TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
HAFİZE ŞÜKRAN İÇTEN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/5018)
|
|
Karar Tarihi: 23/3/2016
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
Raportör
|
:
|
Selami ER
|
Başvurucular
|
:
|
1. Hafize
Şükran İÇTEN
|
|
|
2. Handan BÜYÜKKUŞOĞLU
|
|
|
3. Esra
UYSAL
|
|
|
4. Gülser DORSCH
|
|
|
5. Güner
BÜYÜKKUŞOĞLU
|
|
|
6. Güler
YALTIRIK
|
Vekili
|
:
|
Av. Kürşat
KARACABEY
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; miras yoluyla intikal eden taşınmazlar üzerine
yapılan gecekonduların sahiplerince açılan olağanüstü zamanaşımı ile zilyetliğe
dayalı tapu iptal ve tescil davalarının kabulüne karar verilmesi, müdahalenin men'i ve ecrimisile ilişkin karşı
davanın ise reddedilmesi nedenleriyle mülkiyet ve adil yargılanma hakları ile
eşitlik ve hukuk devleti ilkelerinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 8/7/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan
yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi
neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir
eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 20/5/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 16/9/2015 tarihinde, başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve başvuru
belgelerinin bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık)
gönderilmesine karar verilmiştir.
5. Bakanlığın 19/8/2015 tarihli görüş yazısı 3/9/2015
tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir. Başvurucular Bakanlığın cevabına
karşı beyanlarını yasal süresi içinde 17/9/2015 tarihinde ibraz etmişlerdir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
6. Başvuru formu ve ekleri ile ilgili dava dosyasında yer
aldığı şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucular, murisleri Mehmet Turan Büyükkuşoğlu'nun
müştereken maliki olduğu Ankara ili Mamak ilçesi Gülseren Mahallesi 37631 ada,
1 ve 2 parsel numaralı taşınmazların davalılar tarafından işgal edildiğini
belirterek 15/3/2004 tarihinde Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2004/128
sayılı dava dosyasında müdahalenin men'i ve ecrimisil davası açmışlardır.
8. Davalılar ise başvurucuların murisinin 21/12/1980
tarihinde vefat ettiğini, dava konusu taşınmazı malik sıfatıyla yirmi yılı
aşkın bir süredir davasız ve aralıksız kullandıklarını belirterek 11/12/2006
tarihinde Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2006/488 sayılı dava dosyasında
tapu iptali ve tescil davası açmışlardır.
9. Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 6/2/2007 tarihli ve
E.2006/488, K.2007/39 sayılı kararıyla aralarında hukuki ve fiilî bağlantı
olduğu belirtilerek dava dosyasının Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesinin
E.2004/128 sayılı dava dosyasıyla birleştirilmesine karar verilmiştir.
10. Bir başka davacı olan Ö.C. 4/8/2006 tarihinde Ankara 15.
Asliye Hukuk Mahkemesinin E.2006/343 sayılı dosyasında başvurucular aleyhine
açtığı davada, Mamak 2. Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü 37636 ada, 2 numaralı
parselde kayıtlı bulunan taşınmazı malik sıfatıyla yirmi yılı aşkın bir süredir
davasız ve aralıksız kullandığını, başvurucuların murisinin 21/12/1980
tarihinde vefat ettiğini belirtilerek tapu iptali ve tescil talebinde
bulunmuştur. Mahkemenin 13/11/2007 tarihli ve E.2006/343, K.2007/336 sayılı
kararıyla başvurucuların murisinin taşınmazın müştereken maliki olduğu ve adına
tahsis edilen bir yerin bulunmadığı, davacının davayı sadece başvuruculara yönlendirmesinin
objektif iyi niyet kurallarıyla bağdaşmadığı, bu nedenle hissenin kendileri
tarafından kullanıldığı iddiasında bulunamayacakları, ayrıca davacının
taşınmazın tamamının zilyedi olmadığı, bu nedenle olağanüstü zaman aşımı ile
mülk edinme koşullarının gerçekleşmediği gerekçesiyle davanın reddine karar
verilmiş, temyiz ve karar düzeltme incelemeleri sonucunda 14/12/2009 tarihinde
karar kesinleşmiştir.
11. Anayasa Mahkemesinin 17/3/2011 tarihli ve E.2009/58,
K.2011/52 sayılı kararıyla 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni
Kanunu'nun 713. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan '...ölmüş...' sözcüğünün iptal edilmesine,
bu sözcüğün uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız
durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz kalmaması için
kararın Resmî Gazete’de yayımlanacağı güne kadar
yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmiştir.
12. Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesinin 6/10/2011 tarihli ve
E.2004/128, K.2011/306 sayılı kararıyla dava konusu Ankara ili Mamak ilçesi
Gülseren Mahallesi 37631 ada, 1 ve 2 parsel numaralı taşınmazların,
başvurucuların 21/12/1980 tarihinde vefat eden murisi M.B. adına kayıtlı iken
28/12/2006 tarihinde başvurucular adına kaydedildiği; düzenlenen bilirkişi
raporuna göre davalılar tarafından 1962 ile 1977 yılları arasında taşınmazın
üzerine binaların yapıldığı, imar affı kapsamında davalıların ilgili belediyeye
müracaat ettikleri, (D.Ç dışındaki) davacıların taşınmazı kullanmaya devam
ettikleri, 4721 sayılı Kanun'un 713. maddesinin 2 numaralı fıkrasında öngörülen
yirmi yıllık sürenin birleşen dava dosyasının davacıları yararına
gerçekleştiği, başvurucuların dayandığı tapu kaydının hukuki değerini yitirdiği
belirtilerek asıl davanın reddine; 1.100 TL vekâlet ücretinin başvurucular tarafından
davalı vekiline ödenmesine, birleşen davanın kabulüne, 26.998,65 TL harcın ve
27.760 TL vekâlet ücretinin başvuruculardan tahsiline karar verilmiştir.
13. Temyiz üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 24/12/2012
tarihli ve E.2012/12715, K.2012/15740 sayılı ilamıyla İlk Derece Mahkemesinin
kararı onanmıştır.
14. Karar düzeltme istemi aynı Dairenin 16/4/2013 tarihli ve
E.2013/4078, K.2013/5577 sayılı ilamıyla reddedilmiştir.
15. Karar, başvuruculara 20/6/2013 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
16. Başvurucular 8/7/2013 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuşlardır.
B. İlgili Hukuk
17. 4721 sayılı Kanunu’nun “Olağanüstü
zamanaşımı” başlıklı (Mülga 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk
Medeni Kanunu’nun 639 maddesiyle benzer) 713. maddesi şöyledir:
“Tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı
davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde
bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki
mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir. Aynı
koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılamayan veya yirmi yıl önce (…)
(1) “Bu fıkrada yer alan “…ölmüş ya da …” kelimeleri Anayasa Mahkemesi’nin
17/3/2011 tarihli ve E.:2009/58, K.: 2011/52 sayılı Kararıyla iptal
edilmiştir.” hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan
taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi
de, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının
tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir. (1) Tescil davası,
Hazineye ve ilgili kamu tüzel kişilerine veya varsa tapuda malik gözüken
kişinin mirasçılarına karşı açılır.
Davanın konusu, mahkemece gazeteyle bir defa
ve ayrıca taşınmazın bulunduğu yerde uygun araç ve aralıklarla en az üç defa
ilân olunur.
Son ilândan başlayarak üç ay içinde yukarıdaki
koşulların gerçekleşmediğini ileri sürerek itiraz eden bulunmaz ya da itiraz
yerinde görülmez ve davacının iddiası ispatlanmış olursa, hâkim tescile karar
verir. Mülkiyet, birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda
kazanılmış olur.
Davalılar ve itiraz edenler, aynı davada kendi
adlarına tescile karar verilmesini isteyebilirler. Kararda, tescili istenilen
taşınmazın niteliği, yeri, sınırları ve yüzölçümü belirtilir ve karara,
uzmanlarca düzenlenen teknik bilgileri içeren krokisi de eklenir. Özel kanun
hükümleri saklıdır.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
18. Mahkemenin 23/3/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvurucunun 8/7/2013 tarih ve 2013/5018 numaralı bireysel başvurusu incelenip
gereği düşünüldü:
A. Başvurucuların İddiaları
19. Başvurucular tapuda murisleri adına kayıtlı olan
taşınmazın üçüncü kişiler tarafından kullanılması nedeniyle açtıkları
müdahalenin men'i ve ecrimisil
davasının reddedildiğini, aleyhlerine açılan tapu iptali ve tescil davasının
ise hukuka aykırı olarak kabul edildiğini, hazırlanan bilirkişi raporunda
eksikliklerin bulunduğunu, Mahkemece yeterli incelemenin yapılmadığını, Ankara
15. Asliye Hukuk Mahkemesinin aynı taşınmazla ilgili başka bir davacı
tarafından açılan kararının yargılamada dikkate alınmadığını, ecrimisil davasında davalı konumda bulunan kişilerin
işgalci oldukları çok net olduğu hâlde bu davanın kabul edilmediğini, malik
sıfatıyla zilyedin kim olduğu, zilyetliğin başlangıç tarihi ve ne kadar
aralıksız devam ettiği gibi hususlar ile dava konusu taşınmazın vergilerini
ödedikleri ve zilyetlik koşullarının gerçekleşmediği yönündeki karar sonucunu
etkileyecek iddialarının İlk Derece Mahkemesi kararında karşılanmadığını, Yargıtayın yerleşik içtihadına aykırı olarak vekâlet
ücretine hükmedildiğini ve tanıkların taşınmaz başında dinlenmediğini, Anayasa
Mahkemesince verilen ve davaya dayanak olan 4721 sayılı Kanun'un 713.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “...ölmüş...”
sözcüğünün iptal edilmesine rağmen devam eden yargılamada uygulanmadığını
belirterek eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri ile mülkiyet ve adil yargılanma
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşler; ihlalin giderilmesi için yeniden
yargılama yapılmasını veya keşif ve bilirkişi incelemesi yapılarak tespit
edilecek taşınmaz değerinin kendilerine maddi tazminat olarak yargılama
giderleriyle birlikte ödenmesini talep etmişlerdir.
B. Değerlendirme
20. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
21. Başvurucuların hukuk devletiyle ilgili şikâyetlerinin
özü, başka bir mahkeme tarafından verilen kesin hüküm nedeniyle kesin hükme
saygı ilkesine uyulmadığı ve mülkiyet haklarına yapılan müdahalenin 4721 sayılı
Kanun'un 713. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “...ölmüş...” sözcüğünün iptal edilmesi nedeniyle kanuni
olmadığı iddialarına dayanmakta olup bu şikâyetler hakkaniyete uygun yargılanma
ve mülkiyet hakları başlıkları altında incelenecektir.
22. Başvurucuların; adil yargılanma hakkı kapsamında ileri
sürdükleri aleyhlerine açılan tapu iptali ve tescil davasının hukuka aykırı
olarak kabul edildiği, hazırlanan bilirkişi raporunda eksikliklerin bulunduğu,
Mahkemece yeterli incelemenin yapılmadığı, Ankara 15. Asliye Hukuk
Mahkemesi’nin aynı taşınmazla ilgili başka bir davacı tarafından açılan
kararının yargılamada dikkate alınmadığı, ecri misil davasında davalı konumda
bulunan kişilerin işgalci oldukları çok net olduğu hâlde bu davanın kabul
edilmediği, malik sıfatıyla zilyedin kim olduğu, zilyetliğin başlangıç tarihi
ve ne kadar aralıksız devam ettiği gibi hususlar ile dava konusu taşınmazın
vergilerini ödedikleri gibi hususların dikkate alınmadığı, hatalı karar
verildiği ve Yargıtay içtihadına rağmen yargılama giderlerine hükmedildiği ve
tanıkların taşınmaz başında dinlenmediği yönündeki şikâyetleri hakkaniyete
uygun yargılanma kapsamında incelenecektir. Başvurucuların gerekçeli karar
hakkına yönelik şikâyetleri ise ayrıca incelenecektir.
23. Başvurucular, eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri
sürmekle beraber Anayasa’nın 10. maddesinin ilk fıkrasında sayılan hangi nedene
dayalı olarak veya hangi sebeple ayrı muamele yapıldığından bahsetmemişlerdir.
Başvurucular esas olarak başka bir davada aynı taşınmazla ilgili olağanüstü
zamanaşımı nedeniyle tescil isteminin reddedilmesini, başvuruya konu davada ise
kabul edilmesini eşitlik ilkesine aykırı olarak dile getirmektedirler. Bu
şikâyet kesin hükme saygı ilkesi kapsamında hakkaniyete uygun yargılanma
başlığı altında inceleneceğinden eşitlik ilkesiyle ilgili olarak ayrıca
inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkı
24. Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi
gereken hususlarda inceleme yapılamaz.”
25. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı
fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun
başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”
26. Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrasında ise
açıkça dayanaktan yoksun başvurular kapsamında değerlendirilen kanun yolunda
gözetilmesi gereken hususlara ilişkin şikâyetlerin bireysel başvuruda
incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır. 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2)
numaralı fıkrasına göre Mahkemece açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul
edilemez olduğuna karar verilebilir. Başvurucunun ihlal iddialarını
kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara
ilişkin olduğu, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin
meşru olduğu açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden
ibaret başvurular açıkça dayanaktan yoksun kabul edilebilir.
27. Anılan kurallar uyarınca ilke olarak derece mahkemeleri
önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin
değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece
mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup
olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece
mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda
açık keyfîlik veya bariz takdir hatası içermesi ve bu
durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal
etmiş olmasıdır. Bu çerçevede kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular,
derece mahkemesi kararları bariz takdir hatası içermedikçe Anayasa Mahkemesince
incelenemez (Necati ve Recep Gündüz,
B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
28. Kesin hükme saygı uluslararası hukuk düzenine özgü
hukukun genel ilkelerinden biri olarak kabul görmektedir. Yargının verdiği ve
bağlayıcı olan kesin hüküm zarar gören taraflardan biri açısından işlevsiz
duruma getirilmişse, adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerin bir anlamı
kalmayacaktır (Arman Mazman,
B. No: 2013/1752, 26/6/2014, § 65).
29. Kesin hükmün bağlayıcı olması, hükmü veren mahkeme de
dâhil diğer bütün mahkemelerin ve diğer ilgili kurumların bu kararla bağlı
olması anlamına gelir. Mahkemeler, aynı konuda aynı dava sebebine dayanarak
aynı taraflar hakkında önceki bir davada verilmiş bir kesin hüküm ile bağlı
olup aynı davayı bir daha göremez. Açılan bir dava hakkında kesin hükmün
bulunmaması dava şartlarındandır ve taraflar bu konuda usule ilişkin bir itiraz
hakkına sahiptir (Alba İnşaat Tic. Ltd. Şti., B. No: 2013/1313,
26/2/2015, § 54).
30. Bir mahkeme kararının kesin hüküm mahiyetini alabilmesi
için genel olarak üç koşul aranmaktadır. Bunlardan birincisi kesin hüküm
sayılan bir mahkeme kararının bulunmasıdır. Kesin hüküm niteliği taşımayan bazı
kararlar, özellikle tespit ve tedbir kararları ile icra mahkemesi kararları
kesin hükmün bağlayıcılığı kudretini de haiz değildir. İkinci olarak kesinleşen
kararın taraflar arasında mevcut olan bir ihtilafı çözmek amacıyla verilmesi
gerekir. Dolayısıyla bir anlaşmazlığı çözmeyen, hasımsız olarak verilen bazı
veraset kararları kesin hüküm mahiyetini haiz değildir. Üçüncü olarak ise söz
konusu kararların nihai olması gerekir. Kararların nihailiği
mahkemenin tarafların iddia ve savunmalarını dinleyerek, delilleri
değerlendirerek bu hususta son kararını vermiş olması anlamına gelmektedir. Bir
kararın maddi anlamda kesin hüküm niteliğini haiz olması ve bu konuda kesin
hüküm itirazında bulunulabilmesi için davanın taraflarının, konusunun ve
sebeplerinin aynı olması gerekmektedir (Alba İnşaat Tic. Ltd. Şti., § 55).
31. Başvurucunun kesin hükmü haiz olduğunu iddia ettiği
Ankara 15. Asliye Hukuk Mahkemesinin 13/11/2007 tarihli kararı aynı taşınmaza
ilişkin başka bir olağanüstü zamanaşımı nedeniyle tescil talebi olup bahsedilen
davadaki davacı Ö.C. somut başvuruya konu davadaki davacılardan farklı bir
kişidir. Bahsedilen davada 15. Asliye Hukuk Mahkemesi, davacının gecekondusunun
bulunduğu zeminin müşterek mülkiyetinin olduğu ve başvurucuların murisi adına
tahsis edilmediği, gecekondunun bulunduğu zeminin imar düzenlemesi sonrasında
başvurucuların murisine ait taşınmaz parçasına tekabül etmediği, taşınmazın
müşterek kayıt maliki diğer bir kişiye ait taşınmazın bulunduğu yere tekabül
ettiği, davacının bu kişiyi hasım göstererek dava açmadığı, sadece
başvurucuların murisini hasım gösterdiği ve olağanüstü zamanaşımıyla mülk
edinme koşulların gerçekleşmediği gerekçesiyle davayı reddetmiştir. Bu dava derecattan geçerek kesinleşmiştir.
32. Somut başvuruya konu davada ise Mahkemece üç uzman
bilirkişiden alınan 18/10/2010 tarihli oldukça ayrıntılı bilirkişi raporu ile
fen bilirkişisinden alınan bir başka raporla zeminin detaylı hesaplamaları
yapılmış, yerinde yapılan inceleme ve tanık ifadeleri ile gecekondu
sahiplerinin imar affı için yaptıkları başvurulardan yola çıkarak
gecekonduların 1962 ile 1977 tarihleri arasında yapıldığı, imar düzenlemesi
sonrasında başvurucuların murisinin dava konusu taşınmazda payının korunduğu,
başvurucuların ecrimisil davasını 2003 yılında
açtıkları, tapu devirlerini ise 2006 yılında yaptıkları, başvurucuların murisi
1980 yılında vefat ettiğinden yirmi yıllık sürenin geçtiği, karşı davada
davacılardan D.Ç’nin ise zeminde kullandığı yerin
bulunmadığı tespitleri yapılmıştır.
33. Başvurucuların diğer itirazları yanında reddedilen 15.
Asliye Hukuk Mahkemesindeki davayı emsal göstererek yaptıkları itiraz üzerine
bilirkişi heyetinden ve fen bilirkişisinden ek bilirkişi raporları alınmıştır.
Bilirkişi kurulunun 25/5/2011 tarihli ek raporunda 15. Asliye Hukuk
Mahkemesindeki davadan farklı olarak somut davada başvurucuların murisinin 1.
No.lu parselde %83,50 ve 2. No.lu parselde %98,83 oranında payı bulunduğu, imar
düzenlemesi sonrasında gecekonduların oturduğu zeminin başvurucuların murisinin
payının bulunduğu yerde kalmaya devam ettiği, emsal gösterilen davada ise kayıt
maliki payı başka parsele gittiğinden davalı olarak gösterilen başvurucu
murisinin taşınmazla bağlantısının kesildiği tespiti yapılmıştır.
34. Bu durumda başvurucuların kesin hüküm olarak ifade
ettikleri davadaki davacı ile somut davada karşı davanın davacılarının farklı
olduğu, ayrıca davanın koşullarının da faklı olduğu anlaşılmaktadır. Başvuruya
konu belgeler ve dava süreci incelendiğinde Mahkemenin başvurucuların
itirazlarını dikkate aldığı ve bu itirazları karşılayacak ek bilirkişi
raporları aldırdığı, yerinde inceleme yaptırdığı, Ulusal Yargı Ağı Projesi
(UYAP) sistemi üzerinden ilgili dava dosyası incelendiğinde 9/5/2008 ve
11/2/2009 tarihli duruşmalarda tanıkların dinlendiği ve sonuca ulaşmaya yeterli
inceleme ve değerlendirmenin ilgili dava dosyasında olduğu görülmektedir.
35. Mahkemenin gerekçesi ve başvurucuların yukarıdaki
iddiaları incelendiğinde iddiaların özünün, Derece Mahkemesi tarafından
delillerin değerlendirilmesinde ve hukuk kurallarının yorumlanmasında isabet
bulunmadığına; Derece Mahkemelerinin uyuşmazlığa getirdiği çözümün hakkaniyete
uygun olmadığına ve esas itibarıyla yargılamanın sonucuna ilişkin olduğu
anlaşılmaktadır.
36. Başvurucular, yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu
deliller ve görüşlerden bilgi sahibi olamadıklarına, kendi delillerini ve
iddialarını sunma olanağı bulamadıklarına, karşı tarafça sunulan delillere ve
iddialara etkili bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadıklarına ya da
uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının Derece Mahkemesi
tarafından dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da kanıt sunmadıkları gibi
Mahkemenin kararında bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
oluşturan herhangi bir durum da tespit edilememiştir.
37. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Gerekçeli Karar Hakkının İhlal Edildiği
İddiası
38. Başvurucular, Mahkemenin gerekçesinde malik sıfatıyla
zilyedin kim olduğu, zilyetliğin başlangıç tarihi ve ne kadar aralıksız devam
ettiği gibi hususlar ile dava konusu taşınmazın vergilerini ödedikleri ve
zilyetlik koşullarının gerçekleşmediği yönündeki karar sonucunu etkileyecek
iddialarının İlk Derece Mahkemesi kararında karşılanmadığını, Yargıtayın da tanıklarla ilgili itirazı dikkate almadığını
belirterek kararların gerekçesiz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
39. Anayasa'nın 141. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"Bütün mahkemelerin her türlü kararları
gerekçeli olarak yazılır."
40. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddiada bulunma, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına
alınmıştır. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir
temel hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden
gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. Bu bağlamda Anayasa'nın, bütün mahkemelerin her türlü
kararlarının gerekçeli olarak yazılmasını ifade eden 141. maddesinin de hak
arama hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır (Vedat Benli, B. No: 2013/307, 16/5/2013, §
30).
41. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan ve 141.
maddesinde devlete bir yükümlülük olarak getirilen gerekçeli karar hakkı,
mahkeme kararlarında kararların dayandığı hukuki gerekçenin yeterli açıklıkta
gösterilmesini gerektirir. Bununla birlikte mahkeme kararlarının gerekçesinde
tarafların tüm iddialarının ayrıntılı bir biçimde tartışılması zorunluluğu
bulunmamaktadır. Gerekçenin ayrıntısı davanın niteliğine göre değişmekle
birlikte kararın hüküm kısmına dayanak oluşturacak hukuki bir gerekçenin kısa
ve özet de olsa bulunmasının zorunlu olduğu açıktır (Vesim Parlak, B. No: 2013/1034, 20/3/2014, § 33). Gerekçe yazma
yükümlülüğünün, ileri sürülen iddiaların davanın sonucuna etkisi yönünden her
davanın şartları çerçevesinde değerlendirilerek belirlenmesi gerekmektedir. (Mustafa Ünlü, B. No: 2013/735, 17/9/2014,
§ 45).
42. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), derece
mahkemelerinin kendisine sunulan tüm iddialara yanıt vermek zorunda olmadığını
ancak ileri sürülen iddialardan biri kabul edildiğinde davanın sonucuna etkili
olması hâlinde mahkemelerin bu hususa belirli ve açık bir yanıt vermek zorunda
olabileceğini, böyle bir durumda dahi ileri sürülen iddiaların zımnen reddinin
yeterli olabileceğini belirtmiştir (Hiro Balani/İspanya, B. No. 18064/91,
9/12/1994).
43. Öte yandan temyiz merciinin yargılamayı yapan mahkemenin
kararını uygun bulması hâlinde bunu ya aynı gerekçeyi kullanarak ya da basit bir
atıfla kararına yansıtması yeterlidir. Burada önemli olan husus temyiz
merciinin, bir şekilde temyizde dile getirilmiş ana unsurları incelediğini,
derece mahkemesinin kararını inceleyerek onadığını ya da bozduğunu
göstermesidir (Yasemin Ekşi, B.
No: 2013/5486, 4/12/2013, § 57).
44. Somut başvuruya konu davada Mahkeme; bilirkişilerin
taşınmaz başındaki incelemeler sonrasında hazırlanan incelemelerine dayanan
raporlarıyla beraber tanık ifadeleri ve gecekondu sahiplerinin imar affı için
yaptıkları başvurulardan yola çıkarak taşınmaz üzerindeki gecekonduların 1962
ile 1977 yılları arasında yapıldığını, dava dosyasındaki tüm delillerin
gecekondu sahiplerinin taşınmaz üzerindeki zilyetliklerinin fasılasız ve
nizasız olarak yirmi yılın üzerinde devam ettiği iddiasını teyit ettiğini,
başvurucuların bu süre zarfında taşınmaz üzerindeki haklarını kullanmak için
bir başvuruları olduğuna dair delil sunmadıklarını tespit etmiş ve bu
tespitlere gerekçeli kararda yer vermiştir. Mahkeme 18/10/2010 tarihli
bilirkişi raporuna dayanarak ve bu rapordaki tespitleri kabul ederek gecekondu
sahipleri lehine tapu tesciline karar vermiştir. Ecrimisil
davasında ise Mahkeme, başvurucuların dayandığı tapu kaydının hukuki değerini
yitirdiğini belirterek davalarını reddetmiştir. Mahkemenin gerekçesi
okunduğunda hükme esas teşkil edecek yeterli gerekçenin bulunduğu
görülmektedir.
45. Başvurucuların gerekçeli kararda izah edilmediğini öne
sürdükleri malik sıfatıyla zilyedin kim olduğu, zilyetliğin başlangıç tarihi ve
ne kadar aralıksız devam ettiği gibi hususlar ile zilyetlik koşullarının
gerçekleşmediği yönündeki iddiaları gerekçeli kararda karşılanmıştır.
Başvurucuların dava konusu taşınmazın vergilerini ödedikleri itirazının ise
Mahkemece yapılan tespitlerden sonra karar sonucunu etkileyecek iddialardan
görülmediği anlaşılmaktadır. Yargıtayın da Mahkemenin
kararına atıfla onama kararı verdiği görüldüğünden başvurucuların esasa etkili
bir iddiasının gerekçe gösterilmeksizin reddedilmediği açıktır.
46. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa'nın 36.
maddesinde güvence altına alınan gerekçeli karar haklarının ihlal edildiği
iddiasına ilişkin olarak açık ve görünür bir ihlal olmadığı anlaşıldığından
başvurunun bu bölümünün diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin
açıkça dayanaktan yoksun olması
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Mülkiyet Hakkı
47. Başvurucuların başvuruya konu ettikleri taşınmazlar
yönünden mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası açıkça dayanaktan yoksun
olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi
biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu kısmına ilişkin olarak kabul
edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
48. Başvurucular, olağanüstü zaman aşımı nedeniyle murisinden
kalan taşınmazın başkaları adına kaydedilmesine karar verildiğini, dayanılan
kanun hükmünün Anayasa Mahkemesi tarafından mülkiyet hakkına aykırı olduğu
gerekçesiyle iptal edildiğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini
ileri sürmektedir.
49. Bakanlık; başvurucunun mülkünün elinden çıkmasına üçüncü
kişilerce açılan dava sonucunda karar verildiği, devletin bir müdahalesi
bulunmadığını, devletin etkili iç hukuk yolları ihdas etmek gibi pozitif
yükümlülükleri bulunabileceği, bununla birlikte Anayasa Mahkemesi iptal
kararının somut davada uygulanmadığını belirterek bu bağlamda yasallık
koşulunun incelenebileceği yönünde görüş bildirmiştir.
50. Başvurucular ise Bakanlık görüşüne karşı Anayasa
Mahkemesi iptal kararının devam eden davalarına da uygulanması gerektiğini, bu
nedenle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini beyan etmişlerdir.
51. Anayasa’nın “Mülkiyet
hakkı” kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.”
52. Anayasa'nın “Temel hak
ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
53. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) Ek (1)
No.lu Protokol’ün “Mülkiyetin korunması”
kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk
dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak
kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun
genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin
kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da
başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli
gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
54. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence
altına alınmış olan mülkiyet hakkı -kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve
yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği
gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı veren bir
haktır. Anayasa’ya göre bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla
sınırlama getirilebilir. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkının mutlak
bir hak olmadığı ve kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceği belirtilmiştir
(Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B.
No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).
a. Müdahalenin Varlığı ve Niteliği
55. Bireysel başvuru devlet tarafından kamu gücü kullanılarak
bireylerin temel haklarına yapılan müdahaleler sonucu meydana gelen hak
ihlallerini gidermek amacıyla ihdas edilmiş bir ikincil koruma mekanizması
olmakla birlikte kimi durumlarda özel kişiler arası ilişkiler sonucu özel
kişilerin birbirlerinin haklarına yaptıkları müdahalelerde devlete
atfedilebilecek sorumluluklar bulunabilmektedir. Bu durumlarda bireysel başvuru
konusu yapılan dava sadece adil yargılanma hakkı kapsamında incelenmekle
kalmayıp özel kişiler tarafından başlatılan süreç sonucu etkilenen diğer haklar
yönünden de incelenebilir (Türkiye Emekliler
Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, § 34).
56. Mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde
kullanılabilmesi, yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı olmayıp
özellikle başvurucuların kamu makamlarından meşru beklentilerinin olduğu
tedbirler ile mülkünden etkili bir biçimde yararlanabilmeleri arasında doğrudan
bir bağ bulunduğu durumlarda ayrıca pozitif koruma önlemlerinin de alınması
gerekmektedir (Öneryıldız/Türkiye, B. No: 48939/99, 30/11/2004, §
134).
57. Bunun yanında AİHM, yukarıdaki kararlardan daha öteye
giderek ulusal makamların iç hukuk ve olaylara ilişkin yorumunun açık biçimde
Sözleşme değerleriyle uyumsuz ve keyfî olmaması gerektiğini, ulusal
mahkemelerin de iç hukuku yorumlarken AİHM’nin yorumladığı şekliyle Sözleşmeye
en uygun yorumu tercih etmeleri gerektiğini vurgulamaktadır (Pla ve Puncernau/Andora,
B. No: 69498/01, 13/7/2004, § 46, 59, 62).
58. Bu bağlamda devletin temel amaç ve görevlerini tanımlayan
Anayasa’nın 5. maddesi, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan
engelleri kaldırmayı ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamayı hukuk devletinin gereği olarak kabul etmektedir.
Bahsedilen Anayasa hükmünün gerekçesinde devletin hak ve hürriyetlerin
gerçekleştirilmesine yardımcı olması gereğinin benimsendiği ifade edilmiştir.
Anayasa’nın pek çok maddesinde düzenlemeye konu hakkın korunması ve
gerçekleştirilmesi için devletin alacağı tedbirlerden bahsedilmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, § 38).
59. Bireylerin Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanında
bulunan temel haklara özel hukuk kişileri tarafından yapılan müdahaleler sonucu
haklarının zarar gördüğü kimi durumlarda devlete atfedilebilecek sorumluluklar
bulunabilir. Devletin bu tür haksız müdahalelere karşı bireylerin mülkiyet
hakkının korunması için etkili iç hukuk yolları ihdas ederek yapılan müdahalelere
karşı özellikle mahkemelere başvurmak suretiyle koruma talep edebilmelerini
sağlaması ve yapılacak yargılamalarda özel kişilerin çatışan hakları arasında
tercih yaparken mahkemelerce Anayasa’ya uygun yorumla temel hakların korunması
gerekmektedir. Böylelikle devlet, etkili bir iç hukuk yolu ihdas ederek adalet
ve hakkaniyete uygun bir yargılama ortamı oluşturarak üzerine düşen görevi
yerine getirmiş olacaktır (Türkiye Emekliler
Derneği, § 39).
60. Anayasa’nın 35. maddesi ve (1) No.lu Protokol’ün 1.
maddesi benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme
de üç kural ihtiva etmektedir. Sözleşmenin ilk cümlesi herkese mülkünden
barışçıl yararlanma hakkı verirken Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını
tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda
mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya da kişilere ait mülkiyetin hangi
koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No:
2013/1301, 30/12/2014, § 46).
61. Her iki düzenlemenin de üçüncü cümlesi mülkiyetin
kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35.
maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı
olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir ilkeye yer verirken Sözleşme’ye Ek (1) No.lu protokolün 1. maddesinin ikinci
fıkrası devletlere mülkiyeti kamu yararına düzenleme yetkisi tanımakta ve
vergiler, diğer katkılar ile cezaların tahsili konusunda gerekli gördükleri
yasaları uygulama konusundaki haklarını saklı tutarak taraf devletlerin genel
yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol” yetkisine sahip olduğunu
kabul etmektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok maddesi ilgili olduğu
hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme
yetkisi vermektedir (Necmiye Çiftçi ve
diğerleri, § 47).
62. AİHM’e göre ikinci ve üçüncü kurallar,
mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesi şeklinde ifade edilen birinci kuralın
özel görünüm şekilleridir ve bu nedenle genel nitelikli birinci kuralın ışığı
altında anlaşılmaları gerekmektedir (James
ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, §
37).
63. Somut olayda başvurucular, üçüncü kişilerce açılan
olağanüstü zamanaşımına dayalı tescil davasında Mahkemece 4721 sayılı Kanun’un
713. maddesinde yer alan zamanaşımı süreleriyle ilgili genel hükmün uygulanması
sonucu dava konusu murislerinden kalan taşınmaz parçalarında mülkiyet haklarını
kaybetmişlerdir. Bahsedilen hüküm, 4721 sayılı Kanun’un eşya hukukunu
düzenleyen dördüncü kitabının taşınmaz mülkiyetini düzenleyen ikinci bölümünde
yer almakta olup başka amaçların yanında taraflar arasında toprak mülkiyeti ve
kullanımı konusundaki zamanaşımı sürelerini düzenlemek amacıyla getirilmiştir.
Devletin bu düzenlemedeki amacı kişileri kamu yararı gereği mülklerinden mahrum
bırakmak olmayıp yirmi yıldan uzun süre fasılasız ve nizasız kullanılan
taşınmazın mülkiyet hakkının kime ait olduğunun düzenlenmesi olduğundan somut
başvurunun, devletin mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme
yetkisi kapsamında mülkiyet hakkının üçüncü kuralı çerçevesinde incelenmesi
gerekmektedir (Orhan Yüksel, B.
No: 2013/604, 10/12/2015, § 41).
b. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
i. Kanunilik
64. Başvurucular 4721 sayılı Kanun’un 713. maddesinde yer
alan “ölmüş” kelimesinin
17/3/2011 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edildiğini, bu nedenle
murisinden kalan taşınmazının başkası adına tescilinin kanuni olmadığını iddia
etmişlerdir.
65. Anayasa’nın 35. ve 13. maddeleri mülkiyet hakkına
getirilecek sınırlamaların kamu yararı amacıyla ve kanunla yapılması
gerektiğini hüküm altına almaktadır. AİHM; yasada öngörülen koşulları, bir
diğer ifadeyle hukukiliği geniş yorumlayarak istikrar kazanmış yargı
kararlarına dayanan içtihat yoluyla geliştirilmiş ilkelerin de hukukilik
şartını karşılayabildiğini kabul ederken (Malonei/İngiltere, B. No: 8691/79, 2/8/1984, §§ 66-68) Anayasa, tüm
sınırlandırmaların mutlak manada kanunla yapılacağını öngörerek Sözleşme’den daha geniş bir koruma sağlamaktadır (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 31).
66. Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da
bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebilecekleri kadar hukuki belirlilik
taşıması, bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp
sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, § 39).
67. “Belirlilik”
ilkesi yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği
ifade etmektedir. Erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olmak gibi
niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla yasalar, mahkeme içtihatları ve
yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Asıl
olan muhtemel muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür
sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir normun varlığıdır
(AYM, E.2009/9, K.2011/103, 16/6/2011).
68. Anayasa'nın 153. maddesinin ikinci fıkrası gereği,
Anayasa Mahkemesince iptal edilen kanun hükmü, iptal kararının Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihte, Anayasa Mahkemesince daha
ileri bir tarih belirlenmiş ise o tarihte yürürlükten kalkacaktır. Aynı
maddenin dördüncü fıkrası gereği ise Anayasa Mahkemesi iptal kararları geriye
yürümeyecektir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesince iptal edilen bir kanun hükmü,
iptal kararının yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla yürürlükten kalkacak ve
iptal kararları geriye yürümeyeceği için de bu kanun hükmüne göre tesis edilmiş
işlemler geçerliliklerini sürdüreceklerdir (Orhan
Yüksel, § 46).
69. Nitekim AİHM de, hukuki kesinlik
ilkesi gereği Anayasa Mahkemelerinin iptal kararlarının geriye dönük olarak
haklar tesis etmeyeceğini belirtmiştir (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz.
H.R./Almanya, B. No: 17750/91,
30/6/1992; J.R./Almanya, B. No:
22651/93, 18/10/1995; Mika/Avusturya,
B. No: 26560/95, 26/6/1996).
70. Anayasa Mahkemesi iptal kararları kural olarak geçmişe
dönük olarak kişiler lehine bir hak doğurmamakla birlikte, iptal kararının
hangi tarihte meydana gelmiş uyuşmazlıklar için hüküm ifade edeceği somut
uyuşmazlığın türüne ve koşullarına göre uyuşmazlık konusu olayın, hakkın veya
yükümlülüğün hukuken ne zaman doğduğu tespitine bağlıdır. Bu tespiti yapmak
kanunları yorumlama yetkisine sahip olan derece mahkemelerine aittir. Derece
mahkemelerince yapılan bu yöndeki tespitler açıkça dayanaktan yoksun ve/veya
keyfi olmadıkça Anayasa Mahkemesi tarafından bireysel başvuru yolunda
müdahalesi söz konusu olmaz.
71. 4721 sayılı Kanun’un 713 maddesinin 2. fıkrasındaki; “…ölmüş…” sözcüğünün Anayasa Mahkemesi'nce
iptaline ve bu karar yayımlanana kadar hükmün yürürlüğünün durdurulması
kararının mevcut davalara etkisi Yargıtay temyiz incelemelerinde çeşitli
tartışmalara nenden olmuş ve 4721 sayılı Kanun’un 713 maddesinin 5. fıkrasının
son cümlesinde; “Mülkiyet, birinci fıkrada
öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.” ilkesinin
getirildiği, Mülkiyet hakkının hangi anda kazanılmış olacağı sorusunu
cevaplayan bu yeni hükme göre, mülkiyetin 1. fıkrada öngörülmüş olan bütün
şartların gerçekleştiği anda kazanılmış olacağı, yani hâkimin vereceği tescil
kararının geriye dönük (makable şamil) sonuç doğuracağı, başka bir deyişle
mülkiyetin 743 sayılı mülga Kanunu Medenisinin 639. maddesinin 2. fıkrasının
aksine kurucu değil, açıklayıcı nitelik arz edeceği yönünde içtihat
geliştirilmiştir (Yargıtay hukuk Genel kurulu, 30/9/2015 tarihli ve
E.2013/2377, K.2015/2010 sayılı karar).
72. Somut başvuruya konu davada Anayasa Mahkemesi 17/3/2011
tarihli iptal kararından sonra Mahkeme, 6/10/2011 tarihli kararıyla yirmi
yıllık sürenin gecekondu sahipleri yararına gerçekleştiği sonucuna ulaşarak
gecekondu sahipleri lehine tescile karar vermiştir. Mahkeme 6/10/2011 tarihli
kararıyla 15/3/2004 tarihinde açılan davada dava sürecinde meri bulunan 4721
sayılı Kanun’un 713. ve Mülga 743 sayılı Kanun’un 639 maddelerinde yer alan
hükümlere dayanarak başvurucunun murisinin 1980 yılında vefat ettiğini,
gecekondu sahiplerinin 1962 ila 1977 yılları arasında gecekonduları yaparak
taşınmazı nizasız olarak 2004 yılına kadar kullandıklarını ve başvurucuların
taşınmazı 2006 yılında adına kaydettirdiklerini tespit ederek gecekondu
sahipleri lehine olağanüstü zamanaşımı nedeniyle tescil koşullarının dava
tarihi itibariyle oluştuğu kanaatine ulaşmış ve taşınmazın bu kişiler lehine
tesciline hükmetmiştir. Mahkeme kararı, Anayasa Mahkemesinin 17/3/2011 tarihli
iptal kararından sonra olmakla beraber, Mahkemece 2004 yılında açılan davada 20
yıllık zamanaşımı süresinin dava tarihi itibarıyla oluştuğunu gözeterek Anayasa
Mahkemesi iptal kararını dava konusu olaya uygulamamıştır.
73. Somut davada uygulanan 4721 sayılı Kanun’un 713. ve mülga
743 sayılı Kanun’un 639. maddelerinde yer alan hükümler erişilebilir,
bilinebilir ve muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür
sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak nitelikte olup,
mahkemece hakkın doğduğu tespit edilen tarihte ve Anayasa Mahkemesinin iptal
kararının yürürlüğe girdiği tarihe kadar hüküm ifade ettikleri açıktır. Anayasa
Mahkemesi iptal kararları ise kural olarak geçmişe dönük olarak başvurucu
lehine bir hak doğurmamaktadır (Orhan Yüksel,
§ 48).
74. Bu durumda mevcut düzenlemelerin başvurucuların mevcut
koşullarda makul kabul edilebilecek bir ölçüde davranışlarının sonuçlarını dava
tarihi itibarıyla öngörmelerini sağlamaya yetecek hukuki belirlilik taşıdığı ve
müdahalenin hukuki dayanağının yeterli açıklıkta bulunduğunun kabulü gerekir.
ii. Meşru Amaç
75. Kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle özel veya bireysel
çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün
kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirme hedefine
yönelmelidir. Kamu yararı, doğası gereği geniş bir kavramdır. Yasama ve yürütme
organları toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak neyin kamu yararına olduğunu
belirlemede geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Kamu yararı konusunda bir
uyuşmazlığın çıkması hâlinde ise ilk derece ve temyiz yargılaması yapan
uzmanlaşmış mahkemelerin uyuşmazlığı çözmek konusunda daha iyi konumda
oldukları açıktır. Bireysel başvuru incelemesinde yetkili kamu organlarının
takdirinin açıkça temelden yoksun veya keyfî olduğu anlaşılmadıkça Anayasa
Mahkemesinin bu takdire müdahalesi söz konusu olamaz (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, §§ 34, 35,
36).
76. Devlet, düzenlemelerle bireylerin taşınmaz mülkiyetlerini
sürdürmeleri için olumlu eylemlerde bulunmalarını zorunlu tutabilir. Birçok
ülkede bulunan olağanüstü zamanaşımı ile taşınmazın mülkiyetini veya mülkiyet
haklarının bir kısmını kazandırıcı düzenlemeler, taşınmaz üzerinde mülkiyet
haklarının kullanımında hukuki belirliliği sağlamaya yönelik olup bu tür
düzenlemeler açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemez sonuçlar
doğurmadığı sürece devletin takdir yetkisi içinde kabul edilmelidir. (Benzer
yöndeki AİHM kararları için bkz., Denev/İsveç,
B. No: 12570/86, 18/1/1989; J.A. Pye (Oxford) Ltd And J.A. Pye (Oxford) Land Ltd./Birleşik
Krallık, B. No: 44302/02, 30/7/2007, §§ 74, 83).
77. 4721 sayılı Kanun’un 713. maddesiyle, ölmüş kişiye ait
taşınmazın yirmi yıldan uzun bir süre davasız ve aralıksız kullanılması hâlinde
zilyet lehine tescil hakkı verilmektedir. Kanun koyucu taşınmaz mülkiyeti ve
taşınmazın kullanım hakkına ilişkin olarak toprak mülkiyetinin atıl kalmaması, taşınmazın kullanılarak ekonomiye katkı
sağlanmasının temin edilmesi amacıyla bu konudaki hukuki güvenliği ve
belirliliği sağlamaya dönük olarak ölmüş kişinin taşınmazını adına tescil
ettirmeyen varisi ile davasız ve aralıksız yirmi yıl zilyetliği bulunan kişi
arasında yarışan haklar yönünden ikincisi lehine bir düzenleme yapmıştır (Orhan Yüksel, § 52).
78. 4721 sayılı Kanun’un 713. maddesiyle hedeflenen 20 yıllık
olağanüstü zamanaşımı süresi öngören düzenleme, her ne kadar daha sonra Anayasa
Mahkemesi tarafından kısmen iptal edilmiş ise de başvuru konusu dava tarihi
itibarıyla meşru bir amaca yönelik olup, söz konusu davada ilgili hükmün
uygulanmasıyla, Anayasa Mahkemesinin 17/3/2011 tarihli iptal kararından önce
gerçekleşen müdahalenin kamu yararı amacı taşımadığı söylenemez (Orhan Yüksel, § 53).
iii. Ölçülülük
79. Anayasa’nın 35. maddesine göre kişilerin mülkiyet hakları
ancak kanunun öngördüğü usullerle ve kamu yararı gereği sınırlandırılabilir.
Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet
haklarının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile
bireyin hakları arasında adil bir denge kurulması gerekmektedir.
80. Ölçülülük ilkesi “elverişlilik”, “gereklilik” ve
“orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen
müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını,
“gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını
yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını,
“orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç
arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).
81. Anayasa ve Sözleşme’de yer alan
ve yukarıda yer verilen üçüncü kurallar devlete, mülkiyetin kullanımı veya
mülkiyetten yararlanma hakkını kontrol etme ve bu konuda düzenleme yetkisi
vermektedir. Mülkiyetten yoksun bırakmaya göre daha geniş takdir yetkisi veren
düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık, meşruluk ve ölçülülük
ilkelerinin gereklerinin karşılanması kural olarak aranmaktadır (Benzer yöndeki
AİHM kararı için bkz. Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010,
§ 83, 84). Buna göre mülkiyet hakkının düzenlenmesi yetkisi de kamu yararı
amacıyla ve kanunla kullanılmalıdır. Bunun yanında ölçülülük ilkesi gereği
mülkiyetten yoksun bırakmada aranan tazminat ödeme yükümlülüğü, davanın
koşullarına bağlı olarak düzenleme yetkisinin kullanıldığı durumlarda
gerekmeyebilmektedir (Depalle/Fransa, § 91).
82. Somut başvuruya konu davada taşınmazın mülkiyeti devlete
intikal etmemiş, özel kişiler arasında olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı hükmü
gereği el değiştirmiştir. Mülkiyetin devlete geçmediği kimi durumlarda da
bireylerin oluşan zararlarında devlete atfedilebilecek sorumluluklar
bulunabilir ve bu nedenle tazminat ödeme yükümlülüğü doğabilir. Bu konudaki
tespitin her davanın özel koşulları çerçevesinde değerlendirilmesi
gerekmektedir.
83. Mülkiyetin kullanımını düzenleyen kanun ve uygulamaların
da elde edilmek istenen kamu yararıyla bireysel menfaatler arasında adil bir
denge kurması yani ölçülü olması gerekmekle birlikte mülkiyetten yoksun bırakan
uygulamalar gibi bireyin kişisel menfaati ile toplumun genel menfaati arasında
dengeyi sağlamak için her zaman tazminat ödenmesi gerekmez (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 65).
84. Somut başvuruya konu davada başvurucuların murisi 1980
yılında vefat etmiş ancak başvurucular mirası devralmamış, dava konusu
taşınmazı 1962 ile 1977 yıllarından itibaren burada gecekondu tabir edilen
konutlar inşa eden kişiler aralıksız ve davasız olarak kullanmışlardır.
Başvurucular 2004 yılında men-i müdahale davası açmışlar, 2006 yılında ise
taşınmazı adlarına tescil ettirmişlerdir. Somut dava ile birleşen karşı davada
gecekondu sahiplerinin zilyetliğinin aralıksız ve davasız olarak 1962 ile 1977
yıllarından itibaren 2004 yılına kadar sürdüğü konusunda bir uyuşmazlık
bulunmamaktadır.
85. 4721 sayılı Kanun’un çeşitli hükümlerinde taşınmaz
malikinin taşınmazına yapılan haksız müdahaleleri önleyici ve haksız kullanımı
tazmin edecek mekanizmalar vazedilmiştir. 4721 sayılı Kanun’a dayanarak malik,
malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası
açabileceği gibi her türlü haksız el atmanın önlenmesi davasını da açma
imkânına sahiptir. Somut davada başvurucular murislerinden 1980 yılında kalan
taşınmaz 1962 ile 1977 yıllarından 2004 yılına kadar başkaları tarafından
kullanıldığı hâlde bu kişilerden kullanım bedelini talep edecek bir dava veya
üçüncü kişilerce el atmanın önlenmesi amacıyla bir dava açmamışlardır.
Başvurucular yirmi yıllık hak düşürücü süre içinde herhangi bir dava açarak
zamanaşımı süresini kesme olanağına sahip olup bahsedilen süre başvurucuların
taşınmazın mülkiyetini kaybetmemesi için taşınmazı kullanan üçüncü kişiler
aleyhine dava açması ve bir uyuşmazlık yaratması için yeterli bir süredir. Aynı
şekilde başvurucular dava açmasa bile taşınmazları tapuda mirasa dayanarak
adlarına tescil ettirmek suretiyle de olağanüstü zamanaşımı ile kazanmayı
engelleyebilecek imkâna sahip olup bu haktan da uzunca bir süre
yararlanmamışlardır (Orhan Yüksel,
§ 61, 62).
86. Taşınmazın mülkiyetinin devletin kusuru olmaksızın
olağanüstü zamanaşımı nedeniyle üçüncü kişilere geçtiği durumlarda devletin
tazminat sorumluluğunu kabul etmek taşınmazların kullanımı ve diğer mülkiyet
haklarında belirliliği sağlamaya yönelik meri zamanaşımı sürelerinin amacına
aykırı olacaktır. Bireylerin diğer özel kişilerin eylemlerine karşı haklarını
korumak için etkili hukuk yollarının bulunduğu bu durumlarda hak düşürücü
sürelere uymamalarından kaynaklanan kayıpları için devletin tazminat
sorumluluğu bulunduğu kabul edilemez (Orhan
Yüksel, § 63).
87. Nitekim AİHM, benzer nitelikte bir başvuruda on iki
yıllık zamanaşımı süresi ile mülkiyet haklarının zilyet tarafından elde
edilmesi nedeniyle taşınmazı elinden çıkan başvurucunun şikâyetini, Birleşik Krallık’ta uzunca bir süredir yerleşik olan sistemin
mevcudiyetine işaret ederek bu tür düzenlemelerin, mevzuatı kabul edilemez
duruma getirecek kadar alışılmışın dışında sonuçlar doğurmadığı sürece devletin
takdir alanı içinde kaldığını kabul ederek başvuranın on iki yıl boyunca dava
açma imkânı bulunduğunu gözeterek yerinde bulmamış ve mülkiyet hakkının ihlal
edilmediğine karar vermiştir (J.A. Pye (Oxford) Ltd And J.A. Pye (Oxford) Land Ltd./Birleşik
Krallık, §§ 83, 84, 85).
88. Bu durumda toprak mülkiyetinin atıl kalmaması,
kullanılarak ekonomiye katkı vermesinin temin edilmesi amacıyla hukuki
belirliliği sağlamaya yönelik yirmi yıllık olağanüstü zamanaşımı süresinin
meşru amacı ile başvurucunun yirmi dört yıl boyunca mevcut hukuk sisteminde
sahibi oldukları mirası devralma ve/veya dava açma haklarını kullanmayarak dava
konusu taşınmazın mülkiyetini kaybetmeleri karşılaştırıldığında mülkiyet
hakkının gerektirdiği adil dengenin bozulmadığı sonucuna ulaşılmıştır (Orhan Yüksel, § 65).
89. Açıklanan nedenlerle başvurucuların Anayasa’nın 35.
maddesinde güvence altına alınan mülkiyet haklarının ihlal edilmediğine karar
verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan nedenlerle;
A. 1. Hakkaniyete uygun yargılanma hakkına ilişkin
şikâyetlerin açıkça dayanaktan yoksun olması
nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Gerekçeli karar hakkına ilişkin şikâyetlerin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Mülkiyet hakkına ilişkin şikâyetlerin KABUL EDİLEBİLİR
OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet
hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE,
C. Yargılama giderlerinin başvurucular üzerinde
BIRAKILMASINA
23/3/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.