TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
TURGAY ÇAMLI BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2012/1266)
|
|
Karar Tarihi: 17/9/2014
|
R.G. Tarih-Sayı: 5/11/2014-29166
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Serruh KALELİ
|
Üyeler
|
:
|
Zehra Ayla PERKTAŞ
|
|
|
Burhan ÜSTÜN
|
|
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Raportör
|
:
|
Özcan ÖZBEY
|
Başvurucu
|
:
|
Turgay ÇAMLI
|
Vekili
|
:
|
Av. Mehmet YALÇIN
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, 5/5/2012 tarihinde
vefat eden kızının tedavisini yapan doktorların görevlerini tıp kurallarının
gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğü içinde yürütmeyerek, ihmalleri ile
ölümüne sebebiyet verdikleri iddiasıyla Cumhuriyet Başsavcılığına suç
duyurusunda bulunduğunu, ilgililerin kamu görevlisi olması sebebiyle Savcılıkça
soruşturma izni talep edildiğini, ancak söz konusu kamu görevlilerinin amiri
olan Valinin başkanlığında toplanan ve bağımsız bir organ niteliğinde olmayan
İl İdare Kurulu tarafından yapılan soruşturma sonucunda gerekli iznin
verilmediğini, bu işleme karşı açtığı davanın da reddedildiğini ve böylece
soruşturmanın bağımsız organlarca etkin bir şekilde yapılmadığını belirterek,
Anayasa’nın 17., 36., 41. ve 56. maddelerinde
düzenlenen haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 17/12/2012 tarihinde
Denizli Bölge İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin
idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir
eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 31/10/2013
tarihinde, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Bölüm tarafından 6/3/2014
tarihinde yapılan toplantıda başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin
birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular 6/3/2014
tarihinde Adalet Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı, tanınan ek süre
sonunda görüşünü 2/5/2014 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunmuştur.
6. Adalet Bakanlığının görüşü, başvurucuya 14/5/2014 tarihinde tebliğ edilmiş olup, başvurucu, karşı
görüşlerini 27/5/2014 tarihinde bildirmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve ekleri ile Bakanlık görüşünde ifade
edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu, 1/1/2005 tarihinde
doğan ve 5/5/2012 tarihinde vefat eden Ümmühan Çamlı’nın
babasıdır.
9. Ümmühan Çamlı, 22/4/2012
tarihinde yüksek ateş, bulantı, kusma şikayetleri ile Servergazi
Devlet Hastanesi acil servisine götürülmüştür. Burada gerçekleştirilen muayene
sonucunda “üst solunum yolları enfeksiyonu” teşhisi konularak 4 kutu ağızdan
alınacak ilaç reçete edilmek suretiyle hasta evine gönderilmiş ve bu ilaçlar
temin edilerek tedavisine başlanmıştır.
10. Uygulanan tedaviye rağmen hastalığın daha da
şiddetlenmesi üzerine hasta 25/4/2012 tarihinde
Karşıyaka Aile Sağlığı Merkezine götürülmüştür. Aile doktoru tarafından yapılan
muayenede, önceden yazılan ilaçların 4 yaşındaki çocukların tedavisi için
kullanıldığı, hastalığın iyileşmesi açısından bu ilaçların yetersiz kaldığı
belirtilerek antibiyotik ile tedaviye geçilmiştir.
11. Bu ikinci tedavi yönteminin devamı sırasında hastanın
vücudunda bazı alerjik kızarıklıklar, döküntüler ve kaşıntılar ortaya
çıkmıştır. Bunun üzerine hasta 27/4/2012 tarihinde
özel bir hastane olan T. Hastanesine götürülerek çocuk doktoru tarafından
muayene edilmiştir. Burada hastanın kan tahlili yapılarak boğaz enfeksiyonu ve orta kulak iltihabı teşhisi konulmuş ve
alerjik reaksiyonları da gözetilerek buna göre antibiyotik verilmiş ve evine
gönderilmiştir.
12. Hastalık belirtilerinin devamı üzerine başvurucu, 2/5/2012 tarihinde tekrar anılan özel hastaneye
başvurmuştur. Bu kez hastaya, bağırsak enfeksiyonu
teşhisi konularak, yatılı tedaviye geçilmiştir. Daha sonra akciğer filmi
çektirilerek bronşit başlangıcı olduğu belirlenerek, serum ve buharlı hava verilmiştir.
Başvurucu tarafından tedavi ücretinin karşılanamaması üzerine hasta 3/5/2012 tarihinde Servergazi
Devlet Hastanesine sevk edilmiştir. Başvuru dilekçesine göre, acil servisteki
işlemler sırasında hasta yaklaşık 2 saat bekletilmiş, daha sonra burada yatış
yapılmayacağı söylenerek çocuk hastalıkları polikliniğine yönlendirilmiştir.
Burada yatış kararı verilerek, filmi çekilmiş, kan tetkiki yapılmış ve bronşit
teşhisi konularak tedavisine başlanılmıştır.
13. Anılan Hastanede hastanın tedavisine devam edilirken
durumunun ağırlaşması ve nefes almakta zorluk çekmesi üzerine solunum
makinesine bağlanmış, akciğer filmi yeniden çekilerek, akciğerlerinden birinin
iflas ettiği, diğerinin de kapanmak üzere olduğu ailesine söylenerek, yoğun
bakım imkânlarının daha iyi olduğu Pamukkale Üniversitesine sevk edilmesi
gerektiği belirtilmiştir.
14. Hasta, 4/5/2012 tarihi gece saat
21.30 sıralarında Pamukkale Üniversitesi Hastanesine sevk edilmiş ve ancak
cihaz ile nefes alıp verebilmiştir. İstenilen bazı ilaçlar başvurucu tarafından
dışarıdan temin edilmiştir. 5/5/2012 tarihi gece saat
04.00’de hastanın kalbi durmuş ise de yapılan müdahale sonucunda yeniden
çalıştırılmış, ancak saat 11.00 sularında kalbi tekrar durmuş ve saat 12.30’da
kesin olarak öldüğü saptanmıştır.
15. Doktorlar tarafından başvurucuya, ölümün “staf pnomoni”
denilen bir hastalıktan kaynaklandığı söylenmiştir.
16. Başvurucu, kızının ölümü olayında ihmalleri bulunduğunu
iddia ettiği üç ayrı hastanede çalışan doktorların cezalandırılması için 28/6/2012 tarihinde Denizli Cumhuriyet Başsavcılığına
başvurmuştur. Cumhuriyet Başsavcılığınca, tedavi sürecinde görev alan
doktorların çoğunun devlet memuru olması sebebiyle, 4483 sayılı Kanun’un 4.
maddesi uyarınca Denizli Valiliğinden soruşturma izni istenilmiştir.
17. Olay ile ilgileri olduğu ileri sürülen 8 doktor hakkında
yapılan inceleme sonucunda, Denizli Valiliği İl İdare Kurulunun 28/8/2012 tarih
ve 2012/76 sayılı kararı ile, “doktorların, başvurucunun kızının tetkik ve tedavisinde
görevlerini tıp kurallarının gerektirdiği gibi dikkat ve özen içerisinde
yürüttükleri herhangi bir ihmal ve kusurlarının olmadığı, bir kısım doktorların
ise hasta ile hiç karşılaşmadıkları anlaşıldığından 4483 sayılı Kanun’un 6.
maddesi uyarınca soruşturma izni verilmemesine” dair karar
verilmiştir.
18. Başvurucunun anılan karara 18/9/2012
tarihinde itiraz etmesi üzerine Denizli Bölge İdare Mahkemesi, 14/11/2012 tarih
ve E.2012/154, K.2012/175 sayılı kararıyla “ön
inceleme raporu ve eki belgelerin, isnat edilen suçtan dolayı Cumhuriyet
Başsavcılığınca hazırlık soruşturması yapılmasını gerektirecek nitelik ve
yeterlikte olmadığı” gerekçesiyle itirazın reddine karar vermiştir.
19. Bu karar başvurucuya 20/11/2012
tarihinde tebliğ edilmiş olup, başvurucu, 17/12/2012 tarihinde bireysel
başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
20. 2/12/1999 tarih ve 4483 sayılı Memurlar ve
Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un “İzin vermeye yetkili merciler” başlıklı 3.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi şöyledir:
“Soruşturma izni yetkisi;
…
b) İlde ve merkez ilçede görevli memurlar ve
diğer kamu görevlileri hakkında vali,
…tarafından bizzat kullanılır.”
21. 4483 sayılı Kanun’un “Ön
inceleme” başlıklı 5. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Ön inceleme, izin vermeye yetkili merci
tarafından bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği bir veya birkaç denetim
elemanı veya hakkında inceleme yapılanın üstü konumundaki memur ve kamu
görevlilerinden biri veya birkaçı eliyle de yaptırılabilir. İnceleme
yapacakların, izin vermeye yetkili merciin bulunduğu kamu kurum veya
kuruluşunun içerisinden belirlenmesi esastır. İşin özelliğine göre bu merci,
anılan incelemenin başka bir kamu kurum veya kuruluşunun elemanlarıyla
yaptırılmasını da ilgili kuruluştan isteyebilir. Bu isteğin yerine getirilmesi,
ilgili kuruluşun takdirine bağlıdır.”
22. 4483 sayılı Kanun’un “Ön
inceleme yapanların yetkisi ve rapor” başlıklı 6. maddesi şöyledir:
“Ön inceleme ile görevlendirilen kişi veya
kişiler, bakanlık müfettişleri ile kendilerini görevlendiren merciin bütün
yetkilerini haiz olup, bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda Ceza Muhakemeleri
Usulü Kanununa göre işlem yapabilirler; hakkında inceleme yapılan memur veya
diğer kamu görevlisinin ifadesini de almak suretiyle yetkileri dahilinde bulunan gerekli bilgi ve belgeleri toplayıp,
görüşlerini içeren bir rapor düzenleyerek durumu izin vermeye yetkili mercie
sunarlar. Ön inceleme birden çok kişi tarafından yapılmışsa, farklı görüşler
raporda gerekçeleriyle ayrı ayrı belirtilir.
Yetkili merci bu rapor üzerine soruşturma izni
verilmesine veya verilmemesine karar verir. Bu kararlarda gerekçe gösterilmesi
zorunludur.”
23. 6/1/1982 tarih ve 2577 sayılı İdari
Yargılama Usulü Kanunu’nun “Doğrudan doğruya tam
yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş
olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya
başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem
tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine
getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi
halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek
hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği
tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.”
24. 11/1/2011 tarih ve 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanunu’nun “Sorumluluk” başlıklı 49. maddesi şöyledir:
“Kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına
zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür.
Zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk kuralı
bulunmasa bile, ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de, bu
zararı gidermekle yükümlüdür.”
25. 6098 sayılı Kanun’un haksız fiillerden doğan borç
ilişkilerinin Ceza Hukuku ile ilişkisini düzenleyen 74. maddesi ise şöyledir:
“Hâkim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı,
ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun
sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hâkimi tarafından
verilen beraat kararıyla da bağlı değildir.
Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun
değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hâkimini
bağlamaz.”
26. Yargıtayın konu ile ilgili bazı içtihatları
şöyledir:
“…Bir davada dayanılan maddi olguları hukuksal
açıdan nitelendirmek ve uygulanacak yasa hükümlerini bulmak ve uygulamak
HUMK.76.maddesi gereği doğrudan hakimin görevidir.
Davacı, davalı doktor tarafından yapılan ameliyat nedeniyle ameliyat edilen
bölgede yabancı cisim bırakıldığından yeniden ameliyat olmak zorunda kaldığını
ileri sürerek maddi ve manevi tazminat istemiştir. Davanın temeli vekillik
sözleşmesi olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır. ( BK. 386-390 )
Vekil vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği
sonucun elde edilmemesinden sorumlu değil ise de, bu sonuca ulaşmak için
gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışların özenli
olmayışından doğan zararlardan dolayı sorumludur. Vekilin sorumluluğu, genel
olarak işçinin sorumluluğuna ilişkin kurallara bağlıdır. Vekil işçi gibi özenle
davranmak zorunda olup, en hafif kusurundan bile sorumludur ( BK.321/1.md. ) O
nedenle doktorun meslek alanı içinde olan bütün kusurları, hafif de olsa,
sorumluluğun unsuru olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastasının zarar
görmemesi için, mesleki tüm şartları yerine getirmek, hastanın durumunu tıbbi
açıdan zamanında ve gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği
önlemleri eksiksiz biçimde almak, uygun tedaviyi de yine gecikmeden belirleyip
uygulamak zorundadır. Asgari düzeyde dahi olsa, bir tereddüt doğuran
durumlarda, bu tereddüdünü ortadan kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada
da, koruyucu tedbirleri almakla yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında
bir seçim yapılırken, hastanın ve hastalığın özellikleri göz önünde tutularak,
onu risk altına sokacak tutum ve davranışlardan kaçınılmalı ve en emin yol
seçilmelidir. Gerçekten de müvekkil ( hasta ), mesleki bir iş gören doktor olan
vekilden, tedavinin bütün aşamalarında titiz bir ihtimam ve dikkat göstermesini
beklemek hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, BK.nun
394/1.maddesi hükmü uyarınca, vekaleti gereği gibi ifa
etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun davranılmakla birlikte
sonuç değişmemiş ise doktor sorumlu tutulmamalıdır…(Hukuk Genel Kurulunun 13/4/2011 tarih ve E.2010/13-717, K.2011/129 sayılı
kararı).”
“Dava,
desteğin yanlış tedavi sonucu öldüğü iddiasına dayalı tazminat istemine
ilişkindir. Uyuşmazlık; kamu görevlisi doktorun eylemi nedeniyle açılan eldeki
tazminat davasında husumetin adı geçen doktora yöneltilip yöneltilemeyeceği
noktasında toplanmaktadır.
Davacı taraf, davalı doktorun görevi sırasında
kanamalı ve acil durumda olduğu halde destekleri olan hastaya müdahalede
bulunmayıp, dış gebelik olan başka bir hastayla ilgilendiği; böylece,
dikkatsizlik ve tedbirsizliği nedeni ile desteğin ölümüne neden olduğu
iddiasıyla ve doktoru hasım göstererek eldeki tazminat davasını açmıştır.
Davalının görevi dışında kalan kişisel
kusuruna dayanılmadığına, dikkatsizlik ve tedbirsizliğe dayalı da olsa eylemin
görev sırasında ve görevle ilgili olmasına ve hizmet kusuru niteliğinde
bulunmasına göre, eldeki davada husumet kamu görevlisine değil, idareye düşmektedir.
Öyle ise dava idare aleyhine açılıp, husumetin de idareye yöneltilmesi gerekir.
Mahkemece, davalı doktor hasım gösterilerek açılan davanın husumet yokluğu
nedeni ile reddedilmesi hukuka uygundur…(Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarih ve E. 2011/4-592, K.2012/25 sayılı kararı).”
“…Davadaki
ileri sürülüşe ve kabule göre dava temelini vekillik sözleşmesi oluşturmakta
olup, özen borcuna aykırılığa dayandırılmıştır ( BK. 386-390). Vekil, vekalet görevine konu işi görürken yöneldiği sonucun elde
edilmemesinden sorumlu değil ise de; bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın
yaptığı işlemlerin eylemlerin ve davranışlarının özenli olmayışından doğan
zararlardan sorumludur. Vekilin sorumluluğu genel olarak işçinin sorumluluğuna
ilişkin kurallara bağlıdır ( BK. 290/2 md.). Vekil,
işçi gibi özenle davranmak zorunda olup, hafif kusurundan dahi sorumludur ( BK.
321/1 md.). O nedenle vekil konumunda olan doktorun
meslek alanı içinde olan bütün kusurları, hafif dahi olsa sorumluluğunun unsuru
olarak kabul edilmelidir. Doktor, hastasının zarar görmemesi için mesleki tüm
şartları yerine getirmek, hastanın durumunu, tıbbi açıdan zamanında
gecikmeksizin saptayıp, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde
almak, uygun tedavi yöntemini de gecikmeden belirleyip uygulamak zorundadır.
Asgari düzeyde dahi olsa, tereddüt doğuran durumlarda, bu tereddüdü ortadan
kaldıracak araştırmalar yapmak ve bu arada da koruyucu tedbirleri almakla
yükümlüdür. Çeşitli tedavi yöntemleri arasında bir tercih yaparken de
hastasının ve hastalığının özelliklerini göz önünde tutmalı, onu risk altına
sokacak tutum ve davranışlardan kaçınmalı, en emin yol seçilmelidir. Gerçekten
de hasta, tedavisini üstlenen meslek mensubu doktorundan tedavisinin bütün
aşamalarında mesleğin gerektirdiği titiz bir ihtimam ve dikkati göstermesini,
beden ve ruh sağlığı ile ilgili tehlikelerden kendisini bilgilendirmesini güven
içinde beklemek hakkına sahiptir. Gereken özeni göstermeyen vekil, B.K.'nun 394/1. maddesi hükmü uyarınca, vekaleti
gereği gibi ifa etmemiş sayılmalıdır. Tıbbın gerek ve kurallarına uygun
davranılmakla birlikte sonuç değişmemiş ise doktor sorumlu tutulmamalıdır…(13.
Hukuk Dairesinin 16/2/2012 tarih ve E.2011/19947,
K.2012/3097 sayılı kararı).”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
27. Mahkemenin 17/9/2014 tarihinde
yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 17/12/2012 tarih ve 2012/1266 numaralı
bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
28. Başvurucu, hasta olan kızının değişik hastanelerde
tedavisi devam ederken 5/5/2012 tarihinde hayatını kaybettiğini, ilk muayene
yapan doktor tarafından, hastada bulantı, kusma ve yüksek ateş şikayetleri
bulunmasına rağmen, hastanın ateşinin ölçülmediğini, akciğer filmi ya da sinüs
filmi çektirilmediğini, gözlem altında tutulmadığını, çocuk doktoruna
yönlendirilmediğini, tedavi sürecinde hastanın boy ve kilosunun yaşıtlarına
nazaran daha gelişmiş olduğu göz ardı edilerek yetersiz dozda ilaç
kullandırıldığını ve etkisiz bir tedavi yöntemi uygulatıldığını, bu durumun da
hastalığın ilerlemesine ve alt solunum yollarına sıçramasına neden olduğunu,
devam eden süreçte de yanlış yöntemlerin sürdürüldüğünü, Servergazi
Devlet Hastanesi acil servisinde hastanın yaklaşık 2 saat herhangi bir işlem
yapılmaksızın bekletildiğini, tedavi için başvurdukları sağlık kurumlarında
temizlik ve hijyen koşullarının uygun olmadığını,
hastanın bu kurumların birinden ya da bir kaçından son derece dirençli olan
hastane mikrobunu kaptığını ve bu durumun hastayı ölüme götürdüğünü,
doktorların gerekli tetkik ve incelemeleri yapmamaları sebebiyle hastaya
zamanında tam ve doğru bir teşhisin konulmadığını, hastanın son derece ciddi
olan rahatsızlığının boğaz enfeksiyonu olarak kabul edilip günlerce boş yere
zaman kaybettirildiğini, sonuç olarak doktorların ihmal ve kusurları nedeniyle
hastanın hayatını kaybettiğini iddia etmiştir.
29. Başvurucu, kızının tedavisini yapan doktorların
görevlerini tıp kurallarının gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğü içinde
yürütmeyerek, kusurları ile ölümüne sebebiyet verdikleri iddiasıyla Cumhuriyet
Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduğunu, ilgililerin kamu görevlisi olması
sebebiyle Savcılıkça soruşturma izni talep edildiğini, söz konusu kamu
görevlilerinin amiri olan Valinin başkanlığında toplanan ve bağımsız bir organ
niteliğinde olmayan İl İdare Kurulu tarafından soruşturmanın açıldığını, İl
İdare Kurulu tarafından ilgili kamu görevlileri hakkında yapılan ön
soruşturmada kızının vefat ettiği üniversite hastanesinden bilirkişilerin
seçildiğini, ilgili doktorların kusurları bakımından yeterli şüphe olmasına
rağmen soruşturma izninin verilmediğini, bu işleme karşı açtığı davanın da
reddedildiğini, dava dilekçesinde iddia ettiği hususların Mahkemece
karşılanmadığını ve bilirkişi incelemesi yaptırılmadığını, hukuk sistemimizde yer
alan kamu görevlilerinin yargılanmasını özel koşullara bağlayan düzenlemeler
sebebiyle olayda kusuru bulunan kamu görevlilerinin bağımsız mahkemelerce
yargılanmadığını ve böylece soruşturmanın bağımsız organlarca etkin bir şekilde
yapılmadığını belirterek, Anayasa’nın 17., 36., 41. ve
56. maddeleri ile AİHS’nin 2., 6. ve 13. maddelerinde düzenlenen haklarının
ihlal edildiğini ileri sürmüş ve soruşturmanın yeniden açılması, maddi ve
manevi tazminata karar verilmesi talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
30. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp, olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder. Bu nedenle ceza soruşturmasında şikâyetçi konumunda olan
başvurucunun “adil yargılanma",
“ailenin korunması ve çocuk hakları”
ile “sağlık hizmetleri” haklarına
bağlı olarak Anayasa’nın 36., 41. ve 56. maddelerinin
ihlal edildiği şeklindeki iddiaları Anayasa’nın 17. maddesi ile ilişkili
görülerek, bu iddiaların tamamı yaşam hakkı kapsamda değerlendirilmiştir.
31. Başvurucu, kızının ölüm olayında ihmalleri olan
görevliler hakkında etkili soruşturma yapılmayarak Anayasa’nın 17. maddesinin
ihlal edildiğini iddia etmiştir.
32. Adalet Bakanlığı görüşünde şikâyetlerin kabul edilebilirliği
açısından değerlendirme yapılırken, 30/3/2012 tarih ve
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvurunun ancak
başvuru yollarının tamamının tüketilmesi sonrasında yapılabileceği, bu koşulun
yerine getirilmediği hususunun dikkate alınması gerektiği, AİHM kararlarında,
yaşam hakkına ya da fiziksel bütünlüğe yönelik ihlallerin kasıtlı olmadığı
durumlarda, özellikle de tıbbi hata konusunda “etkili
bir adli sistem” oluşturmayı kapsayan pozitif yükümlülüğün her
davada cezai işlem başlatmayı gerektirmediğinin belirtildiği, başvurucunun ceza
soruşturması açılması talebi dışında yetkililerin idari veya hukuki
sorumluluklarına ilişkin herhangi bir kanun yoluna başvurmadığı ve bu yöndeki
başvuru yollarının tüketilmediği ifade edilmiştir.
33. Başvurucu, başvurunun kabul edilebilirliği hakkındaki
Bakanlık görüşüne karşı, yaşam hakkını koruma konusunda devletin pozitif
yükümlülüğü bulunduğunu, idare aleyhine tazminat davası açmamasının devletin
sorumluları tespit ederek cezalandırması yükümlülüğünü ortadan
kaldırmayacağını, bu nedenle Bakanlığın başvuru yollarının tüketilmediği
görüşünün yerinde olmadığını ileri sürmüştür.
34. Anayasa’nın “Kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” başlıklı 17. maddesi
şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddî ve
manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
35. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma
hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez
haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif yükümlülükleri
bulunmaktadır. Devletin, negatif bir yükümlülük olarak, yetki alanında bulunan
hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı
sıra, pozitif bir yükümlülük olarak, yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin
yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer bireylerin, gerekse kişinin
kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü
bulunmaktadır (B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 50-51).
36. Anayasa Mahkemesinin yaşam hakkı
kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülükler açısından benimsediği
temel yaklaşıma göre, devletin sorumluluğunu gerektirebilecek şartlar altında
gerçekleşen ölüm olaylarında Anayasa’nın 17. maddesi, devlete, elindeki tüm
imkânları kullanarak, bu konuda ihdas edilmiş yasal ve idari çerçevenin yaşamı
tehlikede olan kişileri korumak için gereği gibi uygulanmasını ve bu hakka
yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak etkili idari ve
yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük, kamusal olsun veya
olmasın, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet bakımından
geçerlidir (B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 52).
37. Söz konusu pozitif yükümlülük sağlık alanında yürütülen
faaliyetleri de kapsamaktadır. Nitekim Anayasa’nın 56.
maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip
olduğu, devletin “herkesin hayatını(,) beden
ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak (…) amacıyla sağlık kuruluşlarını
tek elden planlayıp hizmet vermesini” düzenleyeceği ve bu görevini
kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları
denetleyerek yerine getireceği kurala bağlanmıştır.
38. Devlet, yaşam hakkı kapsamında ister kamu isterse özel
sağlık kuruluşları tarafından yerine getirilsin, sağlık hizmetlerini,
hastaların yaşamlarının korunmasına yönelik gerekli tedbirlerin alınabilmesini
sağlayacak şekilde düzenlemek zorundadır (benzer yöndeki AİHM kararları için
bkz. Calvelli ve Ciglio/İtalya,
B. No: 32967/96, 17/1/2002, § 49, Sevim Güngör/Türkiye, B. No. 75173/01,
14/4/2009).
39. Devletin yaşam hakkı kapsamında sahip olduğu pozitif
yükümlülüklerin bir de usuli yönü bulunmaktadır. Bu
usul yükümlülüğü çerçevesinde devlet, doğal olmayan her ölüm olayının
sorumlularının belirlenmesini ve gerekiyorsa cezalandırılmasını sağlayabilecek
etkili resmi bir soruşturma yürütmek durumundadır. Bu tarz bir soruşturmanın
temel amacı, yaşam hakkını koruyan hukukun etkin bir şekilde uygulanmasını
güvenceye almak ve kamu görevlilerinin ya da kurumlarının karıştığı olaylarda,
bunların sorumlulukları altında meydana gelen ölümler için hesap vermelerini
sağlamaktır (B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 54).
40. Usul yükümlülüğünün bir olayda gerektirdiği soruşturma
türünün, yaşam hakkının esasına ilişkin yükümlülüklerin cezai bir yaptırım
gerektirip gerektirmediğine bağlı olarak tespiti gerekmektedir. Buna göre,
genel olarak ihmal suretiyle ortaya çıkan diğer ölümlerde olduğu gibi tıbbi
ihmal sonucu meydana geldiği ileri sürülen ölüm olaylarında “etkili bir yargısal sistem kurma”
yönündeki pozitif yükümlülük her olayda mutlaka ceza davası açılmasını
gerektirmez. Mağdurlara hukuki, idari ve hatta disiplinle ilgili hukuk
yollarının açık olması yeterli olabilir (B. No: 2012/752, 17/9/2013,
§ 59, benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Vo/Fransa,[BD],
53924/00, 8/7/2004, § 90; Calvelli ve Ciglio/İtalya, 32967/96,
17/1/2002, § 51).
41. Bu şekildeki bir kabul, bu tür olaylarda yürütülen ceza
soruşturmalarının Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmeyeceği anlamına
gelmemektedir (benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Karakoca/Türkiye, B. No: 46156/11, 21/5/2013).
Diğer bir ifadeyle, bir ihlal iddiasına ilişkin olarak başvurulabilecek birden
fazla etkili başvuru yolunun bulunması durumunda, kural olarak başvurucudan
aynı amacı taşıyan başvuru yollarının tamamının tüketilmesi beklenemez (benzer
yöndeki AİHM kararları için bkz. Kozacıoğlu/Türkiye,
B. No: 2334/03, 19/2/2009, § 40; Jasinskis/Letonya, B. No: 45744/08, 21/12/2010, §§ 50 ve 53-54).
Ancak ilke olarak tıbbi ihmallere ilişkin şikayetler konusunda temel başvuru
yolu hukuki sorumluluğu tespit adına takip edilecek olan hukuk veya idari tazminat
davası yoludur (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Calvelli ve Ciglio/İtalya, 32967/96, 17/1/2002, § 51-54; Vo/Fransa,
[BD], B. No: 53924/00, 8/7/2014, § 90; Karakoca/Türkiye, B. No: 46156/11, 21/5/2013; B. No:
2013/2839, 3/4/2014, § 38).).
42. Hukuka veya sözleşmeye aykırı bir fiil nedeniyle
başkasına verilmiş olan zararın tazmin edilmesi yükümlülüğünü ifade eden hukuki
sorumluluk, ceza hukuku alanında suç diye adlandırılan insan davranışına göre
daha geniş bir hukuka aykırı davranış grubunu kapsamaktadır. Bir eylemin suç
teşkil edebilmesi için ilgili kanunda açıkça tanımlanması gerekirken haksız
fiil için böyle bir sınırlamaya yer verilmemektedir. Ayrıca,
ceza hukuku alanında taksire dayalı sorumluluğun istisnai nitelik taşımasına
rağmen, kasten veya taksirle başkalarına verilen zararın hukuki sorumluluk
kapsamında giderim imkânının daha fazla olduğu, ceza hukuku alanında objektif
sorumluluğa yer verilmezken hukuki sorumluluk alanında objektif sorumluluk
esasının da etkin şekilde uygulandığı ve hukuki sorumluluk alanında aynı maddi
vakıalar çerçevesinde daha düşük bir ispat standardı kullanılarak kişisel
sorumluluğun söz konusu olabildiği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra,
hukuk sistemimizde ceza muhakemesinde şahsi hak iddiasında bulunma imkânı
ortadan kaldırılırken, hukuki sorumluluk alanındaki tazmin yükümlülüğünün asıl
gayesinin zarar görenin zararının telafi edilmesi olduğu nazara alındığında,
özellikle somut başvuruya konu ihlal iddiasına benzer uyuşmazlıklar açısından,
hukuki tazmin yolunun daha yüksek başarı şansı sunabilecek, kullanılabilir ve
etkili bir başvuru yolu olduğu anlaşılmaktadır (B. No: 2013/2284, 15/4/2014, § 44).
43. Buna göre somut olaya bakıldığında, 22/4/2012
tarihinde ilk kez tedavi için hastaneye giden Ümmühan Çamlı’nın
5/5/2012 tarihine kadar değişik hastanelerde tedavisine devam edilmiş olmasına
rağmen kurtarılamayarak vefat ettiği görülmüştür. Bunun üzerine başvurucu,
Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmuş ve kızının ölümünden sorumlu gördüğü
doktorlar hakkında şikâyetçi olmuştur.
44. Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen yaşam hakkı
kapsamında devletin yerine getirmek zorunda olduğu pozitif yükümlülüklerin usuli boyutu, yaşanan ölüm olayının tüm yönlerinin ortaya
konulmasına ve sorumlu kişilerin belirlenmesine imkan tanıyan bağımsız bir
soruşturma yürütülmesini gerektirmektedir (B. No: 2013/841, 23/1/2014,
§ 94). Soruşturmanın etkililik ve
yeterliliğini temin adına soruşturma makamlarının resen harekete geçmesi ve
ölüm olayını aydınlatabilecek, sorumluların tespitine imkan sağlayacak bütün
delilleri toplaması gerekmektedir (B. No: 2012/752, 17/9/2013,
§ 57).
45. Başvuru konusu olayda, başvurucunun
kızının yaşamını kaybettiği tarihten yaklaşık 2 ay sonra yapılan şikâyet
üzerine, Denizli Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından derhal soruşturma
başlatıldığı, bu kapsamda Denizli Valiliğinden ilgili doktorlar hakkında görevi
ihmal ve taksirle ölüme sebebiyet vermek suçlarından 4483 sayılı Kanun
gereğince inceleme yapılarak soruşturma izni verilip verilmeyeceğine dair
kararın Savcılığa gönderilmesinin talep edildiği görülmektedir. Bu talep
sonucunda Denizli Valiliği, ön inceleme raporuna istinaden söz konusu doktorlar
hakkında “doktorların, başvurucunun kızının
tetkik ve tedavisinde görevlerini tıp kurallarının gerektirdiği gibi dikkat ve
özen içerisinde yürüttükleri herhangi bir ihmal ve kusurlarının olmadığı, bir
kısım doktorların ise hasta ile hiç karşılaşmadıkları” gerekçesi ile
soruşturma izni verilmemesine karar vermiş, bu karara yapılan itiraz üzerine
Denizli Bölge İdare Mahkemesi “ön inceleme
raporu ve eki belgelerin, isnat edilen suçtan dolayı Cumhuriyet Başsavcılığınca
hazırlık soruşturması yapılmasını gerektirecek nitelik ve yeterlikte olmadığı” gerekçesiyle
itirazın reddine karar vermiştir.
46. Ceza soruşturmasına ilişkin süreç
incelendiğinde, başvurucunun şikâyeti üzerine, Savcılık tarafından yaşanan
ölümden sorumlu olduğu ileri sürülen doktorlar hakkında görevi ihmal ve
taksirle ölüme neden olma suçlarına ilişkin derhal hazırlık soruşturmasının
başlatıldığı, sonrasında 4483 sayılı Kanun hükümleri uyarınca soruşturma
dosyasının Denizli Valiliğine gönderildiği, hakkında şikâyet bulunan
doktorların görev aldığı sağlık kurumundan farklı bir kurumda görevli ve
konunun uzmanı doktorlar tarafından hangi nedenlerle söz konusu doktorun
sorumluluğunun bulunmadığını teknik olarak açıklayan ön inceleme raporuna
istinaden soruşturmaya izin verilmediği, başvurucunun karara itiraz ettiği,
ancak Denizli Bölge İdare Mahkemesinin ön inceleme raporu ve eki belgelere göre
ilgililere isnat edilen eylemin haklarında soruşturma yapılmasını gerektirecek
nitelikte bulunmadığından bahisle soruşturma izni verilmemesine dair yetkili
merci kararına yapılan itirazı reddettiği, bu şekilde başvurucunun
soruşturmanın açıklığını temin edecek ve meşru menfaatlerini koruyabilecek bir
şekilde soruşturma sürecine dâhil olabildiği görülmektedir. 4483 sayılı Kanun'un konu
hakkındaki hükümleri göz önünde bulundurulduğunda, yürütülen soruşturmanın
yetersiz olduğunu ortaya koyacak bir eksiklik veya soruşturmayı yürüten
yetkililere yüklenilebilecek ihmali bir davranış da saptanmamıştır.
47. Bu tür olaylarda yürütülen ceza soruşturmalarının amacı,
yaşam hakkını koruyan mevzuat hükümlerinin etkili bir şekilde uygulanmasını ve
vuku bulan ölüm olayında varsa sorumluları ve sorumluluklarını tespit etmek
üzere adalet önüne çıkarılmalarını sağlamaktır. Bu bir sonuç yükümlülüğü değil,
uygun araçların kullanılması yükümlülüğüdür (B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 56). Tıbbi ihmaller sonucunda meydana geldiği
ileri sürülen ölüm olaylarına ilişkin yürütülen soruşturma sonucunda mutlaka
herhangi bir kişinin cezai sorumluluğunun belirlenmesi zorunluluğu
bulunmamaktadır. Anayasa'nın 17. maddesi, başvuruculara üçüncü kişileri
(başvuru konusu olayda doktoru) belirli bir suç (görevi kötüye kullanma ve
taksirle ölüme neden olma suçu) nedeniyle yargılatma ya da cezalandırma hakkı
verdiği, tüm yargılamaların mahkûmiyetle ya da belirli bir ceza kararıyla
sonuçlandırma yükümlülüğü verdiği şeklinde yorumlanamaz (B. No: 2013/2839, 3/4/2014, § 45).
48. Başvuruda ileri sürülen doğru teşhisin zamanında
konulmaması ve gerekli tedavinin uygulanmaması suretiyle yaşamı koruma
yükümlülüğünün ihlal edildiği iddiaları açısından yaşam hakkına ilişkin bir
ihlal söz konusu ise bu ihlalin giderilmesi öncelikle idari makamların ve
derece mahkemelerinin yükümlülüğü altındadır (B. No: 2013/2075, 4/12/2013, § 75). Başvurucu, olayda ihmali olduğunu ileri
sürdüğü doktorlar hakkında suç duyurusunda bulunarak ceza soruşturması açılması
talebinde bulunmuş olmakla birlikte, doktorların veya hastanelerin idari ve
hukuki sorumluluklarına ilişkin herhangi bir kanun yoluna başvurmadığı
görülmektedir. Yargıtayın yukarıda (§ 26) yer verilen
konu hakkındaki içtihatları (B. No: 2013/2839, 3/4/2014,
§ 24-27) dikkate alındığında, ceza kanunları uyarınca suç oluşturmayan eylem ve
ihmallere karşı da, husumetin yöneltileceği kişiye bağlı olarak, 2577 sayılı
Kanun ile 6098 sayılı Kanun’un yukarıda belirtilen (§ 23-25) hükümleri uyarınca
kusura ve hatta kusursuz sorumluluğa dayalı olarak idareye veya kişilere
yönelik idare ve hukuk mahkemeleri önünde uğranılan zararları tazmin yolları
düzenlenmiştir (B. No: 2013/2075, 4/12/2013, § 74).
49. Bu açıklamalara göre, başvuru konusu olayda cezai sorumluluğun
tespiti için ilgili kanun yoluna başvuran ancak sonuç alamayan başvurucu
açısından da değinilen hukuki ve idari kanun yollarına başvurma imkânı
bulunmaktadır. Dolayısıyla, yapılan tıbbi müdahale açısından ihlale neden
olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve
yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce
tüketilmiş olduğundan söz edilemeyecektir.
50. Açıklanan nedenlerle, zamanında ve yeterli tedavi
hizmetinin verilmemesi suretiyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddialarının
diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “başvuru yollarının tüketilmemiş olması”
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle, başvurucunun, zamanında ve yeterli tedavi hizmetinin verilmemesi
suretiyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddialarının “başvuru yollarının tüketilmemiş olması”
nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına, 17/9/2014
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar
verildi.