TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
AHMET SEVİM BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/474)
|
|
Karar Tarihi: 9/9/2015
|
R.G. Tarih- Sayı: 13/10/2015-29501
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
Raportör Yrd.
|
:
|
Halil İbrahim DURSUN
|
Başvurucu
|
:
|
Ahmet SEVİM
|
Vekili
|
:
|
Av. Fatih SEVİM
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, görevli doktorun kişisel kusuru neticesinde
parmağının sakat kaldığını iddia eden başvurucunun doktor aleyhine adli yargıda
açtığı tazminat davasının hukuka aykırı şekilde husumet yokluğu nedeniyle
reddedilmesi, davanın uzun bir süre sonra husumet yönünden reddi nedeniyle
idari yargıda dava açılabilmesinin mümkün olmaması ve davanın makul sürede
sonuçlandırılamaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının; doktor hatasından
kaynaklanan kalıcı sakatlık nedeniyle de Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal
edildiği iddiaları hakkındadır.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 10/1/2013 tarihinde yapılmıştır. Dilekçe ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde belirlenen eksiklikler
tamamlatılmış ve başvuruda, Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 22/11/2013 tarihinde,
kabul edilebilirlik incelemesi yapılmak üzere dosyanın Bölüme gönderilmesine
karar verilmiştir.
4. Birinci Bölüm tarafından 6/3/2014 tarihinde, başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve başvuru
belgelerinin bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık)
gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Bakanlığa, başvuru konusu olay ve olgular bildirilmiş,
başvuru belgelerinin bir örneği görüş için gönderilmiştir. Bakanlığın 27/3/2014
tarihli yazısında, Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarına ve bu kapsamda
sunulan görüşlerine atfen, başvuru hakkında görüş sunulmayacağı bildirilmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle
olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucu, 6/8/2004 tarihinde geçirdiği kaza sonucu sağ
elinin üçüncü parmağında kırık meydana gelecek şekilde yaralanmış ve Sivas 1.
İzzettin Keykavus Devlet Hastanesine (Hastane) müracaat etmiştir. Hastanede
görev yapan Ortopedi Uzmanı Dr. N. S.,başvurucunun
parmağında kırık olmadığını belirtmiş ve başvurucuyu Hastanenin acil servisine
yönlendirmiştir.
8. Başvurucunun, parmağının iyileşmemesi sebebiyle 1/9/2004
tarihinde Hastaneye tekrar müracaat etmesi üzerine yapılan tetkikler
neticesinde parmakta kırık olduğu ve kırığın yanlış kaynadığı tespit
edilmiştir.
9. Yaşanan olay sonrasında başvurucu, 6/1/2005 tarihli
dilekçe ile özetle, Dr. N.S.nin görevini ihmal etmek
suretiyle parmağının sakat kalmasına sebebiyet verdiğini belirterek Sivas
Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuştur. Sivas Cumhuriyet
Başsavcılığının 11/5/2006 tarihli iddianamesi ile Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesinde
kamu davası açılmıştır. Mahkeme, 29/4/2009 tarihli kararıyla, Yüksek Sağlık
Şûrasının görevli doktorun hasta takibinde özensiz ve dikkatsiz davrandığından
2/8 oranında kusurlu olduğunu belirten raporunu dikkate alarak Dr. N. S.nin 3.000,00 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına
karar vermiştir. Anılan kararın Yargıtay 4. Ceza Dairesinin28/11/2011tarihli
ilamıyla bozulması üzerine Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesi dosyayı yeniden
incelemiş ve 10/7/2012 tarihli ve E.2012/93, K.2012/587 sayılı kararıyla
zamanaşımı nedeniyle davanın düşürülmesine karar vermiştir. Başvurucu, anılan
kararı temyiz ettiğini ve söz konusu yargılamaya ilişkin haklarını saklı
tuttuğunu belirtmektedir.
10. Başvurucu, 6/1/2005 tarihli dilekçe ile özetle, Dr. N. S.nin haksız eylemi nedeniyle parmağının sakat kaldığını ve
iyileşme ihtimalinin çok düşük olduğunu belirterek görevli Dr. N. S. aleyhine
Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası açmıştır.
11. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Dr. N. S. aleyhine
açılan kamu davasının sonucunun beklenmesine karar vermiştir.
12. Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, 20/6/2012 tarihli ve
E.2005/12, K.2012/242 sayılı kararında“…Kamu
kurumları kamu hizmeti yaparlar. Ancak kamu kurumları tüzel kişilik
olduklarından ve bu kişilik maddi değil soyut bir kişilik olduğundan, kamu
hizmetini bizzat yerine getiremezler. Kamu hizmeti, gerçek kişi konumunda olan
kamu görevlileri ve bunların kullandıkları araç ve gereçlerle yerine getirilir.
Bunun sonucu olarak, kamu görevlilerinin veya bunların kullandıkları araç ve
gereçlerin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı kamu hizmetinin yerine
getirildiği sırada kişilerin zarar görmesi halinde meydana gelecek kusur kamu
kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Burada, kamu görevlisinin hizmetten
ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Kamu
görevlisinin buradaki kusuru hizmet kusurunu oluşturur. Hizmetten ayrılabilen
kişisel kusur ise kamu hizmeti ile ilgisi olmayan kamu görevlisinin özel hayatı
ile tamamen özel tutum ve davranışlarından kaynaklanan bir kusurdur. Kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kasıtlarından ve
kusurlarından dolayı doğan tazminat davalarında kamu görevlilerinin aleyhine
değil ancak kamu idaresi aleyhine dava açılabileceği…” gerekçesiyle
görevli doktor hakkında açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar
vermiştir.
13. Başvurucu tarafından temyiz edilen karar, Yargıtay 4.
Hukuk Dairesinin9/11/2012 tarihli ve E.2012/14500, K.2012/16581 sayılı ilamıyla
onanmıştır.
14. Anılan karar, 11/12/2012 tarihinde başvurucu vekiline
tebliğ edilmiş ve 10/1/2013 tarihinde yapılan bireysel başvuruda süre aşımı
bulunmadığı tespit edilmiştir.
B. İlgili Hukuk
15. Anayasa’nın 40. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Kişinin, resmi
görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu
olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
16. Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrası şöyledir:
“İdare, kendi eylem
ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”
17. Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:
“Memurlar ve diğer
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği
şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. “
18. 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları
Kanunu’nun “Kişilerin uğradıkları zararlar”
başlıklı 13. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Kişiler kamu
hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu
görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava
açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya
muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili personel
tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat
sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel
hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.”
19. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun “Doğrudan doğruya tam yargı
davası açılması” başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“İdari eylemlerden
hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı
bildirim üzerine veya başka süretle öğrendikleri
tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde
ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri
gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki
işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde
cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi
içinde dava açılabilir.
Görevli olmayan adli
ve askeri yargı mercilerine açılan tam yargı davasının görev yönünden reddi
halinde sonradan idari yargı mercilerine açılacak davalarda, birinci fıkrada
öngörülen idareye başvurma şartı aranmaz.”
20. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/10/2007tarihli ve
E.2007/4-640, K.2007/725 sayılı kararı şöyledir:
“(…)
Davacı, davalının
yanlış tedavi uygulaması nedeniyle eşinin ölümüne neden olduğunu ileri sürmüş;
mahkemece, davanın Sağlık Bakanlığı’na karşı açılması gerektiği; davalıya
husumet yöneltilemeyeceği gerekçe gösterilerek yazılı şekilde karar
verilmiştir.
‘Anayasa m. 129/5’de,
memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri
kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare aleyhine açılabileceği
benimsenmiştir. Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp; idari yetkilerin kullanılma
alanı ile eş anlatımla, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar
ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde; kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu
güvencesinden yararlanma olanağı bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının tanı
ve tedavide hatalı davrandığı ileri sürülerek tazminat isteminde bulunulmuştur.
Şu durumda, açıkça kişisel kusura dayanılmıştır. O nedenle, Anayasa m.129/5
hükmünün göz önünde tutulabilmesi söz konusu değildir. Mahkemece, işin esasının
incelenmesi; davalının kişisel kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması
ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle, yazılı
şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir’
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama
sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
(…)
Hukuk Genel Kurulunca
incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve
dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı
iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan
gerektirici nedenlere ve özellikle, Anayasanın 129/5 maddesi gereğince
memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen
zararlara ilişkin davaların idare aleyhine dava açılabilmesinin, eylemin hizmet
kusurundan kaynaklanmış olması koşuluna bağlı bulunmasına; dava dilekçesinde
sıralanan maddi olguların davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığını
göstermesi karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp
değerlendirilerek sonuca varılmasının gerekmesine; Hukuk Genel Kurulu’nun
15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E.
2001/643 K.; 29.03.2006 gün ve 2006/4-86 E. 2006/111 K.; 20.09.2006 gün ve
2006/4-526 E. 2006/562 K. Sayılı ilamlarında da aynı ilkenin vurgulanmış
olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına
uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
21. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve
E.2011/4-592, K.2012/25, sayılı kararı şöyledir:
“…
…gerek Anayasa,
gerekse Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan düzenlemelerin, memur ve kamu
görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı; daha sonra ilgilisine rücu
edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna giderek, mağdura zararını daha iyi
bir şekilde giderecek bir muhatap ve tereddütsüz bir yargı yolu sağladığı; bugüne kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali
sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmiş
olmasının yerinde olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun
tamamen idare ile memur arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu;
öte yandan, Anayasa’nın 129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine
getirirken veya yetkilerini kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma altına
girip girmeyeceğine ilişkin olarak da, yasanın “kusur” ifadesi kullanması
karşısında eylemin kasten veya ihmalen işlenmesine
bakılmaksızın idarenin sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza
mahkemesinde yargılanmasının hatta ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı,
bunun da ancak rücu davasında dikkate alınacağı; sonuçta, memur ve kamu
görevlisinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve
işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun kasti suç niteliği taşısa bile hizmet
kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması
gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur ve kamu görevlisinin yaptığı iş
ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde ise bu eylemden memurun kişisel
olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda
ve kamu görevlisi veya memur aleyhine açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile
kabul edilmiştir.
…”
22. Danıştay Onbeşinci Dairesinin
13/2/2014 tarihli ve E.2013/10851, K.2014/752 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacının
30.04.2010 tarihinde A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde
yapılan ameliyatta hatalı tıbbi müdahale yapıldığından bahisle 04.05.2011
tarihinde Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde ilgili doktorlar aleyhine dava
açtığı, davanın 10.04.2012 tarih ve E:2011/229, K:2012/158 sayılı kararla
"Pasif Husumet Yokluğu" nedeniyle reddedildiği, söz konusu bu kararın
16.11.2012 tarihinde kesinleştiği, davacının 26.12.2012 tarihinde Sağlık
Bakanlığı'na 200.00,000-TL maddi, 200.000,00-TL manevi tazminatın tarafına
ödenmesi istemiyle başvuruda bulunduğu, başvurusunun zımnen reddedilmesi
üzerine, tarafına 100.000,00-TL manevi ve 100.000,00-TL maddi olmak üzere
toplam 200.000,00-TL tazminatın ameliyat tarihinden itibaren ödenmesine karar
verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, Asliye
Hukuk Mahkemesinde davanın açıldığı tarih eylemin idariliğinin
öğrenildiği tarih olarak kabul edilerek bu tarihten itibaren idareye başvuruda
bulunulmadığı gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar
verilmişse de; davacı Asliye Hukuk
Mahkemesinde açmış olduğu davada verilen karar sonucunda eylemin idariliğini öğrenmiş olup husumet yokluğu nedeniyle davanın
reddine dair verilen kararın kesinleştiği 16.11.2012 tarihinden itibaren 2577
sayılı Kanunun 13. maddesi uyarınca 1 yıllık dava açma süresinin başladığının
kabulü gerekmektedir.”
23. Danıştay Onbeşinci Dairesinin
20/2/2014 tarihli ve E.2013/11650, K.2014/1022 sayılı kararı şöyledir:
“…
…
davacının, 2004 yılının ağustos ayında bisikletten düşerek yaralanması üzerine
kaldırıldığı Konya Numune Hastanesi'nde yapılan tedavi ve ameliyatından sonra
iyileşememesi sonucunda başvurduğu Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden
13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği,
davacının ameliyatı gerçekleştiren doktor S. S. aleyhine tazminat istemiyle
08/02/2011 tarihinde Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2011/75 sayılı esasına
kayıtlı olarak açtığı davanın 14/06/2012 tarih ve E:2011/75, K:2012/585 sayılı
kararla anılan davanın idareye karşı açılması gerektiğinden husumet nedeniyle
reddedildiği ve bahsi geçen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 09/11/2012
tarih ve E:2012/15934, K:2012/16599 sayılı kararıyla onanarak kesinleşmesi
üzerine davalı idare aleyhine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Buna göre, davacının
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden 13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan
%26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği, bunun üzerine 08/02/2011 tarihinde
ameliyatı gerçekleştiren doktor aleyhine tazminat istemiyle Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davanın
husumet yokluğu nedeni ile reddedilerek buna ilişkin kararın 09/11/2012
tarihinde kesinleştiği, davacının söz konusu kararın kesinleşmesiyle birlikte
eylemi ve eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği 09/11/2012
tarihinden itibaren 1 yıl içinde, 08/05/2013 tarihinde açtığı davada süre aşımı
bulunmamakta olup; İdare Mahkemesince, davanın esası hakkında bir
karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen
kararda usul hükümlerine uygunluk görülmemektedir.”
24. Danıştay Onuncu Dairesinin 13/12/2006 tarihli ve
E.2005/8406, K.2006/7137 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacılar murisi M.
A.'nın, 20.2.1997 tarihinde su kuyusuna düşerek
ölmesi üzerine, kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar
aleyhine Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, 28.5.1999 tarihinde açılan maddi
tazminat davasında, anılan mahkemece, 6.6.2002 tarihinde verilen kararla,
kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu
nedenle davalıların meydana gelen olayda sorumluluklarının bulunmadığı
gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddedildiği, bu kararın temyizi üzerine
Yargıtay 4. Hukuk Dairesince, haksız eylem nedeniyle sorumlu kişilerin tespit
edilerek hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle mahkeme kararının bozulduğu,
davacılar tarafından, söz konusu kararın düzeltilmesi istemiyle yapılan
başvurunun aynı dairece reddedildiği ve bu kararın Asliye Hukuk Mahkemesi
kayıtlarına 10.10.2003 tarihinde girdiği, daha sonra davacılar tarafından
Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, bu kez Karayolları Genel Müdürlüğüne
karşı, 2.3.2004 tarihinde tazminat davası açıldığı, açılan iki davayı
birleştiren Bartın 2. Asliye Hukuku Mahkemesince, kuyunun bulunduğu taşınmazın
Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığından, zararın doğmasına bu
idarenin hizmet kusurunun neden olduğu gerekçesiyle, davanın taşınmaz sahibi
olarak bilinen şahıslara yönelik kısmının reddine, Karayolları Genel
Müdürlüğüne yönelik kısmının ise idari yargıda görülmek üzere, idare
mahkemesine gönderilmesine karar verildiği, bu kararın 18.7.2005 tarihinde
kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde, Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı
idare mahkemesinde, maddi ve manevi zararların tazmini istemiyle görülmekte
olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu olayda, eylemin idariliğinin,
davacılar murisinin ölümüne neden olan kuyunun bulunduğu yerin, Karayolları
Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı gerekçesiyle, gerçek kişiler aleyhine
açılan davanın, Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, husumet yönünden reddine
ilişkin kararın kesinleştiği, 10.10.2003 tarihinde ortaya çıktığı kuşkusuzdur.
Bu duruma göre,
kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen şahıslar aleyhine 28.5.1999
tarihinde açılan maddi tazminat davası sonucunda, Bartın 2. Asliye Hukuk
Mahkemesince, 6.6.2002 tarihinde, kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel
Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların meydana gelen olayda
sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesiyle husumet yönünden davanın reddi
yolunda verilen kararın kesinleştiği tarih olan 10.10.2003 tarihinde eylemin idariliğinin belirlendiği, bu tarihten itibaren, 2577
sayılı Yasa'nın 13. maddesinde öngörülen 1 yıllık süre içinde, 2.3.2004
tarihinde adli yargı yerinde dava açıldığı, bu davanın idare mahkemesinde
görülmesi gerektiği gerekçesiyle görev yönünden reddine ilişkin kararın,
18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde Karayolları Genel
Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde açılan bu davanın süresinde kabul
edilerek, işin esasının incelenmesi gerekirken, süre aşımı bulunduğu
gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet
görülmemiştir.”
25. Danıştay Onuncu Dairesinin 4/11/2011 tarihli ve
E.2008/7182, K.2011/4711 sayılı kararı şöyledir:
“…
Bir eylemin idariliği ve doğurduğu zarar bazı durumlarda eylemin
gerçekleşmesiyle, kimi zaman da değişik araştırma ve incelemelerden, hatta ceza
davalarından sonra ortaya çıkabilmektedir.
Özelikle, kamu
görevlilerinin idari tasarrufta bulunurken uyulması zorunlu görülen kurallara
uymamaları nedeniyle kendilerine izafe edilebilecek nitelikte olmakla birlikte,
resmi yetkilerin kullanımı sırasında gerçekleştiği için idaresinden de
ayrılamayan görev kusurlarından doğan zararın tazmini istemiyle açılacak tam
yargı davalarında eylemin idariliği, zararın, kamu
görevlisinin kişisel kusurundan mı, görev kusurundan mı kaynaklandığının ceza
muhakemesi sonucunda belirlenmesiyle ortaya çıkabilmektedir.
Bu nedenlerle, 2577
sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen 1 ve 5 yıllık sürelerin eylemin idariliğinin ve doğurduğu zararın ortaya çıktığı tarihten
itibaren hesaplanması zorunludur. Aksi yorumun, dava açma yolunun kullanımını
güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz etkileyeceğini belirtmek gerekir. Anılan
Yasa hükmünde öngörülen tam yargı davalarının, idari eylem nedeniyle uğranılan
zararın tazminine yönelik olması sebebiyle davanın açılabilmesi için eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması
zorunludur.
Dosyanın
incelenmesinden, davacının eşinin yaralanması üzerine kaldırıldığı Salihli
Devlet Hastanesinde 24.4.2004 tarihinde ölümünün gerçekleştiği, acil servis
personelinden doktor S.T. hakkında taksirle bir kişiyi öldürme suçunu
işlediğinden bahisle 25.9.2006 günlü iddianame ile açılan ceza davasının
sürdüğü, davacının ise iddianamenin 13.10.2006 tarihinde tebliğ edilmesi üzerine
8.10.2007 gününde maddi ve manevi tazminat talebiyle davalı idareye yaptığı
başvurunun 27.11.2007 tarihinde tebliğ edilen 20.11.2007 günlü işlemle reddi
sonrasında 25.1.2008 tarihinde dava açtığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, eylemin idariliğinin S.T.
hakkında açılan ceza davasında verilecek kararın kesinleştiği tarihte ortaya
çıkabileceği dikkate alındığında, iddianamenin tebliği üzerine
yapılan başvurunun reddi sonrasında açılan davada süre aşımı, davanın süre
aşımı bakımından reddi yolunda verilen Mahkeme kararında ise hukuksal isabet
bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
26. Mahkemenin 9/9/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda,
başvurucunun 10/1/2013 tarihli ve 2013/474 numaralı bireysel başvurusu
incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
27. Başvurucu, kişisel kusuru ile parmağının sakat kalmasına
sebep olan doktor hakkında Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun içtihatları
doğrultusunda adli yargıda tazminat davası açtığını, dava dosyasında görevli
doktorun kusuruna ilişkin Yüksek Sağlık Şûrası raporu bulunmasına rağmen doktor
hakkında açılan kamu davasının sonuçlanmasının beklendiğini, bu sebeple davanın
makul sürede sonuçlandırılamadığını, anılan dönemde Yargıtay tarafından içtihat
değişikliğine gidildiği için açtığı davanın Yargıtayın
yeni içtihatları doğrultusunda husumet yokluğu nedeniyle reddine karar
verildiğini, davanın uzun süre sonra husumet yönünden reddi nedeni ile idari
yargıda dava açabilmesinin de mümkün olmadığını, Yargıtay görüşünün
mağduriyetine yol açtığını, mevzuatta herhangi bir değişiklik olmadığı hâlde
içtihat değişikliğine gidilmesinin öngörülebilirliği ortadan kaldırdığını,
doktor hatası nedeniyle sağlıklı bir yaşam sürmesinin engellenmiş olduğunu, bu
süreçte maddi ve manevi zarara uğradığını belirterek makul sürede yargılanma
hakkının, hak arama hürriyetinin ve sağlıklı yaşam hakkının ihlal edildiğini
ileri sürmüş, ihlalin ortadan kaldırılması talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
28. Başvurucu temel olarak, tıbbi ihmali bulunduğunu
belirttiği doktor hakkında açtığı tazminat davasının sonucundan, bu davanın
makul sürede sonuçlandırılamamasından, davanın uzun bir süre sonra husumet
yönünden reddi nedeniyle idari yargıda dava açma hakkını kaybetmesinden ve
görevli doktorun ihmali sebebiyle vücut bütünlüğünün zarar görmesinden şikâyet
etmektedir. Olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki tavsifi ile bağlı
olmayan Anayasa Mahkemesi, başvurucunun iddialarını, Anayasa’nın 36. maddesinde
tanımlanan adil yargılanma hakkı ile 17. maddesinde tanımlanan kişinin maddi ve
manevi varlığını koruma hakkı kapsamında toplam dört başlık altında
incelemiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Yargılamanın Sonucu İtibarıyla Adil
Olmadığı İddiası
29. Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvuruda,
kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.”
30. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2)
numaralı fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça
dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
31. 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı
fıkrasında açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine
karar verilebileceği belirtilmiştir. Anayasa'nın 148. maddesinin dördüncü
fıkrasında ise açıkça dayanaktan yoksun başvurular kapsamında değerlendirilen
kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin şikâyetlerin bireysel
başvuruda incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır.
32. Anılan kurallar uyarınca, ilke olarak derece mahkemeleri
önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin
değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece
mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup
olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece
mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda
bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içermesi ve bu
durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal
etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular, bariz
takdir hatası veya açık keyfîlik bulunmadıkça Anayasa
Mahkemesince incelenemez (Necati Gündüz ve
Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
33. Başvurucu, kişisel kusuru ile parmağının sakat kalmasına
sebep olan doktor aleyhine açtığı tazminat davasının öngörülemez şekilde
husumet yokluğu nedeniyle reddedildiğini, davasının reddedilmesinde mevzuatta
herhangi bir değişiklik olmadığı hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012
tarihinde içtihat değişikliğine gitmesinin etkili olduğunu, bu durumun hukuka
ve adalete olan güvenini sarstığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
34. Yukarıda yer verilen iddialar dikkate alındığında
başvurucunun, açtığı davanın Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yeni içtihadı doğrultusunda
husumet yönünden reddedilmesinden şikâyet ettiği anlaşılmaktadır. Başvurucu,
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun içtihat değişikliğinden sonra kendi açtığı
davanın husumet yönünden reddedilmesine rağmen benzer başka bir davanın kabul
edildiği yönünde bir iddia ileri sürmemektedir. Bu durumda başvuru konusu
şikâyetin, içtihat değişikliği doğrultusunda verilen husumet yönünden ret
kararına ilişkin olduğu anlaşılmıştır.
35. Yargıtay, 1/2/2012 tarihinden önceki içtihatlarında kamu
görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak üçüncü bir kişiye
zarar vermeleri hâlinde “hizmet kusuru” ve
“kişisel kusur” ayrımına gitmiş
ve kamu görevlisine karşı kişisel kusuruna dayanılarak adli yargıda tazminat
davası açılabilmesini kabul etmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu kararı için bkz. § 20). Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli
kararları ile anılan içtihattan dönülmüş ve kamu görevlilerinin mali
sorumluluğunu çözmek için “hizmet kusuru”
ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmesinin
yerinde olmadığı, kamu görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını
kullanarak yaptıkları eylem ve işlemlere ilişkin kişisel kusurlarının kasti suç
niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı, bu nedenle açılacak davanın
idare aleyhine açılması gerektiği, görev yapılan yerde dahi olsa kamu
görevlilerinin yaptıkları iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı hâlinde ise
bu eylemden kamu görevlilerinin kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle
açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlileri aleyhine
açılabileceği kabul edilmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
kararı için bkz. § 21).
36. Somut olayda başvurucu, tedavi olduğu Hastanede görevli
doktorun haksız eylemi nedeniyle parmağının sakat kaldığını belirterek görevli
doktor aleyhine Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat
davası açmıştır. Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli
içtihadı doğrultusunda, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri
kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil, ancak
kamu idaresi aleyhine açılabileceği gerekçesiyle görevli doktor hakkında açılan
davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar vermiştir. Mahkeme, bu sonuca “hizmet kusuru” ile “hizmetten ayrılabilir kişisel kusur”
kavramlarını ilgili hukuk kuralları çerçevesinde yorumlayarak varmış ve somut
olayda hizmetten ayrılabilir kişisel kusurdan bahsetmenin mümkün olmadığı
sonucuna ulaşmıştır. Temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin
9/11/2012 tarihli ilamı ile usul ve yasaya uygun bulunarak onanmıştır.
37. Bireylerin
makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik ilkesi, içtihadın değişmezliği
şeklinde bir hak bahşetmemektedir. Mahkemelerin yorumlarında dinamik ve evirilen bir yaklaşımın sürdürülememesi,
reform ya da gelişimi engelleyeceğinden kararlardaki değişim, adaletin iyi
idaresine aykırılık teşkil etmez (Türkan Bal
[GK], B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 54).
38. Mahkeme içtihatlarındaki değişme, yargı organlarının
takdir yetkisi kapsamında kalmakta olup böyle bir değişiklik özü itibarıyla
önceki çözümün tatminkâr bulunmaması anlamına gelir (Türkan Bal [GK], § 55). Bu bağlamda Yargıtay, kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat
davalarının kamu görevlileri aleyhine mi yoksa ilgili kamu idaresi aleyhine mi
açılması gerektiği hususunda gerekçesini açıklamak suretiyle içtihat
değişikliğine gitmiş ve başvurucunun görevli doktor aleyhine açtığı dava, söz
konusu içtihat doğrultusunda husumet yönünden reddedilmiştir.
39. Mahkemenin gerekçesi ve başvurucunun iddiaları
incelendiğinde iddiaların özünün, derece mahkemesi tarafından delillerin
değerlendirilmesinde ve hukuk kurallarının yorumlanmasında isabet olmadığına ve
esas itibarıyla yargılamanın sonucuna ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
40. Başvurucu, yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu
deliller ve görüşler hakkında bilgi sahibi olamadığına, kendi delillerini ve
iddialarını sunma olanağı bulamadığına, karşı tarafça sunulan delillere ve iddialara
etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığına ya da uyuşmazlığın çözüme
kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının derece mahkemesi tarafından
dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da kanıt sunmadığı gibi Mahkemenin
kararında bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
oluşturan herhangi bir durum da tespit edilememiştir.
41. Açıklanan nedenlerle, başvurucu tarafından ileri sürülen
iddiaların kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu, derece mahkemesi
kararlarının bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
de içermediği anlaşıldığından başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik
koşulları yönünden incelenmeksizin "açıkça
dayanaktan yoksun olması" nedeniyle kabul edilemez olduğuna
karar verilmesi gerekir.
b. Mahkemeye Erişim Hakkının İhlal
Edildiği İddiası
42. Başvurucu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları
doğrultusunda adli yargıda açtığı tazminat davasının içtihat değişikliği
nedeniyle husumet yönünden reddine karar verildiğini, açtığı davanın uzun bir
süre geçtikten sonra husumet yönünden reddedilmesi nedeniyle idari yargıda dava
açabilmesinin de mümkün olmadığını belirterek hak arama hürriyetinin ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.Başvurucunun bu iddiası,
uyuşmazlığı idari yargı önüne taşıyabilmesi ile ilgili olduğundan mahkemeye
erişim hakkı kapsamında değerlendirilmiştir.
43. Anayasa’nın “Hak arama
hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
44. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme)“Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili
uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda
karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak
görülmesini istemek hakkına sahiptir. …”
45. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan
mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve
uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına
gelmektedir (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 52). Hukuki konularda mahkemelerde dava açma hakkı
anlamına gelen mahkemeye erişim hakkı "mahkemeye
gitme hakkı"nı
da kapsamaktadır (Hüseyin Sezen,
B. No:2013/1793, 18/9/2014, § 47). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),
mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun
üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte
ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir
sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık,
pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu
sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların
mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlal edildiğine karar
verilmektedir (Hüseyin Gönel,
B. No: 2013/2491, 17/7/2014, § 35).
46. Somut olayda, başvurucunun Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
içtihatları doğrultusunda görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak adli
yargıda açtığı tazminat davası, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken
işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine
değil, ancak kamu idaresi aleyhine açılabileceği gerekçesiyle husumet yönünden
reddedilmiştir. Başvurucu, anılan kararın dava tarihinden yaklaşık sekiz yıl
sonra verilmesi nedeniyle idari yargıda dava açma hakkını kaybettiğini, bu
sebeple mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
47. Başvurucu, husumet yokluğu nedeniyle verilen ret
kararının ardından idari yargıda tam yargı davası açma yoluna gitmemiş, idari
yargıda tam yargı davası açmasının mümkün olmadığını belirterek doğrudan
bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu durumda başvurucunun dava konusu uyuşmazlığı
idari yargı önüne taşıyabilmesinin öngörülebilir bir durum olup olmadığı
incelenmelidir.
48. 2577 sayılı Kanun’un “Doğrudan
doğruya tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesinin birinci
fıkrası, “İdari eylemlerden hakları ihlal
edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine
veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem
tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine
getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi
halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında
altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten
itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.” şeklindedir.
49. Danıştayın yerleşik içtihatlarında, 2577
sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen1 ve 5 yıllık sürelerin, eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması ile
başlayacağı, eylemin idariliği ve yol açtığı zararın
ise bazen eylemin yapılmasıyla birlikte ortaya çıktığı bazen de değişik
araştırma ve inceleme sonucu çok sonra ortaya çıkabildiği, eylemin idariliğinin sonradan ortaya çıktığı durumlarda 2577 sayılı
Kanun ile öngörülen 1 ve 5 yıllık sürelerin bu tarihten itibaren hesaplanması
gerektiği, aksi bir yorumun dava açma yolunun kullanımını güçleştirerek hak
arama hürriyetini olumsuz şekilde etkileyeceği belirtilmektedir. Danıştay,
yerleşik içtihatları ile uyumlu olarak kamu görevlilerinin kamu hizmetini
yürütürken üçüncü kişilere vermiş oldukları zararlar nedeniyle kamu görevlileri
aleyhine adli yargıda açılan tazminat davalarında, adli yargı mercilerince
davalının hasım sıfatının bulunmadığı gerekçesiyle verilen ret kararlarında da
aynı içtihadı benimsemiş ve eylemin idariliğinin,
adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararının
kesinleşmesiyle birlikte ortaya çıktığını, bu durumlarda husumet yokluğu
nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde
2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca tam yargı davası açılabileceğini
kabul etmiştir (bkz.§§ 22-25).
50. Başvurucunun, görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak
adli yargıda açtığı davada verilen husumet yönünden ret kararının gerekçesinde,
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil, ancak kamu idaresi
aleyhine açılabileceğinin belirtildiği dikkate alındığında, başvurucunun 2577
sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca Danıştayın
yukarıda yer verilen içtihatları doğrultusunda ilgili kamu idaresi aleyhine tam
yargı davası açmasının öngörülebilir bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Ancak
başvurucu, idari yargıda tam yargı davası açmak yerine,dava açma hakkını kaybettiğini belirterek
doğrudan bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu durumda Danıştay içtihatlarına göre
adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının
kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi
uyarınca idari yargıda tam yargı davası açılması mümkün ve öngörülebilir
olduğundan somut başvuruda mahkemeye erişim hakkına yönelik bir ihlalin
bulunmadığının açık olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
51. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mahkemeye erişim
hakkına ilişkin iddiası yönünden bir ihlalin olmadığı açık olduğundan
başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden
incelenmeksizin “açıkça dayanaktan yoksun
olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Anayasa’nın 17. Maddesinin İhlal
Edildiği İddiası
52. Başvurucu, görevli doktorun ihmali sebebiyle parmağının
sakat kaldığını belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan, kişinin maddi
ve manevi varlığının korunması hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
53. Anayasa’nın “Kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17.
maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
54. Anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi
varlığının bütünlüğü, gerek kamusal yetkilerle
donatılmış kişilerin gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına
alınmıştır. Bu çerçevede devletin, egemenlik alanında yaşayan ve kontrolü
altında bulunan kişilerin maddi ve manevi varlıklarına yönelen müdahaleleri
önleme, önlenememiş olan müdahalelere yönelik olarak da gerekli soruşturma,
kovuşturma, failleri tespit edip cezalandırma ve gerektiğinde bundan doğan
zararları etkili bir şekilde bizzat karşılama veya sorumlularına karşılatma
yükümlülüğü bulunmaktadır. Kişilerin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden
doğan zararlara yönelik etkili bir tazminin sağlanamadığı ve bu çerçevede
devletin, Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğünü yerine
getirmediği durumlarda, kişinin vücut bütünlüğünün korunduğundan söz edilemez (Özkan Şen,§ 40).
55. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011
tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca temel hak ve
özgürlüklerin ihlaline neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için
kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel
başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.
56. Bireysel başvurunun ikincil niteliği gereği başvurucunun,
ihlal iddialarını öncelikle yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun
olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve delilleri zamanında sunması,
dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermesi gerekir (Mustafa Bülent Erten, B. No: 2012/649,
26/3/2013, §§ 18-19).
57. Başvuruya konu olayda başvurucu tarafından, parmağının
sakat kalmasına sebep olduğu iddiasıyla görevli doktor aleyhine Sivas 2. Asliye
Hukuk Mahkemesinde tazminat davası açıldığı, Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin
20/6/2012 tarihli kararı ile Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası ve 657
sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca, kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işlemiş oldukları kusurlu davranışlarından dolayı açılacak tazminat
davalarının, ilgili kamu görevlisine değil, kamu idaresi aleyhine açılabileceği
belirtilerek başvurucunun davasının husumet yokluğu nedeniyle reddine karar
verildiği, uyuşmazlığın esastan incelenmeyerek husumetin yanlış yöneltildiği
tespitine dayalı olarak talebin Mahkemece reddedildiği anlaşılmaktadır.
Başvurucu tarafından açılan davanın esası hakkında derece mahkemelerince bir
inceleme yapılmadığı ve husumetin yanlış yöneltildiği gerekçesiyle davanın
reddine karar verildiği dikkate alındığında somut olayda Anayasa Mahkemesine
bireysel başvuruda bulunabilmek için etkili başvuru yollarının tüketilmesi
koşulunun yerine getirildiği söylenemez.
58. Başvurucu, Danıştay içtihatlarına göre adli yargı
mercilerince husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının
kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içerisinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi
uyarınca idari yargıda tam yargı davası açılması mümkün iken idari yargıda tam
yargı davası da açmamıştır (İlgili Danıştay kararları için bkz. §§ 22-25).
59. Açıklanan nedenlerle, ihlal iddiasına ilişkin olarak
etkili başvuru yollarının tüketilmemiş olduğu anlaşıldığından başvurunun bu
kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “başvuru yollarlının
tüketilmemiş olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
d. Yargılamanın Makul Sürede Tamamlanmadığı İddiası
60. Başvurucunun yargılamanın uzunluğuyla ilgili şikâyeti
açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik
nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu
bölümüne ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
61. Başvurucu, Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı
tazminat davasının makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma
hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
62. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan
bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar
verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, §
18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma
hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, Anayasa’nın 36. maddesinde
yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de
Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili
hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle
Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi
kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede
yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141.
maddesinin de Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma
hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, §§ 38-39).
63. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması
gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve
diğerleri, §§ 41-45).
64. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi
uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede
karara bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu haksız fiile dayalı tazminat
davasında, 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri
Kanunu ile 12/1/2011 tarihli ve6100 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine
göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin, medeni hak ve yükümlülükleri konu alan
bir yargılama olduğunda kuşku yoktur (Güher
Ergun ve diğerleri, § 49).
65. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara
ilişkin makul süre değerlendirmesinde kural olarak sürenin başlangıcı,
uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka
bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olup somut başvuru açısından bu tarih
6/1/2005 tarihidir.
66. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Somut başvuru açısından bu
tarih, Yargıtay tarafından başvurucunun temyiz taleplerinin reddedildiği
9/11/2012 tarihidir.
67. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesinde,
6/1/2005 tarihinde Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davanın konusunun
haksız fiile dayalı tazminat davası olduğu, yargılama devam ederken aynı fiil
sebebiyle doktor hakkında Sivas 2. Sulh Ceza Mahkemesinde açılan kamu davasının
sonucunun beklenilmesine karar verildiği, uzun bir müddet kamu davasının sonucu
beklendikten sonra 12/6/2012 tarihinde husumet yokluğu nedeniyle davanın
reddine karar verildiği, başvurucu tarafından temyiz edilen kararın Yargıtay 4.
Hukuk Dairesince 9/11/2012 tarihli ilam ile onandığı ve karar düzeltme yoluna
başvurulmadan kesinleştiği anlaşılmıştır.
68. 6100 sayılı Kanun’un öngördüğü yargılama usullerine tabi
mahkemeler nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki
iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi
tarafından, özellikle yargılamada sürati temin etmeye hizmet eden özel usul
hükümlerinin nazara alınmadığı göz önünde bulundurularak makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 34-64).
69. Başvurunun değerlendirilmesi neticesinde, başvuruya konu
haksız fiile dayalı tazminat davası; hukuki meselenin çözümündeki güçlük, maddi
olayların karmaşıklığı, delillerin toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf
sayısı gibi kriterler dikkate alındığında karmaşık olmaktan uzaktır.
Başvurucunun, tutum ve davranışları, usule ilişkin haklarını kullanırken
özensiz davranması neticesinde yargılamanın uzamasına önemli ölçüde sebep
olduğu da söylenemez. Dolayısıyla somut başvuru açısından, daha önce verilen
kararlar dışında farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı
ve 7 yıl 11 aylık yargılama sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu
sonucuna varılmıştır.
70. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
71. Başvurucu, yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmaması
nedeniyle maddi ve manevi zararlarının giderilmesi talebinde bulunmuştur.
72. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar”
kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal
bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak
için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden
yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine
tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu
gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
73. Mevcut başvuruda Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal
edildiği tespit edilmiş olmakla beraber tespit edilen ihlalle iddia edilen
maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı anlaşıldığından başvurucunun
maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
74. Başvurucunun tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık
sekiz yıllık yargılama süresi nazara alındığında yargılama faaliyetinin
uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararı
karşılığında başvurucuya takdiren net7.650,00 TL
manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
75. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı
ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin
başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurucunun;
1. Yargılamanın
sonucu itibarıyla adil olmadığı yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması”,
2. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği
yönündeki iddiasının “açıkça dayanaktan
yoksun olması”,
3. Kişinin
maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının “başvuru yollarının tüketilmemiş olması”,
nedenleriyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
4.
Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL
EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
5. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına
alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
B. Başvurucuya net 7.650,00 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE,
başvurucunun tazminata ilişkin diğer taleplerinin REDDİNE,
C. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL başvuru harcı masrafı ve
1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin
BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
D. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
9/9/2015
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.