TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
FEVZİ KAYACAN BAŞVURUSU (2)
|
(Başvuru Numarası: 2013/2513)
|
|
Karar Tarihi: 21/4/2016
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Engin YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz
PAKSÜT
|
|
|
Recep KÖMÜRCÜ
|
|
|
Alparslan ALTAN
|
Raportör Yrd.
|
:
|
Fatih ALKAN
|
Basvurucu
|
:
|
Fevzi KAYACAN
|
Vekili
|
:
|
Av. Fatma Betül OKUR
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, konut yakınında bulunan baz
istasyonunun sağlığı olumsuz etkilediği iddiasıyla açılan davanın reddedilmesi
nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal
edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 10/4/2013 tarihinde Konya 3.
Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin
idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına
engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca 24/6/2014
tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından
yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 5/1/2015
tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte
yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 5/2/2015
tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 9/2/2015 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu,
Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını 10/2/2015
tarihinde ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucunun ikamet ettiği Konya ili Selçuklu ilçesi Özlem
Mahallesi'nde bulunan Büyükkapçı Camisi binasına ve
eklentilerine Dinî ve Sosyal Hizmet Vakfı (Vakıf) ile V. Telekomünikasyon A. Ş.
(Şirket) arasında imzalanan kira sözleşmesi gereğince 5/3/2008 tarihinde baz istasyonu kurulmuştur. Bunun üzerine başvurucu
tarafından söz konusu Vakıf ve Şirket muhatap kılınarak Konya 6. Noterliği
vasıtasıyla gönderilen 16/6/2010 tarihli ve 11756 Yevmiye sayılı ihtarnamede baz istasyonu ile ikamet edilen konut arasında yirmi
metreden daha az bir mesafe bulunduğu, yerleşim yerinde bulunan baz
istasyonunun sağlığa zarar verebileceği, kendisinde ve ailesinde korku,
tedirginlik, panik ve ümitsizliğe neden olduğu, özel yaşantısına ve konutuna
müdahale oluşturduğu belirtilmiş ve bahse konu baz istasyonunun kaldırılması
talep edilmiştir.
9. Baz istasyonunun kaldırılmaması üzerine başvurucu, söz konusu
Şirket ve Vakıf aleyhine Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesine sunduğu 6/7/2010
tarihli dava dilekçesiyle özel bir Şirket ile mülkiyet sahibi Vakıf arasında
imzalanan kira sözleşmesine dayanılarak ikamet ettiği konutuna yakın bir
mesafede baz istasyonu kurulduğunu, bu durumun
istasyonun çevresinde yaşayan insanların sağlığı açısından tehlike arz
ettiğini, ortada somut biçimde görülebilen bir zarar bulunmasa dahi her an
sağlığının bozulabileceği endişesi taşıdığını, baz istasyonundan yayılan
radyasyonun kendisini ve ailesini tedirginliğe ve paniğe sevk etmesi nedeniyle
yaşamının olumsuz yönde etkilendiğini, bu nedenlerin bir zarar oluştuğunun
kabulü açısından yeterli olduğunu belirterek baz istasyonunun kaldırılmasını ve
faaliyetinin tedbiren durdurulmasını, ayrıca lehine
10.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
10. Davalı Şirketin vekili tarafından sunulan cevap dilekçesinde
Şirketin kamusal makamlarla imzaladığı lisans sözleşmeleri uyarınca kamuya
haberleşme hizmeti sunulduğu, Şirketin yalnızca ticari değil, yasal
yükümlülüklerinin de bulunduğu; Şirkete ait baz
istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalga değerlerinin Dünya Sağlık
Örgütü, Amerikan Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Birliği, Amerikan Millî
Standartlar Enstitüsü gibi otoritelerin belirlediği standart değerlerin çok
altında olduğu ve dava konusu baz istasyonunun söz konusu mahal dışında
işletilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir. Diğer davalı olan Vakfın
vekili tarafından sunulan cevap dilekçesinde baz
istasyonlarının kuruluş aşamasında ve kurulduktan sonra Telekomünikasyon Kurumu
tarafından ölçüm ve testlere tabi tutularak denetlendiği ve dava konusu baz
istasyonundan alınan ölçüm değerlerinin belirlenen şartlara uygun olduğu, bu
nedenle insan sağlığına olumsuz bir etkisinin bulunmadığı ileri sürülmüştür.
11. Anılan baz istasyonunun bulunduğu
mahalde yapılan keşif ve ölçümler neticesinde bilişim uzmanı olan bilirkişi
tarafından hazırlanan raporda, baz istasyonlarının tıpkı radyo ve televizyon
vericilerinde olduğu gibi çevrelerine iyonlaştırıcı olmayan elektromanyetik
dalga yaydıkları, bilinenin aksine iyonlaştırıcı radyasyon yaymadıkları, baz
istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların insan sağlığına ne gibi
etkileri olacağı hususunda dünya genelinde çok sayıda çalışma yapılmakla
birlikte bilimsel geçerliliği olan kesin tanımlamaların henüz bulunmadığı, çoğu
Avrupa Birliğine üye kırk iki ülkenin bu duruma ilişkin ölçütlerin yer aldığı
yasal düzenlemelerini oluştururken Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan
Koruma Komisyonu (ICNIRP) tarafından belirlenen limit değerlerini dikkate
aldığı, haberleşme cihazlarının ortama yaydığı elektrik alan şiddeti değerleri
için ICNIRP’ın belirlediği limit değerin dava konusu
baz istasyonları için 41 V/m olduğu, 21/4/2011 tarihli ve 27912 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Elektronik
Haberleşme Cihazlarından Kaynaklanan Elektromanyetik Alan Şiddetinin
Uluslararası Standartlara Göre Maruziyet Limit
Değerlerinin Belirlenmesi, Kontrolü ve Denetimi Hakkında Yönetmelik’te
(Yönetmelik) bu limit değerin ise 10,25 V/m olarak belirlendiği, ülkemiz
açısından belirlenen değerin uluslararası standartların dörtte biri oranında
olması nedeniyle çok daha fazla korumacı bir yaklaşım sergilendiği, bu değerler
aşılmadığı sürece başta baz istasyonları olmak üzere elektromanyetik alan
oluşturan cihazların kullanılmasında ve ortamda elektrik alan oluşturulmasında
bir sakınca bulunmadığı, dava konusu olan baz istasyonu için yapılan elektrik
alan ölçüm değerinin en fazla 0,8 V/m olarak ölçüldüğü, bu değerin ICNIRP’ın elektrik alan için izin verdiği değerin yüzde
ikisine karşılık geldiği, baz istasyonunun güvenlik mesafesinin 10,68 metre
olduğu, güvenlik mesafesi içinde bir yaşam alanının bulunmadığı, baz istasyonu
hakkında Bilgi teknolojileri ve İletişim Kurumu Mersin Bölge Müdürlüğü
tarafından güvenlik sertifikası düzenlendiği ve istasyonun Yönetmelik
kriterlerine uygun olarak çalıştığı, ölçülen elektrik alan şiddet değerlerinin
de belirlenen sınır değerlere göre düşük seviyede olması nedeniyle dava konusu
baz istasyonunun bulunduğu yerde hizmet vermesinde herhangi bir sakınca
bulunmadığı şeklinde değerlendirmelere yer verilmiştir.
12. Ayrıca harita mühendisi olan bir başka bilirkişi tarafından
hazırlanan raporda dava konusu edilen baz istasyonunun
anten yüksekliğinin yaklaşık otuz metre olduğu, başvurucunun oturduğu konutun
güney cephesinin baz istasyonuna baktığı, ikisi arasında bir caddenin bulunduğu
ve mesafenin yaklaşık yirmi dokuz metre olduğu tespitlerine yer verilmiştir.
13. Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi 31/5/2012
tarihli ve E.2010/391, K.2012/556 sayılı kararıyla davanın reddine karar
vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:
“Mahkememizce tapu kaydı getirtilmiş, imar planı ve kroki celp edilmiş,
tarafların delilleri toplanılmış ve mahallinde keşif yapılmıştır.
Davacı baz istasyonunun bulunduğu mahalde
oturmakta olup bu davayı açmakta hukuki yararı vardır. Diğer davalı Vakıf
tarafından taşınmazın bir kısmının davalı V. A.Ş.'ye
kiraya verildiği ve baz istasyonu kurulduğu ve baz
istasyonunun da halen çalışır durumda olduğu ortadadır. Davacı çevre binalarda
ve kendi meskeninde bulunan kişilerin sağlıkları açısından büyük endişeler
olduğunu, psikolojik olarak yaşamlarının etkilendiğini, tedirginlik ve
ümitsizlik yaratan istasyonun derhal kaldırılması gerektiğini beyan etmektedir.
Mahkememizce bas istasyonunun bulunduğu mahalde keşif yapılmış ve istasyonun
bulunduğu alanın belirtilmesi yanında bu istasyonun ölçümleri bilgi teknoloji
ve iletişim kurumu uzmanı bilirkişi tarafından yapılmıştır. Bilirkişi raporuna
göre baz istasyonu elektrik alan ölçüm değerinin en
fazla E=0,8 V/m olduğunu, bu değerin ICNIRP'nin
elektrik alan için izin verdiği değerin %2'ne tekabül ettiğini belirtmiştir.
Bilirkişi raporuna göre baz istasyonunun yaydığı
elektrik alanının ölçüm değeri insan sağlığına zarar vermesi sınırı ancak %2'si
kadardır. Görüldüğü üzere maddi bir zararın varlığından söz edilemez. Baz
istasyonu meskun mahal içerisindedir. Bu nedenle yakın
markajında bulunan kişilerin psikolojik olarak
etkilenmekte oldukları endişe duymalarına neden olduğu hususlarının bulunduğu
da kabul edilmelidir. Ancak günümüzde iletişimin insanlık
için olmazsa olmaz derecesinde zorunlu ihtiyaçlardan olduğu, insanlığın
gelişimi ile birlikte haberleşmenin de geliştiği ve insanlığın yararına
sunulduğu bu nimetlerden faydalanmanın beraberinde riski de getirdiği, ancak
riskin hangi boyutta olduğunun insan sağlığına zarar verip vermediğinin henüz
tam bir aydınlığa kavuşmadığı, ortada muallak bir durumun oluştuğu da kabul
edilmelidir. Bu durumda hak ve nesafet
ölçüsüne göre baz istasyonunun kaldırılması gerekip
gerekmediği tartışılmalıdır. Yüksek Yargıtay bu konuda belirli yıllardan beri
tartışmaları halen devam etmektedir. Yargıtay 14.ve 4. Hukuk Daireleri'nin son
içtihatları dikkate alındığında baz istasyonunun yasa
ve yönetmeliklerde belirtilen limit değerlere uygun olduğu, hatta sağlık için
belirlenen sınırın çok altında ancak %2'si kadar bulunduğu dikkate alınarak
açılan davanın reddi gerektiği sonucuna varılmıştır.”
14. Anılan karar, temyiz üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 30/11/2012 tarihli ve E.2012/11680, K.2012/13977 sayılı
ilamıyla onanmış; karar düzeltme talebi ise aynı Dairenin 8/3/2013 tarihli ve
E.2013/1638, K.2013/3469 sayılı ilamıyla reddedilerek kesinleşmiştir.
15. Ret kararı 1/4/2013 tarihinde
başvurucuya tebliğ edilmiş olup 10/4/2013 tarihinde bireysel başvuruda
bulunulmuştur.
B. İlgili Hukuk
16. 5/11/2008 tarihli ve 5809 sayılı
Elektronik Haberleşme Kanunu'nun “Telsiz
kurma ve kullanma izni, telsiz ruhsatnamesi ve kullanıma ilişkin esaslar”
başlıklı 37. maddesi şöyledir:
“(1) Radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin ilgili kanununda
belirtilen hükümler saklı kalmak kaydıyla, Kurum düzenlemelerinde belirtilen ve
işletilmesi için frekans tahsisine ihtiyaç gösteren telsiz cihaz veya sistemi
kullanıcıları, telsiz kurma ile kullanma izni ve telsiz ruhsatnamesi almak
zorundadır. Bu kapsamdaki kullanıcılar telsiz cihaz veya sistemlerini Kurum
düzenlemeleri ve telsiz ruhsatnamesinde belirtilen esaslara uygun olarak kurmak
ve kullanmak mecburiyetindedirler.
(2) Telsiz kurma ve kullanma izni ve telsiz
ruhsatnamesi verilmesi, izin ve telsiz ruhsatnamesinin süresi, yenilenmesi,
değişikliği ve iptali ile ilgili usul ve esaslar ile bu çerçevede öngörülen
telsiz cihaz veya sistemlerinin kurulması, kullanılması, nakli, işletme tipinin
değiştirilmesi, devri ve hizmet dışı bırakılmasında kullanıcıların tabi olacağı
hususlar Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Yetkilendirmeye tabi bulunmayan telsiz kurma ve kullanma izinleri en
fazla beş yıl için verilir. Süresi içerisinde yenilenmeyen telsiz kurma ve
kullanma izni ve telsiz ruhsatnamelerinde belirtilen cihaz ve sistemler için
tahsis edilen frekanslar iptal edilir. Kurum tarafından yetkilendirilmiş olmak
suretiyle telsiz hizmeti sunan işletmecilerin sistemlerine dahil
telsiz cihazı kullanıcıları, telsiz kullanma izni ve telsiz ruhsatnamesinden bu
Kanunun 46 ncı maddesinin ikinci fıkrası çerçevesinde
muaftırlar.
(3) Kurum düzenlemelerinde belirlenen ve işletilmesi için frekans
tahsisine ihtiyaç duyulmayan özel amaçlar için tahsis edilmiş frekans
bantlarında ve çıkış gücünde çalışan Kurumca onaylı telsiz cihaz ve sistemleri,
herhangi bir telsiz kurma ve kullanma iznine ve telsiz ruhsatnamesine ihtiyaç
göstermeksizin kullanılabilir.
(4) Ulusal ve uluslararası kuruluşların belirlediği standart değerleri
dikkate almak suretiyle telsiz cihaz ve sistemlerinin kullanımında uyulacak
elektromanyetik alan şiddeti limit değerlerinin belirlenmesi, kontrol ve
denetimleri münhasıran Kurum tarafından yapılır veya yaptırılır. Bu işlemler
ile ilgili usul ve esaslar, Sağlık Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığının
görüşleri de dikkate alınmak suretiyle Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelik
ile belirlenir. Yönetmelik ile belirlenen limit değerlere ve güvenlik mesafesine
uygun bulunan ilgili tesisler başkaca bir işleme gerek kalmaksızın Kurum
tarafından güvenlik sertifikası düzenlenmesini müteakip kurulur ve faaliyete
geçirilir.”
17. Yönetmelik’in “Amaç” başlıklı
1. maddesi şöyledir:
“(1) Bu Yönetmeliğin amacı;
a) Elektromanyetik alan oluşturan sabit elektronik haberleşme
cihazlarının kuruluş yeri, montajı, denetlenmesi ve Güvenlik Sertifikası
düzenlenmesine ilişkin hususları,
b) Uluslararası standartlar temelinde elektromanyetik alan şiddeti
limit değerlerini,
c) Ölçüm yöntemlerini ve ölçüm yapacak kuruluşları,
ç) Ölçüm sonuçlarına göre elektromanyetik alan şiddeti limit
değerlerine uygun olmayan sabit elektronik haberleşme cihazlarının limit
değerlere uygun hale getirilmesine ve bunlara uyulmaması halinde işleticiler ve
işletmecilere uygulanacak Kanunda belirtilen müeyyidelere ilişkin usul ve
esasları belirlemektir.”
18. Yönetmelik’in “Güvenlik
sertifikası” başlıklı 7. maddesi şöyledir:
“(1) İşletici ve İşletmeci bu Yönetmelik hükümlerine göre sabit
elektronik haberleşme cihazı için EK-1’de yer alan Güvenlik Sertifikasını
almakla yükümlüdür.
(2) Güvenlik Sertifikası alınmaksızın sabit elektronik haberleşme
cihazının kurulması halinde 23 üncü maddenin birinci ve üçüncü fıkrası
hükümleri uygulanır.”
19. Yönetmelik’in “Montaj
esasları” başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Bu Yönetmelik kapsamındaki sabit elektronik haberleşme
cihazlarının montajının yapılmasında, asgarî olarak 6 ncı
maddeye göre hesaplanan güvenlik mesafesi dikkate alınır. Yönlü antenlerde ana
huzmeye göre hesaplanan güvenlik mesafesi dikkate alınır.
(2) Güvenlik Sertifikası alınmadan, sabit elektronik haberleşme
cihazının kuruluş yeri ile ilgili olarak direk, kule, kulübe, konteynır, anten ve dalga kılavuzu gibi altyapı montajına
başlanamaz.
(3) Bina yüzeylerine kurulacak olan antenlerin, arka yüzlerine gelen
duvara, en az anten boyutlarında yansıtıcı levhalar monte edilecektir.
(4) Paratoner, yakalama ucu ve benzeri yıldırım koruma donanımları,
topraklama tesisatı ve sivil havacılık kurallarına göre gerekli ışıklandırmanın
bu konuda yayımlanan standartlara ve ilgili mevzuatlarındaki kurallara göre
tesis edilmesi gerekir.
(5) Cihazların montajını müteakip; bu Yönetmelikte belirtilen
özellikteki ölçüm cihazları ile test ve ölçümler yapılır ve kurulan cihazın
elektromanyetik alan şiddet değerinin 16 ncı maddede
belirtilen limit değerlerini aşmaması sağlanır.
(6) Bu maddede belirtilen montaj esaslarına uyulmadığının tespiti
halinde işletmecilere bu durumun tebliğine müteakip gerekli düzeltmeler
yapılana kadar sistemin faaliyeti durdurulur.
(7) Kamu Güvenliği, acil durum ve afet durumlarında kurulanlar hariç
olmak üzere; Güvenlik Sertifikası alan mobil istasyonlar, sistemin faaliyete
geçmesini müteakip aynı yerde en fazla 3 ay hizmet verebilir. İşletmeci
tarafından aynı yer için süre uzatımının talep edilmesi halinde 3 ay ilave süre
verilebilir.”
20. Yönetmelik’in “Limitlerin
aşılması hâlinde uygulanacak işlem” başlıklı 19.maddesi şöyledir:
“(1) Kurum veya Kurumca yetkilendirilmiş kuruluşlarca yapılan
ölçümlerde; sabit elektronik haberleşme cihazının elektromanyetik alan
şiddetinin, 16 ncı maddede yer alan;
(a) Tek bir cihaz için izin verilen limit değerin üzerinde olduğunun
tespit edilmesi halinde işletici ve işletmeye söz konusu limit değerleri
sağlaması için tebliğ tarihinden başlamak üzere 10 iş günü süre verilir. Bu
sürenin bitiminde yapılacak denetim ve ölçümlerde uygunsuzluğun devam ettiğinin
tespit edilmesi halinde ise 23 üncü maddenin birinci ve ikinci fıkrası
hükümleri uygulanır.
(b) Ortamın toplam limit değerini tek bir cihazın aşması halinde,
düzeltme için herhangi bir süre verilmeksizin limit aşımına neden olan sabit
elektronik haberleşme cihazı için 23 üncü maddenin birinci ve ikinci fıkrası
hükümleri uygulanır. Talep edilmesi halinde söz konusu sabit elektronik
haberleşme cihazı ile bağlantılı hizmetlerden faydalananların mağdur edilmemesi
için, işletici ve işletmecinin aynı mahalde 16 ncı
maddede belirtilen limit değerleri aşmayan yeni bir cihaz kurmasına izin
verilebilir.
(c) Tek bir cihaz için izin verilen limit değerlerine uygun olduğunun
tespit edilmesine rağmen ortamın limit değerinin aşılması halinde, Kurum
koordinasyonunda işletici ve işletmeciler tarafından aynı mahalde kurulu tüm
cihazlar için ortam normal değerlere gelinceye kadar gerekli teknik düzenleme
yapılır. Aksi takdirde en son kurulan cihazdan başlamak üzere, 23 üncü madde
birinci fıkrası hükümleri uygulanır.”
21. Yönetmelik’in “İdari
yaptırımlar” başlıklı 23.maddesi şöyledir:
“(1) 5 inci maddenin üçüncü fıkrası, 7 nci maddenin ikinci fıkrası, 8 inci maddenin ikinci ve
altıncı fıkraları, 9 uncu maddenin üçüncü fıkrası, 17 nci
maddenin yedinci fıkrası ve 19 uncu maddede belirtilen hükümlerin ihlali
halinde sabit elektronik haberleşme cihazının faaliyeti uygun şartlar
sağlanıncaya kadar Kurum tarafından veya Kurumca yapılan bildirim üzerine mülkî
amirler eliyle durdurulur.
(2) Bu Yönetmelikle belirlenen hükümlerin; gerekli uyarıların ve
kapatmaların yapılmasına rağmen aynı cihaz ve yer için ikinci kez ihlal
edilmesi halinde Kanunun 60 ıncı maddesinin beşinci
fıkrası gereğince ilgili cihaz için Kanun çerçevesinde belirlenen ekli telsiz
ücret tarifesinde belirtilen ruhsatname ücretinin elli katı oranında idarî para
cezası uygulanır. Aynı takvim yılı içinde aynı cihaz ve yer için sonraki her
ihlalde bir önceki ceza miktarının iki katı idari para cezası uygulanır.
(3) Güvenlik sertifikası alınmadan sabit elektronik haberleşme
cihazının montajına başlanılması veya izinsiz revizyon
yapılması halinde, Kanunun 60 ıncı maddesinin beşinci
fıkrası gereğince ilgili işletmeci ve işleticiye ruhsatname ücretinin elli katı
idari para cezası her bir cihaz için ayrı ayrı uygulanır.
(4) Gerçeğe uygun olmayan bilgi ve belgelerin gönderilmesi halinde söz
konusu işletmeci ve işletici hakkında, 5/9/2004
tarihli ve 25574 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından Uygulanacak İdarî Para
Cezaları ile Diğer Müeyyide ve Tedbirler Hakkında Yönetmelik hükümleri
uygulanır.
(5) Gerçeğe aykırı beyan yaptığı tespit edilen Ölçüm Yetki Belgeli
kuruluşlar hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulabilir.”
22. 1992 yılında Rio de Janeiro'da yapılan Birleşmiş Milletler
Çevre ve Kalkınma Konferansı sonucunda kabul edilen Çevre ve Kalkınma Üzerine
Rio Bildirisi’nin 10 numaralı prensibi şöyledir:
“Çevre sorunlarını ele almanın en iyi şekli ve uygun olan çözüm konuyla
ilgili her aşamada ilgili bütün vatandaşların kararlara katılımını sağlamaktır.
Ulusal düzeyde, her kişi, tehlikeli faaliyet ve maddeler ile ilgili bilgiler dahil olmak üzere, kamu makamlarının sahip olduğu çevre ile
ilgili tüm bilgilere ulaşabilmeli ve karar alma sürecine katılma olanağına
sahip olmalıdır. Devletler, bu bilgilere halkın ulaşmasını sağlamalı ve ayrıca
halkın alınacak kararlara katılımını ve duyarlılığını kolaylaştırmalı ve
özendirmelidir. Devletler ayrıca ilgililerin bu konuda yapabilecekleri idari ve
yargısal başvuru haklarının kolaylaştırılmasını sağlamalıdır.”
23. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin çevre ve insan
haklarına ilişkin 27/6/2003 tarihli ve 1614 sayılı
Tavsiye Kararı'nın ilgili kısmı şöyledir:
“Parlamenterler Meclisi, üye Devletlerin hükümetlerine şu hususları
tavsiye eder:
i) Hükümetler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2.,
3. ve 8. maddelerinde ve Sözleşme’nin eki Protokol’ün 1.maddesinde güvence
altına alındığı gibi, kişinin yaşam hakkı, sağlık hakkı, özel yaşamı ve aile
yaşamı ile vücut ve mal bütünlüğünü, özellikle çevrenin korunması gerekliliğini
de gözönüne alarak, etkili biçimde koruyucu tedbirler
almalıdır.
ii) Hükümetler, tercihen anayasal düzeyde ve fakat en azından yasal
düzenlemeler sonucunda çevre hakkının Devlet açısından mutlak olarak korunması
gereken nesnel bir insan hakkı olduğunu kabul etmelidirler.
iii) Hükümetler, Aarhus Anlaşmasında kabul edildiği üzere, çevre
alanında bireylerin bilgi edinme ve alınan kararlara katılım hakları ile
kişisel nitelikteki yargısal başvuru haklarını güvence altına almayı kabul
etmelidirler.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
24. Mahkemenin 21/4/2016 tarihinde
yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
25. Başvurucu; konutuna çok yakın mesafede kurulan baz istasyonu
nedeniyle kendisinde ve ailesinde son dönemlerde halsizlik, baş ağrısı ve
kaşıntı şikâyetlerinin arttığını, ziyaretlerine gelen misafirlerin dahi benzer
rahatsızlıkları yaşadığını, tüm bunların baz istasyonunun insan sağlığına
zararlı etkilerinden kaynaklandığını, sağlıklarının çok daha ciddi şekilde
bozulabileceği konusunda tedirgin olduklarını, korku ve panik içinde
bulunduklarından psikolojilerinin bozulduğunu, ayrıca baz istasyonuna yakın
olması nedeniyle konutunun değerinin düştüğünü, ileride telafisi imkânsız
zararların doğmaması ve vatandaşların sağlıklarının korunması konusunda
devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğunu, bu bağlamda daha da geç olmadan
baz istasyonunun kaldırılması için tedbirler alınması gerektiğini, bu amaçla
açtığı davanın ise reddedildiğini belirterek Anayasa'nın 17.,
20., 35. ve 56. maddesinde düzenlenen haklarının ihlal edildiğini ileri
sürmüşlerdir.
B. Değerlendirme
26. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu
tarafından Anayasa’nın 17., 20., 35. ve 56.
maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiği iddia edilmiş olmakla beraber
ihlal iddialarının mahiyeti gereği, başvurunun Anayasa’nın 17. maddesi
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
27. Başvurunun incelenmesi neticesinde açıkça dayanaktan yoksun
olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden
de bulunmadığı anlaşıldığından kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
28. Başvurucu; konutlarının hemen yanına yerleştirilen baz istasyonu nedeni ile kendisinin ve aile bireylerinin
sağlığının zarar gördüğünü, yaşam düzenlerinin bozulduğunu ve söz konusu
istasyonun kaldırılması talebiyle açılan davanın reddedildiğini belirterek
kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı ile özel hayata ve
aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
29. Bakanlığın görüş yazısında Anayasa’nın sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkına ilişkin hükümlerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
(Sözleşme) 8. maddesi ile bu maddeye ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince
(AİHM) oluşturulan içtihat ışığında yorumlanması gerektiği, başvurucu
tarafından ileri sürülen iddialar ile söz konusu çevresel rahatsızlık
arasındaki ilişkinin tespiti amacıyla keşif ve ölçümler yapıldığı, iddiaların
yerel makamlarca incelendiği, başvurucunun baz
istasyonundan kaynaklanacak şekilde zararlı etkilere maruz kaldığına ve zarar
gördüğüne ilişkin yeterli kapsayıcı bir delil bulunmadığı belirtilmiş ve
sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı bağlamında AİHM içtihadına yansıyan dava
örneklerine yer verilmiştir.
30. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı sunduğu beyan
dilekçesinde söz konusu baz istasyonunun kaçak bir yapı
olduğunu ve hakkında yıkım kararı bulunduğunu, yayılan elektromanyetik
dalgaların değerleri yasal limitler dâhilinde olsa da baz istasyonunun kaçak
bir şekilde faaliyette bulunması nedeniyle anayasal haklarını ihlal eden
durumun ortadan kalkmadığını belirterek başvuru dilekçesindeki görüş ve
taleplerini tekrar etmiştir.
31. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası
hükümlerine göre Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın
Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Sözleşme ve Türkiye’nin
taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle
Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali
iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün
değildir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).
32. Anayasa’nın “Kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına
sahiptir.”
33. Anayasa’nın “Özel hayatın
gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”
34. Anayasa’nın “Sağlık hizmetleri
ve çevrenin korunması” kenar başlıklı 56. maddesinin birinci ve
ikinci fıkraları şöyledir:
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak
ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”
35. Anayasa’nın “Çalışma ve
sözleşme hürriyeti” kenar başlıklı 48. maddesinin ikinci fıkrası
şöyledir:
“Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır.”
36. Sözleşme’nin “Özel ve
aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve
yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak
müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu
güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.”
37. Özel hayat alanına dâhil olan tüm hukuksal çıkarlar
Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınmakla birlikte söz konusu
hukuksal çıkarların Anayasa’nın farklı maddelerinin koruma alanına girdiği
görülmektedir. Bu bağlamda Anayasa’nın 17. maddesinin birinci
fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına
sahip olduğu belirtilmekte olup bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi
varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel
hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve ruhsal bütünlük
hakkı ile bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme
hakkına karşılık gelmektedir. Bunun dışında özel hayat kavramına dâhil
bir kısım hukuksal değerin Anayasa’nın 20. maddesinde düzenlendiği, özel
hayatın diğer alt kategorileri olarak ele alınan haberleşmenin gizliliği ve
konuta saygı hakkının ise Anayasa’nın 21. ve 22. maddelerinde güvence altına
alındığı görülmektedir. Bu kapsamda Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan
hakların temel olarak Anayasa’nın 17., 20., 21. ve 22.
maddelerinde düzenlendiği anlaşılmaktadır (Hüseyin
Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, B. No:
2013/6587, 24/3/2016, § 41).
38. Özel hayatın korunması kapsamında kişiliğin serbestçe
geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuksal çıkar bu hakkın kapsamına dâhildir. Bu
bağlamda kişinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne ilişkin hukuksal çıkarı da özel
hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınmaktadır. Fiziksel ve ruhsal
bütünlük hakkı kapsamında güvence altına alınan hukuksal çıkarlardan biri de
sağlıklı bir çevrede yaşama hakkıdır (AYM, E.2013/89, K.2014/116, 3/7/2014).
39. Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının Anayasal anlamda
normatif dayanağı 56. madde hükmünde yer verilen herkesin, sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu yönündeki düzenlemedir. Ancak söz
konusu hüküm, Anayasa’nın sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde yer
almaktadır. Anayasa’nın bireysel başvuru hakkının
düzenlendiği 148. maddesinin üçüncü fıkrasında “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından,
ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.” hükmüne
yer verilmek suretiyle Anayasa’da yer alan ikinci ve üçüncü kuşak hakların
ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuruda bulunulamayacağı ifade edilmekle
birlikte sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının; Anayasa’nın fiziksel ve ruhsal
bütünlüğün korunması ile ilgili hukuksal çıkarları ihtiva eden 17. maddesi,
özel ve aile hayatına saygıyı güvence altına alan 20. maddesi ve konut
dokunulmazlığını düzenleyen 21. maddesi ile bağlantılı olarak ve söz konusu
hükümlerde yer alan hukuksal çıkarlar üzerindeki etkisi dikkate alınarak
değerlendirilmesi gerekmektedir (Hüseyin
Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 43).
40. Özel hayat kavramı eksiksiz tanımı bulunmayan geniş bir
kavram olup bu hak kapsamında devlet için söz konusu olan yükümlülük, sadece
belirtilen hakka keyfî surette müdahaleden kaçınmakla sınırlı olmayıp öncelikli
olan bu negatif yükümlülüğe ek olarak özel hayata etkili bir biçimde saygının
sağlanması bağlamında pozitif yükümlülükleri de içermektedir. Söz konusu
pozitif yükümlülükler, bireyler arası ilişkiler alanında olsa da özel hayata
saygıyı sağlamaya yönelik tedbirlerin alınmasını zorunlu kılar (Sevim Akat Eşki,
B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 26). Çevresel
rahatsızlıklarla ilgili ihlal iddiaları kapsamında da ağırlıklı olarak devletin
pozitif yükümlülüklerinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
41. Çevre hakkı bağlamında özel hayata, aile hayatına ve konuta
saygı hakkı, sadece kamusal müdahalelere karşı korunmamakta; pozitif yükümlülükler
doktrini uyarınca bu koruma özel kişilerden kaynaklanan müdahaleler kapsamında
da gündeme gelmektedir (Hüseyin Tunç Karlık
ve Zahide Şadan Karluk, § 45).
42. Anayasa’da pozitif yükümlülüklere ve temel hakların yatay
ilişkilere uygulanmasına gönderme yapan çok sayıda düzenleme bulunmaktadır. Bu
kapsamda Anayasa’nın 176. maddesine göre metne dâhil sayılan başlangıç
bölümünün 7. paragrafında “Topluca Türk
vatandaşlarının (….) birbirinin hak ve hürriyetlerine
kesin saygı (...)” göstermesi hususundan bahsedilmekte Anayasa’nın
devletin temel amaç ve görevlerini belirleyen5. maddesinde
ise“(…), kişilerin ve toplumun refah, huzur
ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” ifadelerine
yer verilmektedir. Bunun yanı sıra Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğüne
ilişkin 11. madde gereğince Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı
organları ile idare makamlarının yanı sıra diğer kuruluş ve kişileri de
bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Anayasa’da tanımlanan hak ve özgürlükler tüm
bireyler bakımından güvence altındadır. Temel hak ve hürriyetlerin niteliği
başlıklı 12. madde gereğince “(...) temel
hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da ihtiva eder”. Anayasa’nın “hakkın kötüye kullanılmasına” ilişkin 14.
maddesinin ikinci fıkrası ise Anayasa hükümlerinden hiçbirinin devlete veya
kişilere, Anayasa'yla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya
Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir
faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamayacağını ifade ederek
hem bireylere hem de devlete hitap etmekte, temel hakların etkin kullanımı
noktasında kamusal makamlara düşen pozitif yükümlülükler ile temel hakların
yatay ilişkilere uygulanmasının normatif dayanaklarından birini oluşturmaktadır
(Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 46).
43. Belirtilen genel nitelikteki düzenlemelerin yanı sıra ve
özellikle çevresel meseleler bağlamında Anayasa’nın çevreyi geliştirme, çevre
sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ödevleri arasında
olduğunu belirten 56. maddesinin ikinci fıkrasının da kamusal makamların
çevresel meseleler bağlamındaki pozitif yükümlülüklerinin tespiti ve
değerlendirilmesi hususunda gözönünde bulundurulması
gerektiği açıktır. Anayasa’nın 56. maddesinin gerekçesinde de
genel olarak çevresel kirlenmeye yer verildiği, vatandaşın korunmuş çevre
şartlarında beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın
devletin görevi olduğunun çevreyi koruyucu mevzuat kadar devlet denetiminin ve
çevreyi koruyucu fiilî tedbir ve faaliyetlerin de gerekli olduğunun
belirtildiği, bu kapsamda devletin hem kirlenmenin önlenmesi hem de tabii
çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması
gerektiğinin vurgulandığı ve bu suretle çevresel meselelerde devletin pozitif
yükümlülüklerine işaret edildiği görülmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk,
§ 47).
44. Çevresel kirliliğe dayalı
şikâyetlerin genellikle özel teşebbüslerin faaliyetleri çerçevesinde gündeme
geldiği dikkate alındığında Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrasında yer
verilen “Devlet, özel teşebbüslerin millî
ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve
kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.”
şeklindeki düzenlemenin de kamusal makamların çevresel meseleler bağlamındaki
pozitif yükümlülüklerinin normatif dayanaklarından birini teşkil ettiği
anlaşılmaktadır. Söz konusu hüküm aynı zamanda ilgili faaliyete ilişkin
kamusal menfaat ile bireyin maddi ve manevi varlığının korunması ve
geliştirilmesine ilişkin menfaat arasında gözetilmesi gereken dengeye de vurgu
yapmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 48).
45. Gerek yaşam hakkıyla gerekse sağlık hakkıyla olan yakın
ilişkisinin bugünkü nesil kadar daha çok gelecek nesilleri ilgilendirmesi çevre
hakkını günümüzde çok daha önemli hâle getirmektedir. Çevrenin
kirlendikten ve bozulduktan sonra eski hâline getirilmesinin çok güç ve
külfetli olması hatta kimi zaman mümkün olmaması nedeniyle kalkınma ve ekonomik
gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin doğayı tahrip etmeden ve
çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesi, kirlenen çevrenin temizlenmesi veya
bozulan çevrenin onarılması yerine kirliliği ve bozulmayı önleyici tedbirlere
ağırlık verilmesi gerekmektedir. (AYM, E.2013/89, K.2014/116, 3/7/2014; E.2006/99, K.2009/9, 15/1/2009). Sağlıklı ve
dengeli bir çevrede yaşama hakkı; getirilecek kuralın ekonomik, bürokratik ve
fiilî yükümlülüklere yol açacağı ve üretim faaliyetlerinin etkileneceği
gerekçeleriyle vazgeçilecek haklardan değildir (AYM, E.2011/110, K.2012/79, 24/5/2012).
46. Çevre kavramının üzerinde uzlaşılmış bir tanımı bulunmamakla
birlikte genel olarak hava, su, toprak, flora ve fauna
gibi doğal kaynakları ve bunların karşılıklı etkileşimini kapsadığı ifade
edilmekte; 9/8/1983 sayılı ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda ise çevre kavramının
canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak
etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel
ortamı ifade edecek şekilde ele alındığı anlaşılmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 50).
47. Söz konusu tanımlar kapsamında çevrenin kendi başına bir
değer olarak korunduğu izlenimi ortaya çıkmakla birlikte çevre merkezli
yaklaşım olarak da adlandırılabilecek olan ve çevrenin kendi başına bir değer
olarak korunması gerekliliğine işaret eden ekolojik
yaklaşımın yerini insan hakları ile çevrenin korunması arasında açık bir bağ
olduğu düşüncesine bıraktığı görülmektedir. Bu kapsamda çevreye insan merkezli
bir anlayışla yaklaşıldığı ve çevre ile nitelikli yaşam ve sağlık arasında bir
bağ kurulduğu, çevresel insan hakları bağlamında değerlendirilebilecek olan
birçok uluslararası metnin de çevrenin korunması ile insan sağlığı ve esenliği
arasında bir bağ kurulması ile oluştuğu anlaşılmaktadır (bkz. § 22). Avrupa
Konseyi düzleminde Parlamenterler Meclisinin sağlıklı bir çevrede yaşama
hakkına ilişkin bir ek protokol hazırlanmasına yönelik tavsiye kararları da
çevresel insan hakları konusundaki dikkate değer metinler arasında yer
almaktadır (bkz. § 23).
48. Sözleşme’de de sağlıklı bir
çevrede yaşama hakkı şeklinde belirli bir hak normatif olarak öngörülmemiştir (Bor/Macaristan, B. No: 50474/08, 18/6/2013, § 24). Bununla birlikte çervesel
meseleler, Sözleşme’nin 2., 3., 6. ve 8. maddeleri ile
Sözleşme’ye Ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi
çerçevesinde AİHM tarafından değerlendirilmektedir (Brincat ve diğerleri/Malta, B. No: 60908/11, 24/7/2014, §§
103-117).
49. Çevresel meselelerin çevresel kirlilik bağlamında AİHM önüne
sıklıkla taşındığı ve Mahkemece, söz konusu çevresel rahatsızlığın devletin
veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda oluşması arasında bir ayırım
gözetilmeksizin Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınan
hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle incelendiği anlaşılmaktadır (Bor/Macaristan, § 25). Belirtilen
değerlendirmeler kapsamında Mahkemenin, iddiaya konu çevresel kirliliğin, özel
hayatın veya aile hayatının nitelik ve kalitesini veya konutundan yararlanma
şeklindeki hukuksal çıkarı olumsuz etkilediğini tespit ederek özel hayat
kavramının alt kategorileri olan özel hayat, aile hayatı ve konuta saygı hakkı
ile sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı arasında bir bağ kurduğu görülmektedir (Powell ve Rayner/Birleşik Krallık,
B. No: 9310/81, 21/2/1990; Hatton ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 36022/97, 2/7/2003; Lopez Ostra/İspanya,
B. No: 16798/90, 9/12/1994).
50. Özel hayata saygı hakkı alt kategorisinde geçen “özel hayat” kavramı AİHM tarafından
oldukça geniş yorumlanmakta ve bu kavrama ilişkin tüketici bir tanım yapmaktan
özellikle kaçınılmaktadır. Bununla birlikte Sözleşme’nin denetim organlarının
içtihatlarında “bireyin kişiliğini
geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramının, özel hayata saygı
hakkının kapsamının belirlenmesinde temel alındığı anlaşılmaktadır (Koch/Almanya, B. No: 497/09, 19/7/2012, § 51).
51. Bunun yanı sıra konuta saygı hakkı, sadece fiziksel alanın
korunması olarak değerlendirilmemekte; aynı zamanda konutu kullanma veya
konuttan yararlanma hakkını da içerdiği ifade edilen bu hakka yönelen gürültü,
koku, emisyonlar gibi somut veya fiziksel olmayan ve
söz konusu kullanım biçimini etkileyen müdahaleler de konuta saygı hakkı
bağlamında değerlendirilmektedir. AİHM içtihadında ayrıca çevresel meselelerin,
özel hayat kavramının alt kategorilerinden olan aile hayatına saygı hakkı ile
ilişkilendirildiği dava örneklerine de sıklıkla rastlamak mümkündür (Powell ve Rayner/Birleşik
Krallık, § 40; Hatton ve diğerleri/Birleşik Krallık, § 118).
52. AİHM; ciddi boyuttaki çevresel kirliliğin, bireylerin
esenliğini etkileyebileceğini ve yaşamları bakımından ağır bir tehlikeye maruz
bırakmaksızın da özel ve aile yaşamlarını etkileyecek şekilde konutlarından
yararlanmalarını engelleyebileceğini belirtmektedir (Lopez Ostra/İspanya, § 51; Taşkın ve diğerleri/Türkiye, B. No:
46117/99, 10/11/2004, § 113).
53. Bununla birlikte çevresel meselelerin Sözleşme’nin 8.
maddesi kapsamında değerlendirilebilmesi için belirli koşulların mevcudiyeti
aranmaktadır. Bu bağlamda söz konusu çevresel rahatsızlığın; başvurucunun maddi
ve manevi bütünlüğüne, özel hayatına, aile hayatına ya da konuta saygı hakkı
üzerinde doğrudan bir etkide bulunması ve belirtilen değerler üzerindeki
etkisinin asgari bir şiddet derecesine ulaşması gerekmektedir. Bu kapsamda
çevresel rahatsızlığın ciddi bir boyuta ulaşmış olması şartı aranmaktadır.
Belirtilen bağlamda aranan asgari ağırlık eşiğinin söz konusu hukuksal
değerlerin ihlal edilip edilmediğinin değil, bizatihi söz konusu alana ilişkin
incelenebilir bir sorun doğurup doğurmadığının tespiti amacıyla
değerlendirildiği görülmektedir. Söz konusu şiddet derecesinin
değerlendirilmesi göreli olup her somut olayda, çevresel etkinin yoğunluğu,
süresi, beden ve ruh bütünlüğüne etkileri ile çevrenin genel bağlamı gibi
kriterler çerçevesinde ayrıca değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır (Fadeyeva/Rusya, B. No: 55723/00, 9/6/2005, § 69). Yapılan değerlendirmelerde, başvurucunun
iddiaya konu çevresel kirlilik kaynağına yakınlığı şüphesiz en önemli unsurdur.
Bu kapsamda her modern kent yaşamına mündemiç çevresel tehlikeler ile
kıyaslandığında önemsiz kalan çevresel olumsuzluklar, 8. madde çerçevesindeki
güvenceleri harekete geçirmek için yeterli görülmemektedir (Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, B. No: 43449/02, 25/11/2010, § 88).
54. Sözleşme’de temiz ve sessiz bir
çevrede yaşama hakkı şeklinde bir hak güvence altına alınmadığı için özel hayat
çerçevesinde korunan hukuksal çıkarlar üzerinde doğrudan ve ciddi bir etkisi
bulunmayan manzara hakkı veya güzel bir çevrede yaşama hakkı gibi çevresel
hakların Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında değerlendirilmesi söz konusu
değildir (Krytatos/Yunanistan, B. No: 41666/98, 22/5/2003, §§ 52, 53; Ali
Rıza Aydın/Türkiye, B. No: 40806/07, 15/5/2012, §§ 27-29 ). Zira 8.
maddenin aktif hâle gelmesini sağlayan etken, çevrenin genel olarak bozulması
değil; bireylerin özel veya aile hayatı ile konutları için zararlı bir etkinin
söz konusu olmasıdır.
55. AİHM içtihadında sıklıkla devletin,
bireylerin 8. maddenin (1) numaralı fıkrasında yer alan haklarını güvence
altına almak hususunda gerekli ve uygun önlemler alma şeklindeki pozitif
yükümlülüğünün söz konusu olduğu davalar ile 8. maddenin (2) numaralı fıkrası
bağlamında haklılığının ortaya konulması gereken bir kamusal müdahale ile ilgili
davalarda uygulanacak prensiplerin hemen hemen aynı olduğunun vurgulandığı
görülmektedir. Her iki bağlamda da dikkate alınması gereken hususun,
bireyin ve kamunun yarışan menfaatleri arasında adil bir dengenin tesisi olduğu
ve her iki durumda da Sözleşme’ye uyumun
sağlanabilmesi için alınması gereken tedbirlerin belirlenmesinde devletin geniş
bir takdir yetkisini haiz olduğu ifade edilmektedir (Bor/Macaristan, § 24).
56. Özellikle Anayasa’da yer alan ve
pozitif yükümlülükler ile temel hakların yatay ilişkilere uygulanabilirliğinin
normatif dayanaklarını oluşturan düzenlemeler gözönünde
bulundurulduğunda tüm ilgililerin erişimlerine sunulan veriler kapsamında söz
konusu çevresel mesele ile ilgili karar alma sürecine katılımı ile belirtilen
süreçte hukuksal çıkarlarının yeterince gözetilmediğini düşünmeleri durumunda
ilgili idari ve yargısal yollara başvuru imkânı tanınması da kamusal makamların
çevresel meseleler bağlamındaki yükümlülüklerinin kapsamına dâhildir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 60).
57. Çevresel meseleler bağlamında kamusal makamların haiz olduğu
geniş takdir yetkisi nedeniyle birçok uluslararası sözleşmede de çevre hakkı
bağlamında ayrı ve açık usule ilişkin yükümlülüklere yer verildiği
görülmektedir. Özellikle kalkınma ve çevrenin korunması
arasındaki ilişkinin vurgulanması açısından dikkat çeken Rio Bildirisi’nin 10
numaralı ilkesinde, çevresel meselelerin ancak bütün ilgililerin uygun
düzeydeki katılımları ile en iyi şekilde ele alınabileceği ifade edilmiş ve bu
hususun temini noktasında kamu makamlarının elinde bulunan çevreye ilişkin
bilgilere uygun şekilde erişme, karar alma süreçlerine katılma ve yargısal ve
idari işlemlere etkili şekilde erişim sağlanması hakkına yer verilmiştir (bkz.
§ 22). Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu
tarafından 25/6/1998 tarihinde kabul edilen ve çevresel usule ilişkin hakların
tanındığı ikinci ulusalüstü belge olan Aarhus
Sözleşmesi’nin 4. ve 5. maddelerinde kamu makamlarının elinde bulunan çevresel
bilgilere erişim hakkı, 6., 7. ve 8. maddelerinde
çevresel karar alma süreçlerine katılım hakkı, 9. maddesinde ise çevresel
meselelerde yargısal yollara başvuru hakkı açıkça tanınmıştır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 61).
58. AİHM’in de
çevresel meselelere ilişkin başvuruları iki ayrı açıdan incelediği, söz konusu
müdahalelerin esas bakımından 8. maddeye uygunluğunun yanı sıra karar alma
sürecinin de ayrıca değerlendirildiği, çevresel meselelerin usule ilişkin
boyutu bağlamında çevresel bilgi edinme hakkı, çevresel karar alma süreçlerine
katılım hakkı ve çevresel konularda yargısal yollara başvurma hakkı şeklindeki
usule ilişkin güvencelere vurgu yapıldığı anlaşılmaktadır (Taşkın ve diğerleri/Türkiye, § 115 vd.).
59. Çevresel meseleler bağlamında değerlendirilmesi gereken
temel husus, yukarıda bahsedilen temel prensipler ışığında kamusal makamların,
başvurucunun kamu yararı için söz konusu yüke katlanmasının haklılığını ortaya
koyabilecek argümanlara sahip olup olmadığıdır.
Devletin bu alandaki yükümlülüğünün genel olarak pozitif içerikte olması ve söz
konusu alana ilişkin takdir yetkisinin genişliği karşısında değerlendirme
sürecine usule ilişkin yükümlülüklerin de eklenmiş olması, sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkı açısından daha güvenceli bir zemin oluşmasını sağlamıştır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 63).
60. Söz konusu usule ilişkin haklar kapsamında çevresel riskler
konusunda ilgili idarelerin kamuyu bilgilendirme pozitif yükümlülüğü
bulunmaktadır. Özellikle çevresel bilgi edinme hakkı bağlamında yalnızca
kamusal makamların uhdesinde bulunan bilgilerin değil, ilgili faaliyeti yürüten
özel kişilerin elinde bulunan bilgilerin de erişime açılması gerektiği
vurgulanmalıdır. Çevresel kirliliğin daha çok özel kişiler eliyle yürütülen
faaliyetler bağlamında gündeme gelmesi bu hususu zorunlu kılmaktadır. Zira
kamusal makamların çevresel kirlilik meselelerindeki sorumluluğu, genellikle
temel hakların yatay uygulamasından kaynaklanmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 64).
61. Erişmeleri sağlanan bilgiler doğrultusunda çevresel karar
alma süreçlerine katılımlarının temin edilmesi gereken bireylerin, söz konusu
süreçte hukuksal çıkarlarının yeterince gözetilmediğini düşünmeleri durumunda
yargısal yollara başvuru imkânının tanınması da önemli bir usule ilişkin
yükümlülüktür (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide
Şadan Karluk, § 65).
62. Yukarıda yer verilen tespitler çerçevesinde somut başvuru
açısından değerlendirilmesi gereken ilk husus; başvuruya konu çevresel etkinin,
Anayasa’nın 17. maddesi kapsamındaki güvenceleri harekete geçirecek asgari
ağırlıkta olup olmadığıdır. Söz konusu ağırlık, olayın tüm koşulları dikkate
alınarak değerlendirilmeli ve değerlendirmede bahsedilen etkinin yoğunluğu,
süresi, fiziksel ve ruhsal etkisi de dikkate alınarak normal bir kent yaşamına
mündemiç ve katlanılması mümkün ve muhtemel görülen etki ve rahatsızlıklara
nispetle nasıl bir ağırlık arz ettiği gözönünde
bulundurulmalıdır.
63. AİHM içtihadında da inceleme konusu
çevresel etkinin 8. maddede yer alan güvenceleri etkin hâle getirebilmesi için
aranan ağırlık eşiğinin tespitinde genel olarak başvurucudan söz konusu etki
derecesini ortaya koyan somut veriler sunmasının beklenildiği, bu kapsamda söz
konusu etki derecesini ortaya koyan kamusal ölçümler veya uzman raporları gibi
veriler ile ilgili alanın örneğin gürültüye doygun/açık bölge olarak tespit
edildiğini gösteren kamusal kararların yapılan değerlendirmelerde dikkate
alındığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Mahkemenin, başvuru evrakı ile ilgili
idari ve yargısal prosedüre ilişkin evrak kapsamında tespit ettiği veriler ve
hayatın olağan akışına göre söz konusu çevresel rahatsızlığın asgari ağırlık
eşiğini geçtiğinin kabul edilmesi gerektiği yönünde tespitlerde bulunduğu
başvuru örneklerinin de mevcut olduğu görülmektedir (Moreno Gomez/İspanya, B. No: 4143/02, 16/11/2004, §§ 59, 60; Ruano Morcuende/İspanya, B. No:
75287/01, 6/9/2005; Fagerskiöld/İsviçre, B. No: 37664/04, 26/2/2008; Oluic/Hırvatistan,
B. No: 61260/08, 20/5/2010, §§ 52-62; Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, §§ 93–95).
64. Bu kapsamda ilgili tesis, işletme veya sair faaliyet sonucu
ortaya çıkan çevresel etkiler ile başvurucunun özel ve aile hayatı veya
konutunu kullanım hakkı arasında yeterince sıkı bir bağın varlığı yeterlidir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 68).
65. Yargılama dosyasına sunulan bilirkişi raporunda, iddiaya
konu baz istasyonu antenlerinin başvurucunun ikamet
ettiği konuta yirmi dokuz metre mesafede bulunduğu ve baz istasyonundaki
antenlerin ışıma yönlerinin konutu etki altında bıraktığı belirtilmekte olup
söz konusu ölçümlere dayalı somut veriler kapsamında iddiaya konu istasyonun,
başvurucunun konutuna olan mesafesi ve belirtilen cihazların oluşturduğu
elektromanyetik kirlenmenin başvurucunun maddi ve manevi varlığı üzerindeki
etkisi dikkate alındığında insan sağlığına ciddi şekilde olumsuz etkileri
olduğu düşüncesiyle korku ve paniğe neden olduğu belirtilen ilgili çevresel
rahatsızlığın başvurucunun, Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan haklardan
gerektiği şekilde istifade etmesini engellediği sonucuna varıldığından
başvuruya konu çevresel rahatsızlığın Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında
inceleme yapılmasını gerektirecek ağırlıkta olduğu anlaşılmaktadır.
66. Çevresel meseleler bağlamında gündeme gelen müdahalelerin
özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını doğrudan ve ciddi şekilde
etkilediğinin tespiti sonrasında üzerinde durulması gereken husus, kamu
makamlarının bu hakların etkili şekilde korunmasını güvence altına almak için
gerekli adımları atıp atmadığıdır. Bu bağlamda söz konusu çevresel etki
kapsamında karşı karşıya gelen menfaatler arasında adil bir dengenin tesis
edilip edilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk,
§ 70).
67. Çevresel karar alma süreçlerinin karmaşık yapısı nedeniyle
kamusal makamların geniş bir takdir yetkisi olduğu açıktır. Bu bağlamda söz
konusu alanda bir baz istasyonu inşası ve işletilmesi
hususunda kamusal makamlarca verilen kararın yerindeliğinin denetlenmesi
Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte
süreçte, bireyin temel hakları ile söz konusu kamusal menfaat arasında gerekli
dengenin tesisine hizmet edecek güvencelerin yer alıp almadığının tespiti
önemli olup belirtilen yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin
tespitinde çevresel meseleler bağlamında söz konusu olan usul güvencelerinin
gözetilip gözetilmediği de önemlidir (Hüseyin
Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 71).
68. Başvurucu tarafından ilgili çevresel sürece ilişkin
bilgilere erişiminin engellendiği ve karar alma sürecine katılımının
sağlanmadığı yönünde bir iddia ileri sürülmemiştir. Bahse konu baz istasyonunun kendileri ve ailelerinin sağlık ve yaşam
kaliteleri üzerindeki zararlı etkilerinin mahkeme tarafından gerektiği şekilde
değerlendirilmediği iddia edilmektedir.
69. Özel hayata, aile hayatına ve konuta saygı hakkını etkileyen
çevresel bir meselede söz konusu usul güvencelerinin en önemli bileşenlerinden
biri; başvurucunun, kamusal makamların eylem veya ihmallerini bağımsız yargısal
bir makam önüne taşıma ve gerektiği şekilde inceletebilme imkânıdır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan
Karluk, § 73).
70. Bu alanda kamusal makamların sahip olduğu geniş takdir
yetkisi dikkate alındığında çevresel meseleler bağlamında Anayasa Mahkemesinin
görevi, söz konusu çevresel rahatsızlığın nasıl sonlandırılacağı veya
etkilerinin nasıl azaltılacağının bizzat belirlenmesi değildir. Bununla
birlikte Mahkeme, yargısal makamlar başta olmak üzere kamusal makamların konuya
gereken özenle yaklaşıp yaklaşmadıkları ve ilgili tüm menfaatleri gözetip
gözetmediklerini değerlendirmek durumundadır (Hüseyin
Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 74; Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, § 96).
71. Karmaşık çevresel sorunların ele alınıp çözümlenmesi
aşamasında karar süreci, çevreye ve kişi haklarına zarar verebilecek
faaliyetlerin etkilerini önceden değerlendirecek ve önleyecek şekilde tesis
edilmelidir. Böylece bireysel ve kamusal menfaatler arasında adil bir denge
tesis edilerek karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak tanıyacak gerekli
etüt ve değerlendirmelerin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Bu
bağlamda söz konusu sürece ilişkin bilgilere erişim ve karar alma sürecine
aktif katılımın yanı sıra karardan etkilenebilecek olan bireylerin, karar alma
sürecinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile
getirebilmek için konuyla ilgili her türlü tasarrufa karşı yargısal başvuru
hakkına sahip olmaları ve iddialarının yargısal makamlarca özenli bir şekilde
değerlendirilmesi son derece önemlidir (Hüseyin
Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 75).
72. Çevresel meseleler bağlamında elektromanyetik kirlilik ve
bunun sağlık üzerindeki etkilerine ilişkin iddiaların AİHM içtihadına da
yansıdığı, kararlarda sağlık üzerindeki olası etkileri bilimsel araştırmalarla
kesinlik kazanmayan radyoaktif kirlilik bağlamında çevresel meselelerde
devletin geniş bir takdir hakkı olduğu vurgulanarak özellikle bilimsel
verilerle kesinlik kazandırılmamış olan söz konusu değerlendirmeler bağlamında
Mahkemenin kendi takdirini kamusal makamların değerlendirmeleri yerine ikame
etmenin mümkün olmadığının kabul edildiği görülmektedir (Gaida/Almanya, B. No: 32015/02, 3/7/2007; Luginbühl/İsviçre,
B. No: 42756/02, 17/1/2006).
73. Çevresel rahatsızlıklarla ilgili
başvurular açısından söz konusu kirlilik ister kamusal makamların eylemlerinden
ister özel hukuk kişilerinin iş ve eylemlerinden kaynaklansın yapılacak
değerlendirmelerde geçerli olan prensipler benzer olup kamusal makamların,
bireyin menfaatleri ile söz konusu faaliyetin yürütülmesine ilişkin kamusal ve
genellikle ekonomik yarar arasında adil bir denge tesis edip etmediğinin
belirlenmesi gerekmektedir (Hüseyin Tunç
Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 77).
74. Başvuruya konu yargılama dosyasına sunulan bilirkişi
raporlarında elektromanyetik alan şiddeti konusunda her ülkenin kendi
standartlarına göre limit değerler belirlendiği, elektromanyetik alan oluşturan
sabit telekomünikasyon cihazlarının kuruluş yeri, montajı ve denetlenmesine ait
hususların, elektromanyetik alanda istem dışı ve sürekli maruz kalma durumunda
çevre ve insan sağlığı üzerinde oluşabilecek olumsuz etkileri gidermek amacıyla
Yönetmelik çerçevesinde düzenlendiği, ilgili firmanın söz konusu baz istasyonu için güvenlik sertifikası aldığı, yapılan
inceleme ve ölçümler sonucunda baz istasyonunun yaydığı elektromanyetik
dalgaların seviyeleri açısından yürürlükteki yasal düzenlemelerin öngördüğü
sınırların çok daha altında kaldığı şeklinde yer verilen tespitler dikkate
alındığında ölçüm sonuçlarının tamamının limit değerlerin altında olduğu, söz
konusu istasyonun yasal çerçeveye uygun olarak tesis edildiği ve işletildiği
anlaşılmaktadır.
75. Söz konusu istasyonun kurulumu ve işletilmesi için verilen
iznin özellikle haberleşme alanında mobil telefon teknolojisinin kullanılması
açısından kamu yararına hizmet ettiği açıktır.
76. Kamusal makamların başvurucunun potansiyel olarak zararlı
olan radyoaktif etkilerden korunmasına ilişkin menfaati ile yukarıda belirtilen
kamusal menfaatler arasında adil bir denge gözetip gözetmediği noktasında
özellikle dosyaya sunulan bilimsel raporlarda yer alan verilerin gözönünde bulundurulması zaruridir.
77. Başvurucu tarafından, söz konusu elektromanyetik kirliliğin
kendisi ve ailesinde görülen rahatsızlıklar ile doğrudan ilgisi olduğu iddia
edilmekle birlikte bu hususta kesin veriler içeren bir delil sunulmadığı
anlaşılmaktadır. Yargılama sırasında yapılan keşif sonucu tanzim edilen
bilirkişi raporunda, baz istasyonlarından yayılan
elektromanyetik dalgaların süreklilik arz ettiği ve yakın mesafelerde yaşayan
insanları sürekli olarak etkisi altında bıraktığı ancak bilinenin aksine baz
istasyonlarının çevrelerine radyasyon değil iyonlaştırıcı olmayan
elektromanyetik dalga yaydıkları, baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik
dalgaların insan sağlığına etkileri konusunda dünya genelinde çok sayıda
çalışma yapılmakla birlikte kesin bir sonuca henüz ulaşılmadığı, dünyada birçok
ülke tarafından elektromanyetik dalgaların limit değerlerine ilişkin yasal
düzenleme yapılırken ICNIRP tarafından belirlenen limit değerlerin dikkate
alındığı, dava konusu baz istasyonları için ICNIRP’ın
belirlediği limit değerin 41 V/m olduğu, Yönetmelik ile belirlenen bu limit
değerin ülkemizde 10,25 V/m olarak belirlendiği, dolayısıyla mevzuatın çok daha
fazla korumacı bir yaklaşım sağladığı, bu değerler aşılmadığı sürece başta baz
istasyonları olmak üzere elektromanyetik alan oluşturan cihazların
kullanılmasında ve ortamda elektrik alan oluşturulmasında bir sakınca
bulunmadığı, dava konusu olan baz istasyonu için yapılan elektrik alan ölçüm
değerinin en fazla 0,8 V/m olarak ölçüldüğü, bu değerin ICNIRP’ın
elektrik alan için izin verdiği değerin yüzde ikisine karşılık geldiği, baz
istasyonunun güvenlik mesafesi olan 10,68 metre içinde bir yaşam alanının
bulunmadığı, söz konusu baz istasyonu hakkında ilgili denetleme birimince
güvenlik sertifikası düzenlendiği ve istasyonun Yönetmelik kriterlerine uygun
olarak çalıştığı, ölçülen elektrik alan şiddet değerlerinin de belirlenen sınır
değerlere göre düşük seviyede olması nedeniyle dava konusu baz istasyonunun
bulunduğu yerde hizmet vermesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı yönünde
tespitlere yer verildiği görülmektedir.
78. Söz konusu tespitler, baz
istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların zararlı etkileri noktasında
bilimsel bir tartışmanın sürdüğünü ortaya koymakla birlikte yasal limitler
dâhilinde olan salınımların zararlı etkilerine ilişkin kesin bir bilimsel
verinin de mevcut olmadığına işaret etmektedir.
79. Özellikle çevresel sorunlara ilişkin karar alma süreçlerinin
bireysel ve kamusal menfaatler arasında adil bir denge tesisine imkân verecek
şekilde gerekli etüt ve ayrıntılı değerlendirmeleri içermesi zorunludur.
Bununla birlikte bu kabul, ilgili kararların yalnızca söz konusu meselenin her
yönü ile ilgili kesin ve ölçülebilir verilerin ortaya konulabildiği durumlarda
alınabileceği şeklinde yorumlanamaz. Bu açıdan kamusal makamların, ilgili
alandaki araştırmaları desteklemek ve elde edilen veriler ışığında mevzuat ve
uygulamada gerekli revizyonları yapma yükümlülüğü bulunmaktadır (Gaida/Almanya, B. No: 32015/02, 3/7/2007).
80. Başvurucunun söz konusu baz
istasyonunun zararlı etkilerine dair iddialarını yargısal makamlar önüne taşıma
imkânı bulduğu, çelişmeli bir yargılama prosedüründe iddia ve delillerini sunma,
inceletme ve ilgili kamusal makam ve özel hukuk kişisinin iddia ve
savunmalarına yanıt verme imkânını elde ettiği, iddiaların reddine dair maddi
ve hukuki değerlendirmelerin karar düzeltme aşaması da dâhil iki dereceli bir
yargılama prosedürü neticesinde ortaya konduğu anlaşılmaktadır.
81. Derece Mahkemelerince başvurucunun iddialarının yapılan
keşif ve alınan bilirkişi raporları kapsamında ayrıntılı olarak
değerlendirildiği ve başvurucunun iddialarının yerinde görülmeme nedenlerinin
kapsamlı bir gerekçe ile karşılandığı anlaşılmaktadır. İlgili yargısal
makamlarca elektromanyetik kirliliğin insan sağlığı üzerindeki olası zararlı
etkilerinin bilimsel bir kesinliğe ulaşmayan karmaşık bir konu olduğu, baz istasyonundan yayılan elektromanyetik dalgalara yakın
mesafede ve sürekli olarak maruz kalan kişilerin zarar görebilecekleri
konusunda endişe duyduklarının ve psikolojik olarak etkilendiklerinin kabul
edilmesi gerektiği ancak günümüzde iletişimin toplum için olmazsa olmaz
derecesinde zorunlu ihtiyaçlardan olduğu, haberleşmenin sürekli olarak
geliştiği ve insanların yararına sunulduğu, bu tür iletişim imkânlarından
faydalanmanın beraberinde birtakım riskleri de getirdiği, elektromanyetik
kirliliğin insan sağlığı üzerindeki olası zararlı etkilerinin bilimsel bir
kesinliğe henüz ulaşmadığı, bu konuda belirsiz bir durumun bulunduğu, dava
konusu baz istasyonunun yasa ve yönetmelikte belirlenen limit değerlere uygun
olduğu ve Yargıtayın konu ile ilgili son içtihatları
dikkate alındığında, hak ve nasfet ölçüsüne göre davanın reddinin gerektiği
sonucuna ulaşıldığı anlaşılmaktadır.
82. Yukarıda yer verilen tespitler ve
yapılan ölçümler neticesinde mevzuattaki limit değerlerin altında olduğu
belirlenen elektromanyetik etkinin başvurucunun sağlığı üzerinde doğrudan
zararlı bir etkisinin olduğunu ortaya koyan kesin bilimsel verilerin mevcut
olmadığı dikkate alındığında, başvurucunun ve kamunun somut başvuru özelinde
karşı karşıya gelen menfaatleri arasında Derece Mahkemeleri tarafından adil bir
denge kurulmadığı ve takdir hakkının sınırlarının aşıldığı sonucuna ulaşmak
mümkün değildir. Bu noktada Anayasa Mahkemesinin kendi takdirini, bilimsel
veriler ile bu teknik ve karmaşık alana ilişkin olarak Derece Mahkemelerinin
takdiri yerine ikame etmesi düşünülemez. Bunun yanı sıra başvurucunun söz
konusu çevresel rahatsızlığa ilişkin iddialarını, ilgili usule ilişkin
güvenceleri haiz olarak yargısal makamlara sunma ve inceletme imkânı bulduğu
anlaşılmaktadır.
83. Yukarıda yer verilen tespitler ışığında kamusal makamların
olaya gereken özenle yaklaşmadıkları ve olayda söz konusu olan kamusal ve
bireysel menfaatleri gerektiği şekilde değerlendirmedikleri, başvurucunun maddi
ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkının korunması bağlamında
kamusal makamların pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği sonucuna
varılması mümkün değildir.
84. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinde
güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi
hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının
ihlal edildiğine ilişkin iddiaların KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 17.
maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve
geliştirilmesi hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA,
D. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
21/4/2016tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.