TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
ALBA İNŞAAT TİC. LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/1313)
|
|
Karar Tarihi: 26/2/2015
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan y.
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Nuri
NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
Raportör
|
:
|
Selami ER
|
Başvurucu
|
:
|
Alba İnşaat Tic. Ltd. Şti.
|
Temsilcisi
|
:
|
İbrahim ALP
|
Vekili
|
:
|
Av. Tarkan
TOPER
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvurucu, feshedilen ihale sözleşmesi nedeniyle oluşan
zararının karşılanması talebiyle açtığı dava sürecinde daha önce kesinleşen
yargı kararı olduğu halde derece mahkemelerinin kesinleşen kararını yok sayarak
karar verdiklerini, davalı idarede çalışan bir şahsın bilirkişi heyetinde
görevlendirildiğini, yargılamanın makul süreyi aştığını belirterek adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 13/2/2013 tarihinde
Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı
tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 16/1/2014
tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 15/9/2014
tarihinde edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir
örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği
görüş için Adalet Bakanlığı’na gönderilmiş, Adalet Bakanlığı’nın 17/11/2014 tarihli görüş yazısı 24/11/2014 tarihinde
başvurucunun vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Adalet Bakanlığı
cevabına karşı beyanlarını 8/12/2014 tarihli dilekçeyle yasal süresi içinde
ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve ekleri ile ilgili dava dosyasında yer
aldığı şekliyle olaylar özetle şöyledir:
7. Amasya Valiliğince (idare) 16/8/1995
tarihinde açılan halk sağlığı laboratuarı ve sağlık
ocağı inşaatı yapım işi için açılan ihaleyi başvurucu şirket kazanmış, idare
ile işe başlamak üzere 4/10/1995 tarihinde 34.335,00 YTL keşif bedelli işin
%24,45 tenzilatla yapılması için sözleşme imzalamış ve 16/10/1995 tarihinde
başvurucuya yer teslimi yapılmıştır.
8. İdare başvurucuyu inşaata devam etmediği, imalat
sürecinin zamanında ilerlemediği ve bazı imalatların kalitesinin sözleşmeye ve
projeye uymadığı gerekçesiyle birkaç kez uyarmış ve başvurucu 7/1/1998 tarihinde Amasya 1. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde
inşaat projelerinin kendisine teslim edilmediği ve ödeneklerin aktarılmadığı
iddiasıyla muarazanın önlenmesi ve idarenin elinde bulunan teminat
mektuplarının nakde çevrilmemesi için ihtiyati tedbir talepli dava açmıştır.
9. Mahkeme tedbir talebini 13/1/1998
tarihli ara kararıyla kabul etmiştir. İdare ise 23/1/1998
tarihinde başvurucunun projeleri bakanlıktan istemesi gerektiği, ödeneklerin
geç de olsa aktarıldığı ve başvurucunun işe başlamadığı gerekçesiyle sözleşmeyi
tek yanlı olarak feshetmiştir.
10. Mahkeme, 21/4/2000 tarih ve
E.1998/19, K.2000/109 sayılı kararıyla sözleşmenin feshine ilişkin kararın
iptaline ve muarazanın bu şekilde giderilmesine karar vermiştir. Kararda
Mahkeme ayrıca idarenin 1/12/1995 tarihinde temerrüde
düştüğü ve sözleşme tarihinden itibaren geçen her yılın ödeneğine ilişkin
tespitlerde bulunmuştur.
11. Temyiz edilen kararı inceleyen Yargıtay 15. Hukuk Dairesi
7/2/2001 tarih, E.2000/4193, K.2001/698 sayılı
kararıyla, feshin bozucu yenilik doğuran bir hak olduğu, fesih iradesinin karşı
tarafa ulaşmasıyla sonuçlarını kendiliğinden doğuracağı, bu durumda feshin
haklı olup olmadığının tespitinin gerektiği gerekçesiyle ilk derece mahkemesi
kararını bozmuştur.
12. Mahkeme, bu defa 12/10/2001
tarih ve E.2001/356, K.2001/292 sayılı kararıyla bozama kararı doğrultusunda
feshin haksız olup olmadığını denetlemiş ve idarenin sözleşmenin uygulamasını
geciktirdiği gerekçesiyle feshin haksız olduğuna karar vermiştir.
13. Karar Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 23/1/2002
tarih, E.2001/6133, K.2002/297 sayılı kararıyla onanmış ve kesinleşmiştir.
14. Başvurucu 2/4/2002 tarihinde
aynı Mahkeme nezdinde haksız fesih nedeniyle fazlaya ilişkin haklarını saklı
tutarak 3.000 TL tazminata hükmedilmesi talebiyle dava açmıştır.
15. Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda
hazırlanan 12/3/2003 tarihli raporla, bedeli ödenmeyen
imalat, şantiye binası, genel giderler, all risk
sigortası, zayi olan malzeme, sözleşme masrafları ve teminat mektubu
masraflarından oluşan başvurucu zararı 143.642,00 TL olarak tespit edilmiştir.
16. Mahkeme 9/4/2003 tarih ve
E.2002/144, K.2003/136 sayılı kararıyla davanın kabulüne başvurucunun talebi
doğrultusunda 3.000 TL’nin başvurucuya ödenmesine karar vermiştir.
17. Temyiz edilen kararı inceleyen Yargıtay 15. Hukuk Dairesi
26/2/2004 tarih ve E.2003/4070, K.2004/1034 sayılı
kararıyla işin feshedilmesi halinde kesin hesabın çıkarılmasının zorunlu
olduğu, kesin hesabın nasıl çıkarılacağının sözleşmede yer aldığı, bilirkişi
raporunda bu hükümlere uyulmadan alacak kalemlerine katsayı uygulandığını,
ayrıca başvurucunun alacak hesabına dâhil edilen şantiye binası, genel giderler
ve bazı inşaat malzemelerine ilişkin deliller değerlendirilmeden, bir kısım ihzaratın hak edişlere girip girmediği ve davalı idare
yedinde kalıp kalmadığı saptanmadan başvurucunun alacak hesabına dâhil
edildiği, dolayısıyla tasfiye kesin hesabı çıkarılması gerektiği ve bilirkişi
raporunun yetersiz olduğu gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur.
18. Mahkeme, Yargıtay bozma kararı doğrultusunda 20/6/2005 tarihinde tekrar keşif yapmış ve bilirkişiler
eşliğinde yapılan keşifte lojman ve sağlık ocağı binalarının 1. kat
betonlarının dökülmediği, demirlerin atıldığı, halk sağlığı laboratuarının
ise temelinin atıldığı ve zemin betonunun döküldüğü ve inşaata devam edilmediği
tespit edilmiştir. Keşifte taraf vekilleri de bulunmuş ve keşif tespitlerine
itiraz etmemişlerdir.
19. Bir hukukçu, iki inşaat mühendisinden oluşan bilirkişi
heyetince hazırlanan 30/8/2005 tarihli bilirkişi
raporunda inşaatta kullanılan betonun şartnamede öngörülen malzeme olmadığı,
şantiyede ihzarat olarak 3-5 torba taşlaşmış çimento
bulunduğu, 3/2/1998 tarihli durum tespit tutanağında da inşaatta ihzaratın olmadığının yer aldığı tespit edilerek imalat,
bina ve şantiye maliyetleri, sözleşme masrafları, teminat mektubu zararı,
müteahhitlik kârından oluşan başvurucu zararının 9.003,78 YTL olduğu
belirlenmiştir.
20. Mahkeme, bilirkişi raporlarının yeterli olmaması ile 30/8/2005 tarihli ikinci raporda görev alan bilirkişilerden
H.T.’nin Bayındırlık İl Müdürlüğünde kontrol
mühendisi olması nedenleriyle üçüncü bir bilirkişi raporu alınmasına karar
vermiş ve 31/8/2006 havale tarihli bilirkişi raporuyla başvurucunun zararı
158.622,55 YTL olarak hesaplanmıştır. Mahkeme, 28/2/2007
tarih ve E.2005/27, K.2007/97 sayılı kararıyla davayı kabul ederek başvurucunun
talebi doğrultusunda 143.642 TL’nin başvurucuya ödenmesine karar vermiştir.
21. Temyiz edilen kararı inceleyen Yargıtay 15. Hukuk Dairesi
bu defa bilirkişi raporları arasında fahiş fark olduğu ve çelişkinin
giderilmesi gerektiği, sözleşmenin feshi sonrasında şantiyedeki malzemenin
alınması gerekirken bırakılması nedeniyle oluşan zarardan davalı idarenin
sorumlu tutulamayacağı, bilirkişi raporunda son hak edişle sözleşmenin feshi
arasında geçen sürede yapıldığı iddia edilen imalatın açıklanamadığı ve genel
giderlerin zaten imalat maliyeti olduğu, ayrıca zarar olarak hesaplanmasının
hatalı olduğu gerekçesiyle 6/12/2007 tarih ve
E.2007/3326, K.2007/7854 sayılı kararıyla ilk derece mahkemesi kararını
bozmuştur.
22. Bozma kararına uyan Mahkeme 29/1/2009
tarihinde yeni bir bilirkişi raporu aldırmış ve Ankara 17. Asliye Hukuk
Mahkemesince resen belirlenen bilirkişilerce yeni bir rapor hazırlanmıştır.
Raporda başvurucunun zararı 10.773,71 YTL olarak hesaplanmıştır.
23. Mahkeme yapılan itirazlar ve çelişkinin giderilmesi için
tekrar bilirkişi raporu aldırmış ve yine Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesince
resen belirlenen bilirkişilerce, yeni bir rapor hazırlanmıştır. 29/5/2009 havale tarihli raporda başvurucunun zararı
9.898,57 YTL olarak tespit edilmiştir. Raporda imzası bulunan hukuk bilirkişisi
rapora katılmadığını, raporda idarenin sözleşmeyi feshetmede haklı olduğunun
ifade edildiğini, ancak bu konuda kesinleşmiş bir yargı kararı bulunduğunu,
ayrıca raporun daha önceki 30/8/2005 tarihli raporu
esas aldığı, kendisinin 31/8/2006 tarihli rapordaki görüşlere katıldığını
belirtmiştir.
24. Mahkeme bu defa son bilirkişi raporu doğrultusunda 17/3/2010 tarihli ve E.2008/473, K.2010/169 sayılı kararıyla
başvurucu zararının 9.898,57 TL olduğuna ve başvurucuya ödenmesine karar
vermiştir.
25. Karar Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 31/3/2011
tarih ve E.2010/5787, K.2011/1998 sayılı kararıyla onanmıştır.
26. Başvurucunun karar düzeltme talebi aynı dairenin 8/11/2012 tarih ve E.2012/293, K.2012/6963 sayılı kararıyla
reddedilmiş ve karar aynı tarihte kesinleşmiştir. Kesinleşen karar başvurucuya 15/1/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
27. Başvurucu 13/2/2013 tarihinde
bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
28. 22/4/1926 tarih ve 818 sayılı Mülga Borçlar
Kanunu’nun 369. maddesi şöyledir:
“Yapılan şey; bitmezden evvel iş sahibi
yapılmış olan kısmın bedelini vermek ve mütaahhidin
zarar ve ziyanını baliğan mabelağ
tazmin etmek şartiyle mukaveleyi feshedebilir.”
29. 818 sayılı Mülga Kanun’un 370. maddesi şöyledir:
“Taahhüt olunan şeyin yapılması iş sahibi
nezdinde zuhur eden bir kaza yüzünden mümkün olamıyorsa müteahhit
yaptığı işin kıymetini ve bu kıymette dâhil olmıyan
masrafını alır.
Bu hususta iş sahibinin taksiri varsa
müteahhidin başkaca zarar ve ziyan istemeğe hakkı olur.”
30. 818 sayılı Mülga Kanun’un 371. maddesi şöyledir:
“Mütaahhit öldüğü
yahut sun'u taksiri olmaksızın işi bitirmekten aciz
kaldığı takdirde, mukavele müteahhidin şahsı nazara alınarak yapılmış ise
istisna akdi münfesih olur.
Bu
takdirde yapılan miktarın kullanılması kabil ise iş sahibi onu kabule ve
bedelini vermeğe mecburdur.”
31. 12/1/2011 tarih ve 6100 sayılı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu’nun “Usul
ekonomisi ilkesi” kenar başlıklı 30. maddesi şöyledir:
“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve
düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla
yükümlüdür.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
32. Mahkemenin 26/2/2015 tarihinde
yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 13/2/2013 tarih ve 2013/1313 numaralı
bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
33. Başvurucu, uzun süren dava
sürecinde daha önce kesinleşen yargı kararı olduğu halde derece mahkemelerinin
kesinleşen kararı yok sayarak karar verdiklerini, davalı idarede çalışan bir
şahsın bilirkişi heyetinde görevlendirildiğini, bu nedenle bilirkişinin tarafsız
olmadığını ve Mahkemenin de bilirkişi seçiminin tarafsız yürütülmesini şüpheye
düşürdüğünü, hatalı bilirkişi raporuna göre karar verildiğini, yargılamanın
makul süreyi aştığını, yargılama sonucu zararının karşılanmadığını bu nedenle
varlıklarını satmak zorunda kaldığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüş ve ihlalin tespitiyle yargılamanın yenilenmesine karar
verilmesini talep etmiştir.
B. Değerlendirme
34. Başvurucu, somut başvuruya konu istisna akdinin feshi
nedeniyle oluşan zarar talepli davasıyla ilgili yukarıda sıralanan şikâyetleri
nedeniyle Anayasal haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Anayasa
Mahkemesi, başvurucunun ihlal iddialarına ilişkin nitelendirmesi ile bağlı
olmayıp, somut dava ve buna bağlı olayların özelliklerine göre olay ve
olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder.
35. Başvurucunun davalı idarede çalışan
bir şahsın bilirkişi heyetinde görevlendirildiği, bu nedenle Mahkemenin
bilirkişi seçimini tarafsız yürütülmesini şüpheye düşürdüğü iddiası tarafsız
bir mahkemede yargılanma hakkı kapsamında, derece mahkemelerinin daha önce
kesinleşen yargı kararını yok sayarak ve hatalı bilirkişi raporunu esas alarak
karar verdikleri iddiası hakkaniyete uygun yargılama hakkı kapsamında, incelenecektir.
Başvurucunun
yargılamanın makul süreyi aştığı iddiası ise makul sürede yargılanma hakkı
kapsamında ayrıca incelenecektir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
i. Tarafsız
Mahkemede Yargılanma Hakkı
36. Başvurucu, davalı idarede çalışan H.T.’in
bilirkişi heyetinde görevlendirildiğini, bu nedenle Mahkemenin bilirkişi
seçiminin tarafsız yürütülmesini şüpheye düşürdüğünü iddia etmiştir.
37. Adalet Bakanlığı görüşünde, Mahkemenin başvurucunun
bahsettiği davalı idare çalışanının bilirkişi heyetinde görevlendirilmesini
araştırdığı, idareye yazdığı yazıya uzun süre cevap alamaması sonrasında ise
yeni bir bilirkişi görevlendirerek bilirkişinin tarafsızlığını sağlamak için
gerekli tedbiri aldığı bildirilmiştir.
38. Başvurucu Bakanlık görüşüne karşı,
yeni bilirkişi raporu alınmasına rağmen davalı idarede çalışan H.T.’in de görev aldığı bilirkişi raporunun kesin hükme
esas alınan bilirkişi raporunu etkilediğini, kesin hükme dayanak olan bilirkişi
raporunda kesin yargı kararına rağmen sözleşmenin haklı şekilde
feshedildiğinden bahsedildiğini ve raporun oy çokluğuyla alındığını, bu
nedenlerle tarafsızlığın sağlanamadığını ileri sürmüştür.
39. 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin
(2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça
dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
40. 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı
fıkrasına göre Mahkemece açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemez
olduğuna karar verilebilir. Başvurucunun ihlal iddialarını kanıtlayamadığı,
iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu,
temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu
açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular
açıkça dayanaktan yoksun kabul edilebilir.
41. Sözleşmenin 6. maddesinde açıkça, adil yargılanma
hakkının bir unsuru olarak, davanın tarafsız bir mahkemede görülmesini isteme
hakkından söz edilmiştir. Anayasa'nın 36. maddesinde mahkemelerin
tarafsızlığından açıkça bahsedilmemekle beraber, Anayasa Mahkemesi içtihadı
uyarınca, bu hak da adil yargılanma hakkının zımni bir unsurudur (AYM, E.
2002/170, K. 2004/54, K.T. 5/5/2004). Ayrıca,
mahkemelerin tarafsızlığı ve bağımsızlığının birbirini tamamlayan iki unsur
olduğu nazara alındığında, Anayasa'nın bütünselliği ilkesi gereği, Anayasanın
138., 139. ve 140. maddelerinin de tarafsız bir
mahkemede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması
gerektiği açıktır (B. No. 2013/1780, 20/3/2014, § 60).
42. Yargının tarafsızlığı ise, yargı faaliyetinde çıkar
ilişkisinin bulunmaması anlamında bağımsızlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Adil
yargılanma hakkının negatif bir koşulu olan tarafsızlık, davaya bakan
mahkemenin davayı tüm bu etkilerden arınmış olarak ele
almasını, davanın
taraflarına eşit ve tarafsız bir şekilde yaklaşmasını, davanın çözümünü
etkileyecek şekilde davanın taraflarına karşı bir önyargıya sahip olmamasını,
ayrıca taraflarla tarafgirlik ve menfaat ilişkisi içinde olmamasını ifade eder.
43. Tarafsız mahkeme, davanın tarafları karşısında ve onların
leh ve aleyhlerinde bir kişisel görüş, önyargı veya menfaat ilişkisi olmadan ve
bir tarafa diğerinden daha farklı davranmadan mevcut delillere göre hukuka uygun
ve objektif olarak karar vermelidir. Bu çerçevede uyuşmazlığın çözümünde
mahkemeye yardımcı olan, somut davanın delillerini ortaya koyan diğer
unsurların da taraflarla menfaat ilişkisinin bulunmaması gerekir. Bir davada
bilirkişi olarak görev yapan kişilerin davanın taraflarıyla olan menfaat
bağları, tarafsızlığa etki ederek adil yargılanmayı ihlal edebilecektir.
44. Tarafsızlığın öznel ve nesnel olmak üzere iki boyutu
bulunmakta olup, bu kapsamda hâkimin birey olarak, mevcut davadaki kişisel
tarafsızlığının yanı sıra, kurum olarak mahkemenin kişide bıraktığı izlenimin
de dikkate alınması gerekmektedir (AYM, E. 2005/55, K. 2006/4, K.T.5/1/2006).Yargılamayı yürüten mahkeme üyelerinin taraflardan
biriyle veya anlaşmazlık konusu ile maddi veya manevi yakın bir bağının
bulunması veya yargılama sürecinde sarf ettiği ifadeleri ile tarafsız
olamayacağı yönünde meşru bir kanaat uyandırması, bunun yanı sıra davadan önce
dava ile doğrudan bağlantılı bir konumda bulunması da tarafsızlığı ihlal
edebilir. Ancak, belirli bir uyuşmazlıkta yargılamayı yürüten hâkimin
taraflardan birine yönelik önyargılı ve taraflı bir tutumunun, kişisel bir
kanaatinin veya menfaatinin, bu bağlamda kişisel bir taraflılığının söz konusu
olduğunu ortaya koyan bir delil bulunmadığı ve bu husus kanıtlanmadığı
müddetçe, tarafsız olduğunun bir karine olarak varsayılması zorunludur. Bunun
yanı sıra, yargılama makamının tarafsızlığına ilişkin her hangi bir meşru kaygı
veya korkuyu bertaraf edecek yeterli güvenceleri sunması da gerekmekte olup, bu
husus tarafsızlığın nesnel boyutuna işaret etmektedir (B. No. 2013/1780, 20/3/2014, § 62).
45. Somut başvuruya konu yargılamada, Mahkemece hazırlatılan 30/8/2005 tarihli bilirkişi raporuna başvurucu itiraz etmiş
ve Mahkeme başvurucunun itirazlarını değerlendirerek başvurucunun belirttiği
bilirkişinin davalı idarede çalışıp çalışmadığına ilişkin araştırma yapmıştır.
Mahkeme bu amaçla davalı idareye bu konuyla ilgili yazı yazmış ve yazıya uzun süre
cevap alamaması üzerine, bu araştırmadan sarfınazar ederek yeni bir bilirkişi
raporu alınmasına karar vermiştir. Mahkeme gerekçeli kararında da başvurucu
tarafından ibraz edilen belgelerden 30/8/2005 tarihli
bilirkişi raporunda görev alan bilirkişilerden H.T.’nin
davalı idarede inşaat mühendisi olarak görev yaptığının tespit edildiği
gerekçesiyle yeni bir bilirkişi incelemesine karar verdiğini belirtmiştir. Bu
durumda Mahkemenin bilirkişi kurulunun tarafsızlığını sağlamak için gerekli
tedbirleri aldığı görülmektedir.
46. Başvurucu ayrıca kesin karara dayanak olan son bilirkişi
raporunun idarede çalışan H.T.’in de görev aldığı
bilirkişi raporundan etkilendiğini, bu raporda kesin yargı kararına rağmen
sözleşmenin haklı şekilde feshedildiğinden bahsedildiğini ve raporun oy
çokluğuyla alındığını, bu nedenlerle tarafsızlığın sağlanamadığını ileri
sürmüştür. Başvurucunun bu iddialarına rağmen somut dava
incelendiğinde, alınan birçok bilirkişi raporunun esas olarak iki farklı
inceleme yöntemine dayandığı, ilk yönteme göre; başvurucunun inşaat alanında
bıraktığını iddia ettiği malzeme ve genel giderler gibi kalemlerin başvurucunun
zararında esas alındığı ve bu nedenle başvurucu zararının yüksek hesap
edildiği, bu şekilde yapılan hesaplamaya dayanılarak verilen kararların temyiz
incelemesinde Yargıtay 15. Hukuk Dairesi tarafından bozulduğu ve bahsedilen
unsurların başvurucunun zararının hesabında dikkate alınmaması gerektiğinin
belirtildiği; diğer inceleme yönteminde ise bozma kararında ifade edilen
unsurlar dikkate alınmadan zarar hesabı yapıldığı, raporlar arasındaki
çelişkinin bu durumdan kaynaklandığı, bozma kararında belirtilen unsurları
dikkate alan son bilirkişi raporuna dayanılarak verilen kararın Yargıtay 15.
Hukuk Dairesi tarafından onanarak kesinleştiği anlaşılmaktadır.
47. Bunun yanında 6100 sayılı Kanunda bilirkişilerin oy
birliği ile rapor hazırlamak zorunda olduklarına dair bir hüküm
bulunmamaktadır. Oy çokluğuyla bilirkişi raporu hazırlanması veya raporda
davanın konusu olmayan bir hususta görüş bildirilmesi kendi başına
bilirkişilerin ve/veya bilirkişi raporlarının tarafsız olmadığı anlamına
gelmemektedir.
48. Sonuç olarak, hükme dayanak olan
bilirkişi raporunun ve bilirkişinin tarafsızlığını sağlamak konusunda
Mahkemenin gerekli tedbirleri aldığı, Yargıtay bozma kararlarına uygun olarak
Mahkemenin yeni bilirkişi raporu aldığı ve buna dayanarak verdiği kararın
kesinleştiği, başvuruya konu yargılama faaliyeti açısından, yargılama
faaliyetini devam ettiren yargılama makamlarının tarafsızlığına ilişkin
karineyi ortadan kaldıracak şekilde, yargılamayı yürüten mahkemelerin
taraflardan birine yönelik önyargılı ve taraflı bir tutumunun, kişisel bir
kanaatinin veya menfaatinin, bu bağlamda kişisel bir taraflılığının söz konusu
olduğunu ortaya koyan bir bulgu saptanmadığı ve yargılama makamlarının
tarafların adil yargılanmaya ilişkin meşru beklentileri üzerinde menfi etkide
bulunacak bir tavır içinde olduklarına dair herhangi bir emarenin bulunmadığı
anlaşılmaktadır.
49. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının "açıkça dayanaktan yoksun olması"
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
ii. Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkı
50. Başvurucu, somut yargılama faaliyetinde derece
mahkemelerinin daha önce kesinleşen yargı kararını yok sayarak ve hatalı
bilirkişi raporunu esas alarak karar verdiklerini, bu nedenle Mahkemenin
bilirkişi seçiminin tarafsız yürütülmesini şüpheye düşürdüğünü iddia etmiştir.
51. Adalet Bakanlığı görüşünde, somut
başvuruya konu şikâyetlerin iki farklı yargı kararına dayandığı, bu kararlardan
ilkinde feshedilen sözleşmenin haklı feshe dayanıp dayanmadığının, diğerinde
ise zararın miktarının tespit edildiği, dolayısıyla dava konularının farklı
olduğu ve bireysel başvuruya konu davadaki olayların kanıtlanması, hukuk
kurallarının yorumlanması ve uygulanması, yargılama sırasında delillerin kabul
edilebilirliği ve değerlendirilmesi ile kişisel bir uyuşmazlığa derece
mahkemeleri tarafından getirilen çözümün esas yönünden adil olup olmamasının,
bireysel başvuru incelemesinde değerlendirmeye tabi tutulamayacağı şeklinde
görüş bildirilmiştir.
52. Başvurucu Bakanlık görüşüne karşı,
daha önceki görüşlerini tekrar ederek ilk davanın bir tespit davası olmadığını,
muarazanın önlenmesi davası olduğunu, feshin haksız olduğunda dair kesinleşen
yargılama faaliyetinde keşif yapıldığı halde bundan 6 yıl sonra Mahkemece
yeniden keşif yapıldığını, zararın tazmini konulu ikinci davada kesin hükme
dayanak olan bilirkişi raporunda feshin haklı olduğunun iddia edildiğini, bu nedenlerle
hakkaniyete uygun yargılama yapılmadığını ileri sürmüştür.
53. Kesin hükme saygı uluslar arası
hukuk düzenine özgü hukukun genel ilkelerinden biri olarak kabul görmektedir.
Yargının verdiği ve bağlayıcı olan kesin hüküm zarar gören taraflardan biri
açısından işlevsiz duruma getirilmişse, adil yargılanma hakkının sağladığı
güvencelerin bir anlamı kalmayacaktır (B. No: 2013/1752, 26/6/2014,
§ 65).
54. Kesin hükmün bağlayıcı olması, hükmü veren mahkeme de
dâhil diğer bütün mahkemelerin ve diğer ilgili kurumların bu kararla bağlı
olması anlamına gelir. Mahkemeler, aynı konuda aynı dava sebebine dayanarak,
aynı taraflar hakkında önceki bir davada verilmiş bir kesin hüküm ile bağlı
olup, aynı davayı bir daha göremezler. Açılan bir dava hakkında kesin hükmün
bulunmaması dava şartlarındandır ve taraflar bu konuda usuli
bir itiraz hakkına sahiptirler.
55. Bir mahkeme kararının kesin hüküm mahiyetini alabilmesi
için genel olarak üç koşul aranmaktadır. Bunlardan birincisi kesin hüküm
sayılan bir mahkeme kararının bulunması gerekir. Tespit ve tedbir kararları ile
icra mahkemesi kararları kesin hükmün bağlayıcılığı kudretini haiz değillerdir.
İkinci olarak kesinleşen kararının taraflar arasında mevcut olan bir ihtilafı
çözmek amacıyla verilmesi gerekir. Dolayısıyla bir anlaşmazlığı çözmeyen,
hasımsız olarak verilen bazı veraset davaları kesin hüküm mahiyetine haiz
değillerdir. Üçüncü olarak söz konusu kararların nihai olması gerekir.
Kararların nihailiği mahkemenin tarafların iddia ve
savunmalarını dinleyerek ve delilleri değerlendirerek bu hususta son kararını
vermiş olması anlamına gelmektedir. Bir kararın maddi anlamda kesin hüküm
niteliğini haiz olması ve bu konuda kesin hüküm itirazında bulunulabilmesi için
davanın taraflarının, konusunu ve sebeplerinin aynı olması gerekmektedir.
56. Başvurucunun kesin hükme haiz olduğunu iddia ettiği ilk
dava halk sağlığı laboratuarı ve sağlık ocağı inşaatı
yapım işinde başvurucu şirket ile idare arasında yaşanan anlaşmazlık üzerine
başvurucunun 7/1/1998 tarihinde Amasya 1. Asliye Hukuk
Mahkemesi nezdinde muarazanın önlenmesi talebi ile açtığı davadır. Bu davada
verilen ilk kararın temyiz incelemesinde taraflardan birinin fesih iradesinin
sözleşmenin feshi için yeterli olduğu, bu nedenle feshin haklı olup olmadığının
tespitinin gerektiği gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararı bozulmuştur.
Bozma kararı doğrultusunda ilk derece mahkemesi, 12/10/2001
tarihli kararıyla feshin haksız olduğuna karar vermiş ve bu karar temyizde
onanarak kesinleşmiştir. Başvurucu 2/4/2002 tarihinde
aynı Mahkemede bu defa haksız fesih nedeniyle tazminat davası açmıştır. Bu
davada bozma kararları sonrasında Mahkeme, 17/3/2010
tarihli kararıyla başvurucu zararını 9.898,57 TL olarak belirlemiş ve
başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Bu karar da derecattan
geçerek 8/11/2012 tarihinde kesinleşmiştir.
57. Bu durumda başvurucunun kesin hüküm olarak ifade ettiği
ilk dava muarazanın önlenmesi amacıyla açıldığı, bu süreçte idarenin sözleşmeyi
feshetmesi sonrasında haksız feshin tespiti konulu olarak sonuçlandığı
anlaşılmaktadır. İkinci dava ise haksız fesih nedeniyle tazminat davası olup,
ilk dava ile tarafları ve dava sebebi aynı olmakla birlikte dava konuları
farklıdır. Mahkemenin tarafları ve sebebi aynı olmakla birlikte konusu farklı yeni
davada yeniden keşif yaptırması ve bilirkişi raporu alması, bu yeni davanın
delillerini ortaya koymak ve gerekli tespitleri yapmak için makul olmanın
ötesinde bazı durumlarda gerekli de olabilecektir. Sonuç
olarak, başvuru konusu yargılamada açılan ilk davanın feshin haksızlığını
tespit ettiği ve daha sonra açılan haksız fesih nedeniyle tazminat davasının
açılmasını veya bu davada gerekli araştırmanın yapılmasını engelleyen bir kesin
hüküm niteliği taşımadığı anlaşıldığından kesin hüküm hiçe sayılmak suretiyle
hakkaniyete uymayan bir kararla başvurucunun adil yargılanma hakkının ihlal
edilmediğinin açık olduğu anlaşılmıştır.
58. Başvurucu ayrıca kesin karara dayanak olan son bilirkişi
raporunun, taraflı olduğunu ileri sürdüğü bilirkişi raporundan etkilendiğini
iddia etmektedir. Başvurucunun bu iddiasına rağmen somut dava incelendiğinde,
alınan birçok bilirkişi raporunun esas olarak iki farklı inceleme yöntemine
dayandığı ve kesin hükme esas olan son bilirkişi raporunun bu yöntemlerden
başvurucunun arzu etmediği bir yöntemle hazırlandığı, ancak Yargıtay 15. Hukuk
Dairesi içtihadıyla uyumlu olduğu görülmektedir. Bu durumda bahsedilen raporun
açık ve görünür şekilde hakkaniyete uygun yargılama yapılamamasına sebep
olduğuna dair herhangi bir emarenin bulunmadığı anlaşılmaktadır (§ 46, 47, 48).
59. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının "açıkça dayanaktan yoksun olması"
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
iii. Makul Sürede Yargılanma Hakkı
60. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiği yönündeki şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet
için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu
nedenle, başvurunun bu bölümlerine ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı
verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
61. Başvurucu, 1998 yılında açılan muarazanın önlenmesi ve
devamında 2002 yılında açılan haksız fesih nedeniyle tazminat davalarının
hukuki sürecinin 2012 yılında sonuçlanması nedeniyle makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
62. Başvurucu kesinleşen iki yargılama faaliyetinin makul
sürede yargılanma hakkını ihlal ettiğini ileri sürmekle beraber, haksız feshi
tespit eden ilk dava Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 23/1/2002
tarihli kararıyla onanmış ve kesinleşmiştir. Haksız fesih nedeniyle tazminat
talepli ikinci dava ise başvurucunun karar düzeltme talebini reddeden Yargıtay
15. Hukuk Dairesi’nin 8/11/2012 tarihli kararıyla
kesinleşmiştir. Bu durumda haksız feshi tespit eden ilk davanın Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuruların kabul edilmeye başlandığı 23/9/2012
tarihinde önce kesinleştiği anlaşıldığından makul süre incelemesinde bu davaya
ait süreçler dikkate alınmayacaktır.
63. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme)
ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun
kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM) kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut
görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer
verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de
Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili
hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle,
Sözleşme’nin lâfzî içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi
kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede
yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141.
maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma
hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (B.
No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38–39).
64. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması
gereken kriterlerdir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§
41–45).
65. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi
uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede
karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu olayda, asliye hukuk mahkemesi
nezdinde açılan haksız fesih nedeniyle tazminat talepli bir davanın söz konusu
olduğu görülmekle, 6100 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre
yürütülen somut yargılama faaliyetinin, medeni hak ve yükümlülükleri konu alan
bir yargılama olduğunda kuşku yoktur (B. No: 2012/13, 2/7/2013,
§ 49).
66. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara
ilişkin makul süre değerlendirmesinde, sürenin başlangıcı kural olarak,
uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka
bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olup, somut başvuru açısından bu tarih 2/4/2002
tarihidir.
67. Sürenin bitiş tarihi ise, çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 52). Bu kapsamda, somut yargılama faaliyeti
açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme talebi hakkında
verilen Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin E.2010/5787, K.2011/1998 sayılı karar tarihi
olan 8/11/2012 tarihi olduğu anlaşılmaktadır.
68. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesinde,
yargılamanın konusunun haksız fesih nedeniyle tazminat talebi olduğu, 2/4/2002 tarihinde açılan davanın yargılama sürecinde ilk
derece mahkemesince verilen iki ayrı kararın temyiz incelemesi neticesinde
bozulduğu, son bozma kararını takiben mahkemenin E.2008/473 sırasına kaydı
yapılan davanın yargılaması sonucunda verilen kararın temyiz edildiği,
taraflarında iki tüzel kişinin yer aldığı davanın Mahkemece verilen 17/3/2010
tarihli kararın Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 8/11/2012 tarihi karar düzeltme
talebini reddeden kararıyla kesinleştiği, gerekli ve uygun tespit yapmayan
bilirkişi raporlarına dayalı verilen iki Mahkeme kararının Yargıtay tarafından
bozulduğu anlaşılmaktadır.
69. İlgili yargılama evrakının
incelenmesinden, başvuruya konu yargılama sürecinin asliye hukuk mahkemesi
önünde sürdüğü görülmekle, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkları
konu alan yargılama faaliyetleri için geçerli genel usuli
hükümler içeren 6100 sayılı Kanun’a tabi bir yargılama faaliyetinin söz konusu
olduğu ve 6100 sayılı Kanun’un 30. maddesinin, uyuşmazlıkların makul sürede
çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.
70. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi
mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki
iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi
tarafından, özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul
hükümlerinin nazara alınmadığı göz önünde bulundurularak makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiş olup (B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 54-64),
başvuruya konu davada yer alan kişi sayısı ve davanın mahiyeti nedeniyle icrası
gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılamanın karmaşık
olduğunu ortaya koymakla birlikte, davaya bütün olarak bakıldığında, somut
başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı
ve söz konusu 10 yıl 7 ayı aşkın yargılama
sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
71. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi Yönünden
72. Başvurucu, hakkaniyete uygun olmayan yargılama iddiasıyla
maddi zararlarının oluştuğunu, ihlal kararı verilerek ve yeniden yargılama
yapılmak suretiyle bu zararlarının giderilmesini talep etmiştir. Başvurucu
ayrıca makul süre şikâyetini de dile getirmiş, ancak belirtilen ihlal iddiasına
bağlı olarak manevi tazminat talebinde bulunmamıştır.
73. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar”
kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit
edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını
ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye
gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde
başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması
yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
74. Başvurucu makul sürede yargılanma hakkının ihlali
iddiasına bağlı olarak manevi tazminat talebinde bulunmadığından, manevi
tazminat ödenmesi hususunda karar verilmemiştir.
75. Başvurucu tarafından maddi tazminat talebinde bulunulmuş
olmakla beraber, tespit edilen ihlal ile iddia edilen maddi zarar arasında
illiyet bağı bulunmadığı anlaşıldığından ve başvurucunun hakkaniyete aykırı
yargılama iddiası hakkında açıkça dayanaktan yoksunluk nedeniyle kabul
edilemezlik kararı verildiğinden başvurucunun maddi tazminat taleplerinin
reddine karar verilmesi gerekir.
76. Başvurucu tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler
uyarınca tespit edilen 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan
1.698,35 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurucunun,
1. Tarafsız mahkemede
yargılanma hakkının,
2. Hakkaniyete uygun
yargılanma hakkının,
ihlal
edildiği iddialarının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Makul sürede
yargılanma hakkına ilişkin iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
4. Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL
EDİLDİĞİNE,
B. Başvurucunun maddi tazminata
ilişkin talebinin REDDİNE,
C. Başvurucu tarafından yapılan 198,35
TL harç ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan 1.698,35 TL yargılama
giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
D. Ödemenin, kararın tebliğini takiben
başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde
yapılmasına; ödemede gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten
ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
26/2/2015 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.