelerin istenildiği anlaşıldığından, tescili talep edilen
taşınmazlar hakkında tescile dayanak teşkil edebilecek belgelerin tamamlanması
yolunda, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava konusu Genelge uyarınca
tesis olunan işlemde de hukuka aykırılık bulunmamaktadır."
31. Başvurucu, bu karara karşı dava dilekçesindekine
benzer iddialarla İdari Dava Daireleri Kurulunda (İDDK) temyiz yoluna
başvurmuştur. İDDK 21/12/2017 tarihli kararıyla temyiz istemini reddetmiş ve
Daire kararını onamıştır. Nihai karar 2/3/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ
edilmiştir.
32. Başvurucu 28/3/2018 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
2. 2019/34941
ve 2019/35112 Numaralı Başvurulara İlişkin Süreç
33. Başvurucu, Hatay'ın Samandağı ilçesi sınırları içinde
bulunan 36 taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin birinci
fıkrası uyarınca adına tescil edilmesi için 17/8/2012 tarihinde Hatay Vakıflar
Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisince bu
taşınmazlardan 33'üne yönelik talep Vakfın 1936 tarihli beyannamesinin
bulunmadığı gerekçesiyle 13/11/2012 tarihli işlemle reddedilmiştir. Diğer 3
taşınmaza yönelik istem ise yine aynı gerekçeyle 27/11/2012 tarihli işlemle
reddedilmiştir.
34. Başvurucu her iki işleme karşı Mahkemede ayrı ayrı
dava açmıştır. Dava dilekçelerinde başvurucu; Yargıtayın 1974 tarihli kararının
yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 7.
ve 11. maddelerinin ihdas edildiğini, bu hükümler kapsamında yapılan
başvuruların Vakıflar Genel Müdürlüğünce çeşitli gerekçelerle reddedilerek bu
hakkın kullanılmasının fiilen engellendiğini belirtmiştir. Dilekçelerde, 1936
Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye toprağı olmadığını ve
Hatay'daki taşınmazların 1936 Beyannamesi'ne dâhil olmasının fiilen mümkün
olmadığını ifade etmiştir. Başvurucu; idarenin kanunun amacına uygun olarak
yorumlamadığını savunmuş, idarenin yorumunun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat
vakıflarının bir kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik
ilkesini ihlal edeceğini ileri sürmüş, bu sebeple anılan hükmün iptali
istemiyle Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla başvuruda bulunulmasını talep
etmiştir. Başvurucu, hak iddia ettiği taşınmazların tapuları incelendiğinde
bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında
taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren
ibarelerin yer aldığını ileri sürmüştür. Başvurucuya göre her taşınmaza ilişkin
talepleri idarece ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken taleplerinin toplu olarak
talebin reddedilmesi hukuka aykırıdır. Başvurucu, taşınmazların 20'si 27/6/1950
tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bunların
elinden çıktığını belirtmiştir.
35. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında başvurucunun
taşınmazların 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi kapsamında olduğunu
ispatlayamadığını belirtmiştir. Savunmada, tapuda başka kişiler adına kayıtlı
olan taşınmazların anılan madde kapsamındaki taşınmazlardan olduğu hususunda
başvurucunun tek taraflı beyanına göre hareket edilmesinin mümkün olmadığını
ifade etmiştir. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde taşınmazların 1936
Beyannamesi kapsamında olması şartının arandığını vurgulayan Vakıflar Genel
Müdürlüğü tescili istenen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde olmadığı gibi
hâlihazırda malik hanesinin açık olmadığını ve vasiyet veya bağışlama ya da
satın alma yoluyla Vakfın mülkiyetine geçmesi hâlinin de bulunmadığını
açıklamıştır.
36. Mahkeme 7/11/2013 tarihli kararlarıyla davaları
reddetmiştir. Kararların gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun'un geçici 11.
maddesinin cemaat vakıflarının 1936 yılında devlete verdiği beyannamede kayıtlı
olan fakat hâlihazırda tapuda malik hanesi açık olan, kamulaştırma, satış ve
trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il
özel idaresi adına kayıtlı olan ve kamu kurumları adına tescilli olan mezarlık
ve çeşme vasıflı taşınmazları kapsadığı belirtilmiştir. Mahkeme anılan
düzenlemeden istifade edebilmenin en önemli şartının başvurucu Vakfın 1936
Beyannamesi'nin bulunması olduğuna dikkat çekerek başvurucunun 1936
Beyannamesi'nin bulunmaması nedeniyle geçici 11. maddedeki imkândan
yararlanabilmesinin mümkün olmadığını kabul etmiştir. Mahkeme ayrıca
başvurucunun tescilini talep ettiği taşınmazların önemli bir kısmının tapuda
başka kişi ve isimler adına kayıtlı olduğu, bu nedenle "tapuda malik
hanesi açık olma veya Hazine, Vakıflar, Belediye ve İl Özel İdaresi adına
kayıtlı olma veya kamu kurumları adına tescilli mezarlık/çeşme vasıflı
olma" şartlarının da bulunmadığı tespitini yapmıştır. Mahkeme son
olarak Anayasa'ya aykırılık iddiasını da ciddi bulmamıştır. Mahkeme bu bağlamda
özetle şunları ifade etmiştir:
- Dava konusu işleme dayanak geçici 11. maddede tescili
talep edilen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olması şartı
koşulmuştur. Geçici 11. ve geçici 7. maddeler 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup
da bazı hukuki nedenlerden ötürü cemaat vakıfları adına tescil edilememiş
taşınmazların durumunu düzenlemekte ve bu konuda geçmişte yaşanan mağduriyetleri
telafi etme amacını gütmektedir. Bu hâliyle bakıldığında her iki düzenleme de
mülkiyet hukukunu ilgilendiren sahaya geçmişte yaşanan söz konusu sorunları
giderme amacıyla cemaat vakıfları lehine yapılan sınırlı müdahaleye yönelik
istisnai düzenlemelerdir. 1936 Beyannamesi şartının aranmaması hâlinde geriye
anlamlı hiçbir şart kalmayacaktır. Bu takdirde davacı Vakıf veya benzeri
durumda olan cemaat vakıflarının tapuda malik hanesi açık olan veya Hazine,
Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı ya da
mezarlık/çeşme vasıflı tüm taşınmazlar üzerinde hak veya iddia sahibi olmaları
sonucu doğacaktır ki bu durum Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde
(Sözleşme) güvence altına alınan mülkiyet hakkının ve kamu düzeninin ihlal edilmesine
neden olacaktır. Yine geçici 11. madde metnine göre anılan 1936 Beyannamesi
şartının çıkarılıp yerine başka bir şartın konulmasının öngörülmesi de hukuken
mümkün değildir. Bu nedenlerden ötürü davacı Vakfın 1936 Beyannamesi şartını
öngören geçici 11. madde düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası ciddi
bulunmamıştır.
37. Başvurucu bu kararlara karşı dava dilekçesindekine
benzer iddialarla temyiz yoluna başvurmuştur. Daire 20/5/2019 tarihli
kararlarıyla mahkeme kararlarını onamıştır. Kararların gerekçesinde;
taşınmazların geçici 11. maddenin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri
uyarınca tescil edilebilmesinin ön şartının taşınmazların vakfın 1936
Beyannamesi'nde yer alması olduğunu, başvurucunun ise 1936 Beyannamesi'nin
bulunmadığını belirtmiştir. Daire, Mahkemenin taşınmazların önemli bir kısmının
maddenin ilk fıkrasındaki "tapuda malik hanesi açık olma veya Hazine,
Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olma veya
mezarlık/çeşme vasıflı olma" şartlarını taşımadığını belirten
gerekçesini eleştirmiş ve taşınmazların bir kısmının Hazine adına kayıtlı
olduğuna işaret etmiştir. Ancak Daire, Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması
sebebiyle bu şartın sağlanmasının tek başına bir sonuç doğurmayacağını ifade
etmiştir. Daire, üçüncü kişiler adına kayıtlı taşınmazların rayiç değerinin
ödenmesi bakımından ise başvurucu tarafından bu taşınmazların satın alındığı,
vasiyet ya da bağış yolu ile elde edilmesine rağmen mal edinememe gerekçesi ile
Hazine ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü adına ve sonrasında üçüncü kişiler adına
tapuya kaydedildiği yönünde bir iddianın ileri sürülmediğini vurgulamıştır.
Daire sonuç olarak dava konusu taşınmazların 5737 sayılı Kanun'un geçici 11.
maddesi kapsamında tescil edilmesinin ya da rayiç bedelinin ödenmesinin mümkün
olmadığını belirtmiştir.
38. Nihai kararlar 25/9/2019 ve 28/9/2019 tarihlerinde
başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/10/2019 tarihinde bireysel
başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ
HUKUK
39. 2762 sayılı mülga Kanun’un geçici 1. maddesi
şöyledir:
"A - Şimdiye kadar vakıflar
idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu
kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare
ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis
mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin
ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve
hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup
oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.
B - Yukarki fıkra mucibince beyanname
vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil
olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.
C - Birinci fıkrada yazılı müddet içinde
beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir
sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa
mütevellilikten derhal azlolunurlar.
Ç - Vakıflar idaresine verilecek
beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki
mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen
masraflar tasdik edilmiş sayılır.
D - Beyannameler muhteviyatının vesika
ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun
neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.
E - Bu kanun hükümleri yürümeğe
başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum
Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı
bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan
kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil
veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik
olunur."
40. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
"Bu Kanunun uygulanmasında;
...
Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup
olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik
kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim
cemaatlere ait vakıfları,
...
ifade eder."
41. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:
"Cemaat vakıflarının;
a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup,
halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda
kayıtlı olan taşınmazlar,
b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat
vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği
veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel
Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan
taşınmazlar,
tapu kayıtlarındaki hak ve
mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra,
ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri
yapılır."
42. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve
5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı
tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun 5737 sayı
numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7.
maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tıpatıp aynıdır.
Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin
gerekçesi şöyledir:
"Madde ile, mazbut vakıf
taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil
edilmesi sağlanmıştır."
43. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:
"Cemaat vakıflarının;
a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup
malik hanesi açık olan taşınmazları,
b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup
kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel
Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,
c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu
kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,
tapu kayıtlarındaki hak ve
mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra,
ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.
Cemaat vakıfları tarafından satın
alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal
edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen
taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca
tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul
ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."
44. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17.
maddesinin gerekçesi şöyledir:
"Madde ile, cemaat vakıflarının
1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve
mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi
amaçlanmaktadır."
45. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için
bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 12-24.
V. İNCELEME VE
GEREKÇE
46. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış
olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları ve Bakanlık Görüşü
47. Başvurucu;
i. Yargılama sürecinde ileri sürdüğü esaslı iddiaların
derece mahkemelerince karşılanmaması nedeniyle adil yargılanma hakkı ile
mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Kanun koyucunun Yargıtayın
1974 yılındaki içtihadının yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737
sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. madde hükümlerini ihdas ettiğini ancak derece
mahkemelerinin yorumları sebebiyle bu imkânlardan yararlanamadığını iddia
etmiştir. Cemaat vakıflarının nam-ı müstear ve nam-ı mevhum kullanmak suretiyle
taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunduğunu öne sürmüş, idarenin ve
mahkemelerin bu tür kayıtlarla ilgili olarak tescil kararı vermekten imtina
ettiğinden yakınmıştır.
ii. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinden yararlanmak amacıyla kanuni süresi içinde yaptığı
başvuruya 1328 tarihli eşhası hükmiye cetveli örneği, emlak vergisi beyannamesi,
muhtelif kira sözleşmeleri, kadastro tahrir varakası, müdevvere kaydı ve
temessük kaydı gibi belgeleri eklediği hâlde talebinin bireysel başvuru konusu
Genelge'ye dayanılarak reddedildiğinden şikâyet etmiştir. Tescilini talep
ettiği taşınmazların bizzat idarenin tasarrufunda bulunduğunu vurgulamış,
sadece şifahi bilgilerden hareket etmediğini belirtmiş, taşınmazın mülkiyet
durumunu gösteren tüm belgelerin idarede mevcut olduğunu savunmuştur.
iii. 1936 Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye
toprağı olmadığını hatırlatarak 1936 tarihinde beyanname vermesinin hukuken ve
fiilen mümkün olmadığını ifade etmiş, bu sebeple bu şartın kendisi yönünden
aranmasının mülküne kavuşmasına engel olduğunu iddia etmiştir. Bu durumun
mülkiyet hakkını, adil yargılanma hakkını ve eşitlik ilkesini ihlal ettiğini
öne sürmüştür.
iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında
yaptığı başvurunun reddine ilişkin işleme karşı açtığı davaların eksik
incelemeye dayalı olarak reddedildiğini belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun
hükümlerine rağmen adli yargı yolunun önerilmesinden şikâyet etmiştir.
v. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendi uyarınca yapılan başvuruların çoğunlukla idarece
reddedilmesi üzerine kanun koyucunun geçici 11. maddeyi ihdas ettiğini ifade
etmiştir. 36 taşınmaz için yaptığı başvurunun Vakfın 1936 Beyannamesi'nin
bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin hakkın kullanımını imkânsız hâle
getirdiğine işaret etmiştir. Hatay topraklarının 1939 yılında Türkiye'ye katılmasının
ardından kendisinden beyanname vermesinin istenmediğine değinmiştir. Vakfın
başkanına verilen 5/10/2012 tarihli belgede "Vakıf bir cemaat vakfı
olup kuruluş tarihi olarak Hatay'ın Anavatana katılış tarihi olarak kabul
edilmiştir." ifadesine yer verildiğini belirtmiştir.
vi. Vakfın Osmanlı'dan kalan bir müessese olduğu
hususunda idarenin bir itirazının bulunmadığını hatırlatmıştır. Başvurusu
yönünden 1936 Beyannamesi vermiş olma şartının aranmaması gerektiğini öne
sürmüştür. Eşhası hükmiye cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgelerin
idarenin elinde bulunduğu ve bu belgelerden taşınmazların kendisine ait olduğu
anlaşıldığı hâlde 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması gerekçesiyle talebinin
reddedilmesinin hak kaybına yol açtığını ifade etmiştir.
vii. 36 taşınmazla ilgili tapu kayıtları incelendiğinde
bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında
taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren
ibarelerin yer aldığını iddia etmiştir. Bu durumda idarece her taşınmaza
ilişkin talebi ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken talebin toplu olarak
reddedilmesinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Taşınmazların 20'si
27/6/1950 tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bu
taşınmazların Vakfın elinden çıktığını belirtmiştir.
viii. İdarenin yorumunun kanunun amacına uygun olmadığını
savunmuş, bu yorumun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat vakıflarının bir
kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik ilkesini ihlal
edeceğini ileri sürmüştür.
ix. İdare Mahkemesinin 1936 Beyannamesi şartının aranması
gerektiğini savunan gerekçesinin cemaat vakıflarına karşı ve hukukilikten uzak
bir tutum içinde olduğunu gösterdiğini ifade etmiştir.
48. Bakanlık görüşünde,
i. Vakıflar Genel Müdürlüğünün tescil talebinin reddine
ilişkin işleminin 23/9/2012 tarihinden önce tesis edildiği gözetildiğinde
başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup
olmadığının Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.
ii. AİHM'in Midyat Kutsal Gabriel Süryani Manastır
Vakfı/Türkiye (B. No: 61412/11, 9/5/2019, §§ 35-51) kararına değinildikten
sonra uyuşmazlık konusu taşınmazların tapuda kayıtlı maliki olmayan
başvurucunun talebinin basit bir tescil beklentisini aşan, somut nitelikte ve
yasal bir hükme veya bir işleme dayanan meşru bir beklentiye dönüşüp
dönüşmediğinin değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu Vakfın
aranan şartları taşımadığının Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıf Meclisi kararıyla
tespit edildiğine ve başvurucunun mevzuatın öngördüğü koşulları taşımadığı
yolundaki bu tespiti çürütecek herhangi argüman, bilgi, belge ve kanıt
sunamadığına işaret edilmiştir. Bu şartlar altında yürürlükteki düzenlemeler
kapsamında ilgili taşınmazlar açısından başvurucunun tescil talebinin kabul
edilmesinin mümkün olmadığı değerlendirilmiştir. Bu sebeple başvurucunun mevcut
bir mülkü olmadığı gibi yeterli bir hukuki temele dayalı meşru bir
beklentisinin de olmadığı ileri sürülmüştür. Taşınmazların başvurucu adına
tescilini sağlayacak belgelerin Vakıflar İdaresine sunulmadığı hususu ile
zilyetlikle kazanım olamayacağına ilişkin Yargıtay kararı dikkate alındığında
Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetki meselesini değerlendirmesinin uygun
olacağı ifade edilmiştir.
iii. Vakfın talep ettiği taşınmazlardan tüzel kişiler ile
gerçek kişiler adına kayıtlı olanların davacı Vakıf adına tescil edilmesinin
ancak adli yargıda açılacak tapu iptali ve tescili davasıyla mümkün
olabileceği, başvurucunun takip ettiği yargısal sürecin etkili bir hukuk yolu
olmadığının düşünüldüğü belirtilmiştir. Ayrıca başvurucuya verilen ek süre
içinde gerekli belgelerin ibraz edilmemesi nedeniyle 29/11/2010 tarihli işlemle
tescil talebinin reddine karar verildiğine ancak bu işleme karşı dava
açılmadığına işaret edilmiştir. Başvurucunun Hatay'ın Türkiye topraklarına
katıldığı 1939 yılından sonra 70 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen herhangi
bir başvuruda bulunmadığına dikkat çekilmiştir. Bu nedenlerle başvuru
yollarının tüketilip tüketilmediği konusunun değerlendirilmesinin Anayasa
Mahkemesinin takdirinde olduğu ifade edilmiştir.
iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinden
yararlanılmasının taşınmazların cemaat vakıflarının tasarrufları altında
bulunması şartına bağlandığı, buna göre ilgililerin öncelikle talep ettikleri taşınmazların
tasarruflarında bulunduğunu ispat etmeleri gerektiği kaydedilmiştir. Somut
olayda başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verdiğinin yanı sıra Yönetim Kurulu
kararı ile taşınmazların mevcut durumunu ve Vakfın tasarrufunda bulunduğunu
gösterir belgeleri ibraz edemediği hatırlatılmıştır. Kendi üzerine düşen
yükümlülükleri yerine getirmediği dikkate alındığında başvurucunun iddiasının
hukuki dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir.
v. Ayrıca başvurucu Vakfın 743 sayılı mülga Kanun'un
yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce vücut bulduğunu kanıtlayan bir
belgeyi başvuru dilekçesine eklemediği belirtilmiştir.
vi. Genelge'de taşınmazın Vakfın tasarrufunda bulunduğunu
gösterir belgeler ile taşınmazın davaya konu olup olmadığına ilişkin belgelerin
istendiği, şart koşulan tüm bu belgelerin cemaat vakıflarının elinde olduğu ve
başka kurumların arşivinde bulunma imkânının olmadığı ifade edilmiştir. Öte
yandan başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin yanı sıra taşınmazların Vakfın
tasarrufunda bulunduğunu tevsik edici belgeleri de sunamadığına dikkat
çekilmiştir. Genelge uyarınca mülkiyet iddiasını ispat ile yükümlü tutulmasının
başvurucuya aşırı bir yük yüklemediği kanaati açıklanmıştır. Danıştayın
Genelge'nin kanunun uygulanması niteliğinde olduğuna dair tespitinde bariz
takdir hatası ve keyfîlik bulunmadığı ifade edilmiştir.
49. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas
itibarıyla başvuru formundaki görüşlerini tekrarlamıştır. Ayrıca başvurucu,
Genelge'de istenen tüm belgelerin Vakıflar Genel Müdürlüğünün arşivlerinde
bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu, derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'nde
bulunma şartı sebebiyle davalarını reddettiği için mülkiyet hakkını ortaya
koyan belgelerin tartışılmasına dahi geçilemediğine işaret etmiştir.
B. Değerlendirme
50. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak
alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
"Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla,
kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum
yararına aykırı olamaz."
51. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından
yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki
tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013,
§ 16). Başvurucunun şikâyeti, Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil
edilen vakıf taşınmazlarının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil
yargılanma hakkı ve eşitlik ilkesine ilişkin şikâyetlerinin de bir bütün olarak
mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
a. Zaman
Bakımından Yetki
52. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle
zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık
da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.
53. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile
30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da
güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek
Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü
tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği
hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216
sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51.
maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
54. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8)
numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden
sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel
başvuruları inceler."
55. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri
uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012
tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve
kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık
düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve
kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir.
Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu
düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen
dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013,
§ 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).
56. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru
olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı
sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek
gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği
iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl
[GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).
57. Başvuru konusu taşınmazların -kesin tarihi dosyadan
anlaşılamasa da- 23/9/2012 tarihinden önce Hazine veya diğer kurum ve kişiler
adına tescil edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Başvurucunun mülkünün
bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecektir.
58. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve
diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun
yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla
ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda
bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§
96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık
bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım
yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:
i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde
zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal
durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması
için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.
ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve
ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu
hâlde "devam eden bir durum" söz konusu olduğundan Anayasa
Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.
iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler,
anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme
karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi
durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından
yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.
iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği
tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat
ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin
bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman
bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen
nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın
23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı
yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin
kapsamına girmiş olur.
59. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı
Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu
vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına
tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı
getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren
geçici 11. maddesinin birinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarının 1936
Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazlarının, 1936
Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle
Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı
taşınmazlarının ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına
tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin cemaat vakıfları adına tescil
edilmesine olanak tanınmıştır.
60. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda
tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun adına tescilini talep ettiği
taşınmazların bir şekilde Hazine ve diğer kurum ile kişilere geçtiği de bir
vakıadır. Başvurucu, bu taşınmazların öncesinde gayrimüslim
kişilerin/cemaatlerin tasarrufunda bulunduğuna işaret eden bazı belgeler de
eklemiştir. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun
durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamına girdiği ve
taşınmazların iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu
söylenebilir. Başvurucunun bu maddelere istinaden açtığı davaların Anayasa
Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği
izahtan varestedir.
61. Kamu makamları 1936 Beyannamesi'ni sunamamış olması
karşısında başvurucunun durumunun bu maddelerin kapsamına girmediğini
değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve
başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında
toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun
olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin
zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.
b. Olağan
Başvuru Yollarının Tüketilmesi
62. Bakanlık 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11.
maddeleri kapsamındaki başvuru yolunun başvurucunun iddialarının
değerlendirilmesi bakımından elverişli bir yol olmadığını, bu iddiaların ancak
adli yargıda açılacak bir davada çözüme kavuşturulabileceğini ileri sürmüştür.
63. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216
sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda
bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için
kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının
tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle
derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi
koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027,
12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, § 26).
64. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz
edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia
eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş
olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını
giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir
nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliğe sahip
bulunması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan
beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını
düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî
koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan
uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma
Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm
düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi bulunan bir yolun uygulamada
başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı
kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).
65. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi
noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin
başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B.
No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28). Ancak somut olayın koşulları itibarıyla
başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili
olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru
incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte
yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken
mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun
tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi
hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul
Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).
66. Somut olayda iki farklı yargısal süreç işletilmiştir.
Birincisinde başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden
yararlanmak amacıyla yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlem söz konusu iken
ikincisinde aynı Kanun'un geçici 11. maddesinden yararlandırılmama hâli
mevzubahistir.
67. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936
Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya
nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların talepte bulunan cemaat
vakıfları adına idari yoldan tesciline imkân tanınmıştır.
68. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde; (1) 1936
Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazların, (2) 1936
Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle
Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı
taşınmazların, (3) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına
tescilli olan mezarlıkların ve çeşmelerin cemaat vakıfları adına tescil
edilmesine olanak sağlanmıştır.
69. Başvurucunun her iki başvurusunun da idari ve
yargısal makamlarca reddedilmesinin temel gerekçesinin 1936 Beyannamesi'nin
bulunmaması olduğu anlaşılmaktadır. Kamu otoritelerince 1936 Beyannamesi'nin
bulunması şartının aranmasına ilişkin değerlendirme işin esasıyla sıkı sıkıya
bağlantılıdır. Bu sebeple bu hususun işin esasıyla birlikte
değerlendirilmesinin uygun olacağı sonucuna ulaşılmıştır.
70. Anayasa Mahkemesi Boyacıköy Panayia Evangelistra
Kilisesi ve Mektebi Vakfı kararında tescil talebinde bulunulan
taşınmazların nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olmaması
ya da hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına
tescilli olması durumunda 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin
uygulanamayacağını tespit etmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi
ve Mektebi Vakfı, §§ 44-53). Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un
geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda tescilini talep ettiği ve mevcut
başvurunun konusunu oluşturan 10 taşınmazın nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar
adına tapuda kayıtlı olmadığı veya hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel
Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olduğuyla ilgili olarak derece
mahkemelerince yapılmış bir tespit bulunmamaktadır.
71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen
imkânın geçici 7. maddedekine nazaran daha geniş olduğu anlaşılmaktadır. Bu
bağlamda sadece nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan
taşınmazlar değil malik hanesi açık olan taşınmazlar da geçici 11. maddenin
kapsamına girmektedir. İkincisi maddenin kapsamına sadece mal edinememe
gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilen taşınmazlar
değil kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel
Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olan her türlü taşınmaz
dâhil edilmiştir. Son olarak geçici 11. maddede, geçici 7. maddeden farklı
olarak bu taşınmazlardan üçüncü kişiler adına kaydedilmiş olanlar için vakfa,
taşınmazın rayiç bedeli üzerinden tazminat ödenmesi yükümlülüğü getirilmiştir.
72. Başvurucunun ikinci başvuruya konu edilen 36
taşınmazla ilgili olarak başlattığı yargısal süreçte Danıştay tarafından nihai
olarak verilen kararda 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması dışındaki şartların
taşınmadığına dair bir tespit yapılmamıştır.
73. Dolayısıyla 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11.
maddelerinde öngörülen başvuru yollarının -1936 Beyannamesi'nin bulunmaması
şartı hariç- somut olayda etkili olmadığı sonucuna ulaşılabilmesi için hiçbir
neden yoktur. 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması şartı ise aşağıda işin esasıyla
birlikte incelenecektir.
c. Sonuç Olarak
74. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul
edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı
anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
a. Mülkün
Varlığı
75. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir
kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle
öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren
mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki
durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382,
16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).
76. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul
edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu
alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı
içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin
Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle
güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla
değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM,
E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak
değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar
ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı
sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir
(Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
77. Somut olayda başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7.
maddesi kapsamında yaptığı başvurunun mevcut bireysel başvuruya konu kısmında
10 adet, aynı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda ise 36
adet taşınmazın tescilini talep etmiştir. Başvurucunun her iki başvurusundaki
talepleri de nihai olarak 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle
reddedilmiştir. Başvurucunun açtığı davalarda verilen kararlarda bu
taşınmazların Hazine veya diğer kişiler adına tescil edilmeden önce kendisine
ait olmadığı yolunda bir tespit yapılmamış ve davalar bu temelde
reddedilmemiştir. Bireysel başvuruya konu kararlarda başvurucunun 5737 sayılı
Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanabilmesi
için 1936 Beyannamesi verme ön şartını sağlamadığı tespit edilerek
taşınmazların Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önceki
mülkiyet durumunun incelenmesi aşamasına geçilememiştir. Başvurucu tarafından
başlatılan sürecin temel amaçlarından biri de hak iddia ettiği taşınmazların
kamu adına tescil edilmeden önce kendisine ait olup olmadığının tespit
edilmesidir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun belirttiği taşınmazların Hazine
veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önce başvuruya ait olup
olmadığı tam olarak yargılamanın sonucunda anlaşılabilecektir. Cemaat
vakıflarının malik hanesinin açık olabileceği ve somut olayda hak iddia
ettikleri taşınmazlara ilişkin olarak 1936 Beyannamesi'nin de bulunmadığı
gözetildiğinde mülkün varlığının tam olarak ispatlanmasının beklenmesi
hakkaniyete uygun olmaz. Bu durumda başvurucunun belirtilen taşınmazların
kendilerine ait olduğuna işaret eden belgeler sunmuş olması mülkün varlığının
kabulü için yeterli görülmelidir. Somut olayda başvurucu, eşhası hükmiye
cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgeleri derece mahkemelerine
sunmuştur. Dolayısıyla tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün
bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.
b. Müdahalenin
Varlığı ve Türü
78. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak
güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar
vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi
dilediği gibi kullanma, ondan tasarruf etme ve onun ürünlerinden yararlanma
olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013,
§ 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma
ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması
mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B.
No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).
79. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas
eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına
müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın
35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu
belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş;
ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi
belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının
hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun
bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son
fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı
olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını
kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer
bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel
hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma
ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep
Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).
80. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazlar Hazine ve
diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun
mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer
taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya
ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.
c. Müdahalenin
İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
81. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:
"Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne
ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
82. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız
bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri
düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması
gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya
uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması
ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan
ve Afife Tarhan, § 62).
i. Kanunilik
83. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında,
mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği
belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda
öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi
de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke
olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate
alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor
Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).
84. Osmanlı Dönemi'nde gayrimüslim cemaatlerce idare
edilen vakıflar 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Kanun'un 1.
maddesinde, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak
üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır. Aynı Kanun'un 44. maddesinde de
cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve
tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca anılan Kanun’un geçici 1.
maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara
ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer
beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi düzenlenmiştir. Uygulamada 1936
Beyannamesi olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf
senedi olarak kabul edilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli
ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında
verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu
belirtilmiştir (bkz. § 20). Dolayısıyla 1936 Beyannamesi'ne dâhil edilmeyen
taşınmazlar cemaat vakıflarının mülkiyetinde kabul edilmemiştir.
85. Başvurucunun Osmanlı Dönemi'nden kalma bir vakıf
olmadığı hususunda kamu makamlarının bir iddiası bulunmamaktadır. Öte yandan
başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların 1939 yılından sonra ancak dosyadan
anlaşılamayan tarihlerde Hazine ve diğer kurumların mülkiyetine geçtiği
anlaşılmıştır.
86. Hatay'ın 20 Ekim 1921 tarihinde Fransız mandası
altında olan Suriye sınırına bırakıldığına ve 7/7/1939 tarihinde tekrar Türkiye
Cumhuriyeti'ne katıldığına dikkat çekmek gerekir. Dolayısıyla 2762 sayılı mülga
Kanun'un geçici 1. maddesi uyarınca beyanname verilmesi gereken dönemde (1936)
başvurucu Vakıf, Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında olmadığı gibi hak
iddia ettiği taşınmazlar da Türkiye'nin egemenliği altındaki toprak parçasına
dâhil değildir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ve bu
maddeyle getirilen beyanname yükümlülüğünün 1939 yılında Türkiye'ye ilhak eden
Hatay'da kurulu bulunan başvurucuya uygulanabilirliği konusunda tereddüt
oluşmuştur. Bu sebeple 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinden doğan
beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmediği gerekçesine dayalı olarak
Vakfın hak iddia ettiği taşınmazların kamu adına tescil edilmesinin hukuki
dayanağının bulunup bulunmadığı noktasında duraksama yaşanmıştır. Ancak somut
olaydaki uyuşmazlığın 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle
getirilen tescil imkânından yararlanmanın koşullarının oluşup oluşmadığı
olduğundan bu mesele üzerinde daha fazla durulmasına gerek görülmemiştir.
87. Başvurucu tarafından başlatılan her iki yargısal
süreçte de davaların reddedilmesinin temel gerekçesi başvurucunun 1936
Beyannamesi'nin bulunmamasıdır. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11.
maddelerinde nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da
tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar yönünden 1936 Beyannamesi'ne
kayıtlı olma şartının arandığı görülmektedir. Öte yandan başvurucunun 1936
Beyannamesi'ni vermediği de tartışmasızdır. Dolayısıyla başvurucunun
müracaatlarının 1936 Beyannamesi'nin olmadığı gerekçesiyle kamu otoritelerince
reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunduğu anlaşılmıştır.
ii. Meşru Amaç
88. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet
hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı
mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması
imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının
kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir
sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır.
Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde
getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her
somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B.
No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239,
20/3/2014, §§ 28, 29).
89. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların Hazine ve
diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmesinin ve iade edilmemesinin
gerekçesinin başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verme yükümlülüğünü yerine
getirmemesi olduğu anlaşılmaktadır. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1.
maddesinde öngörülen beyanname verme yükümlülüğünün amacı 743 sayılı mülga
Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra yeni bir statüye kavuşturulan cemaat
vakıflarının mallarının tespit edilmesidir. Nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar
adına tapuda kayıtlı olanlar ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar
için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi nedeniyle taşınmazların Hazine ve
diğer kamu kurumları adına tescil edilmesinin kamu yararına yönelik bir
amacının bulunduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan bu taşınmazların iade
edilmemesinde de taşınmazların adına tescilli bulunduğu Hazine ve diğer kurum
ile kişilerin menfaatlerinin korunmasının amaçlandığı, bunun da kamu yararına
dönük olduğu kanaatine varılmıştır.
iii. Ölçülülük
(a) Genel
İlkler
90. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk
devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği
ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve
özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması
kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk
devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).
91. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye
elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu
olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün
olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini
ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37,
5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).
92. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin
Anayasa'ya uygun olabilmesi için amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasının
yanında gerekli olması da gerekir. Gereklilik yukarıda da
belirtildiği üzere hakka müdahale teşkil eden birden fazla araç arasından hakkı
en az zedeleyen aracın seçilmesini ifade etmektedir. Hak ve özgürlüğü
sınırlayan tedbirlerden hangisi diğerlerine nazaran hakkın norm alanına daha az
müdahale edilmesi sonucunu doğuruyorsa o tedbirin tercih edilmesi gerekir.
Bununla birlikte hakka müdahale oluşturacak aracın seçiminde kamu
otoritelerinin belli ölçüde takdir payının bulunduğu da kabul edilmelidir. Zira
yetkili kamu makamları, öngörülen amaca ulaşılması bakımından hangi aracın
etkili ve verimli sonuçlar doğuracağına ilişkin olarak isabetli karar verme
noktasında daha iyi bir konumdadır. Özellikle alternatif aracın bulunmadığı
veya mevcut alternatiflerin öngörülen meşru amaca ulaşılması bakımından etkili
olmadığı ya da daha az etkili olduğu durumlarda kamu makamlarının araç seçimi
hususundaki tercih yetkisinin gereklilik kriterini sağlamadığının
söylenebilmesi için çok güçlü nedenlerin bulunması gerekir (D.C., B. No:
2018/13863, 16/6/2021, § 48).
93. Öte yandan mülkiyet hakkına yönelik müdahaleler
orantılı olmalıdır. Orantılılık sınırlamayla ulaşılmak istenen amaç ile
başvurulan sınırlama tedbiri arasında aşırı bir dengesizlik bulunmamasına
işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle orantılılık, amaç ile araç arasında adil
bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına getirilen
sınırlamayla ulaşılmak istenen meşru amaç ve başvurucunun mülkiyet hakkından
yararlanmasındaki bireysel yarar arasında makul bir orantı kurulmalıdır.
Hedeflenen amaca ulaşıldığında elde edilecek kamusal yararla kıyaslandığında
sınırlama ile kişiye yüklenen külfetin aşırı ve orantısız olmaması gerekir (D.C.,
§ 49).
94. Seçilen aracın ulaşılmak istenen amaçla kıyaslandığında
bireye orantısız bir külfet yüklediğinin saptanması, ihlal sonucuna
ulaşılabilmesi için bazı hâllerde tek başına yeterli olmayabilir. Kişiye
yüklenen külfeti dengeleyici mekanizmaların var olup olmadığı da büyük önem
taşımaktadır. Elverişli ve gerekli olduğu hükmüne varılan aracın seçilmiş
olması nedeniyle kişiye yüklenen aşırı külfeti hafifleten hukuksal mekanizmalar
mevcutsa bir ihlalin olmadığı sonucuna varılabilir (D.C., § 50).
95. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup
olmadığı değerlendirilirken başvurucunun ve idarenin kusurlarının bulunup
bulunmadığı da gözönünde tutulur. Bu bağlamda tarafların yasal
yükümlülüklerinin neler olduğu, bunların yerine getirilmesinde ihmalkârlık
gösterilip gösterilmediği ve ihmalin varlığının tespiti hâlinde bunun hukuka
aykırı sonucun doğmasında bir etkisinin bulunup bulunmadığı da dikkate alınır (D.C.,
§ 51).
96. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık
değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka
aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve
manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması
da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak
görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme
tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından
ehemmiyet arz etmektedir (D.C., § 52).
(b) İlkelerin
Olaya Uygulanması
97. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11.
maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmak amacıyla yaptığı müracaatlar
1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.
98. Somut olayda başvurucunun tükettiği yolların
taşınmazların kamu adına tescili suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin
giderilmesi için sonradan oluşturulan bir mekanizma olduğu gözetildiğinde
elverişlilik ve gereklilik unsurları yönünden değerlendirme yapılmasının bir
anlamı bulunmamaktadır. Eldeki başvuruda asıl tartışılması gereken unsur
orantılılıktır. Öngörülen tedbirin maliki olağan dışı ve aşırı bir yük altına
sokması durumunda müdahalenin orantılı olduğundan söz edilemez. Bu itibarla
uygulanan tedbirle başvurucuya aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin
tespiti gerekmektedir.
99. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin
öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünün doğduğu ve ifa edilmesi gerektiği
tarihte başvurucu Vakfın Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında
bulunmadığına ve hak iddia ettiği taşınmazların da Türkiye Cumhuriyeti'nin
topraklarının bir parçası olmadığına işaret etmek gerekir. Dolayısıyla
başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermesi hukuken ve fiilen mümkün olmamıştır.
Öte yandan Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasından sonraki dönemde,
Hatay'da kurulu bulanan cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'ne benzer bir
beyanname vermesini gerekli kılan bir mevzuatın ihdas edildiği de tespit
edilememiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11.
maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmasının 1936 yılında beyanname
vermiş olmasına bağlı kılınması başvurucuya ifası mümkün olmayan oldukça ağır
bir külfet yüklemiştir.
100. Öte yandan Hatay'daki cemaat vakıflarının 2762
sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin öngördüğü beyanname verme
yükümlülüğünü yerine getirmemiş olması sebebiyle bu vakıfların taşınmazlarının
kamu adına tescil edilmesinin kanuni temelinin ne olduğuyla ilgili muğlaklığı
da hatırlamak gerekir. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1936 Beyannamesi'nde
yer almayan taşınmazların mülkiyetinin Hazine adına tescil edilmesinin yasal
dayanağının 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesi olduğu kabul
edilmektedir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin
yürürlüğe girdiği ve madde uyarınca beyanname verme süresinin dolduğu tarihten
sonra -7/7/1939 tarihinde- Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan vakıflara
ait taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesine bağlı olarak bu
taşınmazların Hazine adına tescil edileceğinin kabul edilmesi öngörülebilir bir
durum değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararında Hatay'ın
kendine özgü bu durumunun gözetildiği anlaşılamamıştır. Kamu otoritelerinin ve
derece mahkemelerinin bu olguyu hesaba katmadıkları gözlemlenmiştir.
101. Uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarını yorumlama
görevi öncelikle derece mahkemelerine ait olmakla birlikte mahkemelerin hukuk
kurallarını Anayasa'nın ışığında yorumlama yükümlülükleri bulunmaktadır. Bir
hukuk kuralının birden fazla şekilde yorumlanmasının mümkün olduğu durumlarda
mahkemelerin bu yorumlardan Anayasa'ya uygun olmayanı benimsememeleri beklenir.
102. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinin
ihdas edilmesinin amaçlarından biri 1936 Beyannamesi'nde yer alıp nam-ı müstear
veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık
bulunan taşınmazlardan süreç içinde Hazine veya diğer kurumlar adına tescil
edilenlerin cemaat vakıflarına iadesini sağlamaktır. Kanun koyucunun 7 Temmuz
1939 tarihinde Türkiye'ye katılan Hatay'da bulunan ve benzer koşulları taşıyan
taşınmazları 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen
tescil imkânının dışında tutmayı amaçladığı düşünülemez. Hatay'da kurulu
bulunan ve Osmanlı Dönemi'nden kalma cemaat vakıflarının aynı koşulları
sağlayan diğer vakıflardan farklı tutulmasını haklı kılan bir neden
bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'ni vermesi mümkün
olmayan Hatay'daki vakıfların kendine özgü bu durumunu dikkate almaması
başvurucu Vakıf ile diğer illerde kurulu bulunan cemaat vakıfları arasında
farklı uygulamanın oluşmasına yol açmıştır. Anılan maddelerin haklı temeli
bulunmayan bir farklı muameleye sebep olacak biçimde yorumlanmasının
Anayasa'nın 35. maddesinin yanında eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesini de
zedeleyeceği açıktır.
103. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında
yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte Dairenin Hatay'ın 1939 yılında
Türkiye topraklarına katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936
Beyannamesi'nin bulunmasının mümkün olmadığı iddiasına yönelik
değerlendirmelerde bulunduğu görülmektedir (bkz. § 30). Ne var ki Dairenin
taşınmazların tescilinin istenebilmesi için cemaat vakıflarının tasarrufları
altında bulunması gerektiğini vurgulamaktan ve işlemin kanuna aykırı olmayan
Genelge'ye dayalı olarak tesis edildiğini ifade etmekten ibaret olan
gerekçesinin başvurucunun bu iddiasını karşıladığını söylemek güçtür.
104. Öte yandan 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi
kapsamında yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte ilk derece mahkemesinin
1936 Beyannamesi'nin verilmesi şartının aranmaması hâlinde taşınmazın adına
tescilli bulunduğu kurum ve kişilerin mülkiyet hakkının ihlal edileceği
yolundaki değerlendirmesinin (bkz. § 36) de -yukarıda yapılan açıklamalar
karşısında- anlaşılabilir olmadığını ifade etmek gerekir. Bireylerin hak ve
özgürlüklerini güvenceye bağlayan Anayasa hükmünün kapsamına kamu kurumlarının
dâhil edilmesi ilginç bulunmuştur. Ayrıca Mahkemenin bu yorumu Hatay'ın 7
Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katıldığı gerçeğinin gözardı edilmesi temeline
dayanmaktadır. Dolayısıyla Mahkemenin anılan gerekçesinin ilgili ve yeterli
olduğu söylenemez.
105. Derece mahkemesinin ve Dairenin bu yorumu sebebiyle
başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerindeki diğer koşulların
oluştuğunu ispatlayarak taşınmazları, adına tescil ettirme imkânından mahrum
bırakılmıştır. Başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi
kılınması -Hatay'ın 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katılması sebebiyle
başvurucunun bunu yerine getirmesinin mümkün olmadığı gözetildiğinde- anılan
imkânların ihdas edilmesini başvurucu açısından anlamsız kılmış ve başvurucuya
aşırı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda kamu yararı ile başvurucunun bireysel
yararı arasında adil bir dengenin kurulamadığı ve mülkiyet hakkına yapılan
müdahalenin orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
106. Son olarak Dairede ilk derece mahkemesi sıfatıyla
dava konusu edilen Genelge'nin kendi başına ihlale yol açmadığı
değerlendirilmiştir. Dairenin Genelge'nin kanun hükmünü açıklayıcı mahiyette
olduğu yolundaki değerlendirmesinin keyfî ve temelsiz olmadığı görülmektedir.
Somut olaydaki ihlalin asıl sebebinin kanun hükümlerinin yorumlanması olduğu
kanaatine varılmıştır.
107. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde
güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
3. 6216 Sayılı
Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
108. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
"(1) Esas inceleme sonunda,
başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal
kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için
yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme
kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden
yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama
yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata
hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir.
Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal
kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse
dosya üzerinden karar verir."
109. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve giderilmesi
için gereken kararın verilmesini talep etmiştir.
110. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B.
No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl
ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi
diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine
getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına
geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret
etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).
111. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal
edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle
getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için
ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması,
ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan
kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların
giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması
gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
112. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya
mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı
Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1)
numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili
mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki
benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla
yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim
yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına
bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki
yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden
yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin
yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal
kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin
sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet
Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).
113. İncelenen başvuruda, başvurucunun 1936
Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması nedeniyle mülkiyet hakkının
ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden
kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mahkemeler de ihlali
giderememiştir.
114. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının
ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar
bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü
düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına
göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması
gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal
sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun
yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin
yeniden yargılama yapılmak üzere Danıştay Onuncu Dairesine ve Hatay 1. İdare
Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
115. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 1.023,90 TL harç
ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin
başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın
KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan
mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere
Danıştay Onuncu Dairesine (E.2010/10390, K.2014/7620) ve Hatay 1. İdare
Mahkemesine (E.2013/280, K.2013/1863; E.2013/281, K.2013/1864) GÖNDERİLMESİNE,
D. 1.023,90 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan
toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun
Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde
yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten
ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına
GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.