TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
GÜRHAN NERSE BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/5957)
|
|
Karar Tarihi: 30/12/2014
|
R.G. Tarih-Sayı: 28/3/2015-29309
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Alparslan ALTAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Muammer TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
Raportör
|
:
|
Yunus HEPER
|
Başvurucu
|
:
|
Gürhan NERSE
|
Vekili
|
:
|
Av. Hüseyin YILMAZ
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucu, hükme esas alınan bir tanığın karakol ifadesi
ile yetinildiğini, Baro tarafından atanan zorunlu müdafiden haberdar olmadığını
ve bu kişinin yaptığı usul işlemlerinin geçerli olmadığını, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının tebliğnamesinin kendisine tebliğ
edilmediğini iddia etmiştir. Başvurucu Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınmış olan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş,
maddi ve manevi tazminat talebi ile yeniden yargılanma talebinde bulunmuştur.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 30/7/2013 tarihinde İstanbul 10. Asliye Hukuk
Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinde belirlenen eksiklikler tamamlatılmış Komisyona sunulmasına engel
bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 29/1/2014 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. İkinci Bölüm başkanı, 31/3/2014 tarihinde, başvurunun
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve bir örneğinin
görüş için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmesine karar vermiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular 2/4/2014 tarihinde
Bakanlığa bildirilmiştir. Bakanlığın yazılı görüşü 30/5/2014 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunulmuştur.
6. Bakanlık görüş yazısı, başvurucuya 17/6/2014 tarihinde
bildirilmiştir. Başvurucu Bakanlık görüşüne karşı beyanlarını 18/6/2014
tarihinde sunmuştur.
III. OLAYLAR VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru dilekçesi ve eklerinde ifade edildiği şekliyle
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu hakkında, çocuğun cinsel istismarı suçundan
dolayı yapılan soruşturma sonucunda Kars Cumhuriyet Başsavcılığının 24/4/2007
tarihli iddianamesiyle kamu davası açılmıştır.
9. Kars Ağır Ceza Mahkemesinin 2007/70 Esas sırasına
kaydedilen davanın ilk celsesi 17/7/2007 tarihinde yapılmış ve başvurucunun
avukat tutacak ekonomik gücü olmadığını beyan etmesi üzerine Baro tarafından
görevlendirilen Av. M.E.K.’nın müdafi olarak kabulüne
karar verilmiştir. Ancak ilk celse müdafi duruşmaya gelmemiştir.
10. 18/10/2007 tarihinde yapılan duruşmada başvurucu baro
tarafından atanan müdafii ile birlikte savunmasını
yapacağını beyan etmiş ve devamında başvurucunun savunması müdafisi huzurunda
alınmıştır. Cumhuriyet Savcısının talebi üzerine tanık S.O.’nun
dinlenilmesine karar verilmiştir.
11. 29/1/2008 tarihli duruşmada başvurucu ve müdafiii hazır bulunmamışlar, sanık müdafisi mazeret
dilekçesi sunmuştur. Aynı celse tanık S.O.’nun
adresinin araştırılmasına karar verilmiştir.
12. 27/3/2008 tarihli duruşmada başvurucu ve müdafii duruşmada hazır bulunmamış; zorunlu müdafiin mazeretsiz olarak duruşmaya gelmemesi nedeniyle
yeni bir müdafi görevlendirmek için Baroya yazı yazılmasına; adresi tespit
edilemeyen tanık S.O.’nun dinlenilmesinden
vazgeçilmesine karar verilmiştir.
13. 8/5/2008 tarihli duruşmada başvurucu hazır bulunmamış;
Baro tarafından tayin edilen Av. M.A.’nın müdafi
olarak duruşmalara kabul edilmesine karar verilmiştir.
14. 19/6/2008 tarihli duruşmada başvurucu hazır bulunmamış,
Cumhuriyet Savcısı esas hakkındaki mütalaasını sunmuş; esas hakkında mütalaaya
karşı başvurucunun yeni müdafii kısa bir savunma
yapmış ve başvurucunun çocuğun cinsel istismarı suçunu işlediği gerekçesiyle 5
yıl 10 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
15. Kars Ağır Ceza Mahkemesi kararı başvurucu müdafiinin yüzüne karşı okuması nedeniyle başvurucuya
tebliğ etmemiştir.
16. Başvurucu müdafiinin temyizi
üzerine karar Yargıtay 14. Ceza Dairesinin 5/11/2012 tarihli kararı ile onanmış
ve kesinleşmiştir.
17. Başvurucu, onama kararını 22/7/2013 tarihinde söz konusu
cezanın infazı için yakalandığı tarihte öğrenmiştir.
18. Bireysel başvuru 30/7/2013 tarihinde yapılmıştır.
B. İlgili Hukuk
19. 26/9/2004 tarih ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 103.
maddesinin (1), (2), (4) ve (6) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Çocuğu cinsel
yönden istismar eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır. Cinsel istismar deyiminden;
a) Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte
fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara
karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış,
b) Diğer çocuklara
karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı
olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar, anlaşılır.
(2) Cinsel istismarın vücuda organ veya sair bir cisim
sokulması suretiyle gerçekleştirilmesi durumunda, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
…
(4) Cinsel istismarın, birinci fıkranın (a) bendindeki
çocuklara karşı cebir veya tehdit kullanmak suretiyle gerçekleştirilmesi
hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza yarı oranında artırılır.
…
(6) Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının
bozulması hâlinde, onbeş yıldan az olmamak üzere
hapis cezasına hükmolunur.”
20. 4/12/2014 tarih ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
“Kararların açıklanması ve tebliği”
kenar başlıklı 35. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine
kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları,(…)
hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.”
21. 5271 sayılı Kanun’un “Şüphelinin
veya sanığın müdafi seçimi” kenar başlıklı 149. maddesi şöyledir:
“(1) Şüpheli veya sanık, soruşturma ve kovuşturmanın her
aşamasında bir veya birden fazla müdafiin yardımından
yararlanabilir; kanunî temsilcisi varsa, o da şüpheliye veya sanığa müdafi
seçebilir.
(2) Soruşturma evresinde, ifade almada en çok üç avukat
hazır bulunabilir.
(3) Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında
avukatın, şüpheli veya sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında
olma ve hukukî yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz.”
22. 5271 sayılı Kanun’un “Müdafiin görevlendirilmesi” kenar başlıklı 150. maddesi şöyledir:
“(1) Şüpheli veya sanıktan kendisine bir müdafi seçmesi
istenir. Şüpheli veya sanık, müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan
ederse, istemi halinde bir müdafi görevlendirilir.
(2) Müdafii bulunmayan şüpheli
veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz
ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.
(3) Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren
suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmada ikinci fıkra hükmü
uygulanır.
(4) Zorunlu müdafilikle ilgili diğer hususlar, Türkiye
Barolar Birliğinin görüşü alınarak çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.”
23. 5271 sayılı Kanun’un “Müdafi
görevini yerine getirmediğinde yapılacak işlem ve müdafilik görevinden
yasaklanma” başlıklı 151. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları
şöyledir:
“(1) 150 nci
madde hükmüne göre görevlendirilen müdafi, duruşmada hazır bulunmaz veya
vakitsiz olarak duruşmadan çekilir veya görevini yerine getirmekten kaçınırsa,
hâkim veya mahkeme derhâl başka bir müdafi görevlendirilmesi için gerekli
işlemi yapar. Bu durumda mahkeme oturuma ara verebileceği gibi oturumun
ertelenmesine de karar verebilir.
(2) Eğer yeni müdafi savunmasını hazırlamak için yeterli
zaman olmadığını açıklarsa oturum ertelenir.”
24. 5271 sayılı Kanun’un “Müdafi
ile görüşme” başlıklı 154. maddesi şöyledir:
“(1) Şüpheli veya sanık, vekâletname aranmaksızın müdafii ile her zaman ve konuşulanları başkalarının
duyamayacağı bir ortamda görüşebilir. Bu kişilerin müdafii
ile yazışmaları denetime tâbi tutulamaz.”
25. 5271 sayılı Kanun’un “Müdafiin görevlendirilmesinde usul” başlıklı 156. maddesi şöyledir:
“(1) 150 nci
maddede yazılı olan hâllerde, müdafi;
a) Soruşturma evresinde, ifadeyi alan merciin veya sorguyu
yapan hâkimin istemi üzerine,
b) Kovuşturma evresinde, mahkemenin istemi üzerine,
Baro tarafından görevlendirilir.
(2) Yukarıda belirtilen hâllerde müdafi soruşturmanın veya
kovuşturmanın yapıldığı yer barosunca görevlendirilir.
(3) Şüpheli veya sanığın kendisinin sonradan müdafi seçmesi
halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevi sona erer”.
26. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun (YCGK) 31/1/2012 tarih ve
E.2011/6-249, K.2012/1 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“Anayasanın 36.
maddesine göre; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma
hakkına sahiptir.” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, “adil yargılanma
hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise; “Her
sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a)….; b) Savunmasını hazırlamak
için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak veya
kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için
mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece
görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek…..”
Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel
insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin bir gereği olduğu ve
avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Bu
durumda, mevzuatımızda zorunlu müdafilik sistemini öngören yasanın amacı,
kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı
kullanamamalarından kaynaklanabilecek muhtemel hak kayıplarının önlenmesi,
dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle,
adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, parası
olan sanık nasıl ki vekâletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyor,
parası olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en
azından kendisine tayin edilen avukatı beğenmediğinde değiştirme hakkının
bulunması, daha da ötesi, görülmeye başlayacak davada kendisine bir avukat
atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir.
Kendisine avukat atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine
avukat atanmakla birlikte beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini
isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya
beğenmediği halde muhatap olduğu bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu
tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul
etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma
hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.
…
Bunun ötesinde; kendisine zorunlu müdafi atanacağının sanığa
bildirilmiş ve sanığın da buna ses çıkarmamış olduğu durumlarda; zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekâletnameli müdafiide olduğu
gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe
bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanmamaktadır.
Dolayısıyla, böyle durumlarda Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca işlem
yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil vekile (müdafie)
yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda
simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok kargaşayı da birlikte
getirecektir.
Konuya bu açıklamalar ışığında bakıldığında şu sonuçlara
varılmaktadır:
(…)
1-Zorunlu müdafii atamasının
yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan Usul hükümlerine göre tayin
edilmiş zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ,
aynen vekaletnameli müdafie
yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuçlarını doğurur. Ancak; bunun ön şartı,
kendisine bir zorunlu müdafii atandığından sanığın
haberdar edilmiş olmasıdır.
2-Sanığın zorunlu müdafii azletme
ve değiştirilmesini isteme hakkı bulunmaktadır.
3-Kendisine zorunlu müdafii
atandığından haberdar olan sanık buna ses çıkarmazsa, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve kendisinin açıkça karşı çıkmadığı
tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak zorundadır.
4-Kendisine zorunlu müdafii
atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise; zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim ve tebliğ kendisine
bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz. Bu durumda, velev ki zorunlu müdafii sanığın lehine gibi görünen bazı işlemleri yapmış
olsa -örneğin temyiz dilekçesi vermiş olsa- dahi, hükmün sanığın kendisine de
tebliğ edilmesi ve kendisine yapılan tebliğ üzerine sanık tarafından temyiz
dilekçesi verilmesi halinde, temyiz davasının kabul edilmesi gerekir.
Somut olayda; zorunlu müdafiinin
yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafi atandığından
haberdar edilmeyen sanık C.A. açısından hukuki sonuç doğurmayacağından, temyiz
süresini de başlatmaz. Bu nedenle, temyiz davasının sanık müdafiinin
temyiz isteminin süresinden sonra olduğundan bahisle reddi yerine, gerekçeli
kararın sanığın kendisine de tebliği gerekmektedir. (…) Buna karşılık, kararın
kendisine tebliğ edilmesine rağmen sanık tarafından süresi içinde temyiz
dilekçesi verilmemesi halinde ise sanık müdafiinin
süresinden sonra vaki temyiz isteminin reddine karar verilmeli ve Genel Kurulca
duraksamasız olarak kabul edildiği gibi Özel Dairenin
yaptığının aksine, iadeden önceki temyiz dilekçesine dayalı olarak ta temyiz
davası açılmamalıdır.”
27. 4/4/1929 tarih ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usul
Kanunu’nun “Temyiz dilekçe ve layihasının
tebliği ve cevabı” kenar başlıklı 316. maddesinin üçüncü fıkrası
şöyledir:
“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğname, hükmü temyiz etmeleri veya aleyhlerine sonuç
doğurabilecek görüş içermesi halinde sanık veya müdafii
ile müdahil, şahsi davacı veya vekillerine dairesince tebliğ olunur. İlgili
taraf tebliğden itibaren yedi gün içinde yazılı olarak cevap verebilir.”
28. YCGK’nun 2/3/2010 tarih ve E.2010/1-19,
K.2010/41 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümü gereken uyuşmazlık;
sanığın kendisine yeni bir müdafi seçmesi nedeniyle görevi sona eren zorunlu müdafie yapılan tebliğnamenin
tebliği işleminin geçerli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
İncelenen dosya içeriğine göre;
5271 sayılı CYY’nın 150. maddesi
uyarınca, istem üzerine Çanakkale Barosu tarafından 26.10.2006 tarihinde Av.
Ş.Ç.’ın müdafii olarak
görevlendirildiği, bu müdafiin hükmü 06.02.2008
tarihinde süre tutum dilekçesi ile temyiz ettiği, dosyanın temyiz incelemesi
için Yargıtay'a gönderilmesinden sonra sanığın 21.04.2008 tarihinde Ankara 49.
Noterinin 07544 yevmiye nolu vekaletnamesi ile
kendisine müdafii olarak Av. M.Ö.’ü
seçtiği, Av. M.Ö.'ün sanık N.T. müdafii
olduğuna ilişkin dilekçesini 15.08.2008 tarihinde dosya içerisine sunduğu,
07.10.2008 havale tarihli dilekçesi ile de yeni adresini bildirdiği, Yargıtay C.Başsavcılığınca 07.11.2008 tarihinde düzenlenen tebliğnamenin 18.05.2009 tarihinde baroca görevlendirilen müdafii Av.Ş.Ç.'a tebliğ
edildiği, dosya içerisinde tebliğnamenin sanık N.T.'a ya da vekaletnameli müdafii Av. M.Ö.'e tebliğ
edildiğine veya tebliğnameden haberdar olup cevap
verdiklerine ilişkin bilgi ya da belgenin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun yerleşmiş kararlarında da
vurgulandığı üzere; hükmü temyiz etmeleri halinde veya aleyhlerine sonuç
doğurabilecek görüş içermesi halinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca
düzenlenen tebliğnamenin, sanık veya müdafii ile katılan veya vekiline tebliğ olunacağı, 5320
sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte olan 1412 sayılı CYUY’nın 316. maddesinin 3. fıkrasında düzenlenmiş, 5271
sayılı CYY’nın 297. maddesinde de aynı hükme yer
verilmiştir. Adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı ile ilgili bulunan bu hüküm
buyurucu nitelikte olup, uyulması zorunludur.
5271 sayılı CYY’nın “Müdafiin görevlendirilmesinde usul” başlıklı 156.
maddesinde soruşturma ve kovuşturma evrelerinde müdafiin
görevlendirme yöntemi gösterildikten sonra, maddenin 3. fıkrasında: “Şüpheli
veya sanığın kendisinin sonradan müdafii seçmesi
halinde, baro tarafından görevlendirilen avukatın görevi sona erer” şeklinde
düzenleme ile görevlen¬dirilen müdafiin
görevinin hangi halde sona ereceği hükme bağlanmıştır. Aynı Yasanın 150/4.
maddesine dayanılarak çıkarılan ve 02.03.2007 gün ve 26450 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Ceza Muhakemesi
Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin
Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin
Yönetmelik” in “Görevin sona ermesi” başlıklı 7/1-ç. maddesinde de; “ Kişinin kendisine bir müdafii
veya vekil seçmesi, hâllerinde sona erer” denilmektedir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Yargılama aşamasında istem üzerine baro tarafından CYY’nın 150. maddesi uyarınca görevlendirilen müdafiin görevi, sanığın kendisine vekâletname ile bir müdafii seçmesi nedeniyle sona ermiş bulunmaktadır. Bu
tarihten sonra sanığın savunmasını vekâletname ile görevlendirdiği Av. M.Ö.
yapacağından Yargıtay C.Başsavcılığı
Tebliğnamesinin de bu müdafie
tebliği gerekir. Bu nedenle, tebliğnamenin sanığın
görevlendirdiği müdafii yerine, baro tarafından
atanan ve görevi sona ermiş bulunan müdafie tebliğ
edilerek temyiz incelemesinin yapılması savunma hakkının kısıtlanması anlamına
gelmektedir.
Bu itibarla, itirazının kabulü ile Özel Daire kararının
kaldırılmasına ve Yargıtay C. Başsavcılığı tebliğnamesinin,
sanığın vekâletname ile görevlendirdiği müdafii Av. M.Ö.’e tebliğ edildikten sonra, temyiz incelemesi yapılması
için dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.”
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
29. Mahkemenin 30/12/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda,
başvurucunun 30/7/2013 tarih ve 2013/5957 numaralı bireysel başvurusu incelenip
gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
30. Başvurucu, hükme esas alınan bir tanığın karakol ifadesi
ile yetinildiğini, Baro tarafından atanan zorunlu müdafiden haberdar olmadığını
ve bu kişinin yaptığı usul işlemlerinin geçerli olmadığını, yokluğunda verilen
İlk Derece Mahkemesi kararının kendisine tebliğ edilmediğini, dava tarihinde
yaşı küçük olduğu halde velisinin dava hakkında bilgilendirilmediğini ileri
sürmüştür. Başvurucu ayrıca, çocuk mahkemesinde Cumhuriyet savcısı bulunmadığı
halde kendisinin davasına savcının katıldığını, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığının tebliğnamesinin kendisine tebliğ
edilmediğini iddia etmiştir. Başvurucu Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınmış olan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş,
maddi ve manevi tazminat talebi ile yeniden yargılanma talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
31. Başvurucu derece mahkemelerindeki bazı usuli eksiklikler nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüş olup, başvurucunun iddialarının Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısının tebliğnamesinin tebliğ edilmemesi,
müdafi yardımından faydalanamaması ve tanık sorgulama hakkının ihlali
kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.
32. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan
başvurunun, kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
a. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Görüşünün
Tebliğ Edilmediği İddiası
33. Başvurucu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının Tebliğnamesinin kendisine tebliğ edilmeyerek adil
yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
34. Adalet Bakanlığı görüşünde, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin (AİHM) ve YCGK’nun kararları
hatırlatılarak, başvurucunun şikâyetinin işaret edilen kararlar çerçevesinde
değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık görüşünde ayrıca somut olayda
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin
hükmü temyiz etmiş olan sanık müdafiine veya sanığa
tebliğ edildiğine dair UYAP’da herhangi bir bilgi
veya bulguya rastlanmadığı ve temyiz incelemesinin Başsavcılık tebliğnamesinin sanığa veya müdafiine
tebliğ edilmeksizin yapıldığının anlaşıldığı belirtilmiştir.
35. Adil yargılanma hakkının unsurlarından biri de silahların
eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi davanın taraflarının usuli haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve
taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia
ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip
olması anlamına gelir. Ceza davalarının yanı sıra medeni hak ve yükümlülüklerle
ilgili uyuşmazlıklara ilişkin hukuk davaları ve idari davalarda da bu ilkeye
uyulması gerekir (B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32).
36. Çelişmeli yargılama ilkesi, silahların eşitliği ilkesi
ile yakından ilişkili olup, bu iki ilke birbirini tamamlar niteliktedir. Çelişmeli
yargılanma hakkı, kural olarak, bir hukuk ya da ceza davasında tüm taraflara,
gösterilen kanıtlar ve sunulan görüşler hakkında bilgi sahibi olma ve bunlarla
ilgili görüş bildirebilme imkânı vermektedir (B. No: 2012/603, 20/2/2014, § 47). Bu anlamda,
mahkemece tarafların dinlenilmemesi, delillere karşı çıkma imkânı verilmemesi,
yargılama faaliyetinin hakkaniyete aykırı hale gelmesine neden olabilecektir.
Zira çelişmeli yargılama ilkesinin ihlal edilmesi durumunda, davasını
savunabilmesi açısından taraflar arasındaki denge bozulacaktır (B. No:
2013/4424, 6/3/2014, § 21).
37. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının tebliğnamesi,
bir ceza davasının taraflarınca yapılan temyiz başvurularına ilişkin bir
mütalaadır. Söz konusu mütalaa, ilgili Yargıtay dairesinin ne şekilde karar
vermesi gerektiği yönünde bir beyandır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı,
mütalaasında, taraflarca ileri sürülen temyiz sebeplerini nazara alabileceği
gibi ileri sürülen sebeplerle bağlı olmaksızın İlk Derece Mahkemesinin
kararında başka temyiz sebepleri görüp görmediğini ve bu sebeplerin neler
olduğunu gerekçeli olarak ve teker teker bildirir. Somut olayda Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı İlk Derece Mahkemesi tarafından hükmedilen cezanın
onanmasına ilişkin mütalaada bulunmuştur. Başsavcının mütalaası bu nedenle
Yargıtay kararını etkileyici niteliktedir (bkz. Göç/Türkiye, 36590/97, 9/11/2000, § 33).
38. Öte yandan 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen
yürürlükte olan 1412 sayılı Kanun’un 316. maddesinin (3) numaralı fıkrası ve
5271 sayılı Kanun’un 297. maddesinin (3) numaralı fıkrasına göre Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığınca düzenlenen tebliğnamenin,
hükmü temyiz etmeleri veya aleyhlerine sonuç doğurabilecek görüş içermesi
hâlinde sanık veya müdafii ile katılan veya
vekillerine ilgili dairesince tebliğ olunması gerekmektedir. Yargıtay ceza
daireleri ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun yerleşmiş kararlarında da
vurgulandığı üzere adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı ile ilgili bulunan bu
hüküm emredici nitelikte olup, uyulması zorunludur (§ 28).
39. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Türk ceza yargılaması
sisteminin bağımsız bir üyesidir ve tebliğnamesi ile Yargıtayın kararını etkilediği tartışmasızdır. Başvurucu
Yargıtay önündeki başarı şansını zedeleyen her türlü mütalaadan haberdar edilme
hakkına sahiptir. Başsavcının tebliğnamesinin
niteliğine rağmen başvurucuya tebliğnameye karşı
yazılı görüş bildirme olanağının tanınmaması göz önünde bulundurulduğunda
başvurucunun silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama hakkının ihlal edildiği
sonucu ortaya çıkmaktadır.
40. Açıklanan nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Yargıtaya sunduğu tebliğnamenin
başvurucuya bildirilmemesi silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama
ilkelerinin ihlali niteliğinde olduğundan, Anayasa’nın 36. maddesinin ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
b. Savunma Hakkının Kısıtlandığı
İddiası
41. Başvurucu, Baro tarafından atanan zorunlu müdafiden
haberdar olmadığını ve bu kişinin yaptığı usul işlemlerinin YCGK’nun
yerleşmiş içtihatları karşısında geçerli olmadığını, haberi olmadan atanan
zorunlu müdafiinin kendisini yeterince savunamamış
olması nedeniyle savunma hakkının kısıtlandığını ileri sürmüştür.
42. Bakanlık görüşünde, atandığından habersiz olunan müdafiinin yaptığı işlemlerin sanık hakkında bağlayıcı
olmadığının Yargıtay içtihatları ile kabul edildiği, AİHM’in
de başvurucunun kendisine müdafii atandığını
öğrenmekten bilinçli olarak kaçınmaması ve davasının takibinde gerekli özeni
göstermesi halinde müdafiinin yaptığı usul
işlemlerinin sanığı bağlamayacağına karar verdiği belirtilmiştir.
43. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin
meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu
belirtilmiştir. Anayasa’da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden
bu hakkın kapsam ve içeriği, AİHS’in “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesi çerçevesinde belirlenmelidir (B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38).
44. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes medeni hak ve
yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen
suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız
bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve
açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.”
45. Adil yargılamanın zımni gerekleri “hakkaniyete uygun yargılama” kavramından
hareket ederek saptanmıştır. Bu gereklerden en önemlisi Anayasa’nın 36.
maddesinde de açıkça ifade edilmiş olan “savunma
hakkı”dır.
Ceza yargılamasındaki savunma haklarının güvence altına alınması demokratik
toplumun temel bir ilkesidir. Bu sebeple hakkaniyete uygun bir yargılamanın
gerçekleştirilmesi için, yargılamanın yürütülmesi sırasında alınan önlemlerin,
savunma hakkının yeterince ve tam olarak kullanılması ile uyumlu olması ve bu
hakların teorik ve soyut değil, etkili ve pratik olacak şekilde yorumlanması
gerekmektedir (Bkz. B. No: 2013/4784, 7/3/2014, § 32).
46. Sözleşme’nin “Adil
yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (3) numaralı
fıkrasının (c) bendi şöyledir:
“Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara
sahiptir:
…
c) Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafinin
yardımından yararlanmak; eğer avukat tutmak için gerekli maddî olanaklardan
yoksun ise ve adaletin yerine gelmesi için gerekli görüldüğünde, resen atanacak
bir avukatın yardımından ücretsiz olarak yararlanabilmek;
…”
47. Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer
alan “hakkaniyete uygun yargılama”
kavramı, aynı maddenin (3) numaralı fıkrasında yer alan “suç isnat edilmiş kişi”nin asgari haklarıyla
doğrudan bağlantılıdır. Hakkında bir suç isnadı olan kişiye tanınmış anılan fıkradaki
haklar, (1) numaralı fıkrada yer alan hakkaniyete uygun yargılama ilkesinin
somut görünümleridir. Fakat hakkaniyete uygun yargılama çerçevesindeki haklar
ve ilkeler, (3) numaralı fıkradaki kapsamlı olmayan listedeki minimum haklarla
sınırlı değildir. (3) numaralı fıkrada yer alan asgari şüpheli/sanık hakları,
(1) numaralı fıkrada koruma altına alınmış olan daha genel nitelikteki “hakkaniyete uygun yargılanma” hakkının
özel görünüm şekilleridir. Bu nedenle AİHS’in 6.
maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan özel güvencelerin, (1) numaralı
fıkrada yer alan “hakkaniyete uygun
yargılanma hakkı” ışığında değerlendirilmesi gerekir. Diğer taraftan
6. maddenin (3) numaralı fıkrasının (a-e) bentlerinde düzenlenen güvenceler
arasında da bağ bulunmakta olup bunlardan her biri yorumlanırken diğerleri de
dikkate alınmalıdır. Bu nedenle yalnızca (3) numaralı fıkrada sayılan haklara
uygun olarak yapılan bir ceza yargılamasının, (1) numaralı fıkrada yer alan “hakkaniyete uygun yargılanma hakkı”
ışığında değerlendirilmeden, hakkaniyete uygun ve dolayısıyla adil olduğu
söylenemez (bkz. B. No: 2013/4784, 7/3/2014, § 34).
48. Sözleşme’nin 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (c)
bendinde hakkında bir suç isnadında bulunulan kişinin “Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafiinin yardımından yararlanmak; eğer avukat tutmak için
gerekli maddî olanaklardan yoksun ise ve adaletin yerine gelmesi için gerekli
görüldüğünde, resen atanacak bir avukatın yardımından ücretsiz olarak
yararlanabilmek” hakkı bulunduğu belirtilmiştir. Sanık kendisini
bizzat savunma hakkına sahip olduğu gibi bir müdafi yardımıyla savunma hakkına
da sahiptir. Ancak müdafi ile temsil edilme hakkı bakımından önemli olan,
yargılamaya bir bütün olarak bakıldığında, başvurucunun müdafi yardımından
etkili bir biçimde yararlanmış olmasıdır (bkz. B. No: 2013/4784, 7/3/2014, §
40).
49. Müdafi ile temsil edilme hakkının bir gereği olarak 5271
sayılı Kanun’un 150. maddesinde, hakkında suç isnadı bulunan bir kimsenin
kendisi bir müdafi seçebileceği gibi müdafi seçebilecek durumda olmadığını
beyan eder ve kendisine bir müdafi atanmasını talep ederse mali imkânlardan
yoksun olup olmadığına bakılmaksızın bu kişiye müdafi atanacağı kuralı kabul
edilmiştir. Yine aynı maddeye göre sanığa isnat edilen suçun kanunda öngörülen
cezasının alt sınırının beş yıldan çok olması ve kendisine bir müdafi seçmemiş
olması halinde sanığın istemi aranmaksızın resen bir müdafi tayin edilmektedir.
Ayrıca 5271 sayılı Kanun’un 151. maddesine göre görevlendirilen müdafi, duruşmada
hazır bulunmaz veya vakitsiz olarak duruşmadan çekilir veya görevini yerine
getirmekten kaçınırsa, hâkim veya mahkeme derhâl başka bir müdafi
görevlendirilmesi için gerekli işlemi yapmak zorundadır.
50. Yukarıda zikredilen hükümleri ve diğer mevzuatı
yorumlayan Yargıtay, kendisine bir zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar
edilmiş olması şartıyla tayin edilmiş zorunlu müdafie
yapılan tefhim ve tebliğin, aynen vekâletnameli müdafie yapıldığında olduğu gibi hukuki sonuçlarını
doğurduğuna karar vermiştir. Yargıtay’a göre sanığın zorunlu müdafii azletme ve değiştirilmesini isteme hakkı
bulunmaktadır ve kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar olan sanık buna
ses çıkarmazsa, zorunlu müdafiin yapmış olduğu ve
kendisinin açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak
zorundadır. Sanığın kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar edilmediği
durumlarda ise; zorunlu müdafie yapılmış bulunan
tefhim ve tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz (§ 26).
51. Somut olayda, isnat edilen suçun kanunda öngörülen
cezasının alt sınırının beş yıldan fazla olması ve başvurucunun kendisinin bir
müdafi seçmemiş olması nedeniyle başvurucuya 17/7/2002 tarihli ilk duruşmada
resen müdafi tayin edilmiştir. 18/10/2007 tarihli duruşmada başvurucu müdafii ile birlikte savunmasını yapmıştır. 29/1/2008
tarihli duruşmada ise başvurucu ve müdafii hazır
bulunmamışlar, sanık müdafii mazeret dilekçesi
vermiştir. 27/3/2008 tarihli duruşmada başvurucu ve müdafii
duruşmada hazır bulunmamışlar; zorunlu müdafiin
mazeretsiz olarak duruşmaya gelmemesi nedeniyle yeni bir müdafi
görevlendirilmesi için Baroya yazı yazılmıştır. 8/5/2008 tarihli duruşmada da
başvurucu hazır bulunmamış, Baro tarafından tayin edilen yeni müdafi huzurunda
duruşma yapılmıştır. 19/6/2008 tarihli duruşmada başvurucu duruşmada hazır
bulunmamış, iddia makamının esas hakkındaki mütalaasına ve diğer yargılama
işlemlerine karşı yeni atanan müdafi beyanlarda bulunmuş ve aynı gün
başvurucunun cezalandırılmasına karar verilmiştir. Mahkumiyet
hükmü atanan ikinci müdafii tarafından 17/7/2008
tarihinde temyiz edilmiştir.
52. Sonuç olarak, zorunlu müdafiinin
yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafi atandığından
haberdar edilmeyen başvurucu açısından hukuki sonuç doğurmayacağından, temyiz
süresini de başlatmamıştır. Dolayısıyla buna bağlı olarak yapılan sonraki tüm
usul işlemlerinin hukuka uygun olduğunu söylemek de olanaklı değildir.
53. Öte yandan başvurucunun kendisine müdafi atandığını
öğrenmekten bilinçli olarak kaçınıp kaçınmadığının veya davasını gerekli özeni
göstererek takip edip etmediğinin değerlendirilmesinde olayların geçtiği
tarihte başvurucunun yaşı da göz önünde bulundurulmalıdır. Başvurucu, isnat
edilen suçu işlediği iddia edilen tarihte yaklaşık 14 yaşında, İlk Derece
Mahkemesinin kararını verdiği tarihte ise yaklaşık 16 yaşındadır. Sonuç olarak
somut olayda olayların geçtiği tarihte yaşı küçük olan başvurucuya yeni bir
müdafi atandığı bildirilmemiştir. Kendisine avukat atandığını bilmeyen,
kendisine atanan avukatı beğenmediği takdirde bu avukatın değiştirilmesini
isteme hakkına sahip bulunan başvurucu, atandığını bilmediği bir avukatın
tasarruflarından sorumlu tutulamaz ve bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen
kabul etmiş sayılacağını söylemek mümkün değildir (bkz. § 26).
54. Ayrıca, başvurucuya atanan müdafi ile başvurucu yargılama
sürecinde hiçbir zaman bir araya gelmediklerine göre müdafiin
dosyayı çalışmak, savunma hazırlamak ve gerektiği taktirde başvurucuya danışmak
için yeterli zaman, imkan ve kolaylıklara sahip olduğu
söylenemez (benzer bir değerlendirme için bkz. Goddi/İtalya, B. No: 8966/80, 9/4/1984, § 31). Böyle bir durumda
da başvurucunun savunma haklarını tam anlamıyla kullanabileceği düşünülemez.
55. Belirtilen nedenlerle, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan bir müdafiin yardımından yararlanma
hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
56. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Yargıtaya
sunduğu tebliğnamenin başvurucuya bildirilmemesi
nedeniyle silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ile bir müdafiin yardımından yararlanma hakkının ihlal edildiği
sonucu göz önüne alındığında, başvurucunun bir tanığı sorgulayamaması ve diğer
bazı usul güvencelerinin yerine getirilmemesi nedeniyle adil yargılanma
hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerinin ayrıca incelenmesine gerek
görülmemiştir. Başvurucunun diğer şikayetlerini, ihlalin ve sonuçlarının
ortadan kaldırılması bakımından yeniden yargılama yapıldığı sırada İlk Derece
Mahkemesinde ileri sürmesi mümkündür.
3. 6216 Sayılı Kanunun 50. Maddesi
Yönünden
57. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar”
kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal
bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak
için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden
yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine
tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu
gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa
Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
58. Başvurucu, adil yargılanma hakkının ihlal edildiği
iddiası yönünden yargılamanın yenilenmesine karar verilmesini talep etmiştir.
59. Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmakta
olup, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması bakımından hukuki yarar
bulunduğundan, yeniden yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili mahkemeye
gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
60. Başvurucu, 10.000,00 TL maddi ve 40.000,00 TL manevi
tazminata hükmedilmesini talep etmiştir. Başvurucu ayrıca, avukatlık ücreti ve
ödenen harç ile yapılan diğer masrafların ödenmesini de talep etmiştir.
61. Adalet Bakanlığı, başvurucu tarafından talep edilen
tazminat miktarları konusunda herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Başvurucu
maddi zararlarına ilişkin her hangi bir kanıt
sunmadığından maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
62. İhlal tespitinin yeterli tatmin sağladığı
değerlendirildiğinden manevi tazminat talebinin reddine karar verilmesi
gerekir.
63. Başvurucu tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler
uyarınca tespit edilen 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan
1.698,35 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. Başvurucunun,
1.
Adil yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
B. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması bakımından yeniden
yargılama yapılmak üzere dosyanın ilgili Mahkemeye GÖNDERİLMESİNE,
C. Başvurucunun tazminata ilişkin taleplerinin REDDİNE,
D. Başvurucu tarafından yapılan 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
30/12/2014 tarihinde OY
BİRLİĞİYLE karar verildi.