TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
TURGAY ŞEN BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/6941)
|
|
Karar Tarihi: 6/1/2016
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Serruh
KALELİ
|
|
|
Hicabi
DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Raportör
|
:
|
Selami ER
|
Başvurucu
|
:
|
Turgay ŞEN
|
Vekil
|
:
|
Av. Mesut BEDİRHANOĞLU
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, Türkiye İmar
Bankası T.A.Ş.’nin (Banka) yetkisiz olarak devlet iç
borçlanma senedi satışında devletin sorumluluğunun bulunması ve zararın tazmini
için açılan davanın dava devam ederken çıkarılan kanuna dayanılarak
reddedilmesi nedeniyle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının
ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru 2/9/2013 tarihinde
İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona
sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci
Komisyonunca 28/11/2013 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin
Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından
17/6/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin
birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir
örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın
14/8/2015 tarihli görüş yazısı 25/5/2015 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ
edilmiş, başvurucu vekili Bakanlık cevabına karşı beyanlarını yasal süresi
içinde 8/9/2015 tarihinde ibraz etmiştir.
6. Bakanlığın görüş yazısında
başvurucunun iddialarının Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonundan (TMSF) görüş
alındıktan sonra değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bunun üzerine
4/11/2015 tarihli yazı ile TMSF Başkanlığından başvurucunun iddialarıyla ilgili
açıklama yapması istenmiş ve TMSF Başkanlığı, 20/11/2015 tarihli yazısı ile
açıklamalarını ibraz etmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvurucu, Türkiye İmar
Bankası T.A.Ş.’den (Banka) 4/6/2003 tarihinde
28.813,90 TL nominal bedelli 18.499,96 TL işlem bedelli ve 17/6/2003 tarihinde
101.311,60 TL nominal bedelli 65.499,97 TL işlem bedelli devlet iç borçlanma
senedi (DİBS) almak maksadıyla Bankaya toplam 83.999,94 TL ödeme yapmıştır.
8. Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulunun (BDDK) 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı kararı ile Bankanın
yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiştir.
9. Söz konusu Bankada yapılan
incelemeler neticesinde Bankanın sahip olmadığı DİBS'leri
mudilere sattığı belirlenmiş, bunun üzerine başvurucu 12/12/2003 tarihinde
zararının karşılanması için BDDK, TMSF ve Sermaye Piyasası Kuruluna (SPK) noter
aracılığı ile ihtarname göndermiştir.
10. Başvurucu, gönderdiği
ihtarnameler ile gereğinin yapılmaması üzerine 16/2/2004 tarihinde BDDK ve SPK
aleyhine Ankara 3. İdare Mahkemesinde tam yargı davası açmış; DİBS satın almak
amacıyla ödediği para karşılığında satış gibi gösterilen DİBS'lerin
7/7/2004 günü vade tarihinde nominal bedelleri (vade tarihine kadar nemalanmış)
olan 130.125,50 TL'nin faiziyle birlikte zararın oluşumunda hizmet kusuru
bulunan idarelerden tahsilini istemiştir.
11. Ankara 3. İdare Mahkemesi
26/10/2006 tarihli ve E.2004/609, K.2006/2114 sayılı kararı ile 25/10/1990
tarihli ve 50/183 sayılı SPK kararı ile Bankanın borsa üyelik ve aracılık
faaliyetlerinde bulunma yetkisinin kaldırıldığını; bu kararın Hazine
Müsteşarlığına, İstanbul Menkul Kıymetler Borsasına ve Bankaya bildirildiğini;
BDDK kurulduktan sonra kararın Hazine Müsteşarlığınca BDDK'ya gönderilmediğini,
Bankanın 21/10/2002 tarihinde yetkisi olmadığı hâlde yoğun olarak DİBS satışına
başladığını, bunu gazete ve televizyon reklamları ile halka duyurduğunu, bu
süreçte BDDK ve SPK'nın tespit, bildirim, gözetim ve denetim görevlerini yerine
getirmediklerini dolayısıyla hizmet kusurlarının bulunduğunu belirtmiş; davanın
kısmen kabulü ile başvurucuya satılmış gibi gösterilen DİBS'lerin
işlem bedeli olan toplam 83.999,94 TL'nin satış gösterilen DİBS'lerin
vade tarihi olan 7/7/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte
ilgili idarelerden yarı yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine
hükmetmiştir.
12. İlk Derece Mahkemesi kararı
temyiz incelemesinde iken 24/5/2007 tarihli ve 5667 sayılı Bankacılık İşlemleri
Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim
Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların
Ödenmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir.
13. Temyiz incelemesi sonunda
Danıştay Onüçüncü Dairesi, 23/2/2010 tarihli ve
E.2007/9386, K.2010/1644 sayılı ilamı ile 5667 sayılı Kanun uyarınca Banka
aracılığı ile DİBS satışı altında para toplanan hak sahiplerine anapara olarak
işlem tutarı ödeneceği ve bu tutara Bakanlar Kurulu Kararı (BKK) ile belirlenen
oranda faiz uygulanacağını, bu nedenle dava konusu uyuşmazlığın ortaya çıkan
yeni hukuki durum çerçevesinde sonuçlandırılacağını belirterek İlk Derece
Mahkemesi kararını bozmuştur.
14. Bozma ilamı doğrultusunda
dosyayı tekrar ele alan Ankara 3. İdare Mahkemesi, 22/6/2010 tarihli ve
E.2010/863, K.2010/973 sayılı ilamı ile 5667 sayılı Kanun uyarınca Bankanın
DİBS satışı adı altında topladığı tutarların başvuru hâlinde belirlenen esaslar
çerçevesinde TMSF aracılığı ile ödeneceği hükme bağlandığından bakılmakta olan
davanın konusuz kaldığını belirtmiş ve karar verilmesine yer olmadığına
hükmetmiştir.
15. Kararın temyiz edilmesi
sonucu Danıştay Onüçüncü Dairesi, 27/12/2011 tarihli
ve E.2010/4436, K.2011/6102 sayılı ilamı ile kararı onamış; karar düzeltme
istemini de 28/5/2013 tarihli ve E.2012/2343, K.2013/1535 sayılı ilamı ile
reddetmiştir.
16. Karar düzeltme isteminin
reddine ilişkin ilam, başvurucuya 3/8/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
17. Başvurucu 2/9/2013 tarihinde
bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili
Hukuk
18. 18/6/1999 tarihli ve 4389
sayılı mülga Bankalar Kanunu’nun 10. ve 16. maddelerinin ilgili kısımları
şöyledir:
“Madde 10
2. …
b) Tasarruf mevduatı, gerçek kişiler tarafından bu nam
altında açtırılan ve ticari işlemlere konu olmayan mevduattır.
…
3. 17.2.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin
rehinlere ve 22.4.1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar
Kanununun alacağın devir ve temlikine ilişkin hükümleri ile diğer
kanunların verdiği yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak şartıyla,
mevduat sahiplerinin mevduatlarını geri alma hakları hiçbir suretle
sınırlandırılamaz. Mevduat sahibi ile banka arasında vade ve ihbar süresi
hakkında kararlaştırılan şartlar saklıdır.”
“Madde 16
3. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankada
mevduat sahipleri ile diğer alacaklıların haklarını korumaya yönelik tedbirleri
alır. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan bankanın
17 nci maddede sayılan
ilgililerinin mal, hak ve alacaklarına Fonun talebi üzerine mahkeme tarafından
teminat şartı aranmaksızın ihtiyati tedbir veya ihtiyati haciz konulabilir. Bu
şekilde alınan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları, karar tarihinden
itibaren altı ay içinde dava ve icra-iflas takibine konu olmaz ise
kendiliğinden ortadan kalkar. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme
izninin kaldırıldığı tarihten itibaren bankanın alacaklıları, alacaklarını
temlik edemez veya bu sonucu doğurabilecek işlemleri yapamazlar. Fon, yönetim
ve denetimi kendisine intikal eden bankadaki sigortalı mevduatı doğrudan veya
ilan edeceği başka bir banka aracılığı ile ödeyerek, mevduat sahipleri yerine
bankanın doğrudan doğruya iflasını ister. Bu görev ve yetki münhasıran Fona
aittir.”
19. 5667 sayılı Kanun'un 1.
maddesi şöyledir:
“(1) Mülga 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı Bankalar
Kanununun 14 üncü maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Bankacılık Düzenleme
ve Denetleme Kurulunun 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı Kararı ile bankacılık
işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk
Anonim Şirketi tarafından, Banka bünyesinde karşılığında Devlet iç borçlanma
senedi bulunmamasına rağmen ikincil piyasada Devlet iç borçlanma senedi satışı
adı altında toplanan tutarlar, başvuru halinde bu Kanunda belirlenen esaslar
çerçevesinde Hazine Müsteşarlığınca ihraç edilecek özel tertip Devlet iç
borçlanma senetleri kullanılmak suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
aracılığıyla ödenir.
(2) Bu Kanun uyarınca
yapılacak ödemelerde; hak sahipliğinin tespitinde Müflis Türkiye İmar Bankası
Türk Anonim Şirketinin kayıtları esas alınır. Hak sahiplerinden talep
toplanması, talep toplamanın şekli ve süresi, hak sahipliğinin ispatında
aranacak belgeler, ödemeye aracı olacak bankanın tespiti, nakden ve defaten
yapılacak ödemenin şekli ve süresi ile kesinleşmiş idarî yargı kararlarına veya
bu nitelikteki kararlara dayalı icra takiplerine ilişkin her türlü ödemeler,
uygulanacak faiz oranı ile faizin başlangıç tarihi, hak sahiplerine yapılacak
ödeme nedeniyle istenebilecek ibraname ve diğer belgelerin içeriği ile
ödemelere ilişkin diğer usûl ve esaslar Bakanlar
Kurulu tarafından belirlenir.
(3) Bu Kanun
kapsamında yapılacak ödemelerde, Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine
Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla yatırılan tutarları ifade eden işlem
tutarları esas alınır.”
20. 5667 sayılı Kanun’un 2.
maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“(1) Devlet iç
borçlanma senedi alımı amacıyla Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine
yatırılan tutarlar nedeniyle idarî yargı mercilerinde açılan davalar hakkında
bu Kanun hükümleri uygulanır.”
21. 5667 sayılı Kanun'un 1.
maddesine göre Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan 13/7/2007 tarihli ve
2007/12398 sayılı "Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni
Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma
Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesine İlişkin Esas ve
Usuller Hakkında Karar"ın (BKK) 1., 3. ve 4.
maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:
"MADDE 1-
“(1) Bu Kararın amacı; bankacılık işlemleri yapma ve mevduat
kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet
iç borçlanma senedi satışı adı altında toplanan tutarların ödenmesine ilişkin
esas ve usullerin düzenlenmesidir.”
“MADDE 3-
1) Banka tarafından toplanan işlem tutarları ve bu Kararın 4 üncü maddesinin altıncı fıkrası uyarınca işleyecek
faizleri, bu Karar hükümlerine göre başvuran hak sahiplerine, ekte yer alan
taahhütname ve ibraname ödeme sırasında Ödeme Bankası tarafından alınmak
kaydıyla, Fon aracılığıyla ödenir. Fon tarafından, bu fıkra kapsamında
aktarılan tutarlara ilişkin bilgiler yazılı ve elektronik ortamda BDDK, SPK ve
Müsteşarlığa bildirilir.
(2) Bu Karar kapsamında kesinleşmiş idari yargı kararlarına
dayanan her türlü ödemeler; hak sahiplerinin kesinleşme şerhli ilam ve
aşağıdaki belgelerle birlikte BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı yapacakları yazılı
başvuru üzerine, anılan idarelerin Fona yapacakları ortak bildirimini müteakip,
Fon tarafından ödeme tarihine kadar hesaplanacak faizleri ile birlikte Ödeme
Bankasına altmış gün içinde aktarılır.”
MADDE 4-
(1) 3 üncü maddenin birinci fıkrası
kapsamında ödeme talep eden kişiler tarafından, bu Kararın yayımı tarihinden
itibaren yirmi gün içinde, iadeli taahhütlü posta yolu ile veya özel şirketler
aracılığıyla imza karşılığı teslim suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
adına başvuru merkezi olarak belirlenen “Büyükdere Caddesi Bentek
İşhanı No:47 K:1 Mecidiyeköy 34387 Şişli – İstanbul” adresine başvurulur.
(6) Bu madde kapsamındaki ödemelerde anapara olarak işlem
tutarı esas alınır. Söz konusu tutara, 19/1/2004 tarihinden bu maddenin birinci
fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son gününe kadar, Türkiye İstatistik
Kurumunca bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son günü
itibarıyla açıklanmış olan en son Tüketici Fiyat Endeks sayısının, tahakkuk
dönemi başlangıç tarihinde açıklanmış en son Tüketici Fiyat Endeks sayısına
bölünmesi ile bulunan oran üzerinden faiz tahakkuk ettirilir.
(10) Bu maddenin birinci fıkrasında yer alan yirmi günlük
sürenin bitiminden sonra yapılacak başvurular ile süresi içerisinde yapılmış
olmakla birlikte bu maddenin dördüncü fıkrası hükmü saklı kalmak kaydı ile
evrakı eksik olan başvurulara ilişkin ödemeler, gecikmeli talebin Fona ulaştığı
veya eksik bilgi ve belgelerin tamamlanarak Fona ulaştırıldığı tarihten
itibaren altmış gün içinde Fon tarafından, altıncı fıkra çerçevesinde hak
sahiplerine ödenmek üzere Ödeme Bankasına aktarılır."
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
22. Mahkemenin 6/1/2016
tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
23. Başvurucu; DİBS satın almak
amacıyla Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.ye ödemelerde bulunduğunu ancak sonradan
Bankanın DİBS satma yetkisinin olmadığının ortaya çıktığını, yaptığı ödemeleri
geri alabilmek için ilgili kurumlar olan BDDK, SPK ve TMSF'den
talepte bulunduğunu, cevap alamaması üzerine açtığı tam yargı davası sonunda
olayda BDDK ve SPK'nın hizmet kusuru bulunduğunun tespit edildiğini, bu anlamda
normal şartlarda devlet garantisi altında bulunan DİBS'ler
için devletin mülkiyet hakkı yönünden pozitif yükümlülüklerini yerine
getirmediğini, söz konusu yetkisiz satış nedeniyle uğradığı gerçek zararın
yetkisiz satışı yapılan DİBS'lerin nominal bedelleri
ve dava tarihinden itibaren hesaplanacak faiz üzerinden ortaya konulması
gerektiğini fakat Mahkemenin kararında DİBS işlem bedelleri ve üzerinden
hesaplanan faiz toplamında zarara hükmedildiğini, ötesinde anılan kararın
temyiz incelemesi devam ederken çıkarılan 5667 sayılı Kanun nedeniyle
Mahkemenin davanın konusuz kaldığına karar verdiğini, 5667 sayılı Kanun ile
yargılamaya müdahale edilerek mevcut mevzuat ve yargı içtihatlarına göre
alabileceği tazminatın önemli kısmından mahrum bırakıldığını, ayrıca açtığı
dava nedeniyle yargılama giderlerine katlanmak zorunda kaldığını ve söz konusu
yargılama sürecinin de makul süreyi aştığını belirterek adil yargılanma,
mülkiyet ve mahkemeye erişim haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş ve
ihlallerin tespiti ile tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
B. Değerlendirme
24. Başvurucu; Bankanın yetkisiz
DİBS satışından kaynaklanan zarar nedeniyle pozitif yükümlülükler kapsamında
devletin sorumluluğunun bulunduğunu, bu sorumluluğun başvuru konusu DİBS’lerin vade tarihindeki değerinin kanuni faizle
ödenerek giderilmesi gerektiğini, yargılama devam ederken 5667 sayılı Kanun’la
davaya yapılan müdahale ile kapsamının daraltıldığını belirterek adil
yargılanma, mülkiyet ve mahkemeye erişim haklarının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
25. Bakanlık görüş yazısında
başvurucunun 5667 sayılı Kanuna göre başvurabileceği bir komisyon bulunduğunu,
bahsedilen komisyonun ilgili Kanun gereği yetkisiz DİBS satışından kaynaklanan
zararların giderilmesiyle görevlendirildiğini, öncelikle başvurucunun iç hukuk
yollarının tüketip tüketmediğinin incelenmesi gerektiği belirtilmiştir.
26. Başvurucu, Bakanlık görüşüne
karşı beyanında 5667 sayılı Kanun’la öngörülen yola başvurmadığını, çünkü bu
yolun tüketilmesi gereken etkili bir iç hukuk yolu olmadığını, bu yola
başvurması hâlinde taahhütname ve ibraname imzalayarak zararının önemli bir
kısmından feragat etmesi gerektiğini, yargılama devam ederken çıkarılan 5667
sayılı Kanun’un önemli ölçüde başarı şansı olan davasını etkilediğini, 5667
sayılı Kanun’la yapılan müdahalenin öngörülebilir olmadığını belirterek
haklarının ihlal edildiğini ifade etmiştir.
27. Anayasa Mahkemesi, olayların
başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların
hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir
Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
28. Somut başvurunun mülkiyet
hakkı yönünden çözüme kavuşturulabilmesi için başvuru yolarının tüketilip
tüketilmediği sorununun 5667 sayılı Kanun’la öngörülen başvuru yolunun
etkililiğiyle bağlantılı olarak incelenmesi gerekmektedir. Başvurucunun
silahların eşitliği ilkesi ve makul sürede yargılanma hakkına ilişkin ihlal
iddiaları ise ayrıca incelenmiştir.
1. Kabul
Edilebilirlik Yönünden
a. Mülkiyet Hakkı ve Etkili Başvuru Hakkıyla Bağlantılı
Olarak Başvuru Yollarının Tüketilmesi Sorunu
29. Başvurucu; 5667 sayılı
Kanun’la öngörülen başvuru yolunun zararlarının önemli bir kısmını telafi
etmeyeceği, ibraname ve taahhütname imzalamak zorunda kalacağı nedenleriyle bu
yola başvurmadığını ve bu yolun mülkiyet hakkını korumada etkili bir yol
olmadığını iddia etmiştir.
30. Anayasa Mahkemesine bireysel
başvuru, iddia edilen hak ihlallerinin derece mahkemelerince düzeltilmemesi
hâlinde başvurulabilecek ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Bireysel başvuru
yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda
bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Bu
ilke uyarınca başvurucunun Anayasa Mahkemesi önüne getirdiği şikâyetini
öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak
iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve kanıtlarını zamanında bu makamlara
sunması ve aynı zamanda bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli
özeni göstermiş olması gerekir (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403,
26/3/2013, § 17).
31. Ancak tüketilmesi gereken
başvuru yollarının ulaşılabilir olmaları yanında telafi kabiliyetini haiz
olmaları ve tüketildiklerinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı
şansı tanımaları gerekir. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek
başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en
azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir (Hamit Kaya, B. No: 2012/338, 2/7/2013, §
29).
32. Anayasa’nın 35. maddesinde
bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye,
başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak
koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve
tasarruf etme olanağı veren bir haktır. Anayasa’ya göre bu hak, mutlak bir hak
olmayıp ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlama getirilebilir. (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No:
2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).
33. Anayasa’nın 35. maddesi ve
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesi
benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme de üç
kural ihtiva etmektedir. Sözleşme’nin ilk cümlesi herkese mülkünden barışçıl
yararlanma hakkı verirken Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını
tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda
mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya da kişilere ait mülkiyetin hangi
koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No:
2013/1301, 30/12/2014, § 46).
34. Her iki düzenlemenin üçüncü
cümleleri ise mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir.
Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum
yararına aykırı olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir
ilkeye yer verirken Sözleşme’ye Ek 1 No.lu
Protokol’ün birinci maddesinin ikinci fıkrası; devletlerin, mülkiyeti kamu
yararına düzenleme, vergiler ve diğer katkılar ile cezaların tahsili konusunda
gerekli gördükleri yasaları uygulama konusundaki haklarını saklı tutarak taraf
devletlerin genel yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol”
yetkisine sahip olduklarını düzenlemektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok
maddesi ilgili olduğu hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da
mülkiyeti düzenleme yetkisi vermektedir (Necmiye
Çiftçi ve diğerleri, § 47).
35. AİHM’e göre ikinci ve üçüncü
kurallar, mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesi şeklinde ifade edilen birinci
kuralın özel görünüm şekilleridir ve bu nedenle genel nitelikli birinci kuralın
ışığı altında anlaşılmaları gerekmektedir (James
ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, §
37).
36. Bireysel başvuru, devlet
tarafından kamu gücü kullanılarak bireylerin temel haklarına yapılan
müdahaleler sonucu meydana gelen hak ihlallerini gidermek amacıyla ihdas
edilmiş ikincil koruma mekanizması olmakla birlikte kimi durumlarda özel
kişiler arası ilişkiler sonucu, özel kişilerin birbirilerinin haklarına
yaptıkları müdahalelerde devlete atfedilebilecek sorumluluklar
bulunabilmektedir. Bu durumlarda bireysel başvuru konusu yapılan dava sadece
adil yargılanma hakkı kapsamında incelenmekle kalmayıp özel kişiler tarafından
başlatılan süreç sonucu etkilenen diğer haklar yönünden de incelenebilir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No:
2012/1035, 17/7/2014, § 34).
37. Mülkiyet hakkının gerçekten
ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi, yalnızca devletin müdahaleden
kaçınmasına bağlı olmayıp özellikle başvurucuların kamu makamlarından meşru
beklentilerinin olduğu tedbirler ile mülkünden etkili bir biçimde
yararlanabilmeleri arasında doğrudan bir bağ bulunduğu durumlarda ayrıca
pozitif koruma önlemlerinin de alınması gerekmektedir (Öneryıldız/Türkiye, B. No: 48939/99, 30/11/2004, §
134).
38. Bu bağlamda devletin temel
amaç ve görevlerini tanımlayan Anayasa’nın 5. maddesi, kişinin temel hak ve
hürriyetlerini sınırlayan engelleri kaldırmayı ve insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı hukuk devletinin gereği
olarak kabul etmektedir. Bahsedilen Anayasa hükmünün gerekçesinde devletin hak
ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olması gereğinin benimsendiği
ifade edilmiştir. Anayasa’nın pek çok maddesinde düzenlemeye konu hakkın
korunması ve gerçekleştirilmesi için devletin alacağı tedbirlerden
bahsetmektedir (Türkiye Emekliler Derneği,
§ 38).
39. Bireylerin Anayasa ve
Sözleşme’nin ortak koruma alanında bulunan temel haklara özel hukuk kişileri
tarafından yapılan müdahaleler sonucu haklarının zarar gördüğü kimi durumlarda
devlete atfedilebilecek sorumluluklar bulunabilir. Devletin, bu tür haksız müdahalelere
karşı bireylerin mülkiyet hakkının korunması için etkili iç hukuk yolları ihdas
ederek yapılan müdahalelere karşı özellikle mahkemelere başvurmak suretiyle
koruma talep edebilmelerini sağlaması ve yapılacak yargılamalarda özel
kişilerin çatışan hakları arasında tercih yaparken mahkemelerce Anayasa’ya
uygun yorumla temel hakların korunması gerekmektedir. Böylelikle devlet, etkili
bir iç hukuk yolu ihdas edip adalet ve hakkaniyete uygun bir yargılama ortamı
oluşturarak üzerine düşen görevi yerine getirmiş olacaktır (Türkiye Emekliler Derneği, § 39).
40. Somut başvuruya konu davada
başvurucuya elinde DİBS olmadan ve ikincil piyasada bunları satma yetkisi
bulunmayan Banka tarafından karşılığında bedeli alınarak DİBS satışı
gerçekleştirilmiştir. Satışı yapan ve başvurucunun zararına neden olan Banka
bir özel hukuk tüzel kişisidir. Başvurucuyu mülkünden mahrum bırakan işlemin
kamu gücü kullanılmasından kaynaklanmadığı hususunda bir şüphe bulunmamaktadır.
41. Bununla birlikte Anayasa’nın
167. maddesinin ilk fıkrasında “Devlet,
para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya
anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.”
denilmektedir. 4389 sayılı mülga Kanun ve 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu da bahsedilen Anayasa hükmü ile devlete verilen finansal
piyasaların güven içinde çalışması ve tasarruf sahiplerinin haklarının
korunması amacıyla çıkarılmışlardır. Nitekim 5411 sayılı Kanun’un 1. maddesinde
bu amaç “Bu Kanunun amacı, finansal
piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir
şekilde çalışmasına, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına
ilişkin usûl ve esasları düzenlemektir.”
şeklinde ifade edilmiştir. Bahsedilen Kanunlar ile birçok kanun bu amacı
gerçekleştirmek için kamu kurumları (BDDK, TMSF ve SPK gibi) ihdas ederek
finans piyasalarının güven ve istikrarını sağlama ve tasarruf sahiplerinin
haklarını koruma görevini bu kurumlar vasıtasıyla devlete yüklemiş ve bu amaçla
mevduat sigortası gibi sistemleri kabul etmiştir.
42. Mali piyasalarda faaliyet
gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesi devletin görevleri arasında
yer almakta olup bu görevin yerine getirilmemesinde başta ilgili kamu kurumları
olmak üzere kamu sorumluluğu bulunduğu açıktır. Bu çerçevede karşılığı olmayan
DİBS satışı nedeniyle devletin -mülkiyetin kullanımını kontrol kapsamında-
pozitif yükümlülüklerinin, Mahkemece de tespit edildiği şekilde gereği gibi
yerine getirilmediği anlaşılmaktadır.
43. Mülkiyeti sınırlamaya göre
daha geniş takdir yetkisi veren düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık,
meşruluk ve ölçülülük ilkelerinin gereklerinin karşılanması kural olarak
aranmaktadır. Bunun yanında ölçülülük ilkesi gereği mülkiyetten yoksun
bırakmada aranan tazminat ödeme yükümlülüğü, somut olayın koşullarına bağlı
olarak düzenleme/kontrol yetkisinin kullanıldığı durumlarda
gerekmeyebilmektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, §§ 83, 84, 91).
44. BDDK’nın 3/7/2003 tarihli
kararıyla Bankanın yönetim ve denetimi TMSF’ye
devredildikten sonra Bankanın sahip olmadığı DİBS'leri
mudilere sattığı belirlenmiştir. Bunun üzerine idari yargıda binlerce dava
açılmıştır. Bu davalarda Mahkemelerin davacılar lehine verdiği kararların
birinin Danıştay tarafından yapılan temyiz incelemesi Bankaya DİBS almak
amacıyla yatırılan anaparanın dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödenmesi
sağlanacak şekilde sonuçlandırılmıştır.
45. Bankanın elinde DİBS
olmadığı hâlde yaptığı satışların ciddi miktarlarda olduğunun tespit edilmesi
ve bu durumun binlerce dava açılmasına sebep olduktan sonra kanun koyucu, bu
davaların yargı yoluna gidilmeden veya yargı süreçlerinin tamamlanması
beklenmeden çözüme kavuşturulması ve ödenecek tazminatların finansmanının
sağlanması amacıyla 5667 sayılı Kanun’la düzenleme yapmıştır.
46. 5667 sayılı Kanun’un 5.
maddesiyle 28/3/2002 tarihli ve 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin
Düzenlenmesi Hakkında Kanun’a geçici 14. madde eklenerek TMSF tarafından
yapılacak her türlü ödemenin gerçekleştirilebilmesi amacıyla Hazine
Müsteşarlığınca TMSF’ye özel tertip devlet iç
borçlanma senetleri ihraç yetkisi verilmiştir.
47. 5667 sayılı Kanun’un 1.
maddesiyle ödemelerin TMSF tarafından yapılacağı, ödemelerde Bankaya yatırılan
tutarların esas alınacağı ve ödemelere ilişkin usul ve esasların BKK ile
belirleneceği hüküm altına alınmış; 13/7/2007 tarihli BKK’nın
4. maddesiyle yürürlülük tarihinden itibaren ilgili
belgelerle birlikte yirmi gün içinde başvurulması hâlinde hak sahiplerine
ödeneceği, ödemelerde anapara olarak işlem tutarının esas alınacağı, bu tutara
tüketici fiyat endeksi oranında faiz uygulanacağı belirtilmiştir. Düzenlemenin
3. maddesinde ise başvuran hak sahiplerinden ödeme sırasında ödeme bankası
tarafından taahhütname ve ibraname alınacağı ifade edilmiştir.
48. Ayrıca yetkisiz olarak DİBS
satışı işlemleri ile ilişkili olarak görevi ihmal suçlamasıyla SPK yöneticileri
hakkında açılan davada Ankara 24. Asliye Ceza Mahkemesi 18/10/2007 tarihli ve
E.2004/624, K.2007/787 sayılı kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında
verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar vermiştir. Yine aynı konuyla ilgili
olarak BDDK yöneticileri aleyhine aynı suçlamayla açılan davada ise Ankara 24.
Asliye Ceza Mahkemesi 19/10/2006 tarihli ve E.2004/297, K.2006/840 sayılı
kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün
ertelenmesine karar vermiştir.
49. TMSF’nin 20/11/2015 tarihli
yazısında 5667 sayılı Kanun kapsamında Bankanın karşılığı olmayan DİBS satışı
nedeniyle Kanun’un yayımlanma tarihinden 19/10/2015 tarihine kadar toplam 54
etapta 22.095 hesapta 26.140 adet işlem karşılığı 725.044.483,41 TL anapara olmak
üzere 965.324.216,36 TL ödeme yapıldığı, 2007/12398 sayılı BKK’nın
4. maddesinin onuncu fıkrasında geçen sürenin hak düşürücü süre olarak
uygulanmadığı ve ilgili belgeler tamamlanarak başvurulması hâlinde 60 gün
içinde ilgilisine ödeme yapıldığı, Başvurucunun 5667 sayılı Kanun kapsamında TMSF’ye yaptığı bir başvurusunun bulunmadığı, bu güne kadar
başvurmayan 97 hak sahibinin kaldığı ifade edilmiştir.
50. Somut başvuruya konu davada
başvurucunun kendisine karşılığı bulunmayan DİBS satışı nedeniyle DİBS'lerin 7/7/2004 günü vade tarihinde nominal bedelleri
(vade tarihine kadar nemalanmış) karşılığı olan 130.125,50 TL'nin faiziyle
birlikte ödenmesi talebiyle açtığı davada Mahkeme 26/10/2006 tarihli kararı ile
DİBS'lerin işlem bedeli olan toplam 83.999,94 TL'nin
satış gösterilen DİBS'lerin vade tarihi olan 7/7/2004
tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte BDDK ve SPK’dan yarı
yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Karar temyiz
aşamasında iken yürürlüğe giren 5667 sayılı Kanun’la TMSF’ye
başvurulması hâlinde Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan bedelin işlem
tarihinden ödeme tarihine kadar tüketici fiyatları endeksi uygulanarak
ödeneceği hükmü getirildiğinden Danıştay 13. Dairesi karar verilmesine yer
olmadığı gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararını bozmuş ve Mahkeme bozma
kararına uymuştur. Başvurucu ise yeni getirilen başvuru yolunun tüm zararlarını
gidermediği gerekçesiyle bu yola başvurmayarak dava kesinleştikten sonra
bireysel başvuruda bulunmuştur.
51. Başvurucu kendisine
satıldığını kabul ettiği DİBS’lerin 7/7/2004 günü
vade tarihinde nemalanmış karşılığının kanuni faizle kendisine ödenmesini talep
etmektedir. Başvurucu 5667 sayılı Kanun yürürlüğe girmiş olması durumunda bu
talebinin lehine sonuçlanabileceğini iddia etmektedir. Ancak ne başvurucu
lehine verilen kararda ne de diğer davacılar lehine verilen kararlarda,
bahsedilen talebi kabul eden bir hüküm bulunmamaktadır. Danıştayın
aynı konuyla ilgili olarak açılan davalarda davacılar lehine verdiği kararla
Bankaya yatırılan bedelin dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödenmesine
hükmedilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun olmayan DİBS’lerinin
vade tarihinde nemalanmış bedelinin ödenmesini destekleyen açık kanun hükmü
bulunmadığı gibi bu iddiayı destekleyen yerleşik yargı içtihadı da
bulunmamaktadır.
52. Nitekim Danıştay 13.
Dairesi, Bankanın yetkisiz DİBS satışı nedeniyle uğranılan zararın tazmini
istemli bir davada 2/12/2005 tarihli ve E. 2005/2625, K.2005/5753 sayılı
kararıyla “…davacının tazminat isteminin
kabulü ile hizmet kusurları saptanan BDDK ve SPK tarafından yarı yarıya dava
tarihi olan … gününden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte davacıya
ödenmesine…” karar vermiştir.
53. Başvurucu lehine verilen
Mahkeme kararında öngörülen vade tarihinden itibaren kanuni faizle ödeme,
Danıştay kararında geçen dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödeme ile 5667
sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli BKK ile öngörülen Bankaya bedelin yatırıldığı
tarihten ödeme tarihine kadar geçen sürede TÜFE oranında enflasyon farkı
ödenmesi arasında hak sahiplerinin mağduriyetlerinin giderilmesi yönünden ciddi
bir farklılık bulunmamaktadır. Somut başvuruda İlk Derece Mahkemesinde
başvurucunun lehine çıkan 26/10/2006 tarihli kararda işlem bedeli olan
83.999,94 TL'nin 7/7/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile
birlikte ödenmesine karar verilmiştir. Başvurucu bu bedeli 13/7/2007 tarihli BKK’nın yürürlüğe girdiği tarihte tahsil etmiş olsaydı
alacağı faiz miktarı 44.269,12 TL (toplam 128.269,06 TL) olurken 5667 sayılı
Kanun yoluna başvurmuş olsaydı aynı tarihte anaparaya ilave olarak alacağı
enflasyon farkı 34.216,00 TL (toplam 118.216,00 TL) olacaktır.
54. Mali piyasalarda faaliyet
gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesinin devletin görevleri arasında
yer aldığı açık olmakla birlikte özel kişiler arasındaki bir sözleşmeden
kaynaklanan zararın; Bankanın kötü niyetli yönetiminden kaynaklandığı, devletin
sorumluluğunun pozitif yükümlülükler kapsamında bulunduğu, özel kişiler
arasında yapılan sözleşmede tarafların sözleşmenin yerine getirilmemesi
nedeniyle oluşabilecek zarar riskinin taraflar üzerinde olduğu, daha düşük
getirili ve daha düşük riskli sözleşme yerine daha yüksek getiri sağlayan daha
yüksek riskli sözleşmeyi tercih edenlerin sorumluluğunu da gözönünde
bulundurularak bir dengeleme yapılması mülkiyet hakkının ihlali anlamına
gelmeyecektir.
55. Bu kapsamda daha önce
karşılaşılmamış bir yolsuzluk tipi olarak ikincil piyasalarda satış yetkisi
bulunmadan ve/veya elinde DİBS olmadan bireylere satış yapan Banka sahip ve
yönetiminin sebep olduğu Bankaya el konmasını gerektirecek boyutta ciddi zararı
ve Bankaya mevduat veya diğer finansman enstrümanları almak için yatırdıkları
tasarrufları hileli işlemlerle ellerinden alınmış binlerce mudinin
zararını gidererek bankacılık sisteminin tekrar istikrar ve güvene
kavuşturulması ile devam eden binlerce davanın yargısal yollar tüketilmeden
gerek yargıya iş yükü olmasının gerekse zarara uğrayan mudilerin yargı
külfetlerine katlanmasının önüne geçmeyi amaçlayan 5667 sayılı Kanun’la
getirilen düzenlemenin öngörülen kamu yararı ile mudilerin mülkiyet hakları
arasında sağlanması gereken adil dengeyi koruduğu sonucuna ulaşılmıştır.
56. 13/7/2007 tarihli BKK’nın 3. maddesiyle hak sahiplerine ödeme yapılabilmesi
için bu kişilerden taahhütname ve ibranamenin ödeme sırasında alınması
gerektiği belirtilmiştir. Başvurucu bu durumun daha sonra fazlaya ilişkin
olarak dava açmasını engellediğini, bu nedenle bu yola başvurmadığını ifade
etmiştir.
57. AİHM, yetkisiz DİBS satışı
nedeniyle 5667 sayılı Kanun yoluna başvurduktan sonra taahhütname ve ibraname
imzalatılması ile zararlarının tam karşılanmamasından şikâyet eden
başvuranların iddialarını başvuranların ödemeleri kabul etme konusunda devlet
makamlarının baskısına maruz kalmadıklarını, temel amacı bankacılık sistemi ve
mali sistemi desteklemek ve bankacılığın etkinliğini güvence altına almak,
bankacılık sisteminin devamlılığı ile bu bankalarda hesapları olan kişilere
yapılacak ödemeler arasında bir denge sağlamak olan müdahalenin meşru amacının
bulunduğunu, 5667 sayılı Kanun’a ilişkin hükümler gereğince alacaklılar
arasında adil yönetim sağlandığını ve ulusal ekonominin gerektirdiği genel
yararın gerekleri ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil
dengenin garanti altına alındığını ve müdahalenin başvuranlar üzerinde aşırı ve
ağır bir yük oluşturmadığını değerlendirerek bu şikâyetler yönünden başvuruyu
kabul edilemez bulmuştur (Erdem ve Egin-Erdem/Türkiye, B. No. 28431/06…,
17/11/2009).
58. Öncelikle taahhütname ve
ibranamenin imzalanması kişilerin iradesine bırakılmış olup başvurucu
imzalamadığından 5667 sayılı Kanun’la öngörülen yola başvurmamıştır. Bankanın
yetkisiz DİBS satışı nedeniyle mağdur olan 22.095 hesap sahibinden başvurucuyla
birlikte 97 hesap sahibi ibraname ve taahhütname imzalamayarak bu yolu
kullanmamıştır.
59. Bununla birlikte 5667 sayılı
Kanun’la öngörülen başvuru yolu, diğer amaçları yanında daha önce
karşılaşılmamış bir yolsuzluk olan mudilere yetkisiz DİBS satışı nedeniyle
meydana gelen zararların telafisinin yargıya başvurmadan sağlanmasını, böylece
yargının ciddi bir iş yükünden kurtarılmasını, idarelerin ve mudilerin de dava
yükünden kurtarılarak yargı külfetlerine katlanmasının önüne geçilmesini
hedeflediğinden bu yol tüketildikten sonra tekrar yargı yolunun kullanılmaması
için taahhütname ve ibranamenin imzalanmasını öngörmüştür.
60. Ödemeler yapıldıktan sonra
tekrar ciddi bir dava yükü altında kalınması hâlinde bu amaç
gerçekleşmeyeceğinden taahhütname ve ibranamenin imzalatılarak ödeme
yapılamasında kamu yararı amacı bulunduğu gibi, binlerce davayı konu olan,
devlete ciddi ekonomik yük getiren sorunun daha pratik, daha hızlı ve yargı
külfetine katlanmadan çözümünü öngören başvuru yolunun doğası gereği
uygulanması gerektiği açıktır.
61. Bu durumda 5667 sayılı
Kanun’la öngörülen başvuru yolunun mülkiyet hakkını sorumluluğu büyük oranda
devlette kabul ederek koruyan bir mekanizma olduğu, sorumluluklar arasında adil
denge sağladığı, ekonominin gerektirdiği kamu yararı ile kişilerin mülkiyet
hakkının korunması arasında adil dengeyi garanti altına aldığı, öngörülen çözüm
yolunun başvurucu üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığı, başvurucunun
iddia ettiği gibi davası görülmeye devam etse dahi Danıştay içtihadının işlem
bedelini kanuni faizle ödenmesi yönünde olduğu ve 5667 sayılı Kanun yoluyla
yapılacak ödemeden çok farklı olmayacağı anlaşıldığından tüketilmesi gereken
etkili bir yol olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca TMSF’den
alınan yazıya göre başvurucunun, bu yola başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli
enflasyon farkıyla birlikte alma imkânının hâlen bulunduğu anlaşılmaktadır.
62. Açıklanan nedenlerle
başvurucunun mülkiyet hakkıyla ilgili şikâyetinin diğer kabul edilebilirlik
şartları yönünden incelenmeksizin başvuru
yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna
karar verilmesi gerekir.
b. Silahların Eşitliği İlkesinin İhlal Edildiğine İlişkin
İddia
63. Adil yargılanma hakkının unsurlarından
biri silahların eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi, davanın
taraflarının usul hakları bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve
taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia
ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip
olması anlamına gelmektedir (Yaşasın Aslan,
B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Kural olarak başvurucular, davanın karşı
tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan
olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. Taraflardan birine tanınıp
diğerine tanınmayan avantajın, fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil
bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş sayılabilir (Hüseyin Sezen, B. No: 2013/1793,
18/9/2014, § 37).
64. Devletin, -kendisi taraf
olsun ya da olmasın- davanın taraflarından birini diğerine nazaran önemli
ölçüde avantajlı hâle getiren kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği
ilkesi ve dolayısıyla yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına
aykırılık oluşturur. Bir başka ifadeyle yasama organının, yargılamadaki
taraflardan birinin lehine sonuç doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda
davanın taraflarının eşit konumda olduğu söylenemez. Bunun için yargısal süreci
etkilediği iddia edilen düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı
şansını önemli ölçüde azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme
arasında bir illiyet bağı bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan
başka etken ortaya çıkmamış olması gerekir (Zekiye
Şanlı, B. No: 2012/931, 26/6/2014, § 72).
65. Somut başvuruya konu davada
5667 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesiyle başvurucunun davası ve bezer davalar
hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Bu yönde karar verilmesinin
nedeni 5667 sayılı Kanun’un yeni bir idari başvuru yolu sunması ve devam eden
davaların bu yolla çözümünü öngörmesidir.
66. Yukarıda anlatıldığı gibi
5667 sayılı Kanun’la öngörülen yeni başvuru yolu, yargı yoluna gerek kalmadan
mudilerin haklarını korumayı amaçlamakta olup, başvurucunun 5667 sayılı Kanun
yürürlüğe girmeden önce dava yoluyla elde edebileceği bedele yakın bir bedeli
yargı masrafları ve süreçlerine katlanmadan elde etmesini temin etmeyi
amaçlamaktadır. Öngörülen bu yol başvurucuyu ve diğer mudileri dezavantajlı
duruma düşürme veya davanın esasını oluşturan tazminatı devlet lehine
kaldırmayı amaçlayan bir düzenleme olmayıp dava konusu edilmiş bedeli
(başvurucuların DİBS alımı işlemine konu ettikleri anapara miktarını) enflasyon
farkı ilave ederek yargısal yollara gerek kalmaksızın pratik ve hızlı bir
biçimde ödemeyi sağlamaktadır. Bu düzenleme, kamu yararını sağlamanın yanında
uzun yargısal süreçler ve talep fazlası için aleyhe hükmedilen vekâlet ücreti
ve harçlar gibi yargı masraflarına katlanmadan sonuç almaya imkân verdiğinden
düzenlemenin başvurucu dâhil benzer durumda olan mudilerin de yararını
sağlamaya yönelik olduğu açıktır. Nitekim 22.095 hesap sahibinin tamamına
yakını bu yola başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli enflasyon farkıyla birlikte
tahsil etmiştir. Bu yola başvurmayan mudi sayısı ise oldukça sınırlıdır.
67. Açıklanan nedenlerle
başvurucunun silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiği iddiasının diğer
kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlaline İlişkin İddia
68. Başvurucunun makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun
olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi
biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu bölümüne ilişkin olarak kabul
edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.
2. Esas
Yönünden
a. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin
İddia
69. Başvurucu, Bankadan aldığı DİBS’lerin karşılıksız olduğunun anlaşılması sonrasında
12/12/2003 tarihli talebine cevap verilmemesi üzerine 2004 yılında idari
yargıda açtığı tam yargı davasının 2013 yılında sonuçlandığını ve yargılama
süresinin makul süreyi aştığını iddia etmiştir.
70. Anayasa ve Sözleşme’nin
ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun
kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma
hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36.
maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa
Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok
kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında
yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın
36. maddesi kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını oluşturan
makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil
yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve
mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul
sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde
bulundurulması gerektiği açıktır (Güher
Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
71. Davanın karmaşıklığı,
yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup
olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması
gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve
diğerleri, §§ 41–45).
72. Anayasa’nın 36. maddesi ve
Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin
uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer
alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan ancak sonucu
itibarıyla özel nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan
uyuşmazlıkları konu alan davalar da Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6.
maddesinin koruması kapsamına girmektedir. Bu anlamda, belirtilen
düzenlemelerde yer verilen güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği
iddia edilen idari bir kararın iptali talebiyle açılan davalara da
uygulanacaktır (Selahattin Akyıl,
B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 44). Başvurucunun idareyi sorumlu tutarak açtığı
tam yargı davasının medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğu
anlaşılmıştır.
73. Medeni hak ve
yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde
sürenin başlangıcı kural olarak, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama
sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği
tarih olmakla beraber bazı özel durumlarda girişimin niteliği gözönünde bulundurularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha
önceki bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir (Selahattin Akyıl, § 45). Somut başvuru
açısından benzer bir durum söz konusu olup makul süre değerlendirmesinde nazara
alınacak zaman diliminin başlangıç tarihi, başvurucu tarafından İdareye başvuru
yapılan 12/12/2003’tür.
74. Sürenin bitiş tarihi ise
çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme
tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, , § 52).
Bu kapsamda somut yargılama faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin,
başvurucunun karar düzeltme talebi hakkında verilen Danıştay Onüçüncü Dairesinin E.2012/2343, K.2013/1535 sayılı karar
tarihi olan 28/5/2013 olduğu anlaşılmaktadır.
75. Başvuruya konu yargılama
sürecinin incelenmesi neticesinde başvurucunun idari yargıda 16/2/2004
tarihinde açtığı tam yargı davası; İlk Derece Mahkemesi tarafından 26/10/2006
tarihinde kısmen kabul edilmiş, Danıştayın bozma
kararı sonrasında ise 22/6/2010 tarihinde karar verilmesine yer olmadığına
şeklinde karara bağlanmış, başvurucunun temyiz talebi 27/12/2011 tarihinde,
karar düzeltme talebi ise 28/5/2013 tarihinde reddedilmiş ve karar
kesinleşmiştir. Yargılama süreci toplamda dokuz yılın üzerinde bir sürede
tamamlanmıştır.
76. İlgili yargılama evrakının
incelenmesi neticesinde başvuruya konu yargılama süreçlerinin icra mahkemeleri
ile idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görülmekle 18/6/1927 tarihli ve 1086
sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda yer alan
usul hükümlerine tabi yargılama faaliyetlerinin söz konusu olduğu ve bu
yargılama alanlarına dâhil uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri için
geçerli genel usul hükümleri içeren Kanunların muhtelif maddelerinin,
uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu
anlaşılmaktadır.
77. Hukuk sistemimizde idari
yargı alanında yer alan uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama
süresini aştığı yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal
kararında yer verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar
ve Danıştay nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun
yargılama sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu
kapsamda idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede
tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve
Anayasa Mahkemesi tarafından, özellikle 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul
hükümleri de gözönünde bulundurularak makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, § 54-60).
78. Başvuruya konu davalarda yer
alan kişi sayısı ve davaların mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul
işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılama süreçlerinin karmaşık olduğunu
ortaya koymakla birlikte, davalara bütün olarak bakıldığında mülga 1086 sayılı
Kanun ve 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine tabi yargılama
süreçlerine ilişkin somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini
gerektirecek bir yön bulunmadığı ve söz konusu dokuz yılı aşkın yargılama
sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
79. Açıklanan nedenlerle
başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
80. Başvurucu, aleyhine sonuçlanan
tam yargı davası nedeniyle mülkiyet hakkının ve makul süreyi aşan yargılama
nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürerek 262.799 TL
maddi, 50.000 TL manevi tazminat ödenmesini talep etmektedir.
81. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin
(1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal
edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde
ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere
hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem
niteliğinde karar verilemez.
Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa,
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere
dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar
bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde
dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme,
Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
82. Başvurucunun tarafı olduğu
uyuşmazlığa ilişkin dokuz yılı aşkın yargılama süresi nazara alındığında
yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle
giderilemeyecek olan manevi zararı karşılığında başvurucuya takdiren
net 8.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
83. Başvurucu tarafından maddi
tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber tespit edilen ihlal ile iddia
edilen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı ve başvurucunun makul
sürede yargılanma hakkının ihlali dışındaki şikâyetleri hakkında kabul
edilemezlik kararı verildiği anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat
taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.
84. Dosyadaki belgelerden tespit
edilen 198,35 TL ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL
yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal
edildiğine ilişkin iddianın başvuru
yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2.
Silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3.
Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların KABUL
EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde
güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya makul sürede
yargılanma hakkının ihlali nedeniyle takdiren net
8.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin
REDDİNE,
D. 198,35 TL harç ve 1.800 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA
ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın
tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren
dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona
erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
6/1/2016
tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.