TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
İKİNCİ BÖLÜM
KARAR
FEVZİ KAYACAN BAŞVURUSU (2)
(Başvuru Numarası: 2013/2513)
Karar Tarihi: 21/4/2016
Başkan
:
Engin YILDIRIM
Üyeler
Serdar ÖZGÜLDÜR
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
Recep KÖMÜRCÜ
Alparslan ALTAN
Raportör Yrd.
Fatih ALKAN
Basvurucu
Fevzi KAYACAN
Vekili
Av. Fatma Betül OKUR
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, konut yakınında bulunan baz istasyonunun sağlığı olumsuz etkilediği iddiasıyla açılan davanın reddedilmesi nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 10/4/2013 tarihinde Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm İkinci Komisyonunca 24/6/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 5/1/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 5/2/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş 9/2/2015 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanlarını 10/2/2015 tarihinde ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucunun ikamet ettiği Konya ili Selçuklu ilçesi Özlem Mahallesi'nde bulunan Büyükkapçı Camisi binasına ve eklentilerine Dinî ve Sosyal Hizmet Vakfı (Vakıf) ile V. Telekomünikasyon A. Ş. (Şirket) arasında imzalanan kira sözleşmesi gereğince 5/3/2008 tarihinde baz istasyonu kurulmuştur. Bunun üzerine başvurucu tarafından söz konusu Vakıf ve Şirket muhatap kılınarak Konya 6. Noterliği vasıtasıyla gönderilen 16/6/2010 tarihli ve 11756 Yevmiye sayılı ihtarnamede baz istasyonu ile ikamet edilen konut arasında yirmi metreden daha az bir mesafe bulunduğu, yerleşim yerinde bulunan baz istasyonunun sağlığa zarar verebileceği, kendisinde ve ailesinde korku, tedirginlik, panik ve ümitsizliğe neden olduğu, özel yaşantısına ve konutuna müdahale oluşturduğu belirtilmiş ve bahse konu baz istasyonunun kaldırılması talep edilmiştir.
9. Baz istasyonunun kaldırılmaması üzerine başvurucu, söz konusu Şirket ve Vakıf aleyhine Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesine sunduğu 6/7/2010 tarihli dava dilekçesiyle özel bir Şirket ile mülkiyet sahibi Vakıf arasında imzalanan kira sözleşmesine dayanılarak ikamet ettiği konutuna yakın bir mesafede baz istasyonu kurulduğunu, bu durumun istasyonun çevresinde yaşayan insanların sağlığı açısından tehlike arz ettiğini, ortada somut biçimde görülebilen bir zarar bulunmasa dahi her an sağlığının bozulabileceği endişesi taşıdığını, baz istasyonundan yayılan radyasyonun kendisini ve ailesini tedirginliğe ve paniğe sevk etmesi nedeniyle yaşamının olumsuz yönde etkilendiğini, bu nedenlerin bir zarar oluştuğunun kabulü açısından yeterli olduğunu belirterek baz istasyonunun kaldırılmasını ve faaliyetinin tedbiren durdurulmasını, ayrıca lehine 10.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
10. Davalı Şirketin vekili tarafından sunulan cevap dilekçesinde Şirketin kamusal makamlarla imzaladığı lisans sözleşmeleri uyarınca kamuya haberleşme hizmeti sunulduğu, Şirketin yalnızca ticari değil, yasal yükümlülüklerinin de bulunduğu; Şirkete ait baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalga değerlerinin Dünya Sağlık Örgütü, Amerikan Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Birliği, Amerikan Millî Standartlar Enstitüsü gibi otoritelerin belirlediği standart değerlerin çok altında olduğu ve dava konusu baz istasyonunun söz konusu mahal dışında işletilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir. Diğer davalı olan Vakfın vekili tarafından sunulan cevap dilekçesinde baz istasyonlarının kuruluş aşamasında ve kurulduktan sonra Telekomünikasyon Kurumu tarafından ölçüm ve testlere tabi tutularak denetlendiği ve dava konusu baz istasyonundan alınan ölçüm değerlerinin belirlenen şartlara uygun olduğu, bu nedenle insan sağlığına olumsuz bir etkisinin bulunmadığı ileri sürülmüştür.
11. Anılan baz istasyonunun bulunduğu mahalde yapılan keşif ve ölçümler neticesinde bilişim uzmanı olan bilirkişi tarafından hazırlanan raporda, baz istasyonlarının tıpkı radyo ve televizyon vericilerinde olduğu gibi çevrelerine iyonlaştırıcı olmayan elektromanyetik dalga yaydıkları, bilinenin aksine iyonlaştırıcı radyasyon yaymadıkları, baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların insan sağlığına ne gibi etkileri olacağı hususunda dünya genelinde çok sayıda çalışma yapılmakla birlikte bilimsel geçerliliği olan kesin tanımlamaların henüz bulunmadığı, çoğu Avrupa Birliğine üye kırk iki ülkenin bu duruma ilişkin ölçütlerin yer aldığı yasal düzenlemelerini oluştururken Uluslararası İyonlaştırmayan Radyasyondan Koruma Komisyonu (ICNIRP) tarafından belirlenen limit değerlerini dikkate aldığı, haberleşme cihazlarının ortama yaydığı elektrik alan şiddeti değerleri için ICNIRP’ın belirlediği limit değerin dava konusu baz istasyonları için 41 V/m olduğu, 21/4/2011 tarihli ve 27912 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Elektronik Haberleşme Cihazlarından Kaynaklanan Elektromanyetik Alan Şiddetinin Uluslararası Standartlara Göre Maruziyet Limit Değerlerinin Belirlenmesi, Kontrolü ve Denetimi Hakkında Yönetmelik’te (Yönetmelik) bu limit değerin ise 10,25 V/m olarak belirlendiği, ülkemiz açısından belirlenen değerin uluslararası standartların dörtte biri oranında olması nedeniyle çok daha fazla korumacı bir yaklaşım sergilendiği, bu değerler aşılmadığı sürece başta baz istasyonları olmak üzere elektromanyetik alan oluşturan cihazların kullanılmasında ve ortamda elektrik alan oluşturulmasında bir sakınca bulunmadığı, dava konusu olan baz istasyonu için yapılan elektrik alan ölçüm değerinin en fazla 0,8 V/m olarak ölçüldüğü, bu değerin ICNIRP’ın elektrik alan için izin verdiği değerin yüzde ikisine karşılık geldiği, baz istasyonunun güvenlik mesafesinin 10,68 metre olduğu, güvenlik mesafesi içinde bir yaşam alanının bulunmadığı, baz istasyonu hakkında Bilgi teknolojileri ve İletişim Kurumu Mersin Bölge Müdürlüğü tarafından güvenlik sertifikası düzenlendiği ve istasyonun Yönetmelik kriterlerine uygun olarak çalıştığı, ölçülen elektrik alan şiddet değerlerinin de belirlenen sınır değerlere göre düşük seviyede olması nedeniyle dava konusu baz istasyonunun bulunduğu yerde hizmet vermesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı şeklinde değerlendirmelere yer verilmiştir.
12. Ayrıca harita mühendisi olan bir başka bilirkişi tarafından hazırlanan raporda dava konusu edilen baz istasyonunun anten yüksekliğinin yaklaşık otuz metre olduğu, başvurucunun oturduğu konutun güney cephesinin baz istasyonuna baktığı, ikisi arasında bir caddenin bulunduğu ve mesafenin yaklaşık yirmi dokuz metre olduğu tespitlerine yer verilmiştir.
13. Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi 31/5/2012 tarihli ve E.2010/391, K.2012/556 sayılı kararıyla davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesi şöyledir:
“Mahkememizce tapu kaydı getirtilmiş, imar planı ve kroki celp edilmiş, tarafların delilleri toplanılmış ve mahallinde keşif yapılmıştır.
Davacı baz istasyonunun bulunduğu mahalde oturmakta olup bu davayı açmakta hukuki yararı vardır. Diğer davalı Vakıf tarafından taşınmazın bir kısmının davalı V. A.Ş.'ye kiraya verildiği ve baz istasyonu kurulduğu ve baz istasyonunun da halen çalışır durumda olduğu ortadadır. Davacı çevre binalarda ve kendi meskeninde bulunan kişilerin sağlıkları açısından büyük endişeler olduğunu, psikolojik olarak yaşamlarının etkilendiğini, tedirginlik ve ümitsizlik yaratan istasyonun derhal kaldırılması gerektiğini beyan etmektedir. Mahkememizce bas istasyonunun bulunduğu mahalde keşif yapılmış ve istasyonun bulunduğu alanın belirtilmesi yanında bu istasyonun ölçümleri bilgi teknoloji ve iletişim kurumu uzmanı bilirkişi tarafından yapılmıştır. Bilirkişi raporuna göre baz istasyonu elektrik alan ölçüm değerinin en fazla E=0,8 V/m olduğunu, bu değerin ICNIRP'nin elektrik alan için izin verdiği değerin %2'ne tekabül ettiğini belirtmiştir. Bilirkişi raporuna göre baz istasyonunun yaydığı elektrik alanının ölçüm değeri insan sağlığına zarar vermesi sınırı ancak %2'si kadardır. Görüldüğü üzere maddi bir zararın varlığından söz edilemez. Baz istasyonu meskun mahal içerisindedir. Bu nedenle yakın markajında bulunan kişilerin psikolojik olarak etkilenmekte oldukları endişe duymalarına neden olduğu hususlarının bulunduğu da kabul edilmelidir. Ancak günümüzde iletişimin insanlık için olmazsa olmaz derecesinde zorunlu ihtiyaçlardan olduğu, insanlığın gelişimi ile birlikte haberleşmenin de geliştiği ve insanlığın yararına sunulduğu bu nimetlerden faydalanmanın beraberinde riski de getirdiği, ancak riskin hangi boyutta olduğunun insan sağlığına zarar verip vermediğinin henüz tam bir aydınlığa kavuşmadığı, ortada muallak bir durumun oluştuğu da kabul edilmelidir. Bu durumda hak ve nesafet ölçüsüne göre baz istasyonunun kaldırılması gerekip gerekmediği tartışılmalıdır. Yüksek Yargıtay bu konuda belirli yıllardan beri tartışmaları halen devam etmektedir. Yargıtay 14.ve 4. Hukuk Daireleri'nin son içtihatları dikkate alındığında baz istasyonunun yasa ve yönetmeliklerde belirtilen limit değerlere uygun olduğu, hatta sağlık için belirlenen sınırın çok altında ancak %2'si kadar bulunduğu dikkate alınarak açılan davanın reddi gerektiği sonucuna varılmıştır.”
14. Anılan karar, temyiz üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 30/11/2012 tarihli ve E.2012/11680, K.2012/13977 sayılı ilamıyla onanmış; karar düzeltme talebi ise aynı Dairenin 8/3/2013 tarihli ve E.2013/1638, K.2013/3469 sayılı ilamıyla reddedilerek kesinleşmiştir.
15. Ret kararı 1/4/2013 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiş olup 10/4/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunulmuştur.
B. İlgili Hukuk
16. 5/11/2008 tarihli ve 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu'nun “Telsiz kurma ve kullanma izni, telsiz ruhsatnamesi ve kullanıma ilişkin esaslar” başlıklı 37. maddesi şöyledir:
“(1) Radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin ilgili kanununda belirtilen hükümler saklı kalmak kaydıyla, Kurum düzenlemelerinde belirtilen ve işletilmesi için frekans tahsisine ihtiyaç gösteren telsiz cihaz veya sistemi kullanıcıları, telsiz kurma ile kullanma izni ve telsiz ruhsatnamesi almak zorundadır. Bu kapsamdaki kullanıcılar telsiz cihaz veya sistemlerini Kurum düzenlemeleri ve telsiz ruhsatnamesinde belirtilen esaslara uygun olarak kurmak ve kullanmak mecburiyetindedirler.
(2) Telsiz kurma ve kullanma izni ve telsiz ruhsatnamesi verilmesi, izin ve telsiz ruhsatnamesinin süresi, yenilenmesi, değişikliği ve iptali ile ilgili usul ve esaslar ile bu çerçevede öngörülen telsiz cihaz veya sistemlerinin kurulması, kullanılması, nakli, işletme tipinin değiştirilmesi, devri ve hizmet dışı bırakılmasında kullanıcıların tabi olacağı hususlar Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Yetkilendirmeye tabi bulunmayan telsiz kurma ve kullanma izinleri en fazla beş yıl için verilir. Süresi içerisinde yenilenmeyen telsiz kurma ve kullanma izni ve telsiz ruhsatnamelerinde belirtilen cihaz ve sistemler için tahsis edilen frekanslar iptal edilir. Kurum tarafından yetkilendirilmiş olmak suretiyle telsiz hizmeti sunan işletmecilerin sistemlerine dahil telsiz cihazı kullanıcıları, telsiz kullanma izni ve telsiz ruhsatnamesinden bu Kanunun 46 ncı maddesinin ikinci fıkrası çerçevesinde muaftırlar.
(3) Kurum düzenlemelerinde belirlenen ve işletilmesi için frekans tahsisine ihtiyaç duyulmayan özel amaçlar için tahsis edilmiş frekans bantlarında ve çıkış gücünde çalışan Kurumca onaylı telsiz cihaz ve sistemleri, herhangi bir telsiz kurma ve kullanma iznine ve telsiz ruhsatnamesine ihtiyaç göstermeksizin kullanılabilir.
(4) Ulusal ve uluslararası kuruluşların belirlediği standart değerleri dikkate almak suretiyle telsiz cihaz ve sistemlerinin kullanımında uyulacak elektromanyetik alan şiddeti limit değerlerinin belirlenmesi, kontrol ve denetimleri münhasıran Kurum tarafından yapılır veya yaptırılır. Bu işlemler ile ilgili usul ve esaslar, Sağlık Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığının görüşleri de dikkate alınmak suretiyle Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelik ile belirlenir. Yönetmelik ile belirlenen limit değerlere ve güvenlik mesafesine uygun bulunan ilgili tesisler başkaca bir işleme gerek kalmaksızın Kurum tarafından güvenlik sertifikası düzenlenmesini müteakip kurulur ve faaliyete geçirilir.”
17. Yönetmelik’in “Amaç” başlıklı 1. maddesi şöyledir:
“(1) Bu Yönetmeliğin amacı;
a) Elektromanyetik alan oluşturan sabit elektronik haberleşme cihazlarının kuruluş yeri, montajı, denetlenmesi ve Güvenlik Sertifikası düzenlenmesine ilişkin hususları,
b) Uluslararası standartlar temelinde elektromanyetik alan şiddeti limit değerlerini,
c) Ölçüm yöntemlerini ve ölçüm yapacak kuruluşları,
ç) Ölçüm sonuçlarına göre elektromanyetik alan şiddeti limit değerlerine uygun olmayan sabit elektronik haberleşme cihazlarının limit değerlere uygun hale getirilmesine ve bunlara uyulmaması halinde işleticiler ve işletmecilere uygulanacak Kanunda belirtilen müeyyidelere ilişkin usul ve esasları belirlemektir.”
18. Yönetmelik’in “Güvenlik sertifikası” başlıklı 7. maddesi şöyledir:
“(1) İşletici ve İşletmeci bu Yönetmelik hükümlerine göre sabit elektronik haberleşme cihazı için EK-1’de yer alan Güvenlik Sertifikasını almakla yükümlüdür.
(2) Güvenlik Sertifikası alınmaksızın sabit elektronik haberleşme cihazının kurulması halinde 23 üncü maddenin birinci ve üçüncü fıkrası hükümleri uygulanır.”
19. Yönetmelik’in “Montaj esasları” başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Bu Yönetmelik kapsamındaki sabit elektronik haberleşme cihazlarının montajının yapılmasında, asgarî olarak 6 ncı maddeye göre hesaplanan güvenlik mesafesi dikkate alınır. Yönlü antenlerde ana huzmeye göre hesaplanan güvenlik mesafesi dikkate alınır.
(2) Güvenlik Sertifikası alınmadan, sabit elektronik haberleşme cihazının kuruluş yeri ile ilgili olarak direk, kule, kulübe, konteynır, anten ve dalga kılavuzu gibi altyapı montajına başlanamaz.
(3) Bina yüzeylerine kurulacak olan antenlerin, arka yüzlerine gelen duvara, en az anten boyutlarında yansıtıcı levhalar monte edilecektir.
(4) Paratoner, yakalama ucu ve benzeri yıldırım koruma donanımları, topraklama tesisatı ve sivil havacılık kurallarına göre gerekli ışıklandırmanın bu konuda yayımlanan standartlara ve ilgili mevzuatlarındaki kurallara göre tesis edilmesi gerekir.
(5) Cihazların montajını müteakip; bu Yönetmelikte belirtilen özellikteki ölçüm cihazları ile test ve ölçümler yapılır ve kurulan cihazın elektromanyetik alan şiddet değerinin 16 ncı maddede belirtilen limit değerlerini aşmaması sağlanır.
(6) Bu maddede belirtilen montaj esaslarına uyulmadığının tespiti halinde işletmecilere bu durumun tebliğine müteakip gerekli düzeltmeler yapılana kadar sistemin faaliyeti durdurulur.
(7) Kamu Güvenliği, acil durum ve afet durumlarında kurulanlar hariç olmak üzere; Güvenlik Sertifikası alan mobil istasyonlar, sistemin faaliyete geçmesini müteakip aynı yerde en fazla 3 ay hizmet verebilir. İşletmeci tarafından aynı yer için süre uzatımının talep edilmesi halinde 3 ay ilave süre verilebilir.”
20. Yönetmelik’in “Limitlerin aşılması hâlinde uygulanacak işlem” başlıklı 19.maddesi şöyledir:
“(1) Kurum veya Kurumca yetkilendirilmiş kuruluşlarca yapılan ölçümlerde; sabit elektronik haberleşme cihazının elektromanyetik alan şiddetinin, 16 ncı maddede yer alan;
(a) Tek bir cihaz için izin verilen limit değerin üzerinde olduğunun tespit edilmesi halinde işletici ve işletmeye söz konusu limit değerleri sağlaması için tebliğ tarihinden başlamak üzere 10 iş günü süre verilir. Bu sürenin bitiminde yapılacak denetim ve ölçümlerde uygunsuzluğun devam ettiğinin tespit edilmesi halinde ise 23 üncü maddenin birinci ve ikinci fıkrası hükümleri uygulanır.
(b) Ortamın toplam limit değerini tek bir cihazın aşması halinde, düzeltme için herhangi bir süre verilmeksizin limit aşımına neden olan sabit elektronik haberleşme cihazı için 23 üncü maddenin birinci ve ikinci fıkrası hükümleri uygulanır. Talep edilmesi halinde söz konusu sabit elektronik haberleşme cihazı ile bağlantılı hizmetlerden faydalananların mağdur edilmemesi için, işletici ve işletmecinin aynı mahalde 16 ncı maddede belirtilen limit değerleri aşmayan yeni bir cihaz kurmasına izin verilebilir.
(c) Tek bir cihaz için izin verilen limit değerlerine uygun olduğunun tespit edilmesine rağmen ortamın limit değerinin aşılması halinde, Kurum koordinasyonunda işletici ve işletmeciler tarafından aynı mahalde kurulu tüm cihazlar için ortam normal değerlere gelinceye kadar gerekli teknik düzenleme yapılır. Aksi takdirde en son kurulan cihazdan başlamak üzere, 23 üncü madde birinci fıkrası hükümleri uygulanır.”
21. Yönetmelik’in “İdari yaptırımlar” başlıklı 23.maddesi şöyledir:
“(1) 5 inci maddenin üçüncü fıkrası, 7 nci maddenin ikinci fıkrası, 8 inci maddenin ikinci ve altıncı fıkraları, 9 uncu maddenin üçüncü fıkrası, 17 nci maddenin yedinci fıkrası ve 19 uncu maddede belirtilen hükümlerin ihlali halinde sabit elektronik haberleşme cihazının faaliyeti uygun şartlar sağlanıncaya kadar Kurum tarafından veya Kurumca yapılan bildirim üzerine mülkî amirler eliyle durdurulur.
(2) Bu Yönetmelikle belirlenen hükümlerin; gerekli uyarıların ve kapatmaların yapılmasına rağmen aynı cihaz ve yer için ikinci kez ihlal edilmesi halinde Kanunun 60 ıncı maddesinin beşinci fıkrası gereğince ilgili cihaz için Kanun çerçevesinde belirlenen ekli telsiz ücret tarifesinde belirtilen ruhsatname ücretinin elli katı oranında idarî para cezası uygulanır. Aynı takvim yılı içinde aynı cihaz ve yer için sonraki her ihlalde bir önceki ceza miktarının iki katı idari para cezası uygulanır.
(3) Güvenlik sertifikası alınmadan sabit elektronik haberleşme cihazının montajına başlanılması veya izinsiz revizyon yapılması halinde, Kanunun 60 ıncı maddesinin beşinci fıkrası gereğince ilgili işletmeci ve işleticiye ruhsatname ücretinin elli katı idari para cezası her bir cihaz için ayrı ayrı uygulanır.
(4) Gerçeğe uygun olmayan bilgi ve belgelerin gönderilmesi halinde söz konusu işletmeci ve işletici hakkında, 5/9/2004 tarihli ve 25574 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından Uygulanacak İdarî Para Cezaları ile Diğer Müeyyide ve Tedbirler Hakkında Yönetmelik hükümleri uygulanır.
(5) Gerçeğe aykırı beyan yaptığı tespit edilen Ölçüm Yetki Belgeli kuruluşlar hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulabilir.”
22. 1992 yılında Rio de Janeiro'da yapılan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı sonucunda kabul edilen Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Bildirisi’nin 10 numaralı prensibi şöyledir:
“Çevre sorunlarını ele almanın en iyi şekli ve uygun olan çözüm konuyla ilgili her aşamada ilgili bütün vatandaşların kararlara katılımını sağlamaktır. Ulusal düzeyde, her kişi, tehlikeli faaliyet ve maddeler ile ilgili bilgiler dahil olmak üzere, kamu makamlarının sahip olduğu çevre ile ilgili tüm bilgilere ulaşabilmeli ve karar alma sürecine katılma olanağına sahip olmalıdır. Devletler, bu bilgilere halkın ulaşmasını sağlamalı ve ayrıca halkın alınacak kararlara katılımını ve duyarlılığını kolaylaştırmalı ve özendirmelidir. Devletler ayrıca ilgililerin bu konuda yapabilecekleri idari ve yargısal başvuru haklarının kolaylaştırılmasını sağlamalıdır.”
23. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin çevre ve insan haklarına ilişkin 27/6/2003 tarihli ve 1614 sayılı Tavsiye Kararı'nın ilgili kısmı şöyledir:
“Parlamenterler Meclisi, üye Devletlerin hükümetlerine şu hususları tavsiye eder:
i) Hükümetler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2., 3. ve 8. maddelerinde ve Sözleşme’nin eki Protokol’ün 1.maddesinde güvence altına alındığı gibi, kişinin yaşam hakkı, sağlık hakkı, özel yaşamı ve aile yaşamı ile vücut ve mal bütünlüğünü, özellikle çevrenin korunması gerekliliğini de gözönüne alarak, etkili biçimde koruyucu tedbirler almalıdır.
ii) Hükümetler, tercihen anayasal düzeyde ve fakat en azından yasal düzenlemeler sonucunda çevre hakkının Devlet açısından mutlak olarak korunması gereken nesnel bir insan hakkı olduğunu kabul etmelidirler.
iii) Hükümetler, Aarhus Anlaşmasında kabul edildiği üzere, çevre alanında bireylerin bilgi edinme ve alınan kararlara katılım hakları ile kişisel nitelikteki yargısal başvuru haklarını güvence altına almayı kabul etmelidirler.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
24. Mahkemenin 21/4/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
25. Başvurucu; konutuna çok yakın mesafede kurulan baz istasyonu nedeniyle kendisinde ve ailesinde son dönemlerde halsizlik, baş ağrısı ve kaşıntı şikâyetlerinin arttığını, ziyaretlerine gelen misafirlerin dahi benzer rahatsızlıkları yaşadığını, tüm bunların baz istasyonunun insan sağlığına zararlı etkilerinden kaynaklandığını, sağlıklarının çok daha ciddi şekilde bozulabileceği konusunda tedirgin olduklarını, korku ve panik içinde bulunduklarından psikolojilerinin bozulduğunu, ayrıca baz istasyonuna yakın olması nedeniyle konutunun değerinin düştüğünü, ileride telafisi imkânsız zararların doğmaması ve vatandaşların sağlıklarının korunması konusunda devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğunu, bu bağlamda daha da geç olmadan baz istasyonunun kaldırılması için tedbirler alınması gerektiğini, bu amaçla açtığı davanın ise reddedildiğini belirterek Anayasa'nın 17., 20., 35. ve 56. maddesinde düzenlenen haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
B. Değerlendirme
26. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu tarafından Anayasa’nın 17., 20., 35. ve 56. maddelerinde tanımlanan haklarının ihlal edildiği iddia edilmiş olmakla beraber ihlal iddialarının mahiyeti gereği, başvurunun Anayasa’nın 17. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
27. Başvurunun incelenmesi neticesinde açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşıldığından kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
28. Başvurucu; konutlarının hemen yanına yerleştirilen baz istasyonu nedeni ile kendisinin ve aile bireylerinin sağlığının zarar gördüğünü, yaşam düzenlerinin bozulduğunu ve söz konusu istasyonun kaldırılması talebiyle açılan davanın reddedildiğini belirterek kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı ile özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
29. Bakanlığın görüş yazısında Anayasa’nın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına ilişkin hükümlerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 8. maddesi ile bu maddeye ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince (AİHM) oluşturulan içtihat ışığında yorumlanması gerektiği, başvurucu tarafından ileri sürülen iddialar ile söz konusu çevresel rahatsızlık arasındaki ilişkinin tespiti amacıyla keşif ve ölçümler yapıldığı, iddiaların yerel makamlarca incelendiği, başvurucunun baz istasyonundan kaynaklanacak şekilde zararlı etkilere maruz kaldığına ve zarar gördüğüne ilişkin yeterli kapsayıcı bir delil bulunmadığı belirtilmiş ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı bağlamında AİHM içtihadına yansıyan dava örneklerine yer verilmiştir.
30. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı sunduğu beyan dilekçesinde söz konusu baz istasyonunun kaçak bir yapı olduğunu ve hakkında yıkım kararı bulunduğunu, yayılan elektromanyetik dalgaların değerleri yasal limitler dâhilinde olsa da baz istasyonunun kaçak bir şekilde faaliyette bulunması nedeniyle anayasal haklarını ihlal eden durumun ortadan kalkmadığını belirterek başvuru dilekçesindeki görüş ve taleplerini tekrar etmiştir.
31. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Sözleşme ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).
32. Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
33. Anayasa’nın “Özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”
34. Anayasa’nın “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” kenar başlıklı 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”
35. Anayasa’nın “Çalışma ve sözleşme hürriyeti” kenar başlıklı 48. maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:
“Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.”
36. Sözleşme’nin “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesi şöyledir:
“(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.”
37. Özel hayat alanına dâhil olan tüm hukuksal çıkarlar Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınmakla birlikte söz konusu hukuksal çıkarların Anayasa’nın farklı maddelerinin koruma alanına girdiği görülmektedir. Bu bağlamda Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmekte olup bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve ruhsal bütünlük hakkı ile bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir. Bunun dışında özel hayat kavramına dâhil bir kısım hukuksal değerin Anayasa’nın 20. maddesinde düzenlendiği, özel hayatın diğer alt kategorileri olarak ele alınan haberleşmenin gizliliği ve konuta saygı hakkının ise Anayasa’nın 21. ve 22. maddelerinde güvence altına alındığı görülmektedir. Bu kapsamda Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan hakların temel olarak Anayasa’nın 17., 20., 21. ve 22. maddelerinde düzenlendiği anlaşılmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, B. No: 2013/6587, 24/3/2016, § 41).
38. Özel hayatın korunması kapsamında kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuksal çıkar bu hakkın kapsamına dâhildir. Bu bağlamda kişinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne ilişkin hukuksal çıkarı da özel hayata saygı hakkı kapsamında güvence altına alınmaktadır. Fiziksel ve ruhsal bütünlük hakkı kapsamında güvence altına alınan hukuksal çıkarlardan biri de sağlıklı bir çevrede yaşama hakkıdır (AYM, E.2013/89, K.2014/116, 3/7/2014).
39. Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının Anayasal anlamda normatif dayanağı 56. madde hükmünde yer verilen herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu yönündeki düzenlemedir. Ancak söz konusu hüküm, Anayasa’nın sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde yer almaktadır. Anayasa’nın bireysel başvuru hakkının düzenlendiği 148. maddesinin üçüncü fıkrasında “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.” hükmüne yer verilmek suretiyle Anayasa’da yer alan ikinci ve üçüncü kuşak hakların ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuruda bulunulamayacağı ifade edilmekle birlikte sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının; Anayasa’nın fiziksel ve ruhsal bütünlüğün korunması ile ilgili hukuksal çıkarları ihtiva eden 17. maddesi, özel ve aile hayatına saygıyı güvence altına alan 20. maddesi ve konut dokunulmazlığını düzenleyen 21. maddesi ile bağlantılı olarak ve söz konusu hükümlerde yer alan hukuksal çıkarlar üzerindeki etkisi dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 43).
40. Özel hayat kavramı eksiksiz tanımı bulunmayan geniş bir kavram olup bu hak kapsamında devlet için söz konusu olan yükümlülük, sadece belirtilen hakka keyfî surette müdahaleden kaçınmakla sınırlı olmayıp öncelikli olan bu negatif yükümlülüğe ek olarak özel hayata etkili bir biçimde saygının sağlanması bağlamında pozitif yükümlülükleri de içermektedir. Söz konusu pozitif yükümlülükler, bireyler arası ilişkiler alanında olsa da özel hayata saygıyı sağlamaya yönelik tedbirlerin alınmasını zorunlu kılar (Sevim Akat Eşki, B. No: 2013/2187, 19/12/2013, § 26). Çevresel rahatsızlıklarla ilgili ihlal iddiaları kapsamında da ağırlıklı olarak devletin pozitif yükümlülüklerinin değerlendirilmesi gerekmektedir.
41. Çevre hakkı bağlamında özel hayata, aile hayatına ve konuta saygı hakkı, sadece kamusal müdahalelere karşı korunmamakta; pozitif yükümlülükler doktrini uyarınca bu koruma özel kişilerden kaynaklanan müdahaleler kapsamında da gündeme gelmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 45).
42. Anayasa’da pozitif yükümlülüklere ve temel hakların yatay ilişkilere uygulanmasına gönderme yapan çok sayıda düzenleme bulunmaktadır. Bu kapsamda Anayasa’nın 176. maddesine göre metne dâhil sayılan başlangıç bölümünün 7. paragrafında “Topluca Türk vatandaşlarının (….) birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı (...)” göstermesi hususundan bahsedilmekte Anayasa’nın devletin temel amaç ve görevlerini belirleyen5. maddesinde ise“(…), kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” ifadelerine yer verilmektedir. Bunun yanı sıra Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğüne ilişkin 11. madde gereğince Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarının yanı sıra diğer kuruluş ve kişileri de bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Anayasa’da tanımlanan hak ve özgürlükler tüm bireyler bakımından güvence altındadır. Temel hak ve hürriyetlerin niteliği başlıklı 12. madde gereğince “(...) temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”. Anayasa’nın “hakkın kötüye kullanılmasına” ilişkin 14. maddesinin ikinci fıkrası ise Anayasa hükümlerinden hiçbirinin devlete veya kişilere, Anayasa'yla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamayacağını ifade ederek hem bireylere hem de devlete hitap etmekte, temel hakların etkin kullanımı noktasında kamusal makamlara düşen pozitif yükümlülükler ile temel hakların yatay ilişkilere uygulanmasının normatif dayanaklarından birini oluşturmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 46).
43. Belirtilen genel nitelikteki düzenlemelerin yanı sıra ve özellikle çevresel meseleler bağlamında Anayasa’nın çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ödevleri arasında olduğunu belirten 56. maddesinin ikinci fıkrasının da kamusal makamların çevresel meseleler bağlamındaki pozitif yükümlülüklerinin tespiti ve değerlendirilmesi hususunda gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır. Anayasa’nın 56. maddesinin gerekçesinde de genel olarak çevresel kirlenmeye yer verildiği, vatandaşın korunmuş çevre şartlarında beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın devletin görevi olduğunun çevreyi koruyucu mevzuat kadar devlet denetiminin ve çevreyi koruyucu fiilî tedbir ve faaliyetlerin de gerekli olduğunun belirtildiği, bu kapsamda devletin hem kirlenmenin önlenmesi hem de tabii çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması gerektiğinin vurgulandığı ve bu suretle çevresel meselelerde devletin pozitif yükümlülüklerine işaret edildiği görülmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 47).
44. Çevresel kirliliğe dayalı şikâyetlerin genellikle özel teşebbüslerin faaliyetleri çerçevesinde gündeme geldiği dikkate alındığında Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrasında yer verilen “Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.” şeklindeki düzenlemenin de kamusal makamların çevresel meseleler bağlamındaki pozitif yükümlülüklerinin normatif dayanaklarından birini teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Söz konusu hüküm aynı zamanda ilgili faaliyete ilişkin kamusal menfaat ile bireyin maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesine ilişkin menfaat arasında gözetilmesi gereken dengeye de vurgu yapmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 48).
45. Gerek yaşam hakkıyla gerekse sağlık hakkıyla olan yakın ilişkisinin bugünkü nesil kadar daha çok gelecek nesilleri ilgilendirmesi çevre hakkını günümüzde çok daha önemli hâle getirmektedir. Çevrenin kirlendikten ve bozulduktan sonra eski hâline getirilmesinin çok güç ve külfetli olması hatta kimi zaman mümkün olmaması nedeniyle kalkınma ve ekonomik gelişme için yapılacak yatırım ve faaliyetlerin doğayı tahrip etmeden ve çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesi, kirlenen çevrenin temizlenmesi veya bozulan çevrenin onarılması yerine kirliliği ve bozulmayı önleyici tedbirlere ağırlık verilmesi gerekmektedir. (AYM, E.2013/89, K.2014/116, 3/7/2014; E.2006/99, K.2009/9, 15/1/2009). Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı; getirilecek kuralın ekonomik, bürokratik ve fiilî yükümlülüklere yol açacağı ve üretim faaliyetlerinin etkileneceği gerekçeleriyle vazgeçilecek haklardan değildir (AYM, E.2011/110, K.2012/79, 24/5/2012).
46. Çevre kavramının üzerinde uzlaşılmış bir tanımı bulunmamakla birlikte genel olarak hava, su, toprak, flora ve fauna gibi doğal kaynakları ve bunların karşılıklı etkileşimini kapsadığı ifade edilmekte; 9/8/1983 sayılı ve 2872 sayılı Çevre Kanunu’nda ise çevre kavramının canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamı ifade edecek şekilde ele alındığı anlaşılmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 50).
47. Söz konusu tanımlar kapsamında çevrenin kendi başına bir değer olarak korunduğu izlenimi ortaya çıkmakla birlikte çevre merkezli yaklaşım olarak da adlandırılabilecek olan ve çevrenin kendi başına bir değer olarak korunması gerekliliğine işaret eden ekolojik yaklaşımın yerini insan hakları ile çevrenin korunması arasında açık bir bağ olduğu düşüncesine bıraktığı görülmektedir. Bu kapsamda çevreye insan merkezli bir anlayışla yaklaşıldığı ve çevre ile nitelikli yaşam ve sağlık arasında bir bağ kurulduğu, çevresel insan hakları bağlamında değerlendirilebilecek olan birçok uluslararası metnin de çevrenin korunması ile insan sağlığı ve esenliği arasında bir bağ kurulması ile oluştuğu anlaşılmaktadır (bkz. § 22). Avrupa Konseyi düzleminde Parlamenterler Meclisinin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına ilişkin bir ek protokol hazırlanmasına yönelik tavsiye kararları da çevresel insan hakları konusundaki dikkate değer metinler arasında yer almaktadır (bkz. § 23).
48. Sözleşme’de de sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı şeklinde belirli bir hak normatif olarak öngörülmemiştir (Bor/Macaristan, B. No: 50474/08, 18/6/2013, § 24). Bununla birlikte çervesel meseleler, Sözleşme’nin 2., 3., 6. ve 8. maddeleri ile Sözleşme’ye Ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi çerçevesinde AİHM tarafından değerlendirilmektedir (Brincat ve diğerleri/Malta, B. No: 60908/11, 24/7/2014, §§ 103-117).
49. Çevresel meselelerin çevresel kirlilik bağlamında AİHM önüne sıklıkla taşındığı ve Mahkemece, söz konusu çevresel rahatsızlığın devletin veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda oluşması arasında bir ayırım gözetilmeksizin Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınan hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle incelendiği anlaşılmaktadır (Bor/Macaristan, § 25). Belirtilen değerlendirmeler kapsamında Mahkemenin, iddiaya konu çevresel kirliliğin, özel hayatın veya aile hayatının nitelik ve kalitesini veya konutundan yararlanma şeklindeki hukuksal çıkarı olumsuz etkilediğini tespit ederek özel hayat kavramının alt kategorileri olan özel hayat, aile hayatı ve konuta saygı hakkı ile sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı arasında bir bağ kurduğu görülmektedir (Powell ve Rayner/Birleşik Krallık, B. No: 9310/81, 21/2/1990; Hatton ve diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 36022/97, 2/7/2003; Lopez Ostra/İspanya, B. No: 16798/90, 9/12/1994).
50. Özel hayata saygı hakkı alt kategorisinde geçen “özel hayat” kavramı AİHM tarafından oldukça geniş yorumlanmakta ve bu kavrama ilişkin tüketici bir tanım yapmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Bununla birlikte Sözleşme’nin denetim organlarının içtihatlarında “bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramının, özel hayata saygı hakkının kapsamının belirlenmesinde temel alındığı anlaşılmaktadır (Koch/Almanya, B. No: 497/09, 19/7/2012, § 51).
51. Bunun yanı sıra konuta saygı hakkı, sadece fiziksel alanın korunması olarak değerlendirilmemekte; aynı zamanda konutu kullanma veya konuttan yararlanma hakkını da içerdiği ifade edilen bu hakka yönelen gürültü, koku, emisyonlar gibi somut veya fiziksel olmayan ve söz konusu kullanım biçimini etkileyen müdahaleler de konuta saygı hakkı bağlamında değerlendirilmektedir. AİHM içtihadında ayrıca çevresel meselelerin, özel hayat kavramının alt kategorilerinden olan aile hayatına saygı hakkı ile ilişkilendirildiği dava örneklerine de sıklıkla rastlamak mümkündür (Powell ve Rayner/Birleşik Krallık, § 40; Hatton ve diğerleri/Birleşik Krallık, § 118).
52. AİHM; ciddi boyuttaki çevresel kirliliğin, bireylerin esenliğini etkileyebileceğini ve yaşamları bakımından ağır bir tehlikeye maruz bırakmaksızın da özel ve aile yaşamlarını etkileyecek şekilde konutlarından yararlanmalarını engelleyebileceğini belirtmektedir (Lopez Ostra/İspanya, § 51; Taşkın ve diğerleri/Türkiye, B. No: 46117/99, 10/11/2004, § 113).
53. Bununla birlikte çevresel meselelerin Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında değerlendirilebilmesi için belirli koşulların mevcudiyeti aranmaktadır. Bu bağlamda söz konusu çevresel rahatsızlığın; başvurucunun maddi ve manevi bütünlüğüne, özel hayatına, aile hayatına ya da konuta saygı hakkı üzerinde doğrudan bir etkide bulunması ve belirtilen değerler üzerindeki etkisinin asgari bir şiddet derecesine ulaşması gerekmektedir. Bu kapsamda çevresel rahatsızlığın ciddi bir boyuta ulaşmış olması şartı aranmaktadır. Belirtilen bağlamda aranan asgari ağırlık eşiğinin söz konusu hukuksal değerlerin ihlal edilip edilmediğinin değil, bizatihi söz konusu alana ilişkin incelenebilir bir sorun doğurup doğurmadığının tespiti amacıyla değerlendirildiği görülmektedir. Söz konusu şiddet derecesinin değerlendirilmesi göreli olup her somut olayda, çevresel etkinin yoğunluğu, süresi, beden ve ruh bütünlüğüne etkileri ile çevrenin genel bağlamı gibi kriterler çerçevesinde ayrıca değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır (Fadeyeva/Rusya, B. No: 55723/00, 9/6/2005, § 69). Yapılan değerlendirmelerde, başvurucunun iddiaya konu çevresel kirlilik kaynağına yakınlığı şüphesiz en önemli unsurdur. Bu kapsamda her modern kent yaşamına mündemiç çevresel tehlikeler ile kıyaslandığında önemsiz kalan çevresel olumsuzluklar, 8. madde çerçevesindeki güvenceleri harekete geçirmek için yeterli görülmemektedir (Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, B. No: 43449/02, 25/11/2010, § 88).
54. Sözleşme’de temiz ve sessiz bir çevrede yaşama hakkı şeklinde bir hak güvence altına alınmadığı için özel hayat çerçevesinde korunan hukuksal çıkarlar üzerinde doğrudan ve ciddi bir etkisi bulunmayan manzara hakkı veya güzel bir çevrede yaşama hakkı gibi çevresel hakların Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında değerlendirilmesi söz konusu değildir (Krytatos/Yunanistan, B. No: 41666/98, 22/5/2003, §§ 52, 53; Ali Rıza Aydın/Türkiye, B. No: 40806/07, 15/5/2012, §§ 27-29 ). Zira 8. maddenin aktif hâle gelmesini sağlayan etken, çevrenin genel olarak bozulması değil; bireylerin özel veya aile hayatı ile konutları için zararlı bir etkinin söz konusu olmasıdır.
55. AİHM içtihadında sıklıkla devletin, bireylerin 8. maddenin (1) numaralı fıkrasında yer alan haklarını güvence altına almak hususunda gerekli ve uygun önlemler alma şeklindeki pozitif yükümlülüğünün söz konusu olduğu davalar ile 8. maddenin (2) numaralı fıkrası bağlamında haklılığının ortaya konulması gereken bir kamusal müdahale ile ilgili davalarda uygulanacak prensiplerin hemen hemen aynı olduğunun vurgulandığı görülmektedir. Her iki bağlamda da dikkate alınması gereken hususun, bireyin ve kamunun yarışan menfaatleri arasında adil bir dengenin tesisi olduğu ve her iki durumda da Sözleşme’ye uyumun sağlanabilmesi için alınması gereken tedbirlerin belirlenmesinde devletin geniş bir takdir yetkisini haiz olduğu ifade edilmektedir (Bor/Macaristan, § 24).
56. Özellikle Anayasa’da yer alan ve pozitif yükümlülükler ile temel hakların yatay ilişkilere uygulanabilirliğinin normatif dayanaklarını oluşturan düzenlemeler gözönünde bulundurulduğunda tüm ilgililerin erişimlerine sunulan veriler kapsamında söz konusu çevresel mesele ile ilgili karar alma sürecine katılımı ile belirtilen süreçte hukuksal çıkarlarının yeterince gözetilmediğini düşünmeleri durumunda ilgili idari ve yargısal yollara başvuru imkânı tanınması da kamusal makamların çevresel meseleler bağlamındaki yükümlülüklerinin kapsamına dâhildir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 60).
57. Çevresel meseleler bağlamında kamusal makamların haiz olduğu geniş takdir yetkisi nedeniyle birçok uluslararası sözleşmede de çevre hakkı bağlamında ayrı ve açık usule ilişkin yükümlülüklere yer verildiği görülmektedir. Özellikle kalkınma ve çevrenin korunması arasındaki ilişkinin vurgulanması açısından dikkat çeken Rio Bildirisi’nin 10 numaralı ilkesinde, çevresel meselelerin ancak bütün ilgililerin uygun düzeydeki katılımları ile en iyi şekilde ele alınabileceği ifade edilmiş ve bu hususun temini noktasında kamu makamlarının elinde bulunan çevreye ilişkin bilgilere uygun şekilde erişme, karar alma süreçlerine katılma ve yargısal ve idari işlemlere etkili şekilde erişim sağlanması hakkına yer verilmiştir (bkz. § 22). Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu tarafından 25/6/1998 tarihinde kabul edilen ve çevresel usule ilişkin hakların tanındığı ikinci ulusalüstü belge olan Aarhus Sözleşmesi’nin 4. ve 5. maddelerinde kamu makamlarının elinde bulunan çevresel bilgilere erişim hakkı, 6., 7. ve 8. maddelerinde çevresel karar alma süreçlerine katılım hakkı, 9. maddesinde ise çevresel meselelerde yargısal yollara başvuru hakkı açıkça tanınmıştır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 61).
58. AİHM’in de çevresel meselelere ilişkin başvuruları iki ayrı açıdan incelediği, söz konusu müdahalelerin esas bakımından 8. maddeye uygunluğunun yanı sıra karar alma sürecinin de ayrıca değerlendirildiği, çevresel meselelerin usule ilişkin boyutu bağlamında çevresel bilgi edinme hakkı, çevresel karar alma süreçlerine katılım hakkı ve çevresel konularda yargısal yollara başvurma hakkı şeklindeki usule ilişkin güvencelere vurgu yapıldığı anlaşılmaktadır (Taşkın ve diğerleri/Türkiye, § 115 vd.).
59. Çevresel meseleler bağlamında değerlendirilmesi gereken temel husus, yukarıda bahsedilen temel prensipler ışığında kamusal makamların, başvurucunun kamu yararı için söz konusu yüke katlanmasının haklılığını ortaya koyabilecek argümanlara sahip olup olmadığıdır. Devletin bu alandaki yükümlülüğünün genel olarak pozitif içerikte olması ve söz konusu alana ilişkin takdir yetkisinin genişliği karşısında değerlendirme sürecine usule ilişkin yükümlülüklerin de eklenmiş olması, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı açısından daha güvenceli bir zemin oluşmasını sağlamıştır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 63).
60. Söz konusu usule ilişkin haklar kapsamında çevresel riskler konusunda ilgili idarelerin kamuyu bilgilendirme pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır. Özellikle çevresel bilgi edinme hakkı bağlamında yalnızca kamusal makamların uhdesinde bulunan bilgilerin değil, ilgili faaliyeti yürüten özel kişilerin elinde bulunan bilgilerin de erişime açılması gerektiği vurgulanmalıdır. Çevresel kirliliğin daha çok özel kişiler eliyle yürütülen faaliyetler bağlamında gündeme gelmesi bu hususu zorunlu kılmaktadır. Zira kamusal makamların çevresel kirlilik meselelerindeki sorumluluğu, genellikle temel hakların yatay uygulamasından kaynaklanmaktadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 64).
61. Erişmeleri sağlanan bilgiler doğrultusunda çevresel karar alma süreçlerine katılımlarının temin edilmesi gereken bireylerin, söz konusu süreçte hukuksal çıkarlarının yeterince gözetilmediğini düşünmeleri durumunda yargısal yollara başvuru imkânının tanınması da önemli bir usule ilişkin yükümlülüktür (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 65).
62. Yukarıda yer verilen tespitler çerçevesinde somut başvuru açısından değerlendirilmesi gereken ilk husus; başvuruya konu çevresel etkinin, Anayasa’nın 17. maddesi kapsamındaki güvenceleri harekete geçirecek asgari ağırlıkta olup olmadığıdır. Söz konusu ağırlık, olayın tüm koşulları dikkate alınarak değerlendirilmeli ve değerlendirmede bahsedilen etkinin yoğunluğu, süresi, fiziksel ve ruhsal etkisi de dikkate alınarak normal bir kent yaşamına mündemiç ve katlanılması mümkün ve muhtemel görülen etki ve rahatsızlıklara nispetle nasıl bir ağırlık arz ettiği gözönünde bulundurulmalıdır.
63. AİHM içtihadında da inceleme konusu çevresel etkinin 8. maddede yer alan güvenceleri etkin hâle getirebilmesi için aranan ağırlık eşiğinin tespitinde genel olarak başvurucudan söz konusu etki derecesini ortaya koyan somut veriler sunmasının beklenildiği, bu kapsamda söz konusu etki derecesini ortaya koyan kamusal ölçümler veya uzman raporları gibi veriler ile ilgili alanın örneğin gürültüye doygun/açık bölge olarak tespit edildiğini gösteren kamusal kararların yapılan değerlendirmelerde dikkate alındığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Mahkemenin, başvuru evrakı ile ilgili idari ve yargısal prosedüre ilişkin evrak kapsamında tespit ettiği veriler ve hayatın olağan akışına göre söz konusu çevresel rahatsızlığın asgari ağırlık eşiğini geçtiğinin kabul edilmesi gerektiği yönünde tespitlerde bulunduğu başvuru örneklerinin de mevcut olduğu görülmektedir (Moreno Gomez/İspanya, B. No: 4143/02, 16/11/2004, §§ 59, 60; Ruano Morcuende/İspanya, B. No: 75287/01, 6/9/2005; Fagerskiöld/İsviçre, B. No: 37664/04, 26/2/2008; Oluic/Hırvatistan, B. No: 61260/08, 20/5/2010, §§ 52-62; Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, §§ 93–95).
64. Bu kapsamda ilgili tesis, işletme veya sair faaliyet sonucu ortaya çıkan çevresel etkiler ile başvurucunun özel ve aile hayatı veya konutunu kullanım hakkı arasında yeterince sıkı bir bağın varlığı yeterlidir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 68).
65. Yargılama dosyasına sunulan bilirkişi raporunda, iddiaya konu baz istasyonu antenlerinin başvurucunun ikamet ettiği konuta yirmi dokuz metre mesafede bulunduğu ve baz istasyonundaki antenlerin ışıma yönlerinin konutu etki altında bıraktığı belirtilmekte olup söz konusu ölçümlere dayalı somut veriler kapsamında iddiaya konu istasyonun, başvurucunun konutuna olan mesafesi ve belirtilen cihazların oluşturduğu elektromanyetik kirlenmenin başvurucunun maddi ve manevi varlığı üzerindeki etkisi dikkate alındığında insan sağlığına ciddi şekilde olumsuz etkileri olduğu düşüncesiyle korku ve paniğe neden olduğu belirtilen ilgili çevresel rahatsızlığın başvurucunun, Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan haklardan gerektiği şekilde istifade etmesini engellediği sonucuna varıldığından başvuruya konu çevresel rahatsızlığın Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında inceleme yapılmasını gerektirecek ağırlıkta olduğu anlaşılmaktadır.
66. Çevresel meseleler bağlamında gündeme gelen müdahalelerin özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını doğrudan ve ciddi şekilde etkilediğinin tespiti sonrasında üzerinde durulması gereken husus, kamu makamlarının bu hakların etkili şekilde korunmasını güvence altına almak için gerekli adımları atıp atmadığıdır. Bu bağlamda söz konusu çevresel etki kapsamında karşı karşıya gelen menfaatler arasında adil bir dengenin tesis edilip edilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 70).
67. Çevresel karar alma süreçlerinin karmaşık yapısı nedeniyle kamusal makamların geniş bir takdir yetkisi olduğu açıktır. Bu bağlamda söz konusu alanda bir baz istasyonu inşası ve işletilmesi hususunda kamusal makamlarca verilen kararın yerindeliğinin denetlenmesi Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte süreçte, bireyin temel hakları ile söz konusu kamusal menfaat arasında gerekli dengenin tesisine hizmet edecek güvencelerin yer alıp almadığının tespiti önemli olup belirtilen yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin tespitinde çevresel meseleler bağlamında söz konusu olan usul güvencelerinin gözetilip gözetilmediği de önemlidir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 71).
68. Başvurucu tarafından ilgili çevresel sürece ilişkin bilgilere erişiminin engellendiği ve karar alma sürecine katılımının sağlanmadığı yönünde bir iddia ileri sürülmemiştir. Bahse konu baz istasyonunun kendileri ve ailelerinin sağlık ve yaşam kaliteleri üzerindeki zararlı etkilerinin mahkeme tarafından gerektiği şekilde değerlendirilmediği iddia edilmektedir.
69. Özel hayata, aile hayatına ve konuta saygı hakkını etkileyen çevresel bir meselede söz konusu usul güvencelerinin en önemli bileşenlerinden biri; başvurucunun, kamusal makamların eylem veya ihmallerini bağımsız yargısal bir makam önüne taşıma ve gerektiği şekilde inceletebilme imkânıdır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 73).
70. Bu alanda kamusal makamların sahip olduğu geniş takdir yetkisi dikkate alındığında çevresel meseleler bağlamında Anayasa Mahkemesinin görevi, söz konusu çevresel rahatsızlığın nasıl sonlandırılacağı veya etkilerinin nasıl azaltılacağının bizzat belirlenmesi değildir. Bununla birlikte Mahkeme, yargısal makamlar başta olmak üzere kamusal makamların konuya gereken özenle yaklaşıp yaklaşmadıkları ve ilgili tüm menfaatleri gözetip gözetmediklerini değerlendirmek durumundadır (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 74; Mileva ve diğerleri/Bulgaristan, § 96).
71. Karmaşık çevresel sorunların ele alınıp çözümlenmesi aşamasında karar süreci, çevreye ve kişi haklarına zarar verebilecek faaliyetlerin etkilerini önceden değerlendirecek ve önleyecek şekilde tesis edilmelidir. Böylece bireysel ve kamusal menfaatler arasında adil bir denge tesis edilerek karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak tanıyacak gerekli etüt ve değerlendirmelerin gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Bu bağlamda söz konusu sürece ilişkin bilgilere erişim ve karar alma sürecine aktif katılımın yanı sıra karardan etkilenebilecek olan bireylerin, karar alma sürecinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile getirebilmek için konuyla ilgili her türlü tasarrufa karşı yargısal başvuru hakkına sahip olmaları ve iddialarının yargısal makamlarca özenli bir şekilde değerlendirilmesi son derece önemlidir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 75).
72. Çevresel meseleler bağlamında elektromanyetik kirlilik ve bunun sağlık üzerindeki etkilerine ilişkin iddiaların AİHM içtihadına da yansıdığı, kararlarda sağlık üzerindeki olası etkileri bilimsel araştırmalarla kesinlik kazanmayan radyoaktif kirlilik bağlamında çevresel meselelerde devletin geniş bir takdir hakkı olduğu vurgulanarak özellikle bilimsel verilerle kesinlik kazandırılmamış olan söz konusu değerlendirmeler bağlamında Mahkemenin kendi takdirini kamusal makamların değerlendirmeleri yerine ikame etmenin mümkün olmadığının kabul edildiği görülmektedir (Gaida/Almanya, B. No: 32015/02, 3/7/2007; Luginbühl/İsviçre, B. No: 42756/02, 17/1/2006).
73. Çevresel rahatsızlıklarla ilgili başvurular açısından söz konusu kirlilik ister kamusal makamların eylemlerinden ister özel hukuk kişilerinin iş ve eylemlerinden kaynaklansın yapılacak değerlendirmelerde geçerli olan prensipler benzer olup kamusal makamların, bireyin menfaatleri ile söz konusu faaliyetin yürütülmesine ilişkin kamusal ve genellikle ekonomik yarar arasında adil bir denge tesis edip etmediğinin belirlenmesi gerekmektedir (Hüseyin Tunç Karlık ve Zahide Şadan Karluk, § 77).
74. Başvuruya konu yargılama dosyasına sunulan bilirkişi raporlarında elektromanyetik alan şiddeti konusunda her ülkenin kendi standartlarına göre limit değerler belirlendiği, elektromanyetik alan oluşturan sabit telekomünikasyon cihazlarının kuruluş yeri, montajı ve denetlenmesine ait hususların, elektromanyetik alanda istem dışı ve sürekli maruz kalma durumunda çevre ve insan sağlığı üzerinde oluşabilecek olumsuz etkileri gidermek amacıyla Yönetmelik çerçevesinde düzenlendiği, ilgili firmanın söz konusu baz istasyonu için güvenlik sertifikası aldığı, yapılan inceleme ve ölçümler sonucunda baz istasyonunun yaydığı elektromanyetik dalgaların seviyeleri açısından yürürlükteki yasal düzenlemelerin öngördüğü sınırların çok daha altında kaldığı şeklinde yer verilen tespitler dikkate alındığında ölçüm sonuçlarının tamamının limit değerlerin altında olduğu, söz konusu istasyonun yasal çerçeveye uygun olarak tesis edildiği ve işletildiği anlaşılmaktadır.
75. Söz konusu istasyonun kurulumu ve işletilmesi için verilen iznin özellikle haberleşme alanında mobil telefon teknolojisinin kullanılması açısından kamu yararına hizmet ettiği açıktır.
76. Kamusal makamların başvurucunun potansiyel olarak zararlı olan radyoaktif etkilerden korunmasına ilişkin menfaati ile yukarıda belirtilen kamusal menfaatler arasında adil bir denge gözetip gözetmediği noktasında özellikle dosyaya sunulan bilimsel raporlarda yer alan verilerin gözönünde bulundurulması zaruridir.
77. Başvurucu tarafından, söz konusu elektromanyetik kirliliğin kendisi ve ailesinde görülen rahatsızlıklar ile doğrudan ilgisi olduğu iddia edilmekle birlikte bu hususta kesin veriler içeren bir delil sunulmadığı anlaşılmaktadır. Yargılama sırasında yapılan keşif sonucu tanzim edilen bilirkişi raporunda, baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların süreklilik arz ettiği ve yakın mesafelerde yaşayan insanları sürekli olarak etkisi altında bıraktığı ancak bilinenin aksine baz istasyonlarının çevrelerine radyasyon değil iyonlaştırıcı olmayan elektromanyetik dalga yaydıkları, baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların insan sağlığına etkileri konusunda dünya genelinde çok sayıda çalışma yapılmakla birlikte kesin bir sonuca henüz ulaşılmadığı, dünyada birçok ülke tarafından elektromanyetik dalgaların limit değerlerine ilişkin yasal düzenleme yapılırken ICNIRP tarafından belirlenen limit değerlerin dikkate alındığı, dava konusu baz istasyonları için ICNIRP’ın belirlediği limit değerin 41 V/m olduğu, Yönetmelik ile belirlenen bu limit değerin ülkemizde 10,25 V/m olarak belirlendiği, dolayısıyla mevzuatın çok daha fazla korumacı bir yaklaşım sağladığı, bu değerler aşılmadığı sürece başta baz istasyonları olmak üzere elektromanyetik alan oluşturan cihazların kullanılmasında ve ortamda elektrik alan oluşturulmasında bir sakınca bulunmadığı, dava konusu olan baz istasyonu için yapılan elektrik alan ölçüm değerinin en fazla 0,8 V/m olarak ölçüldüğü, bu değerin ICNIRP’ın elektrik alan için izin verdiği değerin yüzde ikisine karşılık geldiği, baz istasyonunun güvenlik mesafesi olan 10,68 metre içinde bir yaşam alanının bulunmadığı, söz konusu baz istasyonu hakkında ilgili denetleme birimince güvenlik sertifikası düzenlendiği ve istasyonun Yönetmelik kriterlerine uygun olarak çalıştığı, ölçülen elektrik alan şiddet değerlerinin de belirlenen sınır değerlere göre düşük seviyede olması nedeniyle dava konusu baz istasyonunun bulunduğu yerde hizmet vermesinde herhangi bir sakınca bulunmadığı yönünde tespitlere yer verildiği görülmektedir.
78. Söz konusu tespitler, baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik dalgaların zararlı etkileri noktasında bilimsel bir tartışmanın sürdüğünü ortaya koymakla birlikte yasal limitler dâhilinde olan salınımların zararlı etkilerine ilişkin kesin bir bilimsel verinin de mevcut olmadığına işaret etmektedir.
79. Özellikle çevresel sorunlara ilişkin karar alma süreçlerinin bireysel ve kamusal menfaatler arasında adil bir denge tesisine imkân verecek şekilde gerekli etüt ve ayrıntılı değerlendirmeleri içermesi zorunludur. Bununla birlikte bu kabul, ilgili kararların yalnızca söz konusu meselenin her yönü ile ilgili kesin ve ölçülebilir verilerin ortaya konulabildiği durumlarda alınabileceği şeklinde yorumlanamaz. Bu açıdan kamusal makamların, ilgili alandaki araştırmaları desteklemek ve elde edilen veriler ışığında mevzuat ve uygulamada gerekli revizyonları yapma yükümlülüğü bulunmaktadır (Gaida/Almanya, B. No: 32015/02, 3/7/2007).
80. Başvurucunun söz konusu baz istasyonunun zararlı etkilerine dair iddialarını yargısal makamlar önüne taşıma imkânı bulduğu, çelişmeli bir yargılama prosedüründe iddia ve delillerini sunma, inceletme ve ilgili kamusal makam ve özel hukuk kişisinin iddia ve savunmalarına yanıt verme imkânını elde ettiği, iddiaların reddine dair maddi ve hukuki değerlendirmelerin karar düzeltme aşaması da dâhil iki dereceli bir yargılama prosedürü neticesinde ortaya konduğu anlaşılmaktadır.
81. Derece Mahkemelerince başvurucunun iddialarının yapılan keşif ve alınan bilirkişi raporları kapsamında ayrıntılı olarak değerlendirildiği ve başvurucunun iddialarının yerinde görülmeme nedenlerinin kapsamlı bir gerekçe ile karşılandığı anlaşılmaktadır. İlgili yargısal makamlarca elektromanyetik kirliliğin insan sağlığı üzerindeki olası zararlı etkilerinin bilimsel bir kesinliğe ulaşmayan karmaşık bir konu olduğu, baz istasyonundan yayılan elektromanyetik dalgalara yakın mesafede ve sürekli olarak maruz kalan kişilerin zarar görebilecekleri konusunda endişe duyduklarının ve psikolojik olarak etkilendiklerinin kabul edilmesi gerektiği ancak günümüzde iletişimin toplum için olmazsa olmaz derecesinde zorunlu ihtiyaçlardan olduğu, haberleşmenin sürekli olarak geliştiği ve insanların yararına sunulduğu, bu tür iletişim imkânlarından faydalanmanın beraberinde birtakım riskleri de getirdiği, elektromanyetik kirliliğin insan sağlığı üzerindeki olası zararlı etkilerinin bilimsel bir kesinliğe henüz ulaşmadığı, bu konuda belirsiz bir durumun bulunduğu, dava konusu baz istasyonunun yasa ve yönetmelikte belirlenen limit değerlere uygun olduğu ve Yargıtayın konu ile ilgili son içtihatları dikkate alındığında, hak ve nasfet ölçüsüne göre davanın reddinin gerektiği sonucuna ulaşıldığı anlaşılmaktadır.
82. Yukarıda yer verilen tespitler ve yapılan ölçümler neticesinde mevzuattaki limit değerlerin altında olduğu belirlenen elektromanyetik etkinin başvurucunun sağlığı üzerinde doğrudan zararlı bir etkisinin olduğunu ortaya koyan kesin bilimsel verilerin mevcut olmadığı dikkate alındığında, başvurucunun ve kamunun somut başvuru özelinde karşı karşıya gelen menfaatleri arasında Derece Mahkemeleri tarafından adil bir denge kurulmadığı ve takdir hakkının sınırlarının aşıldığı sonucuna ulaşmak mümkün değildir. Bu noktada Anayasa Mahkemesinin kendi takdirini, bilimsel veriler ile bu teknik ve karmaşık alana ilişkin olarak Derece Mahkemelerinin takdiri yerine ikame etmesi düşünülemez. Bunun yanı sıra başvurucunun söz konusu çevresel rahatsızlığa ilişkin iddialarını, ilgili usule ilişkin güvenceleri haiz olarak yargısal makamlara sunma ve inceletme imkânı bulduğu anlaşılmaktadır.
83. Yukarıda yer verilen tespitler ışığında kamusal makamların olaya gereken özenle yaklaşmadıkları ve olayda söz konusu olan kamusal ve bireysel menfaatleri gerektiği şekilde değerlendirmedikleri, başvurucunun maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkının korunması bağlamında kamusal makamların pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği sonucuna varılması mümkün değildir.
84. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA,
D. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
21/4/2016tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.