TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
İKİNCİ BÖLÜM
KARAR
MUHAMMET SAİT EREN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2021/6464)
Karar Tarihi: 15/11/2023
Başkan
:
Kadir ÖZKAYA
Üyeler
Engin YILDIRIM
M. Emin KUZ
Basri BAĞCI
Kenan YAŞAR
Raportör
Eren Can BENAKAY
Başvurucular
Muhammet Sait EREN ve diğerleri bkz. ekli listenin (C)
sütunu
Vekilleri
Ekli listenin (E) sütunu
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; ilave tediye alacağının ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan davanın Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin önceki kararlarına aykırı şekilde reddedilmesi nedeniyle hakkaniyete uygun yargılanma hakkının, çalışma hakkının ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvurular muhtelif tarihlerde yapılmıştır.
3. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Konularının aynı olması nedeniyle ekli listenin (B) sütununda numaraları belirtilen başvuru dosyalarının aynı listenin (1) numaralı satırında yer alan 2021/6464 numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmesine ve incelemenin bu dosya üzerinden yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir. Başvurucuların bazıları Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmuştur.
III. OLAY VE OLGULAR
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucular farklı illerde yer alan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarında (Vakıf) hizmet akdine dayalı olarak çalışmaktadır.
8. Başvurucular, kamu personeli olduklarını ileri sürerek 4/7/1956 tarihli ve 6772 sayılı Devlet ve Ona Bağlı Müesseselerde Çalışan İşçilere İlave Tediye Yapılması Hakkında Kanun uyarınca her bir yıllık çalışma süresi içinde ödenmesi gereken iki aylık tutarındaki ilave tediye alacağının ödenmesi amacıyla Vakıf aleyhine ayrı ayrı dava açmıştır.
9. Başvuruların bir kısmında ekli listenin (D) sütununda belirtilen iş mahkemeleri davayı reddetmiştir. Kararlarda, Vakfın vakıf statüsü, mevcut hukuki yapısı, gelirleri ve konuya ilişkin yargı kararlarıyla birlikte değerlendirilerek Vakfın Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan ayrı bir özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olduğu belirtilmiştir. Vakfın kamu kurumu vasfında olmadığı bu sebeple de Vakıf çalışanlarının da fon personeli olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 9/6/2017 tarihli kararına göre Vakfın 6772 sayılı Kanun gereğince kamu kurumu niteliğinde olmadığı da dikkate alındığında çalışanları hakkında 6772 sayılı Kanun'un uygulanmasının mümkün olmadığı söylenmiştir. Kararlar, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından onanmıştır.
10. Başvuruların bir kısmında ise iş mahkemelerinin davayı kabul etmesine karşın Bölge Adliye Mahkemeleri yukarıda belirtilen gerekçeyle davayı reddetmiş ve kararlar Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından onanmıştır.
11. Nihai kararların başvuruculara tebliği üzerine başvurucular muhtelif tarihlerde süresinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. İlgili Mevzuat
12. İlgili mevzuat için bkz. Yasemin Bodur, B. No:2017/29896, 25/12/2018 §§ 14-32.
B. Yargıtay Kararları
13. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 19/1/2022 tarihli ve E.2022/16,K.2022/583 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Taraflar arasındaki uyuşmazlık davacının ‘6772 sayılı Devlet ve Ona Bağlı Müesseselerde Çalışan İşçilere İlave Tediye Yapılması ve 6452 Sayılı Kanunla 6212 Sayılı Kanununun 2 inci Maddesinin Kaldırılması Hakkında Kanun’ çerçevesinde ilave tediye alacağına hak kazanıp kazanmadığı noktasındadır
6772 sayılı Kanun'un 1. maddesinde, ilave tediye alacağı ödemekle yükümlü işverenlerin kimler olduğu açıkça belirlenmiştir. Kanuna göre, devlete ve ona bağlı olmak üzere
1-Genel, Katma ve Özel bütçeli daireler,
2-Sermayesi değişen kurumlar,
3-Sermayesinin yarısından fazlası devlete ait olan şirket ve kurumlar ve bunlara bağlı kuruluşlar,
4-Belediyeler ve belediyelere bağlı kuruluşlar,
5-3460 ve 3659 sayılı kanun kapsamına giren, sermayesinin tamamı devlete ait olan veya bu sermeye ile kurulan iktisadi devlet kuruluşları,
6-Yukarıda belirtilenlerden olmayan diğer kurum, banka ve ortaklıklar bu Kanun kapsamındadır.
Diğer taraftan ‘kamu kurumu’ kavramı genel olarak; genel, katma ve özel bütçeli idareler ile il özel idaresi ve belediyeyi veya bu kurumlarca sermayesinin yarısından fazlası karşılanan kurumlara ait olan ve bir kamu hizmeti sunan kurumları ifade etmektedir.
Davalı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfının, 6772 sayılı Kanun kapsamında bir kamu tüzel kişisi olup olmadığını belirleyebilmek için öncelikle, Vakfın tabi olduğu Kanun hükümlerine göre yapısını, kuruluşunu ve işleyişini değerlendirmek gerekmektedir.
29.05.1986 tarihli ve 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanununun (16/6/1989 tarihli ve 3582 sayılı Kanunun 1 maddesi ile değişik) 1. maddesinde , bu Kanunun amacı ‘fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlar ile gerektiğinde her ne suretle olursa olsun Türkiye'ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım etmek, sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmek’ olarak açıklanmıştır.
Kanun'un (5263 sayılı Kanun'un 19. maddesi ile değişik) 7. maddesinin 1. fıkrasında ise, Kanunun amacına uygun faaliyet ve çalışmalar yapmak ve ihtiyaç sahibi vatandaşlara nakdî ve aynî yardımda bulunmak üzere her il ve ilçede sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları kurulması öngörülmüştür (m.7/1).Aynı maddenin 3 üncü fıkrasında, vakıf senetlerinin mahallin en büyük mülki amiri tarafından Medeni Kanunu hükümlerine göre tescil ettirileceği ifade edilmiştir.
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının gelirleri, "Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan aktarılacak miktardan, işletme ve iştiraklerden elde edilecek gelirlerden ve diğer gelirlerden" oluşur (m. 8).
Vakıfların oluşumuna bakılacak olursa; Kanunun 7. maddesinde; İlçe Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları Mütevelli Heyetinde 1 adet belediye başkanı, 1 adet köy muhtarı, 1 adet mahalle muhtarı, 1 adet sivil toplum kuruluşu yöneticisi, 2 adet hayırsever vatandaşın görev alacağı belirtilmektedir.
Anayasanın 123. maddesinin 3. fıkrasında "Kamu tüzel kişiliği, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulur" hükmü mevcuttur. Vakıflara ilişkin özel düzenleme niteliğindeki 5737 sayılı Vakıflar Kanununda da vakıfların özel hukuk tüzel kişiliğine sahip oldukları ifade edilmiştir (m. 4). Bu düzenlemeler dikkate alındığında, öncelikle genel kuralın “vakıfların özel hukuk tüzel kişisi” olarak faaliyet göstermesi olduğu açıktır. Vakıfların, kamu tüzel kişisi olarak kabul edilebilmesi ‘istisnai’ bir hâl olup, bu istisnai durumun genel kuralının aksine, tereddüde yer vermeyecek açıklıkta düzenlenmesi şarttır. Keza, “kendiliğinden istisna olmaz, istisna konulmalıdır”(K. Gözler, ‘Yorum İlkeleri’, Anayasa Hukukunda Yorum ve Norm Somutlaşması, Tebliğ, 29-30 Eylül 2012, Ankara, Türkiye Barolar Birliği, 43). Bir diğer ifade ile istisnanın ayrıca ve açıkca olduğu ispat edilemediği takdirde ya da istisnanın olup olmadığı tereddütlü ise, istisnanın olmadığı kabul edilmelidir (Gözler, 43).
3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanununda ise, bu Kanun gereğince oluşturulan vakıfların “kamu tüzel kişisi” olduklarına dair açık bir hüküm bulunmamaktadır. Şu halde kanun koyucunun sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarına bilinçli olarak "kamu tüzel kişiliği" vermediği, vakıfların Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kurulmasını ve yine özel hukuk tüzel kişisi olarak özel hukuk hükümlerine göre faaliyet göstermesini istediği açıktır. Aksi düşünülse dahi, sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının kısmen kamu kaynağı kullanmaları, kamu kurumu olarak nitelendirilmeleri için yeterli bir sebep değildir. Zira; 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma Dayanışma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu'nun 8. maddesinde; Vakfın gelirlerinin, "Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan aktarılacak miktardan, işletme ve iştiraklerden elde edilecek gelirlerden ve diğer gelirlerden" oluşacağı hüküm altına alınmıştır. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının gelirlerinin, sadece fondan aktarılan pay olmadığı, vakfın gelirleri arasında halk tarafından yapılan ve iktisadi değeri olan bağışların da bulunduğu görülmektedir. Aynı şekilde, mütevelli heyet tarafından oyçokluğu ile karar alan ve uygulayan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının 12 üyesinden 6'sının seçilerek gelen kişiler olması aksi sonuca varılmasını engelleyen bir diğer sebeptir.
Netice olarak, sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları, bir tüzel kişi olmanın ötesinde bir özel hukuk tüzel kişisidir. Anayasa ile vakıflara ilişkin kanun hükümleri karşısında bu sonuca ulaşmak kaçınılmaz olduğu gibi; sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarını düzenleyen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu hükümleri de, özellikle vakfın gelirleri, yapısı, karar alma mekanizması bakımından farklı bir sonuç öngörmemektedir.
Somut olayda, gerek ilk derece mahkemesi gerekse bölge adliye mahkemesince, 3294 sayılı Kanunun amacının getirilmesi noktasında parasal kaynaklarının sağlanması için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanının Başkanlığında Başbakanlık Müsteşarı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Müsteşarı, İçişleri, Maliye ve Sağlık Bakanlıklarının Müsteşarları ile Sosyal Yardımlar Genel Müdürü ve Vakıflar Genel Müdüründen oluşan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonunun kurulduğu; Fonun “Fonda toplanan kaynakların, Vakıflar ve Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünce yürütülecek sosyal yardım proje ve programları ile yatırım programları çerçevesinde dağıtım önceliklerini belirlemek ve dağıtımına karar vermek, vakıflarda çalıştırılacak personelin nitelikleri ile özlük hakları ve diğer hususlarla ilgili belirlenecek kriterleri görüşmek ve karara bağlamak ile Vakıflardan ve diğer kurum ve kuruluşlardan gelen sosyal yardım amaçlı talep ve teklifleri değerlendirmek, Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğüne önerilerde bulunmak olduğu” gibi görevlerinin bulunduğu, Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünün 3294 sayılı Kanun hükümlerine göre kurulan vakıfların harcamalarını, iş ve işlemlerini araştırıp, inceleme, izleme ve denetleme, görülen aksaklıklarla ilgili gerekli tedbirleri alma, vakıfların çalışma usûl ve esasları ile sosyal yardım programlarının ölçütlerini belirleme işlevini yerine getirdiği, Genel Müdürlük idari yapılanmasındaki Vakıf Hizmetleri Daire Başkanlığının da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünün ise Teşkilat ve Görevlerine İlişkin Yönerge çerçevesinde Vakıfların norm kadro usul ve esaslarını belirlemek ve Fon Kurulu’nun onayına sunmak, Fon Kurulu ilke ve kararları doğrultusunda Vakıf personelinin işe giriş ve işten çıkış işlemlerini yürütmek vb gibi işlemleri gerçekleştirdiği, böylece 3294 sayılı Kanun kapsamında yürütülen sosyal yardım hizmetlerinin asıl olarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından yerine getirildiği, Sosyal Yardımlaşma Vakıfları ayrı tüzel kişiliklere sahip olsalar da Fon ile beraber Bakanlığın bu görevini yerine getirmek amacıyla oluşturulan idari organizasyon içinde yer aldıkları, tüm ülke çapında Bakanlık tarafından yürütülmesi gerekli sosyal yardım kamu hizmetinin, taşrada sosyal yardımlaşma vakıfları aracılığıyla yürütüldüğü, vakıfların finansının Bakanlık tarafından gerçekleştirilip, işe alınacakların nitelikleri, görevleri, işe alma, çıkarma, tayin, ücretin belirlenmesi gibi özlük işleri ile çalışma koşullarının belirlenmesinde Bakanlığın söz sahibi olduğu işveren yetkilerinin Bakanlıkta olduğu, diğer taraftan 25/05/2018 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 7144 sayılı Kanun'un 7. maddesi ile maddenin gerekçesi de dikkate alındığında vakıfların bir kamu işyeri olduğunun açık olduğu ve vakıf işçilerinin ilave tediye hakkı bulunduğu sonucuna varılmıştır.
Yukarıda açıklanan ilke ve esaslar doğrultusunda somut olay değerlendirildiğinde, öncelikle mahkemece sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının temelde “vakıf” olduklarının gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır. Vakıflar, kural olarak özel hukuk tüzel kişisidir. Bu kuralın istisnası ise, ancak o kuralı koyan makam tarafından konulabilir. Çünkü, istisna, genel kuralın alanını uygulama alanını daraltır. Bu sebeple yargı organının, bir kurala istisna getirmesi mümkün değildir(Gözler, 45). Bir kuralın istisnasının ancak o kuralı koyan makam tarafından oluşturulabilmesinin sonucu ise, yargı organı tarafından varsayımlardan ya da genel kabuller üzerinden istisna oluşturulamamasıdır. Diğer taraftan 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunda “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları”(m.7) ile “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu” (m.3) ayrı ayrı hükümlerde düzenlenmiş olup, mahkemece bu ikisinin birbiri ile karşılaştırılması yahut birbiri ile aynı kabul edilmesi de yerinde değildir. Şayet kanun koyucu aksini öngörseydi, vakıflar ile Fon’un farklı şekilde düzenlenmesine gerek duyulmazdı. Üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise, açık bir kanun hükmü olmaksızın, “tüm ülke çapında Bakanlık tarafından yürütülmesi gerekli sosyal yardım kamu hizmetinin, taşrada sosyal yardımlaşma vakıfları aracılığıyla yürütüldüğü, vakıfların finansının Bakanlık tarafından gerçekleştirilip, işe alınacakların özlük işleri ile çalışma koşullarının belirlenmesinde Bakanlığın söz sahibi olduğu” varsayımı ile vakıflara kamu tüzel kişiliği verilip verilemeyeceğidir. Zira, Anayasanın 123. maddesi ile Vakıflar Kanununun 4. maddesi son derece açık olup, aslolan bir vakfın kamu tüzel kişi olması değil, özel hukuk tüzel kişisi olmasıdır. Bir kural hangi norm ile konulmuş ise, o kuralın istisnası da ancak o kural ile konulabilir. Yorum yoluyla istisna üretilemez (Gözler, 45, 54). Somut olayda, vakıfların özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olduklarına dair kanun hükmünün aksini öngören bir kanun hükmü bulunmadığı halde, mahkeme tarafından yorum yolu ile “istisna” oluşturulması hukuka aykırıdır.
Bu noktada, 25/05/2018 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 7144 sayılı Kanun'un 7. maddesi ile 3294 sayılı Kanunun 7. maddesinin son fıkrasına eklenen hükümden de söz etmek gerekmektedir. İlgili hükümde "Vakıflar, 18/10/2012 tarihli ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 34. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünce imzalanacak işletme düzeyinde toplu iş sözleşmesi kapsamında işyerleridir.” düzenlemesine yer verilmiştir. Düzenlemeden de açıkça görüleceği gibi, yapılan değişiklik ile vakıfların kamu tüzel kişisi olduğu değil, ‘Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünce imzalanacak işletme düzeyinde toplu iş sözleşmesi kapsamında işyeri olduğu” esası benimsenmiştir. İlgili maddenin gerekçesinde, "Madde ile 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 34. maddesinin ikinci fıkrasında bahsi geçen kamu kurum ve kuruluşlarının aynı işkolundaki birden çok işyerlerinde toplu iş sözleşmesinin ancak işletme düzeyinde yapılması gerektiği hükmü uyarınca, Vakıfların, mevzuattaki ilgili diğer düzenlemeler aynı kalmak ve sadece toplu iş sözleşmesi kapsamıyla ilgili olmak üzere, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünce veya yetkili kıldığı işveren sendikasınca imzalanan işletme toplu iş sözleşmesi kapsamındaki kamu işyerleri olduğu düzenlenmiştir." denilmiş ise de, gerekçede vakıfların genel bir kural olarak kamu tüzel kişisi olduğu değil, “mevzuattaki ilgili diğer düzenlemeler aynı kalmak ve sadece toplu iş sözleşmesi kapsamıyla ilgili olmak üzere” kamu işyeri olduğu belirtilmiştir. Kaldı ki, gerekçede geçen bu ifade kanun metnine bilinçli olarak alınmamıştır. Söz konusu düzenlemenin amacı, tüm sosyal ve yardımlaşmayı dayanışma vakıflarına kamu tüzel kişiliği atfetmek değil, Bakanlığın taraf olduğu toplu iş sözleşmelerinin yapılmasını kolaylaştırmaktadır. Zira, mülga 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun ‘Toplu iş sözleşmesinin kapsamı ve düzeyi’ başlığını taşıyan 3. maddesinde “... Ancak, kamu kurum ve kuruluşlarına ait müessese ve işyerleri ayrı tüzel kişiliğe sahip olsalar dahi, bu kurum ve kuruluşlar için tek bir işletme toplu iş sözleşmesi yapılır.” hükmü bulunmakta iken (m. 3/1-2), 6356 sayılı Sendika ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda bu hükme yer verilmemiş, onun yerine “Bir gerçek ve tüzel kişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerinin bulunduğu işyerlerinde, toplu iş sözleşmesi ancak işletme düzeyinde yapılabilir.” düzenlemesine yer verilmiştir (6356 sy K. m.34). Toplu iş sözleşmesinin düzeyine ilişkin tarihsel gelişmeler ve kanun değişiklikleri dikkate alındığında, 3294 sayılı Kanuna eklenen hükmün vakıfların özel hukuk tüzel kişisi olduğu gerçeğini değiştirmediği, yapılan değişikliğin sadece toplu iş sözleşmesinin düzeyi ve bağıtlanması süreci ile ilgili olduğu kabul edilmelidir. Mahkemece, 7144 sayılı Kanun gerekçesine atıf yapılarak vakıfların “kamu işyeri” olduğunun açıklığa kavuştuğu belirtilmiş ise de, gerekçede açıkça vakıfların “mevzuattaki ilgili diğer düzenlemeler aynı kalmak ve sadece toplu iş sözleşmesi kapsamıyla ilgili olmak üzere kamu işyeri” olduğu ifade edilmiştir. Gerekçede çizilen bu sınırlar gözden kaçırılarak, kanunda ‘tüm sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının kamu tüzel kişisi olarak kabul edildiği’ şeklinde, amacı aşan bir yorumla sonuca gidilmesi yerinde değildir. Yukarıda da ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, aslolan vakıfların özel hukuk tüzel kişi olmalarıdır. Aksinin kabulü için, “sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının kamu tüzel kişisi olduğunu” açıkça düzenleyen bir kanun hükmü olmalıdır. Bu itibarla, 7144 sayılı Kanun ile 3294 sayılı Kanunun 7. maddesinde yapılan değişikliğin sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının hukuki niteliğini değiştiren yeni ve farklı bir düzenleme olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
Belirtmek gerekir ki; Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 09/06/2017 tarih, 2016/3-2017/4 E. K sayılı kararı ile "3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu ile kurulan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olduğu, ayrı işyeri olan bağımsız işveren oldukları" belirlenmiştir. İçtihadı birleştirme kararları, Yargıtay Kanunu'nun 45. maddesine göre bağlayıcıdır. Somut olayda, sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının “kamu tüzel kişisi” olduğuna yönelik kanuni bir düzenleme, anayasa mahkemesi iptali kararı yahut aksi yönde içtihadı birleştirme kararı bulunmadığına göre, 09/06/2017 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının halen bağlacı olduğu kabul edilmelidir.
..."
14. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 28/11/2022 tarihli ve E. 2022/15611, K. 2022/15311 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Yukarıda açıklanan ilke ve esaslar ile Dairemizin içtihatları doğrultusunda somut olay değerlendirildiğinde; Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan ayrı birer özel hukuk tüzel kişisi olan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının 6772 sayılı Kanun bakımından kamu tüzel kişisi olarak kabulü mümkün değildir.
Diğer taraftan Mahkemece, Fon Kurulunun 16.02.2012 tarih ve 2012/l sayılı Kararı ile vakıf çalışanlarına 2012 yılından itibaren ilave tediye niteliğinde iki maaş tutarında ikramiye ödenmesine karar verildiği, ikramiyelerin ilave tediye niteliğinde olduğu buna göre personele ayrıca ilave tediye ödemesi yapılmayacağının düzenlendiği gerekçesiyle davacıya ikramiye ödemesi yapılan dönemler dışlanarak hesaplanan ilave tediye alacağı hüküm altına alınmıştır. Fon Kurulunun 2012/1 sayılı Kararı ile Fon Kurulunun 11.12.2014 tarihli ve 2014/7 sayılı kararı ile çıkarılan Esaslar'ın 11 inci maddesi gereğince şartları taşıyan vakıf çalışanlarına ikramiye ödemesi yapılması gerektiği uyuşmazlık konusu değildir. Gerçekten de 633 sayılı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'ye dayanılarak yürürlüğe konulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları Personelinin Norm Kadro Standartları, İş Tanımları, Nitelikleri, Özlük Hakları ve Çalışma Şartlarına İlişkin Esaslar'ın "İkramiye ödemesi" başlıklı 11 inci maddesinde, personele her yılın Ocak ve Temmuz aylarında birer sözleşme ücreti tutarında ikramiye ödeneceği, ödenen bu ikramiyelerin ilave tediye niteliğinde olduğu ve personele ayrıca ilave tediye ödemesi yapılamayacağı kuralına yer verilmiştir. Somut olayda ise dava dilekçesinde, Fon Kurulu kararında ilave tediye olarak nitelendirilen ikramiye alacağına ilişkin açıkça bir iddia ileri sürülmemiştir. Davacı tarafça Fon Kurulu kararına istinaden herhangi bir iddia ileri sürülmeden ve ikramiye adı altında talepte bulunulmadan Mahkemece resen inceleme yapılması mümkün değildir. Aksine dosya kapsamından davacının açıkça 6772 sayılı Kanun'dan kaynaklanan ilave tediye alacağını talep ettiği anlaşılmakta olup bu hâlde davacı, davalı Vakfın 6772 sayılı Kanun kapsamında olmaması sebebiyle bu Kanun'dan doğan ilave tediye alacağına hak kazanamaz. Bu durumda, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulüne dair hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir."
V. İNCELEME VE GEREKÇE
15. Anayasa Mahkemesinin 15/11/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların İddiaları ve Bakanlık Görüşü
16. Başvurucular, çalıştıkları Vakfın tüm harcamalarının devlet tarafından karşılanması ve kurumun Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı olması nedenleriyle kamu kurumu olduğunu ve bu nedenle ilave tediye alacağına hak kazanacaklarını belirtmiştir. Açmış oldukları davalarla benzer nitelikteki davaların önceden Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından kabul edilmesine rağmen kendi davalarının hiçbir gerekçe gösterilmeksizin Yargıtay9. Hukuk Dairesi tarafından reddedilmesinden şikâyet etmiştir. Farklı bölge adliye mahkemelerince benzer nitelikteki davaların kabul edildiği bilgisine de yer vererek adil yargılanma haklarının ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.
17. Bakanlık görüşünde, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 9/6/2017 tarihli kararında vurgulandığı üzere Vakfın özel hukuk tüzel kişiliğini haiz ayrı işyeri ve bağımsız işveren olduğu söylenmiştir. Bu nedenle Vakfın ilave tediye ödemekle yükümlü olmadığını belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine göre yüksek mahkemelerin oynaması gereken rolün tam da yargı kararları arasında doğabilecek içtihat farklılıklarına bir çözüm getirmek olduğunu söyledikten sonra yeni kabul edilmiş bir kanunun yorumlanmasında olduğu gibi bazı hâllerde içtihadın müstakar hâle gelmesinin belirli bir zamana ihtiyaç duyacağını ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesince yapılacak incelemede belirtilen hususların dikkate alınması gerektiğini dile getirmiştir.
18. Başvurucuların bazıları Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarında, bireysel başvuru formlarında vurguladıkları üzere Vakfın kamu kurumu olmasına bağlı olarak taraflarına ilave tediye alacağı ödenmesi gerekirken haksız bir şekilde, açtıkları davaların reddedilmesine bağlı olarak adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini bir kez daha ileri sürmüştür.
2. Değerlendirme
19. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucuların adil yargılanma hakları ile eşitlik ilkesinin ihlal edildiğine yönelik iddialarının özünün adil yargılanma hakkının güvencelerinden biri olan hakkaniyete uygun yargılanma hakkına ilişkin olduğu ve bu kapsamda bir inceleme yapılması gerektiği değerlendirilmiştir.
a. Kabul Edilebilirlik Yönünden
20. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
i. Genel İlkeler
21. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
''Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
22. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanun'un Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasına "adil yargılanma" ibaresinin eklenmesine ilişkin 14. maddesinin gerekçesine göre "değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınmış olan adil yargılama hakkı metne dahil" edilmiştir. Dolayısıyla Anayasa'nın 36. maddesinde herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu ibaresinin eklenmesinin amacının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (Sözleşme) düzenlenen adil yargılanma hakkını anayasal güvence altına almak olduğu anlaşılmaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 54).
23. Adil yargılanma hakkı, uyuşmazlıkların çözümlenmesinde hukuk devleti ilkesinin gözetilmesini gerektirmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde Cumhuriyet'in nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın tüm maddelerinin yorumlanması ve uygulanmasında gözönünde bulundurulması zorunlu olan bir ilkedir.
24. Bu noktada hukuk devletinin gereklerinden birini de hukuk güvenliği ilkesi oluşturmaktadır (AYM, E.2008/50, K.2010/84, 24/6/2010; E.2012/65, K.2012/128, 20/9/2012). Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013).
25. Hukuk kurallarının ne şekilde yorumlanacağı veya birden fazla yorumunun mümkün olduğu durumlarda bu yorumlardan hangisinin benimseneceği derece mahkemelerinin yetkisinde olan bir husustur. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruda derece mahkemelerince benimsenen yorumlardan birine üstünlük tanıması veya derece mahkemelerinin yerine geçerek hukuk kurallarını yorumlaması bireysel başvurunun amacıyla bağdaşmaz. Anayasa Mahkemesinin kanunilik ilkesi bağlamındaki görevi, hukuk kurallarının birden fazla yorumunun varlığının hukuki belirlilik ve öngörülebilirliği etkileyip etkilemediğini tespit etmektir (Mehmet Arif Madenci, B. No: 2014/13916, 12/1/2017, § 81).
26. Yargısal kararlardaki değişiklikler, hukukun dinamizmini ve mahkemelerin yaklaşımlarını yaşanan gelişmelere uyarlama kabiliyetlerini yansıtması yönüyle olumludur. Ancak uygulamadaki birlikteliği sağlaması beklenen yüksek mahkemeler içinde yer alan dairelerin benzer davalarda tatmin edici bir gerekçe göstermeksizin farklı sonuçlara ulaşması, bir kararın belirli bir daireye düştüğü takdirde onanacağı, başka bir daire tarafından ele alındığı takdirde bozulacağı gibi ihtimale dayalı ve birbirine zıt sonuçları ortaya çıkarır. Bu ise hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine ters düşecektir. Ayrıca böyle bir algının toplumda yerleşmesi hâlinde bireylerin yargı sistemine ve mahkeme kararlarına duymaları beklenen güven zarar görebilir (Türkan Bal [GK], B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 64).
27. Anayasa Mahkemesi; bu noktada derece mahkemelerinin hukuk kurallarını yorumlamasından kaynaklanan içtihat farkının süregelen bir hâl aldığı, başka bir anlatımla kısa sayılamayacak bir zaman dilimi içinde uygulamada birliğin sağlanamadığı durumlarda uygulamadaki tutarsızlıkları ortadan kaldıracak nitelikteki tedbirlerin önemine işaret etmektedir.
28. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereği yargı sistemine olan güveni sağlamak ve korumakla yükümlü olan devlet, aynı yargı koluna dâhil mahkemeler arasındaki derin ve süregelen içtihat farklılıklarını ortadan kaldırabilecek nitelikte bir mekanizmayı kurmak ve bu mekanizmanın etkin bir şekilde işleyişini sağlayacak düzenlemeler yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, adil yargılanma hakkının güvencelerinden biri olarak kabul edilmelidir. (Engin Selek, B. No: 2015/19816, 8/11/2017, § 58).
29. Öte yandan Anayasa Mahkemesi, içtihat farklılığını değerlendirdiği bir kararında Yargıtayın istikrarlı olarak uygulanan içtihattan ayrılarak yeni bir yaklaşımı benimsemesi hâlinde kamuoyu nezdinde yargıya olan güvenin muhafaza edilmesi bakımından yeni yaklaşımın istikrarlı bir şekilde uygulanması gerektiğine dikkat çekmiş ve içtihat değişikliği sonucunda benimsenen yaklaşımın uygulamada birliği sağlamakla görevli yüksek mahkemeler tarafından istikrarlı olarak uygulanmamasının adil yargılanma hakkını ihlal edebileceğine karar vermiştir (Hakan Altıncan [GK], B. No: 2016/13021, 17/5/2018, § 48).
ii. İlkelerin Olaya Uygulanması
30. Başvurucular; 3294 sayılı Kanun’un 7. maddesi uyarınca muhtaç olan vatandaşlar ile herhangi bir nedenle ülkede bulunan aynı durumdaki kişilere yardım etmek, sosyal adaleti sağlayan tedbirler almak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı temin etmek amacı taşıyan Vakıfta hizmet sözleşmesine bağlı olarak çalışmaktadır. Başvurucular; anılan Vakfın niteliği, kuruluş amacı ve yönetim şekli itibarıyla kendilerinin kamu işçisi olduğunu ileri sürerek kamu personeline belirli şartlar altında yapılan ilave tediyeden yararlanmak amacıyla dava açmıştır.
31. Başvurucular ile aynı konumda çalışan işçiler tarafından aynı nedene dayalı olarak açılan davaların bir kısmı işçiler lehine sonuçlanırken bazı davaların da işçiler aleyhine sonuçlandığı görülmüştür. Bu bağlamda Yargıtayın kapatılan 7. Hukuk Dairesi ile 9. Hukuk Dairesi niteliği itibarıyla 6772 sayılı Kanun kapsamında saydıkları Vakıf çalışanlarının kamu işçisi olduğunu ve şartları uygunsa idare tarafından ödenmesine karar verilen ilave tediye alacağından yararlanacaklarına dair kararlar vermişlerdir. Buna karşılık 2011 yılında kurulan Yargıtay 22. Hukuk Dairesi, anılan vakıfların özel hukuk tüzel kişisi statüsünde olduğunu, dolayısıyla kamu personeli sıfatı bulunmayan çalışanlarının ilave tediyeden yararlanmayacağını istikrarlı olarak hüküm altına almıştır. Başvurucuların hizmet akdi ile çalıştıkları Vakfın niteliğini de ele alan içtihadı birleştirme kararını değerlendiren Yargıtay daireleri, önceki görüşleri doğrultusunda kararlar vermeye devam etmiştir.
32. Nitekim bu mesele daha önce bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesine de intikal etmiş ve Anayasa Mahkemesi sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfı çalışanlarının ilave tediye alacağına hak kazanıp kazanmayacağı hususunda süregelen içtihat farklılığını değerlendirdiği 25/12/2018 tarihinde verdiği Yasemin Bodur kararında, içtihat farklılığının derinleşmiş ve sürekli bir nitelik kazanmış olduğu, bu durumun davaların somut özelliğinden kaynaklanmadığı ve bu durumun ortadan kaldırılmasını sağlayacak içtihadı birleştirme kararı gibi elverişli bir mekanizmanın işletilmemesi nedenleriyle varılan sonucun öngörülemez olduğu ve yargılamanın hakkaniyetini zedelediği sonucuna ulaşmıştır (Yasemin Bodur, § 52). Diğer yandan Yargıtay 22. Hukuk Dairesi 1/10/2020 tarihi itibarıyla kapatılmış ve görevleri büyük oranda Yargıtay 9. Hukuk Dairesine devredilmiştir.
33. Bu tarihten sonra ilave tediye ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan davalarda temyiz incelemesinin yalnızca Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi verdiği kararlarda, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 9/6/2017 tarihli kararı uyarınca Vakfın özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olduğunu ve ayrı işyeri olan bağımsız işveren olduklarını söylemiştir. İçtihadı birleştirme kararlarının bağlayıcı olduğunu ve Vakfın kamu tüzel kişisi olduğuna yönelik kanuni bir düzenleme, Anayasa Mahkemesi iptali kararı yahut aksi yönde içtihadı birleştirme kararı bulunmadığını ifade etmiştir (bkz. §§ 13-14). Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından verilen kararlar, varılan sonuca hangi nedenle ulaşıldığının başvurucular ve üçüncü kişiler tarafından objektif olarak anlaşılmasına imkân verecek yeterli gerekçeler içermektedir. Bir başka deyişle, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin, Vakfın neden kamu kurumu olarak kabul edilemeyeceği ve çalışanlarının neden ilave tediye alacağı kazanamayacağına yönelik kabulünün yeterli gerekçe içerdiği ve bu gerekçenin bariz takdir hatası veya keyfîlik taşımadığı ifade edilmelidir.
34. Tüm bu açıklamalar ışığında dava açıldığı sırada farklı karar verildiği ve içtihadın toparlanmadığı ancak 1/10/2020 tarihinden itibaren Dairenin yeknesak karar verdiği, temyiz aşamasında -başvurucuların aleyhine de olsa- artık içtihat farklılığının giderildiği görülmektedir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin ilgili hukukta yer verilen gerekçesinde de görüldüğü üzere Vakfın kamu kurumu olmaması nedeniyle çalışanların ilave tediye alacağına hak kazanamayacağına yönelik içtihadının bariz takdir hatası içerdiğinin söylenemeyeceği, diğer taraftan Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin kapatılmasının ardından içtihat farklılığının sürdüğünün ortaya konulmadığı hususları hep birlikte değerlendirildiğinde yargılamanın hakkaniyetinin zedelenmediği sonucuna varılmaktadır.
35. Açıklanan gerekçelerle başvurucuların Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki hakkaniyete uygun yargılanma haklarının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
B. Çalışma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları
36. Başvuruculardan Murat Taylan, aynı işyerinde aynı işi yapan ve birlikte aynı mahkemede dava açan ve aynı mevzuata tabi olan Vakıf çalışanlarının birinin davası kabul edilirken kendi davasının reddedilmesi nedeniyle çalışma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
37. Anayasa Mahkemesinin Onurhan Solmaz (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18) ve Serkan Acar (B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 24) kararlarında yer alan tespit ve değerlendirmelerine göre özetle ihlal edildiği ileri sürülen çalışma hürriyeti ve hakkının Anayasa ve Sözleşme ile Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerin ortak koruma alanına girmediği anlaşılmıştır.
38. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının konu bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
C. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
39. Başvuruculardan Muhammet Sait Eren, tarafına ödenmesi gereken ilave tediye alacağının haksız bir şekilde ödenmesinin önüne geçilmesi nedeniyle -bu konuda meşru beklentisinin olduğuna da vurgu yaparak- mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
40. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
41. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).
42. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
43. Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün mülkiyetini kazanma beklentisi -kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun- Anayasa'yla korunan mülkiyet kavramı içinde değildir. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki Anayasa'nın 35. maddesi soyut bir temele dayalı olarak mülkiyete erişmeyi ve mülkiyeti edinmeyi değil mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Bu hususun istisnası olarak belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklenti Anayasa'da yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, B. No: 2012/636, 15/4/2014, §§ 36, 37; Mehmet Şentürk [GK], B. No: 2014/13478, 25/7/2017, §§ 41, 53; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, §§ 52-54).
44. Meşru beklenti objektif temelden uzak bir beklenti olmayıp belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteren yerleşik bir yargı içtihadına ya da ayni menfaatle ilgili hukuki bir işleme dayanan yeterli derecede somut nitelikteki bir beklentidir (Selçuk Emiroğlu, B. No: 2013/5660, 20/3/2014, § 28; Mehmet Şentürk, § 42). Dolayısıyla Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma kapsamında olan meşru beklentiye dayalı mülkiyet hakkının tespiti mevcut hukuk sisteminde iddia edilen mülkiyet iddiasının tanınmasına bağlı olup bu tespit, mevzuat hükümleri ve yargı kararları ile yapılmaktadır (Üçgen Nakliyat Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/845, 20/11/2014, § 37). Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece mülkiyet hakkı kapsamında ileri sürülebilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir (Kemal Yeler ve Ali Arslan Çelebi, § 37).
45. Somut olayda başvurucu ilave tediye alacağının tahsili amacıyla dava açmıştır. İş mahkemesi davayı kabul etmesine karşın Bölge Adliye Mahkemesi, başvurucunun çalıştığı Vakfın kamu kurumu olmaması nedeniyle başvurucunun böyle bir alacağa hakkı bulunmadığını belirterek davayı reddetmiş ve karar Yargıtay tarafından onanmıştır.
46. Mülkiyet hakkının konusunu mevcut bir mal varlığı veya meşru bir beklenti kapsamında ekonomik değerler oluşturmaktadır. Bu bağlamda öncelikle başvurucu açısından mevcut bir mal varlığının bulunup bulunmadığı incelenmelidir. Başvurucu, ilave tediye alacağının varlığını mahkemeler önünde ispatlayamamıştır. Dolaysısıyla başvurucuya ait mevcut bir mülkün varlığından söz edilemeyecektir.
47. Meşru beklenti yönünden ise başvurucu ilave tediye alacağının kendisine ödenmesi gerektiğine dair bir kanun hükmünü veya güncel ve yerleşik bir yargı içtihadını da ortaya koyamamıştır. Bu durumda, başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı kapsamına giren bir ekonomik değeri veya en azından böyle bir değeri elde etme yönünde meşru beklentisi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
48. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının konu bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2. Başvurucu Murat Taylan yönünden çalışma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın konu bakımından yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Başvurucu Muhammet Sait Eren yönünden mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın konu bakımından yetkisizlik nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki hakkaniyete uygun yargılanma hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Yargılama giderlerinin başvurucular üzerinde BIRAKILMASINA 15/11/2023 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.