TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
A.H.Ö. ve L.D. BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2013/3496)
Karar Tarihi: 6/1/2016
GİZLİLİK TALEBİ KABUL
Başkan
:
Burhan ÜSTÜN
Üyeler
Serruh KALELİ
Hicabi DURSUN
Erdal TERCAN
Hasan Tahsin GÖKCAN
Raportör
Abuzer YAZICIOĞLU
Başvurucu
1- A.H.Ö.
Vekili
Av. Ahmet AKGÜL
2- L.D.
Av. Aysu ÖNER
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; ulusal yayın yapan bir gazetenin pazar ekinde yayımlanan bir köşe yazısında kullanılan ifadelerin kişilik haklarını zedelediği, bu kapsamda açılan tazminat davasında hükmedilen tazminat miktarının kazanılmış haklar gözetilmeden bozma kararı sonrasında düşürülmesi nedeniyle adil yargılanma haklarının ihlal edildiği ve yargılamanın makul sürede tamamlanmadığı iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 28/5/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 28/11/2014 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Yapılan incelemede 30/5/2013 tarihli ve 2013/3770 numaralı başvurunun konu bakımından aynı nitelikte olması nedeniyle 2013/3496 numaralı başvuru ile birleştirilmesine ve incelemenin bu dosya üzerinden yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından 6/12/2013 ve 7/5/2015 tarihlerinde, başvuruların kabul edilebilirlik ve esas incelemelerinin birlikte yapılmalarına ve başvuruların birer örneğinin bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmesine karar verilmiştir.
6. Bakanlık, L.D. başvurusu ile ilgili görüşünü 4/2/2014; A.H.Ö. başvurusuyla ilgili görüş bildirmeme yönündeki yazısını ise 4/6/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
7. Bakanlık tarafından L.D. başvurusuna ilişkin Anayasa Mahkemesine sunulan görüş, başvurucuya 17/2/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmamışlardır.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
8. Başvuru formu ve ekleri ile başvuruya konu yargılama dosyası içeriğinden tespit edilen ilgili olaylar özetle şöyledir:
9. Başvurucu A.H.Ö., birçok ilçede kaymakamlık ve farklı illerde valilik yaptıktan sonra emekli olmuş; bir dönem de milletvekili olarak görev yapmıştır. Başvurucu L.D. ise A.H.Ö.nün eski eşidir.
10. Ulusal yayın yapan Sabah gazetesinin Pazar isimli haftalık ekinin 14/7/2002 tarihli nüshasında yayımlanan “Başbürokrat Polise Niçin Düşman Oldu” başlıklı köşe yazısında, başvurucuların isimleri zikredilmeden ve Karadeniz Bölgesi’nin ünlü bir şehrinde şehrin ileri gelenlerinden olduğu vurgusu ve “başbürokrat” nitelendirmesi yapılarak ildeki icraatlarından, eşinin ve kendisinin özel yaşamından, emniyetle olan ilişkilerinden, özel yaşamındaki problemlerini emniyet yetkilileri hakkındaki tasarruflarına yansıttığından bahsedilmiş ve yaşanan olaylar hikâye tarzında kaleme alınırken şu ifadelere yer verilmiştir:
"Anlatacağım hikâye, mavisi ve yeşiliyle ünlü Karadeniz’in ünlü bir şehrinden… Kahramanı, bu şehrin ileri gelenlerinden birisi. Onun hikâyesini yazarken ismini açıklamayacağım ve ona ‘başbürokrat’ adını vereceğim.
Kahramanımız yani Başbürokrat, tayin olduğu bu şehirde, ayağının tozuyla büyük bir mücadeleye girişmiş. Geceli gündüzlü yoğun bir tempoyla problemleri çözmeye çalışıyor, bazı çıkar çevrelerini karşısına aldığını bildiği halde hiç taviz vermeden kanunları büyük bir gözükaralıkla yerine getiriyormuş.
Aslında birçok kesimi de kendisine düşman ettiğini bilen Başbürokrat’ın yanında, güzel karısı da varmış. Karısı onunla evlenmeden önce, cinsellik konularında uzman bir profesörün eşiymiş. Ayrıca, çevresinde, aktif yaşantısıyla da tanınıyormuş.
Başbürokrat, gezmeyi ve eğlenmeyi seven eşinin başına bir şey gelmemesi için bir komiser ve birkaç polis memurundan oluşan bir ekip oluşturmuş. Bu ekip, Başbürokrat’ın karısının gittiği her yere gidiyor, onu her türlü tehlikeden koruyormuş.
Başarılı çalışmalara imza atan Başbürokrat ise işlerinin yoğunluğu nedeniyle eşine pek fazla eşlik edemiyormuş. Günler birbirini kovalar ve hızla geçip giderken olan olmuş ve Başbürokrat’ın karısı, kendisine tahsis edilen ekibin başındaki genç komisere aşık olmuş.
Kimilerine göre komiser kadını baştan çıkarmış. Ancak, sonuçta, iki sevgili şehirde dedikoduların arttığını anlamış ve Başbürokrat’ın kendilerine zarar vermesinden çekindikleri için başka bir şehre kaçmaya karar vermiş.
Fakat kızgın Başbürokrat’ın kendisine yapılanı kimsenin yanına bırakmaya niyeti yokmuş. Zaten o, karısının kandırıldığına ve zorla götürüldüğüne inanıyormuş. Hemen hiç vakit kaybetmeden sevgililerin kaçtıkları yeri belirlemiş ve karısını buldurmuş.
Aracıların devreye girmesi üzerine eşi, Başbürokrat’ın yanına dönmüş; genç komiser ise cezalandırılmış. Ama iş bununla bitmemiş. Dava kapandı, her şey normale döndü sanılırken, kızgın Başbürokrat ile polis teşkilatı arasında zor günler başlamış.
Çünkü, Başbürokrat, bütün bu olanların, emrinde çalışan polis müdürleri yüzünden meydana geldiğine inanıyor ve intikam planları yapıyormuş. Bunun için de her adli olaydan sonra polis müdürlerine karşı tavır alıyor, polis teşkilatı ve müdürlerinin açıklarını kollamak için kendi çevresindeki insanları kullanıyormuş.
Başbürokrat’ın iddialarına göre şehirde fuhuş almış başını yürümüş ve bütün bu çark Emniyet Müdürü ve arkadaşlarının bilgisi dahilinde işlemeye başlamış. Ankara da Başbürokrat’ın iddiaları üzerine Emniyet Müdürü hakkında soruşturma başlatmış.
Sonuçta Emniyet Müdürü görevden alınmış. Yine de Başbürokrat’ın kızgınlığı geçmemiş. Yeni gelen Emniyet Müdürü ile de geçinemeyen Başbürokrat, onun hakkında da sahtekârlık iddiasıyla soruşturma açılmasına neden olmuş. Ve bu Emniyet Müdürü de görevden alınmış.
Emniyet Genel Müdürlüğü içinde rahatsızlık yaratan bu çekişmeler üzerine İçişleri Bakanlığı konunun araştırılması için müfettişler göndermiş. Böylece Karadeniz’in birkaç ayda 2 Emniyet Müdürü eskiten güzel şehrindeki skandal ortaya çıkmış.
Başbürokrat, hala koltuğunda oturuyor. Polis teşkilatıyla arasında inanılmaz bir çekişme var. Ve polisler, durumdan çok rahatsız. Başbürokrat’ın yakın çevresi ise onun haklı olduğunu, karısının da kandırıldığını iddia ediyor. Bakalım ne olacak? İzleyelim, görelim…”
11. Başvurucular; kaleme alınan yazıda “başbürokrat” nitelemesiyle … Valisi olarak kendilerinin hedef alındığını, yazılanların yalan ve yanlış olduğunu, bu yazının kendilerini yıpratmaya yönelik ve bir bütün olarak hukuka aykırı olduğunu, gerçek ve güncel olmadığını, yazılmasında kamu yararının bulunmadığını; şeref, haysiyet ve aile yaşamına yönelik olduğunu, … ilinde gündemi işgal eden fuhuş olaylarının üzerine gitmesi, emniyet müdürü hakkında soruşturma yapılmasına izin vermesi sonucunda bu kişinin Bakanlıkça merkeze alınması nedeniyle fuhuş gibi gerçek ve güncel bir olgu üzerine gitmede gösterdiği kararlılık ve direncini kırmaya yönelik yazıldığını, yazıda kullanılan üslubun çok ağır olduğunu iddia ederek başvuruculardan A.H.Ö., 19/7/2002 tarihinde Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde ve L.D. ise 11/7/2003 tarihinde Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde ilgililer aleyhine manevi tazminat davaları açmıştır.
12. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi 3/7/2003 tarihli ve E.2002/620, K.2003/594 sayılı kararı ile dinlenen tanık anlatımları, ilgili kurum ve kuruluşlardan alınan yazılar ve toplanan diğer deliller neticesinde söz konusu yazıda "başbürokrat" olarak belirtilen kişinin başvurucu olduğunun anlaşıldığını, yazı içeriğinin de eleştiri sınırını aştığını, incitici ve özel yaşama müdahale eder nitelikte olduğunu belirterek davanın kısmen kabulüne karar vermiş ve başvurucu lehine 25.000 TL manevi tazminata hükmetmiştir.
13. İlk Derece Mahkemesi kararının davalılarca temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 6/4/2004 tarihli ve E.2003/11827, K.2004/4455 sayılı ilamı ile hukuk davasına konu yayın nedeniyle davalılar aleyhine ceza davası açıldığını, ceza mahkemesinde verilme ihtimali olan beraat kararı, hukuk hâkimi üzerinde bağlayıcı etkiye sahip olmasa da ceza mahkemesinin maddi olguyu kabul şeklinin, dava konusu yayının içeriği itibarıyla hukuk davasına etkili olabileceğini, bu nedenle ceza davası sonucu beklenerek karar verilmesi gerektiğini, davalıların diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek olmadığını belirterek kararın bozulmasına hükmetmiştir.
14. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, bozma kararına uyarak ceza davasını bekletici mesele yapmış; bu süreçte diğer başvurucu (eski eşi) tarafından 11/7/2003 tarihinde aynı yazı nedeniyle Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan tazminat davasının mevcut dava ile birleştirilmesine 6/10/2004 tarihinde karar vermiştir.
15. Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi, bekletici mesele yapılan ceza davasının sonuçlanmasının ardından verdiği 11/2/2010 tarihli ve E.2004/315, K.2010/19 sayılı kararı ile daha önce hükmedilen 25.000 TL tutarındaki manevi tazminatın olay tarihi itibarıyla tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına, paranın alım gücüne göre fazla olduğunu belirterek ve köşe yazısı ile ilgili önceki gerekçeleri tekrar etmek suretiyle davanın kısmen kabulü ile başvurucular lehine ayrı ayrı 15.000 TL manevi tazminata hükmetmiştir.
16. İlk Derece Mahkemesi kararının taraflarca ikinci kez temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 21/6/2011 tarihli ve E.2010/5957, K.2011/7274 sayılı ilamı ile "...Kişilik hakları hukuka aykırı olarak saldırıya uğrayan kimse manevi tazminat ödetilmesini isteyebilir. Yargıç, manevi tazminatın tutarını belirlerken, saldırı oluşturan eylem ve olayın özelliği yanında tarafların kusur oranını, sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate almalıdır. Tutarın belirlenmesinde her olaya göre değişebilecek özel durum ve koşulların bulunacağı da gözetilerek takdir hakkını etkileyecek nedenleri karar yerinde nesnel (objektif) olarak göstermelidir. Çünkü yasanın takdir hakkı verdiği durumlarda yargıcın, hukuk ve adalete uygun (hak ve nısfetle) karar vereceği Medeni Yasa'nın 4. maddesinde belirtilmiştir. Takdir edilecek bu para, zarara uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir işlevi (fonksiyonu) olan özgün bir nitelik taşır. Bir ceza olmadığı gibi malvarlığı hukukuna ilişkin bir zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir. O halde bu tazminatın sınırı onun amacına göre belirlenmelidir. Takdir edilecek tutar, var olan durumda elde edilmek istenilen doyum (tatmin) duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olmalıdır. Asıl ve birleşen davaya konu edilen 14/7/2002 tarihli ‘Başbürokrat Neden Polise Düşman Oldu’ başlıklı yazının yayınlandığı tarih ile yukarıda açıklanan ilkeler gözetildiğinde asıl dava ve birleşen davada davacı yararına hüküm altına alınan manevi tazminat miktarları fazladır. Davacılar yararına daha alt düzeyde manevi tazminata karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde manevi tazminata karar verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir." gerekçesine dayanarak kararın bozulmasına karar vermiştir.
17. Başvurucular tarafından yapılan karar düzeltme talebi de aynı Dairenin 8/12/2011 tarihli ve E.2011/13333, K.2011/13220 sayılı ilamı ile reddedilmiştir.
18. İkinci bozma sonrası Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesi bozma ilamına uyarak verdiği 29/3/2012 tarihli ve E.2012/2, K.2012/130 sayılı kararı ile önceki kararındaki ve Yargıtay bozma ilamındaki gerekçelerle davanın kısmen kabulüne, başvurucular lehine ayrı ayrı 3.000 TL manevi tazminata hükmetmiştir.
19. Anılan karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 19/9/2012 tarihli ve E.2012/10903, K.2012/13054 sayılı ilamı ile onanmış; karar düzeltme talebi ise aynı Dairenin 26/3/2012 tarihli ve E.2013/1210, K.2013/5520 sayılı ilamı ile reddedilmiştir.
20. Karar düzeltme talebinin reddine ilişkin ilam başvurucu A.H.Ö.ye 2/5/2013 tarihinde, başvurucu L.D.ye 30/4/2013 tarihinde tebliğ edilmiş; başvurucular, sırasıyla 28/5/2013 ve 30/5/2013 tarihlerinde ayrı ayrı bireysel başvuruda bulunmuşlardır.
B. İlgili Hukuk
21. 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 58. maddesi şöyledir:
“Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir.
…. ”
22. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 30. maddesi şöyledir:
“Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
23. Mahkemenin 6/1/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
24. Başvurucular; 19/7/2002 tarihinde üç davalı aleyhine Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde ve 11/7/2003 tarihinde Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde basın yoluyla kişilik haklarına saldırı yapıldığını iddia ederek açtıkları tazminat davalarında hükmedilen manevi tazminat miktarlarının çok düşük olduğunu, miktarların olaya ve dosya kapsamına uygun olmadığını, Mahkemenin ilk kararında daha yüksek miktarda tazminata hükmedildiğini, bu nedenle lehlerine kazanılmış hak oluştuğunu, bu durumun yargılamanın ilerleyen aşamalarında dikkate alınmadığını, yargılamanın taraflarının sosyal ve ekonomik durumları dikkate alındığında hükmedilen tazminat miktarının etkisiz ve kanun koyucunun amacına uzak bir tutar olduğunu, ayrıca yargılamanın makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma, kişi dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığının korunması, etkili başvuru haklarının ve hakların kötüye kullanılması yasağının ihlal edildiğini, ifade özgürlüğünün Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (Sözleşme) belirlenen sınırlarının aşıldığını ileri sürmüşler; Anayasa’nın 17., 26., 28., 36. ve 38. maddelerinin ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. Başvurucular, ihlalin tespiti ile yargılamanın yenilenmesi veya 22.000 TL ve 12.000 TL ayrı ayrı manevi tazminat ödenmesi talebinde bulunmuşlardır.
B. Değerlendirme
25. Başvurucular, tahkir içeren sözler nedeniyle ihlal edilen şeref ve itibarın korunması haklarını, derece mahkemeleri kararlarının yeterince korumadığını belirterek Anayasa’nın 17., 26., 28., 36. ve 38. maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüş ise de başvurucuların şikâyet ettiği koşullar ve şikâyetlerini dile getirme biçimleri dikkate alınarak bu şikâyetlerin Anayasa’nın 17. maddesi bağlamında incelenmesi uygun görülmüştür. Bunun yanı sıra yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmamasına ilişkin başvurular, yargılamanın sonucundan bağımsız ve ilk derece yargısındaki usule ilişkin güvencelere yönelik olduğundan adil yargılanma hakkı kapsamında ayrıca değerlendirilmiştir.
26. Bakanlık görüş yazısında benzer konularla ilgili daha önce bildirilmiş görüşlere atıfta bulunulmuş, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları hatırlatılmıştır.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Kişisel İtibarın Korunması Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
27. Başvuru konusu olaya benzer olaylarda uygulanacak ilkeler ilk olarak İlhan Cihaner(2) (B. No: 2013/5574, 30/6/2014, §§ 42-74) kararında ortaya konulmuştur. Daha sonra aynı ilkeler Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu tarafından benimsenmiş (Kadir Sağdıç [GK], B. No: 2013/6617, 8/4/2015, §§ 35-66; Nihat Özdemir [GK], B. No: 2013/1997, 8/4/2015, §§ 29-61) ve Bölümler önlerine gelen şikâyetlerde sözü geçen ilkeleri uygulamışlardır (Ali Suat Ertosun, B. No: 2013/1047, 15/4/2015, §§ 21-52; Ali Suat Ertosun (2), B. No: 2013/1640, 15/4/2015, §§ 19-50).
28. Başvuruya konu sözler ve iddialar nedeniyle başvurucuların kişisel itibarının korunması haklarına müdahale edildiği, dayanaksız ve soyut bir husus değildir. Bu sebeple mevcut davada başvurucuların, Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında koruma altına alınan kişisel itibarın korunmasını isteme hakları ile ulusal günlük gazetenin ve şikâyet konusu köşe yazısının yazarı gazetecinin Anayasa’nın 28. maddesinde güvence altına alınan basın özgürlüğü ve bu özgürlükle bağlantılı olarak Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü arasında bir denge kurulması gerekmektedir.
29. Bireyin kişisel şeref ve itibarı, Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen “manevi varlık” kapsamında yer almaktadır. Devletin, bireyin manevi varlığının bir parçası olan kişisel şeref ve itibara keyfî olarak müdahale etmemek şeklinde negatif yükümlülüğü ve üçüncü kişilerin saldırılarını önlemek şeklinde pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır (Abdullah Doğtaş, B. No: 2013/1123, 2/10/2013, § 33). Şeref ve itibarı etkileyen sözlü saldırılar veya basın ve yayın yolu ile yapılan yayınlara karşı bireyin korunmaması hâlinde Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası ihlal edilmiş olabilir (Kadir Sağdıç, § 36; İlhan Cihaner (2), § 42). Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasının olaya uygulanabilmesi için kişinin itibarına yapılan saldırının kişinin itibarına saygı gösterilmesini isteme hakkından başvurucuların kişisel olarak yararlanmasına zarar verecek şekilde yapılmış olup olmadığını olayın şartlarına göre değerlendirir (Kadir Sağdıç, § 39; İlhan Cihaner (2), § 45).
30. Öte yandan ifade özgürlüğü, demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır. Anayasa’nın 26. maddesinin ikinci fıkrası saklı tutulmak üzere ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız ya da ilgisiz kabul edilen bilgi ve fikirler için değil; incitici, şoke edici ya da rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğu yinelenmelidir. İfade özgürlüğü, yokluğu hâlinde “demokratik bir toplum”dan söz edilemeyen çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir ve bazı istisnalara tabi ise de bu istisnaların dar yorumlanması ve bu hakkın sınırlandırılmasının ikna edici olması gerekir (Kadir Sağdıç, § 48; İlhan Cihaner (2), § 55; Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976, § 49).
31. Buna karşın basın özgürlüğü, Anayasa'nın 28-32. maddelerinde özel olarak düzenlenmiştir. Basın özgürlüğü; gazete, dergi, kitap gibi araçlar ile düşünce ve kanaatleri açıklama, yorumlama; bilgi, haber ve eleştirilerin yayın ve dağıtım haklarını kapsar (AYM, E.1996/70, K.1997/53, 5/6/1997). Basın özgürlüğü, düşüncenin iletilmesini ve dolaşımını gerçekleştirerek bireyin ve toplumun bilgilenmesini sağlar. Çoğunluğa muhalif olanlar da dâhil olmak üzere düşüncelerin her türlü araçla açıklanabilmesi, açıklanan düşünceye paydaş sağlanabilmesi, düşünceyi gerçekleştirme konusunda ilgililerin ikna edilebilmesi çoğulcu demokratik düzenin gereklerindendir. Bu itibarla düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğü demokrasinin işleyişi için yaşamsal önemdedir (Kadir Sağdıç, § 49; İlhan Cihaner (2), § 56).
32. Mutlak değil, sınırlanabilir birer hak olan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile onu tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan basın özgürlüğü, Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlükleri sınırlama rejimine tabidir. Anayasa'nın 28. maddesinin dördüncü fıkrasında basın özgürlüğünün sınırlanmasında 26. ve 27. madde hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir. Böylece basın özgürlüğü, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile ilgili genel hüküm niteliğindeki 26. maddedeki ve sanatsal ve akademik ifadelerle ilgili 27. maddedeki sınırlama rejimine tabi tutulmuştur. Basın özgürlüğüne yönelik diğer sınırlamalar ise 28. maddenin beşinci ve izleyen fıkralarında yer almıştır. Basının, Anayasa'nın 26., 27. ve 28. maddelerinde sayılan sınırlandırmalardan biri olan "başkalarının şöhret veya haklarının, özel veya aile hayatlarının" korunması için konmuş olan sınırlandırmalara uyması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 62).
33. Mevcut olaydaki gibi başvuruların, Anayasa’nın 26. veya 28. maddelerine dayanılarak ihtilaflı sözlerin sahibi tarafından yapılmış olması ile Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasına dayanılarak bu sözlere konu olan kişi tarafından yapılmış olmasının değerlendirme bakımından önemi bulunmamaktadır. Anayasa’nın bu maddelerinde korunan hak ve özgürlüklerle ilgili benzer olaylarda çelişkili sonuçların ortaya çıkmaması için yargı mercilerinin anılan hak ve özgürlükler arasında Anayasa Mahkemesi içtihadında ortaya konulan kriterlere uygun bir denge kurmaları gerekir.
34. Basın özgürlüğü ile itibarın korunması hakkı arasında bir denge kurulmasıyla ilgili olarak mevcut olaya uygulanabilecek olan kriterler şu şekilde sayılabilir: Genel yarara ilişkin bir tartışmaya katkı sağlanıp sağlanmadığı, hedef alınan kişinin konumu (siyasetçi, kamu görevlisi vb. olup olmaması ve ünlülük derecesi gibi); haber, köşe yazısı veya makalenin konusu, ilgili kişinin önceki davranışları, yayının içeriği, şekli ve sonuçları ile haber, köşe yazısı veya makalenin yayımlanma şartları (İlhan Cihaner (2), §§ 66-73; Kadir Sağdıç, §§ 58-66; Nihat Özdemir, §§ 54-61; Ali Suat Ertosun, §§ 44-52; Ali Suat Ertosun (2), §§ 42-50).
35. Somut davanın kendine has koşullarında mahkemelerin, başvurucuları eleştiri sınırlarını aşan bir müdahaleden korumakta yetersiz kalıp kalmadıkları incelenmelidir. Bu bağlamda somut başvuruda taraflar arasındaki ihtilaf, büyük ölçüde, dava konusu yazıların maddi vakıaların açıklanması veya değer yargısı olarak nitelendirilmesi ile ilgilidir. Bu noktada maddi olgular ile değer yargısı arasında dikkatli bir ayrıma gidilmelidir. Maddi olgular ispatlanabilse de değer yargılarının doğruluğunu ispatlamanın mümkün olmadığı hatırda tutulmalıdır (Kadir Sağdıç, § 57; İlhan Cihaner (2), § 64; benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Lingens/Avusturya, B. No: 9815/82, 8/7/1986, § 46). Yine de yeterli bir olgusal temele sahip olması beklenmekle birlikte yargılamaya konu bir yazının bir bütün olarak ele alındığında kamu yararını ilgilendirmesi, değer yargısı kavramının geniş yorumlanması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bir suç isnadının sağlam bir nedene dayandığının ortaya konulmasında aranan kesinlik derecesinin, kamu yararı ile ilgili bir konuda, gazetecilerin değer yargısı içeren ifadeleri bakımından da aranmasını beklemek basın özgürlüğünün amacı ile bağdaşmaz (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Scharsach ve News Verlagsgesellschaft GmbH/Avusturya, B. No: 39394/98, 13/2/2004, §§ 39-43).
36. Başvurucular; köşe yazısında kendilerinin, kişisel çıkarlarını ve özel hayatlarını mesleği ile karıştıran, özel yaşantıları düzgün olmayan, maiyetindekilere yanlı davranan kişiler olarak gösterildiğini iddia etmektedirler. Başvurucular; haklarında yasal işlem yapılan kamu görevlilerinin kin ve öç alma duygusuyla karalama kampanyası niteliğinde oluşturulan ve gerçeklik unsurunu taşımayan bu yazıda, yazının sahibi gazeteci tarafından hedef alındıklarını, kamu yararı bulunmayan bir konuda özel hayatlarının gerçek dışı açıklamalara konu edildiğini, itibarsızlaştırılmalarının amaçlandığını ve hakarete uğradıklarını belirtmiştir. İlk Derece Mahkemesi, davalının kullandığı şikâyet konusu sözlerin, davacı tarafların kişilik haklarına saldırı oluşturduğunu ve incitici olduğunu kabul etmesine karşın tazminat miktarını talep edilen miktara göre düşük belirlemiştir. Somut davada İlk Derece Mahkemesi; yazının, davacıların özel yaşantısını hedef aldığı, incitici içerikte olduğu, kamuyu aydınlatıcı özellik taşımadığı ve güncel olmadığı vurgusu yaparak ifade ve basın özgürlüğünün sınırlarında kalan eleştirel nitelikte yazılardan olmadığını kabul etmiştir.
37. Başvurucuların, davalının yazısının şahsiyet haklarına yönelik bir saldırı olduğu yönündeki değerlendirmelerine karşılık olarak davalı; yazının konusu ve hedefinin davacılar olmadığını, yazı içeriğinde davacıların kimliğini ortaya koyabilecek herhangi bir belirti bulunmadığını, yazıda bahsi geçen “başbürokratın eşi” ile ilgili bilgilerin davacıların özel yaşantısı ile örtüşmediğini, davacılarla yazı arasında matufiyet ilişkisinin olmadığını, davacıların kendilerine pay çıkarmasının hatalı olduğunu ve şikâyet konusu yazının kişilik haklarına saldırı amacıyla kaleme alınmadığını savunmuştur. İlk Derece Mahkemesi; yazı içeriğindeki vurgular ve olayların detayları dikkate alındığında yazıda “başbürokrat” olarak isimlendirilen kişiden davacının anlaşılabildiğini, yazı içeriğinde davacıların ortak ve özel yaşam alanlarının ötesinde sır alanlarına girildiğini, yazının güncel bir konuya ilişkin olmadığını, kamuyu aydınlatıcı ve eleştirel bir özellik taşımadığını, ilgili kişileri karalama ve itham amacı ile yazılmış olduğunu belirtmiştir. Mahkeme; başvurucuların bulunduğu makamı, yaptığı icraatları ve basının görev ve sorumluluklarını da gözönüne alarak yazıların basın özgürlüğü kapsamında yer almadığına, kişilik haklarına saldırı niteliği taşıdığına, güncel ve görünürdeki gerçekliğe uygun olmadığına karar vermiştir.
38. Başvurucular, davalı tarafından kaleme alınan köşe yazısında şahsiyet haklarına yönelik bir saldırı olduğunu ileri sürmektedirler. İlk Derece Mahkemesi de söz konusu yazının bir bütün olarak görünür gerçeğe uygun olmadığı, yazıda davacıların doğrudan hedef alındığı ve yazının başvurucuların sır alanlarını ihlal eder nitelikte olduğu yönünde değerlendirme yaparak davayı kabul etmiştir.
39. İlk olarak davalının, başvuruya konu gazete yazısında dile getirdiği düşüncelerin olgular temelinde gelişen bir tartışmaya katkı sunup sunmadığı ve içeriğinin kamunun merakını giderme isteğinin ötesine geçip geçmediği sorularına cevap verilmelidir. Bu bağlamda bir haber, köşe yazısı veya makalenin kamuyu bilgilendirme değeri ne kadar yüksek ise kişinin söz konusu haber, köşe yazısı veya makalenin yayımlanmasına o kadar çok katlanması gerekir. Aksine yazının bilgilendirme değeri ne kadar düşükse kişinin korunan çıkarına da o kadar çok üstünlük tanınması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 74). Basının genel yarar nitelikli bütün sorunlarla ilgili olarak bilgi ve fikir yayma fonksiyonuna, kamunun bu bilgi ve fikirleri alma hakkının eklendiği hatırlanmalıdır.
40. Şikâyet konusu köşe yazısının yayımlandığı dönem, başvurucu A.H.Ö.nün … ilinde valilik yaptığı tarihe rast gelmektedir. Aynı tarih, Karadeniz sahilindeki yerleşim birimlerinde, halk arasında “nataşa” olarak adlandırılan yabancı uyruklu kadınların kullanıldığı fuhuş olaylarının yaygınlaştığı, yetkililerin fuhuşla mücadelesinin öne çıktığı bir dönemdir.
41. Başvuruya konu köşe yazısı, ulusal ve günlük yayın yapan bir gazetenin ekonomi, magazin, aktüel, spor gibi her konuda başlığı bulanan hafta sonu ekinde yer almaktadır. Yazı içeriğinde Karadeniz sahilinde yer alan illerin herhangi birinde geçen bir hikâye, “başbürokrat” kurgusu ile anlatılmakta; ildeki fuhuş sorunu ile mücadelede başbürokratın gayretlerine vurgu yapılırken eşi ile ilgili özel hayatının detaylarına girilmekte ve ildeki Emniyet Müdürlüğü yetkilileri ile başbürokrat arasında sorunlar bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Buna rağmen yazı, başbürokratın bahsedilen özel yaşantısı ve kurumlar arası sorunlara rağmen başbürokratın hâlen görevde olmasına dikkat çekerek koltuğunda oturmasını öne çıkarılarak ve okuyucuda daha sonraki olaylara ilişkin merak duygusu uyandırılarak sonlandırılmaktadır.
42. Şikâyet konusu yazıda dile getirilen iddialar ile köşe yazısının yayımlandığı dönemdeki olaylar ve başvurucuların beyanları birlikte değerlendirildiğinde söz konusu yazıda sarf edilen bazı sözlerin ve iddiaların bir ölçüde, genel yarar nitelikli bir tartışmaya katkı sundukları kabul edilebilir.
43. Bir ildeki idari yapının düzgün işlemesi, kurumlar arası koordinasyonun sağlanması ve bölgedeki toplumsal sorunların çözülmesi için görev yapan kamu görevlileri olan vali ve kaymakamlar da diğer kamu görevlileri gibi kamunun güvenine sahip olmalıdırlar (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Saday/Türkiye, B. No: 32458/96, 30/3/2006, § 33). Bu sebeple idari yapının üst düzeyinde görev alan valileri ve özel alanını asılsız suçlamalardan korumak devletin görevlerindendir. Demokratik bir toplumda bireylere, idari sistemi ve ona dâhil olan kamu görevlilerini ve yakın çevresini eleştirme ve onlar hakkında yorum yapma hakkı tanınmış olmakla birlikte bu eleştirilerin kişilerin şeref ve itibarlarının korunmasını isteme haklarını ihlal eder boyuta ulaşmaması gerekir (İlhan Cihaner (2), § 85).
44. Başvurucu A.H.Ö.nün, Türkiye’nin birçok bölgesinde üst düzey yönetici olarak idari görevler ifa ettiği, bu kapsamda kamuoyunda tanınan bir bürokrat olduğu ve tanınmışlık derecesi dikkate alındığında onun az bilinen bir kişi olduğu iddia edilemez. Dolayısıyla başvurucu, köşe yazısının yayımlandığı dönemdeki görevi ve görev kapsamında yaptığı icraatları ve uygulamaları nedeniyle eleştirilere sıradan kişilere göre daha fazla katlanmalıdır. Buna karşın diğer başvurucunun kamuoyunu ilgilendiren tarafı sadece eşinin üst düzey bürokrat olmasıdır. Bu yönüyle eleştirilere karşı daha korunaklı bir konumda kabul edilmelidir.
45. Diğer yandan söz konusu köşe yazısı nedeniyle başvurucuların kişisel kariyerinin ve mesleğinin önemli ölçüde etkilenmediği gözönünde bulundurulmalıdır. Nitekim köşe yazısının yayımlandığı dönemde başvurucuların aile birliği bir süre daha devam etmiş, başvurucu A.H.Ö. valilik görevini sürdürmüş, … ilindeki görevinden sonra başka illerde de aynı görevi yürütmüş, bir dönem de milletvekilliği yapmıştır.
46. Son olarak başvuruya konu köşe yazısında abartıya kaçılmadığı da söylenemez. Ne var ki basın özgürlüğünün kapsamının, demokrasi ile yakın ilişkisinin doğal sonucu olarak bir dereceye kadar abartıya hatta kışkırtmaya izin verecek şekilde geniş yorumlanması gerektiği kabul edilmelidir (Kadir Sağdıç, § 76; Radio France ve diğerleri/Fransa, B. No: 53984/00, 30/3/2004, § 37). Fakat ifade özgürlüğünün, ilgilisine görev ve sorumluluklar yükleyen bir hak olduğu da unutulmamalıdır. Bu bağlamda gazeteciler, gazetecilik etiğine uygun bir şekilde, doğru ve güvenilir bilgilerle toplumu aydınlatma hususunda iyi niyetli hareket etmek durumundadırlar (Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July/Fransa, B. No: 21279/02, 36448/02, 22/10/2007, § 57).
47. Anayasa Mahkemesi veya derece mahkemeleri, gazetecilik mesleğinin nasıl yapılması gerektiğini ve gazetecilerin haber verme tekniğini belirleyemezler. Zira bir düşüncenin en iyi hangi üslup ve biçimle aktarılacağına bizzat düşünceyi dile getirenler karar verebilir. Bu bağlamda Anayasa’nın 26. maddesinin, sadece ifade edilen haber ve fikirlerin içeriğini değil, aynı zamanda bunların nakledilme biçimlerini de koruduğu hatırda tutulmalıdır (Ali Suat Ertosun, § 66; Oberschlick/Avusturya, B. No: 11662/85, 23/5/1991, § 57).
48. Somut olayda İlk Derece Mahkemesi, davalının basın özgürlüğü ve bu bağlamda ifade özgürlüğü ile başvurucuların şeref ve itibarının korunması hakları arasında bir denge kurma işlemi yapmıştır. İlk Derece Mahkemesi; yazının, değer yargısından ziyade olayları hikâye tarzında anlatan, davacıların taşıdığı kimlik (vali ve eşi) ve yürüttüğü göreve ilişkin eleştirilerden ziyade özel hayatlarında yer alan sır alanlarına giren yönüne ve toplumdaki aile gerçekliğine önem vermiş ve yazının temas etmek istediği toplumsal sorun üzerine de eğilmiştir. Davalı yazar, yazısında davacıların hedef alınmadığını vurgulamak için kurguladığı başbürokratın eşi ile ilgili olarak gerçekte olmayan ve davacıların özel yaşamları ile örtüşmeyen tanımlamaları kullandığını kabul etmektedir. Dolayısıyla Derece Mahkemesi, yazının başka bölümlerinden davacıların anlaşıldığı sonucuna ulaştığından yazarın başbürokratın eşi ile ilgili “öncesinde cinsellik uzmanı bir profesörle evlilik” ve diğer nitelendirmelerinin gerçeklikten uzaklaştığı, incitici olduğu ve toplumsal sorundan ziyade davacıların özel ve sır alanlarını öne çıkardığı sonucuna varmıştır.
49. Mahkeme, davaya konu yazılarda anlatılan maddi vakaların gerçekliği meselesine değinmiş ve dava konusu yazıların bir kısmının yeterli olgusal temele sahip olmadığını belirterek yayınların yapıldığı tarihte meydana gelen olaylarla yayınların içeriği arasındaki öz-biçim ilişkisinin korunmadığı, başvuruya konu köşe yazısında geçen olayların “görünür gerçekliğe uygun” olmaktan uzak olduğu yönünde değerlendirme yapmıştır.
50. Mevcut hâliyle Mahkeme kararında bariz takdir hatası veya keyfîlik tespit edilmediğinden Anayasa Mahkemesinin tazminat miktarlarının belirlenmesi konusunda Mahkemenin takdir yetkisine müdahalesi söz konusu olamaz (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 45; Sadık Koçak ve diğerleri, B. No: 2013/841, 23/1/2014, § 87).
51. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan anayasal hakkına yönelik bir ihlal olmadığının açık olduğu anlaşıldığından tazminat miktarının adil olmadığına dair başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
52. Başvurucuların yargılamanın uzunluğuyla ilgili şikâyetleri açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
53. Başvurucular, Ankara 2. ve 23. Asliye Hukuk Mahkemelerinde açtıkları ve daha sonra birleşerek tamamlanan davanın makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
54. Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18) Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, Anayasa'nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa'nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında ilgili hükmü, Sözleşme'nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme'nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa'nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler gereğince adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa'nın 141. maddesinin de Anayasa'nın bütünselliği ilkesi gereği makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
55. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucuların davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatlerinin niteliği gibi hususlar bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
56. Anayasa'nın 36. maddesi ve Sözleşme'nin 6. maddesi uyarınca medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu olayda haksız fiile dayalı olarak açılmış ve yargılama sürecinde birleştirilmiş manevi tazminat davaları söz konusudur. Bu bağlamda 6098 sayılı Kanun ve 6100 sayılı Kanun'da yer alan usul hükümlerine göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğuna kuşku yoktur (Güher Ergun ve diğerleri,§ 49).
57. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olup somut başvurular açısından bu tarihler 19/7/2002 ve 11/7/2003’tür.
58. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52; Ersin Ceyhan, B. No: 2013/695, 9/1/2014, § 35). Somut başvurular açısından bu tarih, Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen hükmün Yargıtay 4. Hukuk Dairesince onandığı 26/3/2013’tür.
59. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi neticesinde 19/7/2002 tarihinde Ankara 23. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davanın konusunun haksız fiile dayalı tazminat davası olduğu, ilk yargılamanın 3/7/2003 tarihinde sonuçlandırıldığı, Yargıtayın bozma kararı doğrultusunda, yargılama devam ederken davalı hakkında … Asliye Ceza Mahkemesinde açılan E.2002/769 sayılı kamu davasının sonucunun beklenilmesine karar verildiği görülmüştür. Bu süreçte aynı fiil sebebiyle diğer başvurucu tarafından Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde 11/7/2003 tarihinde açılan E.2003/620 sayılı dosyasının bu dosya üzerinde birleştirilmesine karar verildiği ve birlikte yürütülen dosyada uzun bir müddet kamu davasının sonucu beklenerek 11/2/2010 tarihinde davanın kısmen kabul edildiği, taraflarca temyiz edilen kararın tazminat miktarı yönünden tekrar bozulması üzerine yapılan yargılamada 10/3/2012 tarihli kısmen kabul kararı verildiği, taraflarca yeniden temyiz edilen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesince 19/9/2012 tarihli ilam ile onandığı ve karar düzeltme incelemesinden geçerek 26/3/2013 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır.
60. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından, özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul hükümlerinin nazara alınmadığı gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 34-64).
61. Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde başvuruya konu haksız fiile dayalı tazminat davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf sayısı gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık olmaktan uzaktır. Başvurucuların, tutum ve davranışları ile usule ilişkin haklarını kullanırken özensiz davranması neticesinde yargılamanın uzamasına önemli ölçüde sebep olduğu da söylenemez. Dolayısıyla somut başvurular açısından, daha önce verilen kararlar dışında farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve başvuruculardan A.H.Ö. yönünden 10 yıl 8 ay ve L.D. yönünden 9 yıl 7 aylık yargılama süreçlerinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
62. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
63. Başvurucular, yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmamasından kaynaklanan maddi ve manevi zararlarının giderilmesi talebinde bulunmuşlardır.
64. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
65. Başvurucuların tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık on bir ve on yıllık yargılama süreleri nazara alındığında yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararı karşılığında başvurucu A.H.Ö.ye takdiren net 14.000 TL ve başvurucu L.D.ye takdiren net 12.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
66. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin başvuruculara ayrı ayrı ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurucu L.D.nin kamuya açık belgelerde kimliğinin gizli tutulması talebinin kabulüne ve bununla bağlantılı olarak her iki başvurucunun kamuya açık belgelerde kimliğinin GİZLİ TUTULMASINA,
B. 1. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddialarının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
C. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
D. Başvurucu A.H.Ö.ye net 14.000 TL ve başvurucu L.D.ye net 12.000 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
E. Başvurucular tarafından ayrı ayrı yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA AYRI AYRI ÖDENMESİNE,
F. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA
6/1/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.