TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
A.H.Ö. ve L.D. BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/3496)
|
|
Karar Tarihi: 6/1/2016
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
GİZLİLİK
TALEBİ KABUL
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Serruh KALELİ
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Raportör
|
:
|
Abuzer YAZICIOĞLU
|
Başvurucu
|
:
|
1- A.H.Ö.
|
Vekili
|
:
|
Av. Ahmet AKGÜL
|
Başvurucu
|
:
|
2- L.D.
|
Vekili
|
:
|
Av. Aysu ÖNER
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; ulusal yayın yapan bir gazetenin pazar ekinde
yayımlanan bir köşe yazısında kullanılan ifadelerin kişilik haklarını
zedelediği, bu kapsamda açılan tazminat davasında hükmedilen tazminat
miktarının kazanılmış haklar gözetilmeden bozma kararı sonrasında düşürülmesi
nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiği ve yargılamanın makul
sürede tamamlanmadığı iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 28/5/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan
yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi
neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 28/11/2014 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Yapılan incelemede 30/5/2013 tarihli ve 2013/3770
numaralı başvurunun konu bakımından aynı nitelikte olması nedeniyle 2013/3496
numaralı başvuru ile birleştirilmesine ve
incelemenin bu dosya üzerinden yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından 6/12/2013 ve 7/5/2015
tarihlerinde, başvuruların kabul edilebilirlik ve esas incelemelerinin birlikte
yapılmalarına ve başvuruların birer örneğinin bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmesine karar verilmiştir.
6. Bakanlık, L.D. başvurusu ile ilgili görüşünü 4/2/2014;
A.H.Ö. başvurusuyla ilgili görüş bildirmeme yönündeki yazısını ise 4/6/2015
tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
7. Bakanlık tarafından L.D. başvurusuna ilişkin Anayasa
Mahkemesine sunulan görüş, başvurucuya 17/2/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir.
Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmamışlardır.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
8. Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama
dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir:
9. Başvurucu A.H.Ö., birçok ilçede kaymakamlık ve farklı
illerde valilik yaptıktan sonra emekli olmuş; bir dönem de milletvekili olarak
görev yapmıştır. Başvurucu L.D. ise A.H.Ö.nün
eski eşidir.
10. Ulusal yayın yapan Sabah gazetesinin Pazar isimli
haftalık ekinin 14/7/2002 tarihli nüshasında yayımlanan “Başbürokrat Polise Niçin Düşman Oldu” başlıklı köşe
yazısında, başvurucuların isimleri zikredilmeden ve Karadeniz Bölgesi’nin ünlü
bir şehrinde şehrin ileri gelenlerinden olduğu vurgusu ve “başbürokrat” nitelendirmesi
yapılarak ildeki icraatlarından, eşinin ve kendisinin özel yaşamından,
emniyetle olan ilişkilerinden, özel yaşamındaki problemlerini emniyet
yetkilileri hakkındaki tasarruflarına yansıttığından bahsedilmiş ve yaşanan
olaylar hikâye tarzında kaleme alınırken şu ifadelere yer verilmiştir:
"Anlatacağım hikâye, mavisi ve yeşiliyle
ünlü Karadeniz’in ünlü bir şehrinden… Kahramanı, bu şehrin ileri gelenlerinden
birisi. Onun hikâyesini yazarken ismini açıklamayacağım ve ona ‘başbürokrat’ adını vereceğim.
Kahramanımız yani Başbürokrat,
tayin olduğu bu şehirde, ayağının tozuyla büyük bir mücadeleye girişmiş. Geceli
gündüzlü yoğun bir tempoyla problemleri çözmeye çalışıyor, bazı çıkar
çevrelerini karşısına aldığını bildiği halde hiç taviz vermeden kanunları büyük
bir gözükaralıkla yerine getiriyormuş.
Aslında birçok kesimi de kendisine düşman
ettiğini bilen Başbürokrat’ın yanında, güzel karısı
da varmış. Karısı onunla evlenmeden önce, cinsellik konularında uzman bir
profesörün eşiymiş. Ayrıca, çevresinde, aktif yaşantısıyla da tanınıyormuş.
Başbürokrat, gezmeyi ve eğlenmeyi seven eşinin başına bir şey gelmemesi için bir
komiser ve birkaç polis memurundan oluşan bir ekip oluşturmuş. Bu ekip, Başbürokrat’ın karısının gittiği her yere gidiyor, onu her
türlü tehlikeden koruyormuş.
Başarılı çalışmalara imza atan Başbürokrat ise işlerinin yoğunluğu nedeniyle eşine pek
fazla eşlik edemiyormuş. Günler birbirini kovalar ve hızla geçip giderken olan
olmuş ve Başbürokrat’ın karısı, kendisine tahsis
edilen ekibin başındaki genç komisere aşık olmuş.
Kimilerine göre komiser kadını baştan
çıkarmış. Ancak, sonuçta, iki sevgili şehirde dedikoduların arttığını anlamış
ve Başbürokrat’ın kendilerine zarar vermesinden
çekindikleri için başka bir şehre kaçmaya karar vermiş.
Fakat kızgın Başbürokrat’ın
kendisine yapılanı kimsenin yanına bırakmaya niyeti yokmuş. Zaten o, karısının
kandırıldığına ve zorla götürüldüğüne inanıyormuş. Hemen hiç vakit kaybetmeden
sevgililerin kaçtıkları yeri belirlemiş ve karısını buldurmuş.
Aracıların devreye girmesi üzerine eşi, Başbürokrat’ın yanına dönmüş; genç komiser ise
cezalandırılmış. Ama iş bununla bitmemiş. Dava kapandı, her şey normale döndü
sanılırken, kızgın Başbürokrat ile polis teşkilatı
arasında zor günler başlamış.
Çünkü, Başbürokrat,
bütün bu olanların, emrinde çalışan polis müdürleri yüzünden meydana geldiğine
inanıyor ve intikam planları yapıyormuş. Bunun için de her adli olaydan sonra
polis müdürlerine karşı tavır alıyor, polis teşkilatı ve müdürlerinin
açıklarını kollamak için kendi çevresindeki insanları kullanıyormuş.
Başbürokrat’ın iddialarına göre şehirde fuhuş almış başını yürümüş ve bütün bu çark
Emniyet Müdürü ve arkadaşlarının bilgisi dahilinde işlemeye başlamış. Ankara da
Başbürokrat’ın iddiaları üzerine Emniyet Müdürü
hakkında soruşturma başlatmış.
Sonuçta Emniyet Müdürü görevden alınmış. Yine
de Başbürokrat’ın kızgınlığı geçmemiş. Yeni gelen
Emniyet Müdürü ile de geçinemeyen Başbürokrat, onun
hakkında da sahtekârlık iddiasıyla soruşturma açılmasına neden olmuş. Ve bu
Emniyet Müdürü de görevden alınmış.
Emniyet Genel Müdürlüğü içinde rahatsızlık
yaratan bu çekişmeler üzerine İçişleri Bakanlığı konunun araştırılması için
müfettişler göndermiş. Böylece Karadeniz’in birkaç ayda 2 Emniyet Müdürü
eskiten güzel şehrindeki skandal ortaya çıkmış.
Başbürokrat, hala koltuğunda oturuyor. Polis teşkilatıyla arasında inanılmaz bir
çekişme var. Ve polisler, durumdan çok rahatsız. Başbürokrat’ın
yakın çevresi ise onun haklı olduğunu, karısının da kandırıldığını iddia
ediyor. Bakalım ne olacak? İzleyelim, görelim…”
11. Başvurucular; kaleme alınan yazıda “başbürokrat” nitelemesiyle … Valisi
olarak kendilerinin hedef alındığını, yazılanların yalan ve yanlış olduğunu, bu
yazının kendilerini yıpratmaya yönelik ve bir bütün olarak hukuka aykırı
olduğunu, gerçek ve güncel olmadığını, yazılmasında kamu yararının
bulunmadığını; şeref, haysiyet ve aile yaşamına yönelik olduğunu, … ilinde
gündemi işgal eden fuhuş olaylarının üzerine gitmesi, emniyet müdürü hakkında
soruşturma yapılmasına izin vermesi sonucunda bu kişinin Bakanlıkça merkeze
alınması nedeniyle fuhuş gibi gerçek ve güncel bir olgu üzerine gitmede
gösterdiği kararlılık ve direncini kırmaya yönelik yazıldığını, yazıda
kullanılan üslubun çok ağır olduğunu iddia ederek başvuruculardan A.H.Ö.,
19/7/2002 tarihinde Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde ve L.D. ise 11/7/2003
tarihinde Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde ilgililer aleyhine manevi
tazminat davaları açmıştır.
12. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi 3/7/2003 tarihli ve
E.2002/620, K.2003/594 sayılı kararı ile dinlenen tanık anlatımları, ilgili
kurum ve kuruluşlardan alınan yazılar ve toplanan diğer deliller neticesinde
söz konusu yazıda "başbürokrat"
olarak belirtilen kişinin başvurucu olduğunun anlaşıldığını, yazı içeriğinin de
eleştiri sınırını aştığını, incitici ve özel yaşama müdahale eder nitelikte
olduğunu belirterek davanın kısmen kabulüne karar vermiş ve başvurucu lehine
25.000 TL manevi tazminata hükmetmiştir.
13. İlk Derece Mahkemesi kararının davalılarca temyiz
edilmesi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 6/4/2004 tarihli ve E.2003/11827,
K.2004/4455 sayılı ilamı ile hukuk davasına konu yayın nedeniyle davalılar
aleyhine ceza davası açıldığını, ceza mahkemesinde verilme ihtimali olan beraat
kararı, hukuk hâkimi üzerinde bağlayıcı etkiye sahip olmasa da ceza
mahkemesinin maddi olguyu kabul şeklinin, dava konusu yayının içeriği
itibarıyla hukuk davasına etkili olabileceğini, bu nedenle ceza davası sonucu
beklenerek karar verilmesi gerektiğini, davalıların diğer temyiz itirazlarının
bu aşamada incelenmesine gerek olmadığını belirterek kararın bozulmasına
hükmetmiştir.
14. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, bozma kararına uyarak
ceza davasını bekletici mesele yapmış; bu süreçte diğer başvurucu (eski eşi)
tarafından 11/7/2003 tarihinde aynı yazı nedeniyle Ankara 2. Asliye Hukuk
Mahkemesinde açılan tazminat davasının mevcut dava ile birleştirilmesine
6/10/2004 tarihinde karar vermiştir.
15. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, bekletici mesele
yapılan ceza davasının sonuçlanmasının ardından verdiği 11/2/2010 tarihli ve
E.2004/315, K.2010/19 sayılı kararı ile daha önce hükmedilen 25.000 TL
tutarındaki manevi tazminatın olay tarihi itibarıyla tarafların sosyal ve
ekonomik durumlarına, paranın alım gücüne göre fazla olduğunu belirterek ve
köşe yazısı ile ilgili önceki gerekçeleri tekrar etmek suretiyle davanın kısmen
kabulü ile başvurucular lehine ayrı ayrı 15.000 TL manevi tazminata
hükmetmiştir.
16. İlk Derece Mahkemesi kararının taraflarca ikinci kez
temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 21/6/2011 tarihli ve
E.2010/5957, K.2011/7274 sayılı ilamı ile "...Kişilik
hakları hukuka aykırı olarak saldırıya uğrayan kimse manevi tazminat
ödetilmesini isteyebilir. Yargıç, manevi tazminatın tutarını belirlerken,
saldırı oluşturan eylem ve olayın özelliği yanında tarafların kusur oranını,
sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da
dikkate almalıdır. Tutarın belirlenmesinde her olaya göre değişebilecek özel
durum ve koşulların bulunacağı da gözetilerek takdir hakkını etkileyecek
nedenleri karar yerinde nesnel (objektif) olarak göstermelidir. Çünkü yasanın
takdir hakkı verdiği durumlarda yargıcın, hukuk ve adalete uygun (hak ve nısfetle) karar vereceği Medeni Yasa'nın 4. maddesinde
belirtilmiştir. Takdir edilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru
doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir işlevi (fonksiyonu) olan özgün
bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi malvarlığı hukukuna ilişkin bir
zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde bu tazminatın sınırı onun
amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek tutar, var olan durumda elde
edilmek istenilen doyum (tatmin) duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan
kadar olmalıdır. Asıl ve birleşen davaya konu edilen 14/7/2002 tarihli ‘Başbürokrat Neden Polise Düşman Oldu’ başlıklı yazının
yayınlandığı tarih ile yukarıda açıklanan ilkeler gözetildiğinde asıl dava ve
birleşen davada davacı yararına hüküm altına alınan manevi tazminat miktarları
fazladır. Davacılar yararına daha alt düzeyde manevi tazminata karar verilmesi
gerekirken yazılı şekilde manevi tazminata karar verilmiş olması doğru
değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir."
gerekçesine dayanarak kararın bozulmasına karar vermiştir.
17. Başvurucular tarafından yapılan karar düzeltme talebi de
aynı Dairenin 8/12/2011 tarihli ve E.2011/13333, K.2011/13220 sayılı ilamı ile
reddedilmiştir.
18. İkinci bozma sonrası Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi
bozma ilamına uyarak verdiği 29/3/2012 tarihli ve E.2012/2, K.2012/130 sayılı
kararı ile önceki kararındaki ve Yargıtay bozma ilamındaki gerekçelerle davanın
kısmen kabulüne, başvurucular lehine ayrı ayrı 3.000 TL manevi tazminata
hükmetmiştir.
19. Anılan karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 19/9/2012
tarihli ve E.2012/10903, K.2012/13054 sayılı ilamı ile onanmış; karar düzeltme
talebi ise aynı Dairenin 26/3/2012 tarihli ve E.2013/1210, K.2013/5520 sayılı
ilamı ile reddedilmiştir.
20. Karar düzeltme talebinin reddine ilişkin ilam başvurucu
A.H.Ö.ye 2/5/2013 tarihinde, başvurucu L.D.ye 30/4/2013 tarihinde tebliğ
edilmiş; başvurucular, sırasıyla 28/5/2013 ve 30/5/2013 tarihlerinde ayrı ayrı
bireysel başvuruda bulunmuşlardır.
B. İlgili Hukuk
21. 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun
58. maddesi şöyledir:
“Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören,
uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para
ödenmesini isteyebilir.
…. ”
22. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu'nun 30. maddesi şöyledir:
“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir
biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
23. Mahkemenin 6/1/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
24. Başvurucular; 19/7/2002 tarihinde üç davalı aleyhine
Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde ve 11/7/2003 tarihinde Ankara 2. Asliye
Hukuk Mahkemesinde basın yoluyla kişilik haklarına saldırı yapıldığını iddia
ederek açtıkları tazminat davalarında hükmedilen manevi tazminat miktarlarının
çok düşük olduğunu, miktarların olaya ve dosya kapsamına uygun olmadığını,
Mahkemenin ilk kararında daha yüksek miktarda tazminata hükmedildiğini, bu
nedenle lehlerine kazanılmış hak oluştuğunu, bu durumun yargılamanın ilerleyen
aşamalarında dikkate alınmadığını, yargılamanın taraflarının sosyal ve ekonomik
durumları dikkate alındığında hükmedilen tazminat miktarının etkisiz ve kanun
koyucunun amacına uzak bir tutar olduğunu, ayrıca yargılamanın makul sürede
sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma, kişi dokunulmazlığı, maddi ve
manevi varlığının korunması, etkili başvuru haklarının ve hakların kötüye
kullanılması yasağının ihlal edildiğini, ifade özgürlüğünün Anayasa ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (Sözleşme) belirlenen sınırlarının aşıldığını
ileri sürmüşler; Anayasa’nın 17., 26., 28., 36. ve 38. maddelerinin ihlal
edildiğini iddia etmişlerdir. Başvurucular, ihlalin tespiti ile yargılamanın
yenilenmesi veya 22.000 TL ve 12.000 TL ayrı ayrı manevi tazminat ödenmesi
talebinde bulunmuşlardır.
B. Değerlendirme
25. Başvurucular, tahkir içeren sözler nedeniyle ihlal edilen
şeref ve itibarın korunması haklarını, derece mahkemeleri kararlarının
yeterince korumadığını belirterek Anayasa’nın 17., 26., 28., 36. ve 38.
maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüş ise de başvurucuların şikâyet ettiği
koşullar ve şikâyetlerini dile getirme biçimleri dikkate alınarak bu
şikâyetlerin Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında incelenmesi uygun görülmüştür.
Bunun yanı sıra yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmamasına ilişkin
başvurular, yargılamanın sonucundan bağımsız ve ilk derece yargısındaki usule
ilişkin güvencelere yönelik olduğundan adil yargılanma hakkı kapsamında ayrıca
değerlendirilmiştir.
26. Bakanlık görüş yazısında benzer konularla ilgili daha
önce bildirilmiş görüşlere atıfta bulunulmuş, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları hatırlatılmıştır.
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
a. Kişisel İtibarın Korunması Hakkının İhlal
Edildiğine İlişkin İddia
27. Başvuru konusu olaya benzer olaylarda uygulanacak ilkeler
ilk olarak İlhan Cihaner(2) (B.
No: 2013/5574, 30/6/2014, §§ 42-74) kararında ortaya konulmuştur. Daha sonra
aynı ilkeler Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu tarafından benimsenmiş (Kadir Sağdıç [GK], B. No: 2013/6617,
8/4/2015, §§ 35-66; Nihat Özdemir [GK],
B. No: 2013/1997, 8/4/2015, §§ 29-61) ve Bölümler önlerine gelen şikâyetlerde
sözü geçen ilkeleri uygulamışlardır (Ali
Suat Ertosun, B. No: 2013/1047, 15/4/2015, §§ 21-52; Ali Suat Ertosun (2), B. No: 2013/1640,
15/4/2015, §§ 19-50).
28. Başvuruya konu sözler ve iddialar nedeniyle
başvurucuların kişisel itibarının korunması haklarına müdahale edildiği,
dayanaksız ve soyut bir husus değildir. Bu sebeple mevcut davada
başvurucuların, Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında koruma altına
alınan kişisel itibarın korunmasını isteme hakları ile ulusal günlük gazetenin
ve şikâyet konusu köşe yazısının yazarı gazetecinin Anayasa’nın 28. maddesinde
güvence altına alınan basın özgürlüğü ve bu özgürlükle bağlantılı olarak
Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü arasında bir
denge kurulması gerekmektedir.
29. Bireyin kişisel şeref ve itibarı, Anayasa’nın 17.
maddesinde düzenlenen “manevi varlık”
kapsamında yer almaktadır. Devletin, bireyin manevi varlığının bir parçası olan
kişisel şeref ve itibara keyfî olarak müdahale etmemek şeklinde negatif
yükümlülüğü ve üçüncü kişilerin saldırılarını önlemek şeklinde pozitif
yükümlülüğü bulunmaktadır (Abdullah Doğtaş,
B. No: 2013/1123, 2/10/2013, § 33). Şeref ve itibarı etkileyen sözlü saldırılar
veya basın ve yayın yolu ile yapılan yayınlara karşı bireyin korunmaması
hâlinde Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası ihlal edilmiş olabilir (Kadir Sağdıç, § 36; İlhan Cihaner (2),
§ 42). Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasının olaya
uygulanabilmesi için kişinin itibarına yapılan saldırının kişinin itibarına
saygı gösterilmesini isteme hakkından başvurucuların kişisel olarak
yararlanmasına zarar verecek şekilde yapılmış olup olmadığını olayın şartlarına
göre değerlendirir (Kadir Sağdıç,
§ 39; İlhan Cihaner
(2), § 45).
30. Öte yandan ifade özgürlüğü, demokratik toplumun temelini
oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için
gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır. Anayasa’nın 26. maddesinin
ikinci fıkrası saklı tutulmak üzere ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından
kabul gören veya zararsız ya da ilgisiz kabul edilen bilgi ve fikirler için
değil; incitici, şoke edici ya da rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de
geçerli olduğu yinelenmelidir. İfade özgürlüğü, yokluğu hâlinde “demokratik bir
toplum”dan söz edilemeyen çoğulculuğun, hoşgörünün ve
açık fikirliliğin bir gereğidir ve bazı istisnalara tabi ise de bu istisnaların
dar yorumlanması ve bu hakkın sınırlandırılmasının ikna edici olması gerekir (Kadir Sağdıç, § 48; İlhan Cihaner (2),
§ 55; Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976, §
49).
31. Buna karşın basın özgürlüğü, Anayasa'nın 28-32.
maddelerinde özel olarak düzenlenmiştir. Basın özgürlüğü; gazete, dergi, kitap
gibi araçlar ile düşünce ve kanaatleri açıklama, yorumlama; bilgi, haber ve
eleştirilerin yayın ve dağıtım haklarını kapsar (AYM, E.1996/70, K.1997/53,
5/6/1997). Basın özgürlüğü, düşüncenin iletilmesini ve dolaşımını
gerçekleştirerek bireyin ve toplumun bilgilenmesini sağlar. Çoğunluğa muhalif
olanlar da dâhil olmak üzere düşüncelerin her türlü araçla açıklanabilmesi,
açıklanan düşünceye paydaş sağlanabilmesi, düşünceyi gerçekleştirme konusunda
ilgililerin ikna edilebilmesi çoğulcu demokratik düzenin gereklerindendir. Bu
itibarla düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğü demokrasinin
işleyişi için yaşamsal önemdedir (Kadir
Sağdıç, § 49; İlhan Cihaner (2), § 56).
32. Mutlak değil, sınırlanabilir birer hak olan düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğü ile onu tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan
basın özgürlüğü, Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlükleri sınırlama
rejimine tabidir. Anayasa'nın 28. maddesinin dördüncü fıkrasında basın
özgürlüğünün sınırlanmasında 26. ve 27. madde hükümlerinin uygulanacağı
belirtilmiştir. Böylece basın özgürlüğü, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü
ile ilgili genel hüküm niteliğindeki 26. maddedeki ve sanatsal ve akademik
ifadelerle ilgili 27. maddedeki sınırlama rejimine tabi tutulmuştur. Basın
özgürlüğüne yönelik diğer sınırlamalar ise 28. maddenin beşinci ve izleyen
fıkralarında yer almıştır. Basının, Anayasa'nın 26., 27. ve 28. maddelerinde
sayılan sınırlandırmalardan biri olan "başkalarının
şöhret veya haklarının, özel veya aile hayatlarının" korunması
için konmuş olan sınırlandırmalara uyması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 62).
33. Mevcut olaydaki gibi başvuruların, Anayasa’nın 26. veya
28. maddelerine dayanılarak ihtilaflı sözlerin sahibi tarafından yapılmış
olması ile Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasına dayanılarak bu sözlere
konu olan kişi tarafından yapılmış olmasının değerlendirme bakımından önemi
bulunmamaktadır. Anayasa’nın bu maddelerinde korunan hak ve özgürlüklerle
ilgili benzer olaylarda çelişkili sonuçların ortaya çıkmaması için yargı
mercilerinin anılan hak ve özgürlükler arasında Anayasa Mahkemesi içtihadında
ortaya konulan kriterlere uygun bir denge kurmaları gerekir.
34. Basın özgürlüğü ile itibarın korunması hakkı arasında bir
denge kurulmasıyla ilgili olarak mevcut olaya uygulanabilecek olan kriterler şu
şekilde sayılabilir: Genel yarara ilişkin bir tartışmaya katkı sağlanıp
sağlanmadığı, hedef alınan kişinin konumu (siyasetçi, kamu görevlisi vb. olup
olmaması ve ünlülük derecesi gibi); haber, köşe yazısı veya makalenin konusu,
ilgili kişinin önceki davranışları, yayının içeriği, şekli ve sonuçları ile
haber, köşe yazısı veya makalenin yayımlanma şartları (İlhan Cihaner (2),
§§ 66-73; Kadir Sağdıç, §§ 58-66;
Nihat Özdemir, §§ 54-61; Ali Suat Ertosun, §§ 44-52; Ali Suat Ertosun (2), §§ 42-50).
35. Somut davanın kendine has koşullarında mahkemelerin,
başvurucuları eleştiri sınırlarını aşan bir müdahaleden korumakta yetersiz
kalıp kalmadıkları incelenmelidir. Bu bağlamda somut başvuruda taraflar
arasındaki ihtilaf, büyük ölçüde, dava konusu yazıların maddi vakıaların
açıklanması veya değer yargısı olarak nitelendirilmesi ile ilgilidir. Bu
noktada maddi olgular ile değer yargısı arasında dikkatli bir ayrıma gidilmelidir.
Maddi olgular ispatlanabilse de değer yargılarının doğruluğunu ispatlamanın
mümkün olmadığı hatırda tutulmalıdır (Kadir
Sağdıç, § 57; İlhan Cihaner (2), § 64; benzer yöndeki AİHM kararı
için bkz. Lingens/Avusturya, B. No: 9815/82, 8/7/1986, § 46).
Yine de yeterli bir olgusal temele sahip olması beklenmekle birlikte
yargılamaya konu bir yazının bir bütün olarak ele alındığında kamu yararını
ilgilendirmesi, değer yargısı kavramının geniş yorumlanması gerekliliğini
ortaya koymaktadır. Bir suç isnadının sağlam bir nedene dayandığının ortaya
konulmasında aranan kesinlik derecesinin, kamu yararı ile ilgili bir konuda,
gazetecilerin değer yargısı içeren ifadeleri bakımından da aranmasını beklemek
basın özgürlüğünün amacı ile bağdaşmaz (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Scharsach ve News Verlagsgesellschaft
GmbH/Avusturya, B. No: 39394/98,
13/2/2004, §§ 39-43).
36. Başvurucular; köşe yazısında kendilerinin, kişisel
çıkarlarını ve özel hayatlarını mesleği ile karıştıran, özel yaşantıları düzgün
olmayan, maiyetindekilere yanlı davranan kişiler olarak gösterildiğini iddia
etmektedirler. Başvurucular; haklarında yasal işlem yapılan kamu görevlilerinin
kin ve öç alma duygusuyla karalama kampanyası niteliğinde oluşturulan ve
gerçeklik unsurunu taşımayan bu yazıda, yazının sahibi gazeteci tarafından
hedef alındıklarını, kamu yararı bulunmayan bir konuda özel hayatlarının gerçek
dışı açıklamalara konu edildiğini, itibarsızlaştırılmalarının amaçlandığını ve
hakarete uğradıklarını belirtmiştir. İlk Derece Mahkemesi, davalının kullandığı
şikâyet konusu sözlerin, davacı tarafların kişilik haklarına saldırı oluşturduğunu ve incitici olduğunu kabul
etmesine karşın tazminat miktarını talep edilen miktara göre düşük
belirlemiştir. Somut davada İlk Derece
Mahkemesi; yazının, davacıların özel yaşantısını hedef aldığı, incitici
içerikte olduğu, kamuyu aydınlatıcı özellik taşımadığı ve güncel olmadığı
vurgusu yaparak ifade ve basın özgürlüğünün sınırlarında kalan eleştirel
nitelikte yazılardan olmadığını kabul etmiştir.
37. Başvurucuların, davalının yazısının şahsiyet haklarına
yönelik bir saldırı olduğu yönündeki değerlendirmelerine karşılık olarak
davalı; yazının konusu ve hedefinin davacılar olmadığını, yazı içeriğinde
davacıların kimliğini ortaya koyabilecek herhangi bir belirti bulunmadığını,
yazıda bahsi geçen “başbürokratın eşi” ile ilgili bilgilerin davacıların
özel yaşantısı ile örtüşmediğini, davacılarla yazı arasında matufiyet
ilişkisinin olmadığını, davacıların kendilerine pay çıkarmasının hatalı
olduğunu ve şikâyet konusu yazının kişilik haklarına saldırı amacıyla kaleme
alınmadığını savunmuştur. İlk Derece Mahkemesi; yazı içeriğindeki vurgular ve
olayların detayları dikkate alındığında yazıda “başbürokrat”
olarak isimlendirilen kişiden davacının anlaşılabildiğini, yazı içeriğinde
davacıların ortak ve özel yaşam alanlarının ötesinde sır alanlarına
girildiğini, yazının güncel bir konuya ilişkin olmadığını, kamuyu aydınlatıcı
ve eleştirel bir özellik taşımadığını, ilgili kişileri karalama ve itham amacı
ile yazılmış olduğunu belirtmiştir. Mahkeme; başvurucuların bulunduğu makamı,
yaptığı icraatları ve basının görev ve sorumluluklarını da gözönüne
alarak yazıların basın özgürlüğü kapsamında yer almadığına, kişilik haklarına
saldırı niteliği taşıdığına, güncel ve görünürdeki gerçekliğe uygun olmadığına
karar vermiştir.
38. Başvurucular, davalı tarafından
kaleme alınan köşe yazısında şahsiyet haklarına yönelik bir saldırı olduğunu
ileri sürmektedirler. İlk Derece Mahkemesi de söz konusu yazının bir bütün
olarak görünür gerçeğe uygun olmadığı, yazıda davacıların doğrudan hedef
alındığı ve yazının başvurucuların sır alanlarını ihlal eder nitelikte olduğu
yönünde değerlendirme yaparak davayı kabul etmiştir.
39. İlk olarak davalının, başvuruya konu gazete yazısında dile
getirdiği düşüncelerin olgular temelinde gelişen bir tartışmaya katkı sunup
sunmadığı ve içeriğinin kamunun merakını giderme isteğinin ötesine geçip
geçmediği sorularına cevap verilmelidir. Bu bağlamda bir haber, köşe yazısı
veya makalenin kamuyu bilgilendirme değeri ne kadar yüksek ise kişinin söz
konusu haber, köşe yazısı veya makalenin yayımlanmasına o kadar çok katlanması
gerekir. Aksine yazının bilgilendirme değeri ne kadar düşükse kişinin korunan
çıkarına da o kadar çok üstünlük tanınması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 74). Basının
genel yarar nitelikli bütün sorunlarla ilgili olarak bilgi ve fikir yayma
fonksiyonuna, kamunun bu bilgi ve fikirleri alma hakkının eklendiği
hatırlanmalıdır.
40. Şikâyet konusu köşe yazısının yayımlandığı dönem, başvurucu
A.H.Ö.nün … ilinde valilik
yaptığı tarihe rast gelmektedir. Aynı tarih, Karadeniz sahilindeki yerleşim
birimlerinde, halk arasında “nataşa” olarak
adlandırılan yabancı uyruklu kadınların kullanıldığı fuhuş olaylarının
yaygınlaştığı, yetkililerin fuhuşla mücadelesinin öne çıktığı bir dönemdir.
41. Başvuruya konu köşe yazısı, ulusal ve günlük yayın yapan
bir gazetenin ekonomi, magazin, aktüel, spor gibi her konuda başlığı bulanan
hafta sonu ekinde yer almaktadır. Yazı içeriğinde Karadeniz sahilinde yer alan
illerin herhangi birinde geçen bir hikâye, “başbürokrat” kurgusu ile
anlatılmakta; ildeki fuhuş sorunu ile mücadelede başbürokratın
gayretlerine vurgu yapılırken eşi ile ilgili özel hayatının detaylarına
girilmekte ve ildeki Emniyet Müdürlüğü yetkilileri ile başbürokrat
arasında sorunlar bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Buna rağmen yazı, başbürokratın bahsedilen özel yaşantısı ve kurumlar arası
sorunlara rağmen başbürokratın hâlen görevde olmasına
dikkat çekerek koltuğunda oturmasını öne çıkarılarak ve okuyucuda daha sonraki
olaylara ilişkin merak duygusu uyandırılarak sonlandırılmaktadır.
42. Şikâyet konusu yazıda dile getirilen iddialar ile köşe
yazısının yayımlandığı dönemdeki olaylar ve başvurucuların beyanları birlikte
değerlendirildiğinde söz konusu yazıda sarf edilen bazı sözlerin ve iddiaların
bir ölçüde, genel yarar nitelikli bir tartışmaya katkı sundukları kabul
edilebilir.
43. Bir ildeki idari yapının düzgün işlemesi, kurumlar arası
koordinasyonun sağlanması ve bölgedeki toplumsal sorunların çözülmesi için
görev yapan kamu görevlileri olan vali ve kaymakamlar da diğer kamu görevlileri
gibi kamunun güvenine sahip olmalıdırlar (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Saday/Türkiye, B. No: 32458/96, 30/3/2006, §
33). Bu sebeple idari yapının üst düzeyinde görev alan valileri ve özel alanını
asılsız suçlamalardan korumak devletin görevlerindendir. Demokratik bir
toplumda bireylere, idari sistemi ve ona dâhil olan kamu görevlilerini ve yakın
çevresini eleştirme ve onlar hakkında yorum yapma hakkı tanınmış olmakla
birlikte bu eleştirilerin kişilerin şeref ve itibarlarının korunmasını isteme
haklarını ihlal eder boyuta ulaşmaması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 85).
44. Başvurucu A.H.Ö.nün,
Türkiye’nin birçok bölgesinde üst düzey yönetici olarak idari görevler ifa
ettiği, bu kapsamda kamuoyunda tanınan bir bürokrat olduğu ve tanınmışlık
derecesi dikkate alındığında onun az bilinen bir kişi olduğu iddia edilemez.
Dolayısıyla başvurucu, köşe yazısının yayımlandığı dönemdeki görevi ve görev
kapsamında yaptığı icraatları ve uygulamaları nedeniyle eleştirilere sıradan
kişilere göre daha fazla katlanmalıdır. Buna karşın diğer başvurucunun
kamuoyunu ilgilendiren tarafı sadece eşinin üst düzey bürokrat olmasıdır. Bu
yönüyle eleştirilere karşı daha korunaklı bir konumda kabul edilmelidir.
45. Diğer yandan söz konusu köşe yazısı nedeniyle
başvurucuların kişisel kariyerinin ve mesleğinin önemli ölçüde etkilenmediği gözönünde bulundurulmalıdır. Nitekim köşe yazısının
yayımlandığı dönemde başvurucuların aile birliği bir süre daha devam etmiş,
başvurucu A.H.Ö. valilik görevini sürdürmüş, … ilindeki görevinden sonra başka
illerde de aynı görevi yürütmüş, bir dönem de milletvekilliği yapmıştır.
46. Son olarak başvuruya konu köşe yazısında abartıya
kaçılmadığı da söylenemez. Ne var ki basın özgürlüğünün kapsamının, demokrasi
ile yakın ilişkisinin doğal sonucu olarak bir dereceye kadar abartıya hatta
kışkırtmaya izin verecek şekilde geniş yorumlanması gerektiği kabul edilmelidir
(Kadir Sağdıç, § 76; Radio France ve diğerleri/Fransa, B. No: 53984/00, 30/3/2004, §
37). Fakat ifade özgürlüğünün, ilgilisine görev ve sorumluluklar yükleyen bir
hak olduğu da unutulmamalıdır. Bu bağlamda gazeteciler, gazetecilik etiğine
uygun bir şekilde, doğru ve güvenilir bilgilerle toplumu aydınlatma hususunda
iyi niyetli hareket etmek durumundadırlar (Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July/Fransa,
B. No: 21279/02, 36448/02, 22/10/2007, § 57).
47. Anayasa Mahkemesi veya derece mahkemeleri, gazetecilik
mesleğinin nasıl yapılması gerektiğini ve gazetecilerin haber verme tekniğini
belirleyemezler. Zira bir düşüncenin en iyi hangi üslup ve biçimle
aktarılacağına bizzat düşünceyi dile getirenler karar verebilir. Bu bağlamda
Anayasa’nın 26. maddesinin, sadece ifade edilen haber ve fikirlerin içeriğini
değil, aynı zamanda bunların nakledilme biçimlerini de koruduğu hatırda
tutulmalıdır (Ali Suat Ertosun, §
66; Oberschlick/Avusturya, B. No: 11662/85, 23/5/1991, §
57).
48. Somut olayda İlk Derece Mahkemesi, davalının basın
özgürlüğü ve bu bağlamda ifade özgürlüğü ile başvurucuların şeref ve itibarının
korunması hakları arasında bir denge kurma işlemi yapmıştır. İlk Derece
Mahkemesi; yazının, değer yargısından ziyade olayları hikâye tarzında anlatan,
davacıların taşıdığı kimlik (vali ve eşi) ve yürüttüğü göreve ilişkin
eleştirilerden ziyade özel hayatlarında yer alan sır alanlarına giren yönüne ve
toplumdaki aile gerçekliğine önem vermiş ve yazının temas etmek istediği
toplumsal sorun üzerine de eğilmiştir. Davalı yazar, yazısında davacıların
hedef alınmadığını vurgulamak için kurguladığı başbürokratın
eşi ile ilgili olarak gerçekte olmayan ve davacıların özel yaşamları ile
örtüşmeyen tanımlamaları kullandığını kabul etmektedir. Dolayısıyla Derece
Mahkemesi, yazının başka bölümlerinden davacıların anlaşıldığı sonucuna
ulaştığından yazarın başbürokratın eşi ile ilgili “öncesinde cinsellik uzmanı bir profesörle evlilik”
ve diğer nitelendirmelerinin gerçeklikten uzaklaştığı, incitici olduğu ve
toplumsal sorundan ziyade davacıların özel ve sır alanlarını öne çıkardığı
sonucuna varmıştır.
49. Mahkeme, davaya konu yazılarda anlatılan maddi vakaların
gerçekliği meselesine değinmiş ve dava konusu yazıların bir kısmının yeterli
olgusal temele sahip olmadığını belirterek yayınların yapıldığı tarihte meydana
gelen olaylarla yayınların içeriği arasındaki öz-biçim ilişkisinin korunmadığı,
başvuruya konu köşe yazısında geçen olayların “görünür
gerçekliğe uygun” olmaktan uzak olduğu yönünde değerlendirme
yapmıştır.
50. Mevcut hâliyle Mahkeme kararında bariz takdir hatası veya
keyfîlik tespit edilmediğinden Anayasa Mahkemesinin
tazminat miktarlarının belirlenmesi konusunda Mahkemenin takdir yetkisine
müdahalesi söz konusu olamaz (Özkan Şen,
B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 45; Sadık
Koçak ve diğerleri, B. No: 2013/841, 23/1/2014, § 87).
51. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa'nın 17.
maddesinde güvence altına alınan anayasal hakkına yönelik bir ihlal olmadığının
açık olduğu anlaşıldığından tazminat miktarının adil olmadığına dair başvurunun
diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal
Edildiğine İlişkin İddia
52. Başvurucuların yargılamanın uzunluğuyla ilgili şikâyetleri
açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik
nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun kabul
edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
53. Başvurucular, Ankara 2. ve 23. Asliye Hukuk
Mahkemelerinde açtıkları ve daha sonra birleşerek tamamlanan davanın makul
sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerdir.
54. Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanı dışında kalan
bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar
verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, §
18) Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma
hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, Anayasa'nın 36. maddesinde
yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de
Anayasa'nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında ilgili
hükmü, Sözleşme'nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle
Sözleşme'nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa'nın 36. maddesi
kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede
yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler gereğince adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa'nın 141.
maddesinin de Anayasa'nın bütünselliği ilkesi gereği makul sürede yargılanma
hakkının değerlendirilmesinde gözönünde
bulundurulması gerektiği açıktır (Güher
Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
55. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucuların
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatlerinin niteliği gibi hususlar bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde
bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher
Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
56. Anayasa'nın 36. maddesi ve Sözleşme'nin 6. maddesi
uyarınca medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede
karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu olayda haksız fiile dayalı
olarak açılmış ve yargılama sürecinde birleştirilmiş manevi tazminat davaları
söz konusudur. Bu bağlamda 6098 sayılı Kanun ve 6100 sayılı Kanun'da yer alan
usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve
yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğuna kuşku yoktur (Güher Ergun ve diğerleri,§ 49).
57. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara
ilişkin makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak
uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka
bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olup somut başvurular açısından bu
tarihler 19/7/2002 ve 11/7/2003’tür.
58. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52; Ersin Ceyhan, B. No: 2013/695, 9/1/2014, § 35). Somut
başvurular açısından bu tarih, Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen
hükmün Yargıtay 4. Hukuk Dairesince onandığı 26/3/2013’tür.
59. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi
neticesinde 19/7/2002 tarihinde Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan
davanın konusunun haksız fiile dayalı tazminat davası olduğu, ilk yargılamanın
3/7/2003 tarihinde sonuçlandırıldığı, Yargıtayın
bozma kararı doğrultusunda, yargılama devam ederken davalı hakkında … Asliye
Ceza Mahkemesinde açılan E.2002/769 sayılı kamu davasının sonucunun
beklenilmesine karar verildiği görülmüştür. Bu süreçte aynı fiil sebebiyle
diğer başvurucu tarafından Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde 11/7/2003
tarihinde açılan E.2003/620 sayılı dosyasının bu dosya üzerinde
birleştirilmesine karar verildiği ve birlikte yürütülen dosyada uzun bir müddet
kamu davasının sonucu beklenerek 11/2/2010 tarihinde davanın kısmen kabul
edildiği, taraflarca temyiz edilen kararın tazminat miktarı yönünden tekrar
bozulması üzerine yapılan yargılamada 10/3/2012 tarihli kısmen kabul kararı
verildiği, taraflarca yeniden temyiz edilen kararın Yargıtay 4. Hukuk
Dairesince 19/9/2012 tarihli ilam ile onandığı ve karar düzeltme incelemesinden
geçerek 26/3/2013 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır.
60. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi
mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki
iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi
tarafından, özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul
hükümlerinin nazara alınmadığı gözönünde
bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar
verilmiştir (Güher Ergun ve diğerleri,
§§ 34-64).
61. Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde başvuruya konu
haksız fiile dayalı tazminat davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi
olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf
sayısı gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık olmaktan uzaktır.
Başvurucuların, tutum ve davranışları ile usule ilişkin haklarını kullanırken
özensiz davranması neticesinde yargılamanın uzamasına önemli ölçüde sebep
olduğu da söylenemez. Dolayısıyla somut başvurular açısından, daha önce verilen
kararlar dışında farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı
ve başvuruculardan A.H.Ö. yönünden 10 yıl 8 ay ve L.D. yönünden 9 yıl 7 aylık
yargılama süreçlerinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna
varılmıştır.
62. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma haklarının ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216
Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
63. Başvurucular, yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmamasından
kaynaklanan maddi ve manevi zararlarının giderilmesi talebinde bulunmuşlardır.
64. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı
fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
65. Başvurucuların tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık
on bir ve on yıllık yargılama süreleri nazara alındığında yargılama
faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan
manevi zararı karşılığında başvurucu A.H.Ö.ye takdiren
net 14.000 TL ve başvurucu L.D.ye takdiren net 12.000
TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
66. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL başvuru
harcı masrafı ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL
yargılama giderinin başvuruculara ayrı ayrı ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurucu L.D.nin kamuya açık belgelerde kimliğinin gizli tutulması
talebinin kabulüne ve bununla bağlantılı olarak her iki başvurucunun kamuya
açık belgelerde kimliğinin GİZLİ TUTULMASINA,
B. 1. Kişinin maddi
ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddialarının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
C. Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL
EDİLDİĞİNE,
D. Başvurucu
A.H.Ö.ye net 14.000 TL ve başvurucu L.D.ye net 12.000 TL manevi TAZMİNAT
ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
E. Başvurucular
tarafından ayrı ayrı yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve 1.800 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA
AYRI AYRI ÖDENMESİNE,
F. Ödemelerin, kararın tebliğini
takiben başvurucuların Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay
içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği
tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA
6/1/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.