TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
TURGAY ŞEN BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2013/6941)
Karar Tarihi: 6/1/2016
Başkan
:
Burhan ÜSTÜN
Üyeler
Serruh KALELİ
Hicabi DURSUN
Erdal TERCAN
Hasan Tahsin GÖKCAN
Raportör
Selami ER
Başvurucu
Turgay ŞEN
Vekil
Av. Mesut BEDİRHANOĞLU
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.’nin (Banka) yetkisiz olarak devlet iç borçlanma senedi satışında devletin sorumluluğunun bulunması ve zararın tazmini için açılan davanın dava devam ederken çıkarılan kanuna dayanılarak reddedilmesi nedeniyle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 2/9/2013 tarihinde İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 28/11/2013 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından 17/6/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlığın 14/8/2015 tarihli görüş yazısı 25/5/2015 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Bakanlık cevabına karşı beyanlarını yasal süresi içinde 8/9/2015 tarihinde ibraz etmiştir.
6. Bakanlığın görüş yazısında başvurucunun iddialarının Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonundan (TMSF) görüş alındıktan sonra değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bunun üzerine 4/11/2015 tarihli yazı ile TMSF Başkanlığından başvurucunun iddialarıyla ilgili açıklama yapması istenmiş ve TMSF Başkanlığı, 20/11/2015 tarihli yazısı ile açıklamalarını ibraz etmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvurucu, Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.’den (Banka) 4/6/2003 tarihinde 28.813,90 TL nominal bedelli 18.499,96 TL işlem bedelli ve 17/6/2003 tarihinde 101.311,60 TL nominal bedelli 65.499,97 TL işlem bedelli devlet iç borçlanma senedi (DİBS) almak maksadıyla Bankaya toplam 83.999,94 TL ödeme yapmıştır.
8. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı kararı ile Bankanın yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiştir.
9. Söz konusu Bankada yapılan incelemeler neticesinde Bankanın sahip olmadığı DİBS'leri mudilere sattığı belirlenmiş, bunun üzerine başvurucu 12/12/2003 tarihinde zararının karşılanması için BDDK, TMSF ve Sermaye Piyasası Kuruluna (SPK) noter aracılığı ile ihtarname göndermiştir.
10. Başvurucu, gönderdiği ihtarnameler ile gereğinin yapılmaması üzerine 16/2/2004 tarihinde BDDK ve SPK aleyhine Ankara 3. İdare Mahkemesinde tam yargı davası açmış; DİBS satın almak amacıyla ödediği para karşılığında satış gibi gösterilen DİBS'lerin 7/7/2004 günü vade tarihinde nominal bedelleri (vade tarihine kadar nemalanmış) olan 130.125,50 TL'nin faiziyle birlikte zararın oluşumunda hizmet kusuru bulunan idarelerden tahsilini istemiştir.
11. Ankara 3. İdare Mahkemesi 26/10/2006 tarihli ve E.2004/609, K.2006/2114 sayılı kararı ile 25/10/1990 tarihli ve 50/183 sayılı SPK kararı ile Bankanın borsa üyelik ve aracılık faaliyetlerinde bulunma yetkisinin kaldırıldığını; bu kararın Hazine Müsteşarlığına, İstanbul Menkul Kıymetler Borsasına ve Bankaya bildirildiğini; BDDK kurulduktan sonra kararın Hazine Müsteşarlığınca BDDK'ya gönderilmediğini, Bankanın 21/10/2002 tarihinde yetkisi olmadığı hâlde yoğun olarak DİBS satışına başladığını, bunu gazete ve televizyon reklamları ile halka duyurduğunu, bu süreçte BDDK ve SPK'nın tespit, bildirim, gözetim ve denetim görevlerini yerine getirmediklerini dolayısıyla hizmet kusurlarının bulunduğunu belirtmiş; davanın kısmen kabulü ile başvurucuya satılmış gibi gösterilen DİBS'lerin işlem bedeli olan toplam 83.999,94 TL'nin satış gösterilen DİBS'lerin vade tarihi olan 7/7/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ilgili idarelerden yarı yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine hükmetmiştir.
12. İlk Derece Mahkemesi kararı temyiz incelemesinde iken 24/5/2007 tarihli ve 5667 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesi Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir.
13. Temyiz incelemesi sonunda Danıştay Onüçüncü Dairesi, 23/2/2010 tarihli ve E.2007/9386, K.2010/1644 sayılı ilamı ile 5667 sayılı Kanun uyarınca Banka aracılığı ile DİBS satışı altında para toplanan hak sahiplerine anapara olarak işlem tutarı ödeneceği ve bu tutara Bakanlar Kurulu Kararı (BKK) ile belirlenen oranda faiz uygulanacağını, bu nedenle dava konusu uyuşmazlığın ortaya çıkan yeni hukuki durum çerçevesinde sonuçlandırılacağını belirterek İlk Derece Mahkemesi kararını bozmuştur.
14. Bozma ilamı doğrultusunda dosyayı tekrar ele alan Ankara 3. İdare Mahkemesi, 22/6/2010 tarihli ve E.2010/863, K.2010/973 sayılı ilamı ile 5667 sayılı Kanun uyarınca Bankanın DİBS satışı adı altında topladığı tutarların başvuru hâlinde belirlenen esaslar çerçevesinde TMSF aracılığı ile ödeneceği hükme bağlandığından bakılmakta olan davanın konusuz kaldığını belirtmiş ve karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.
15. Kararın temyiz edilmesi sonucu Danıştay Onüçüncü Dairesi, 27/12/2011 tarihli ve E.2010/4436, K.2011/6102 sayılı ilamı ile kararı onamış; karar düzeltme istemini de 28/5/2013 tarihli ve E.2012/2343, K.2013/1535 sayılı ilamı ile reddetmiştir.
16. Karar düzeltme isteminin reddine ilişkin ilam, başvurucuya 3/8/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
17. Başvurucu 2/9/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
18. 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı mülga Bankalar Kanunu’nun 10. ve 16. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:
“Madde 10
2. …
b) Tasarruf mevduatı, gerçek kişiler tarafından bu nam altında açtırılan ve ticari işlemlere konu olmayan mevduattır.
…
3. 17.2.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin rehinlere ve 22.4.1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanununun alacağın devir ve temlikine ilişkin hükümleri ile diğer kanunların verdiği yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak şartıyla, mevduat sahiplerinin mevduatlarını geri alma hakları hiçbir suretle sınırlandırılamaz. Mevduat sahibi ile banka arasında vade ve ihbar süresi hakkında kararlaştırılan şartlar saklıdır.”
“Madde 16
3. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankada mevduat sahipleri ile diğer alacaklıların haklarını korumaya yönelik tedbirleri alır. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan bankanın 17 nci maddede sayılan ilgililerinin mal, hak ve alacaklarına Fonun talebi üzerine mahkeme tarafından teminat şartı aranmaksızın ihtiyati tedbir veya ihtiyati haciz konulabilir. Bu şekilde alınan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları, karar tarihinden itibaren altı ay içinde dava ve icra-iflas takibine konu olmaz ise kendiliğinden ortadan kalkar. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin kaldırıldığı tarihten itibaren bankanın alacaklıları, alacaklarını temlik edemez veya bu sonucu doğurabilecek işlemleri yapamazlar. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankadaki sigortalı mevduatı doğrudan veya ilan edeceği başka bir banka aracılığı ile ödeyerek, mevduat sahipleri yerine bankanın doğrudan doğruya iflasını ister. Bu görev ve yetki münhasıran Fona aittir.”
19. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesi şöyledir:
“(1) Mülga 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14 üncü maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı Kararı ile bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketi tarafından, Banka bünyesinde karşılığında Devlet iç borçlanma senedi bulunmamasına rağmen ikincil piyasada Devlet iç borçlanma senedi satışı adı altında toplanan tutarlar, başvuru halinde bu Kanunda belirlenen esaslar çerçevesinde Hazine Müsteşarlığınca ihraç edilecek özel tertip Devlet iç borçlanma senetleri kullanılmak suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu aracılığıyla ödenir.
(2) Bu Kanun uyarınca yapılacak ödemelerde; hak sahipliğinin tespitinde Müflis Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketinin kayıtları esas alınır. Hak sahiplerinden talep toplanması, talep toplamanın şekli ve süresi, hak sahipliğinin ispatında aranacak belgeler, ödemeye aracı olacak bankanın tespiti, nakden ve defaten yapılacak ödemenin şekli ve süresi ile kesinleşmiş idarî yargı kararlarına veya bu nitelikteki kararlara dayalı icra takiplerine ilişkin her türlü ödemeler, uygulanacak faiz oranı ile faizin başlangıç tarihi, hak sahiplerine yapılacak ödeme nedeniyle istenebilecek ibraname ve diğer belgelerin içeriği ile ödemelere ilişkin diğer usûl ve esaslar Bakanlar Kurulu tarafından belirlenir.
(3) Bu Kanun kapsamında yapılacak ödemelerde, Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla yatırılan tutarları ifade eden işlem tutarları esas alınır.”
20. 5667 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“(1) Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketine yatırılan tutarlar nedeniyle idarî yargı mercilerinde açılan davalar hakkında bu Kanun hükümleri uygulanır.”
21. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesine göre Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı "Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesine İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Karar"ın (BKK) 1., 3. ve 4. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:
"MADDE 1-
“(1) Bu Kararın amacı; bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet iç borçlanma senedi satışı adı altında toplanan tutarların ödenmesine ilişkin esas ve usullerin düzenlenmesidir.”
“MADDE 3-
1) Banka tarafından toplanan işlem tutarları ve bu Kararın 4 üncü maddesinin altıncı fıkrası uyarınca işleyecek faizleri, bu Karar hükümlerine göre başvuran hak sahiplerine, ekte yer alan taahhütname ve ibraname ödeme sırasında Ödeme Bankası tarafından alınmak kaydıyla, Fon aracılığıyla ödenir. Fon tarafından, bu fıkra kapsamında aktarılan tutarlara ilişkin bilgiler yazılı ve elektronik ortamda BDDK, SPK ve Müsteşarlığa bildirilir.
(2) Bu Karar kapsamında kesinleşmiş idari yargı kararlarına dayanan her türlü ödemeler; hak sahiplerinin kesinleşme şerhli ilam ve aşağıdaki belgelerle birlikte BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı yapacakları yazılı başvuru üzerine, anılan idarelerin Fona yapacakları ortak bildirimini müteakip, Fon tarafından ödeme tarihine kadar hesaplanacak faizleri ile birlikte Ödeme Bankasına altmış gün içinde aktarılır.”
MADDE 4-
(1) 3 üncü maddenin birinci fıkrası kapsamında ödeme talep eden kişiler tarafından, bu Kararın yayımı tarihinden itibaren yirmi gün içinde, iadeli taahhütlü posta yolu ile veya özel şirketler aracılığıyla imza karşılığı teslim suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu adına başvuru merkezi olarak belirlenen “Büyükdere Caddesi Bentek İşhanı No:47 K:1 Mecidiyeköy 34387 Şişli – İstanbul” adresine başvurulur.
(6) Bu madde kapsamındaki ödemelerde anapara olarak işlem tutarı esas alınır. Söz konusu tutara, 19/1/2004 tarihinden bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son gününe kadar, Türkiye İstatistik Kurumunca bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son günü itibarıyla açıklanmış olan en son Tüketici Fiyat Endeks sayısının, tahakkuk dönemi başlangıç tarihinde açıklanmış en son Tüketici Fiyat Endeks sayısına bölünmesi ile bulunan oran üzerinden faiz tahakkuk ettirilir.
(10) Bu maddenin birinci fıkrasında yer alan yirmi günlük sürenin bitiminden sonra yapılacak başvurular ile süresi içerisinde yapılmış olmakla birlikte bu maddenin dördüncü fıkrası hükmü saklı kalmak kaydı ile evrakı eksik olan başvurulara ilişkin ödemeler, gecikmeli talebin Fona ulaştığı veya eksik bilgi ve belgelerin tamamlanarak Fona ulaştırıldığı tarihten itibaren altmış gün içinde Fon tarafından, altıncı fıkra çerçevesinde hak sahiplerine ödenmek üzere Ödeme Bankasına aktarılır."
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
22. Mahkemenin 6/1/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
23. Başvurucu; DİBS satın almak amacıyla Türkiye İmar Bankası T.A.Ş.ye ödemelerde bulunduğunu ancak sonradan Bankanın DİBS satma yetkisinin olmadığının ortaya çıktığını, yaptığı ödemeleri geri alabilmek için ilgili kurumlar olan BDDK, SPK ve TMSF'den talepte bulunduğunu, cevap alamaması üzerine açtığı tam yargı davası sonunda olayda BDDK ve SPK'nın hizmet kusuru bulunduğunun tespit edildiğini, bu anlamda normal şartlarda devlet garantisi altında bulunan DİBS'ler için devletin mülkiyet hakkı yönünden pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediğini, söz konusu yetkisiz satış nedeniyle uğradığı gerçek zararın yetkisiz satışı yapılan DİBS'lerin nominal bedelleri ve dava tarihinden itibaren hesaplanacak faiz üzerinden ortaya konulması gerektiğini fakat Mahkemenin kararında DİBS işlem bedelleri ve üzerinden hesaplanan faiz toplamında zarara hükmedildiğini, ötesinde anılan kararın temyiz incelemesi devam ederken çıkarılan 5667 sayılı Kanun nedeniyle Mahkemenin davanın konusuz kaldığına karar verdiğini, 5667 sayılı Kanun ile yargılamaya müdahale edilerek mevcut mevzuat ve yargı içtihatlarına göre alabileceği tazminatın önemli kısmından mahrum bırakıldığını, ayrıca açtığı dava nedeniyle yargılama giderlerine katlanmak zorunda kaldığını ve söz konusu yargılama sürecinin de makul süreyi aştığını belirterek adil yargılanma, mülkiyet ve mahkemeye erişim haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş ve ihlallerin tespiti ile tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.
B. Değerlendirme
24. Başvurucu; Bankanın yetkisiz DİBS satışından kaynaklanan zarar nedeniyle pozitif yükümlülükler kapsamında devletin sorumluluğunun bulunduğunu, bu sorumluluğun başvuru konusu DİBS’lerin vade tarihindeki değerinin kanuni faizle ödenerek giderilmesi gerektiğini, yargılama devam ederken 5667 sayılı Kanun’la davaya yapılan müdahale ile kapsamının daraltıldığını belirterek adil yargılanma, mülkiyet ve mahkemeye erişim haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
25. Bakanlık görüş yazısında başvurucunun 5667 sayılı Kanuna göre başvurabileceği bir komisyon bulunduğunu, bahsedilen komisyonun ilgili Kanun gereği yetkisiz DİBS satışından kaynaklanan zararların giderilmesiyle görevlendirildiğini, öncelikle başvurucunun iç hukuk yollarının tüketip tüketmediğinin incelenmesi gerektiği belirtilmiştir.
26. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında 5667 sayılı Kanun’la öngörülen yola başvurmadığını, çünkü bu yolun tüketilmesi gereken etkili bir iç hukuk yolu olmadığını, bu yola başvurması hâlinde taahhütname ve ibraname imzalayarak zararının önemli bir kısmından feragat etmesi gerektiğini, yargılama devam ederken çıkarılan 5667 sayılı Kanun’un önemli ölçüde başarı şansı olan davasını etkilediğini, 5667 sayılı Kanun’la yapılan müdahalenin öngörülebilir olmadığını belirterek haklarının ihlal edildiğini ifade etmiştir.
27. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
28. Somut başvurunun mülkiyet hakkı yönünden çözüme kavuşturulabilmesi için başvuru yolarının tüketilip tüketilmediği sorununun 5667 sayılı Kanun’la öngörülen başvuru yolunun etkililiğiyle bağlantılı olarak incelenmesi gerekmektedir. Başvurucunun silahların eşitliği ilkesi ve makul sürede yargılanma hakkına ilişkin ihlal iddiaları ise ayrıca incelenmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
a. Mülkiyet Hakkı ve Etkili Başvuru Hakkıyla Bağlantılı Olarak Başvuru Yollarının Tüketilmesi Sorunu
29. Başvurucu; 5667 sayılı Kanun’la öngörülen başvuru yolunun zararlarının önemli bir kısmını telafi etmeyeceği, ibraname ve taahhütname imzalamak zorunda kalacağı nedenleriyle bu yola başvurmadığını ve bu yolun mülkiyet hakkını korumada etkili bir yol olmadığını iddia etmiştir.
30. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, iddia edilen hak ihlallerinin derece mahkemelerince düzeltilmemesi hâlinde başvurulabilecek ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Bu ilke uyarınca başvurucunun Anayasa Mahkemesi önüne getirdiği şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve kanıtlarını zamanında bu makamlara sunması ve aynı zamanda bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması gerekir (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403, 26/3/2013, § 17).
31. Ancak tüketilmesi gereken başvuru yollarının ulaşılabilir olmaları yanında telafi kabiliyetini haiz olmaları ve tüketildiklerinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı şansı tanımaları gerekir. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir (Hamit Kaya, B. No: 2012/338, 2/7/2013, § 29).
32. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf etme olanağı veren bir haktır. Anayasa’ya göre bu hak, mutlak bir hak olmayıp ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlama getirilebilir. (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).
33. Anayasa’nın 35. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) Ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesi benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme de üç kural ihtiva etmektedir. Sözleşme’nin ilk cümlesi herkese mülkünden barışçıl yararlanma hakkı verirken Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya da kişilere ait mülkiyetin hangi koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 46).
34. Her iki düzenlemenin üçüncü cümleleri ise mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir ilkeye yer verirken Sözleşme’ye Ek 1 No.lu Protokol’ün birinci maddesinin ikinci fıkrası; devletlerin, mülkiyeti kamu yararına düzenleme, vergiler ve diğer katkılar ile cezaların tahsili konusunda gerekli gördükleri yasaları uygulama konusundaki haklarını saklı tutarak taraf devletlerin genel yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol” yetkisine sahip olduklarını düzenlemektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok maddesi ilgili olduğu hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da mülkiyeti düzenleme yetkisi vermektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 47).
35. AİHM’e göre ikinci ve üçüncü kurallar, mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesi şeklinde ifade edilen birinci kuralın özel görünüm şekilleridir ve bu nedenle genel nitelikli birinci kuralın ışığı altında anlaşılmaları gerekmektedir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 37).
36. Bireysel başvuru, devlet tarafından kamu gücü kullanılarak bireylerin temel haklarına yapılan müdahaleler sonucu meydana gelen hak ihlallerini gidermek amacıyla ihdas edilmiş ikincil koruma mekanizması olmakla birlikte kimi durumlarda özel kişiler arası ilişkiler sonucu, özel kişilerin birbirilerinin haklarına yaptıkları müdahalelerde devlete atfedilebilecek sorumluluklar bulunabilmektedir. Bu durumlarda bireysel başvuru konusu yapılan dava sadece adil yargılanma hakkı kapsamında incelenmekle kalmayıp özel kişiler tarafından başlatılan süreç sonucu etkilenen diğer haklar yönünden de incelenebilir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, § 34).
37. Mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde kullanılabilmesi, yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı olmayıp özellikle başvurucuların kamu makamlarından meşru beklentilerinin olduğu tedbirler ile mülkünden etkili bir biçimde yararlanabilmeleri arasında doğrudan bir bağ bulunduğu durumlarda ayrıca pozitif koruma önlemlerinin de alınması gerekmektedir (Öneryıldız/Türkiye, B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 134).
38. Bu bağlamda devletin temel amaç ve görevlerini tanımlayan Anayasa’nın 5. maddesi, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan engelleri kaldırmayı ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı hukuk devletinin gereği olarak kabul etmektedir. Bahsedilen Anayasa hükmünün gerekçesinde devletin hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olması gereğinin benimsendiği ifade edilmiştir. Anayasa’nın pek çok maddesinde düzenlemeye konu hakkın korunması ve gerçekleştirilmesi için devletin alacağı tedbirlerden bahsetmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, § 38).
39. Bireylerin Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanında bulunan temel haklara özel hukuk kişileri tarafından yapılan müdahaleler sonucu haklarının zarar gördüğü kimi durumlarda devlete atfedilebilecek sorumluluklar bulunabilir. Devletin, bu tür haksız müdahalelere karşı bireylerin mülkiyet hakkının korunması için etkili iç hukuk yolları ihdas ederek yapılan müdahalelere karşı özellikle mahkemelere başvurmak suretiyle koruma talep edebilmelerini sağlaması ve yapılacak yargılamalarda özel kişilerin çatışan hakları arasında tercih yaparken mahkemelerce Anayasa’ya uygun yorumla temel hakların korunması gerekmektedir. Böylelikle devlet, etkili bir iç hukuk yolu ihdas edip adalet ve hakkaniyete uygun bir yargılama ortamı oluşturarak üzerine düşen görevi yerine getirmiş olacaktır (Türkiye Emekliler Derneği, § 39).
40. Somut başvuruya konu davada başvurucuya elinde DİBS olmadan ve ikincil piyasada bunları satma yetkisi bulunmayan Banka tarafından karşılığında bedeli alınarak DİBS satışı gerçekleştirilmiştir. Satışı yapan ve başvurucunun zararına neden olan Banka bir özel hukuk tüzel kişisidir. Başvurucuyu mülkünden mahrum bırakan işlemin kamu gücü kullanılmasından kaynaklanmadığı hususunda bir şüphe bulunmamaktadır.
41. Bununla birlikte Anayasa’nın 167. maddesinin ilk fıkrasında “Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.” denilmektedir. 4389 sayılı mülga Kanun ve 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu da bahsedilen Anayasa hükmü ile devlete verilen finansal piyasaların güven içinde çalışması ve tasarruf sahiplerinin haklarının korunması amacıyla çıkarılmışlardır. Nitekim 5411 sayılı Kanun’un 1. maddesinde bu amaç “Bu Kanunun amacı, finansal piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasına, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına ilişkin usûl ve esasları düzenlemektir.” şeklinde ifade edilmiştir. Bahsedilen Kanunlar ile birçok kanun bu amacı gerçekleştirmek için kamu kurumları (BDDK, TMSF ve SPK gibi) ihdas ederek finans piyasalarının güven ve istikrarını sağlama ve tasarruf sahiplerinin haklarını koruma görevini bu kurumlar vasıtasıyla devlete yüklemiş ve bu amaçla mevduat sigortası gibi sistemleri kabul etmiştir.
42. Mali piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesi devletin görevleri arasında yer almakta olup bu görevin yerine getirilmemesinde başta ilgili kamu kurumları olmak üzere kamu sorumluluğu bulunduğu açıktır. Bu çerçevede karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle devletin -mülkiyetin kullanımını kontrol kapsamında- pozitif yükümlülüklerinin, Mahkemece de tespit edildiği şekilde gereği gibi yerine getirilmediği anlaşılmaktadır.
43. Mülkiyeti sınırlamaya göre daha geniş takdir yetkisi veren düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık, meşruluk ve ölçülülük ilkelerinin gereklerinin karşılanması kural olarak aranmaktadır. Bunun yanında ölçülülük ilkesi gereği mülkiyetten yoksun bırakmada aranan tazminat ödeme yükümlülüğü, somut olayın koşullarına bağlı olarak düzenleme/kontrol yetkisinin kullanıldığı durumlarda gerekmeyebilmektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010, §§ 83, 84, 91).
44. BDDK’nın 3/7/2003 tarihli kararıyla Bankanın yönetim ve denetimi TMSF’ye devredildikten sonra Bankanın sahip olmadığı DİBS'leri mudilere sattığı belirlenmiştir. Bunun üzerine idari yargıda binlerce dava açılmıştır. Bu davalarda Mahkemelerin davacılar lehine verdiği kararların birinin Danıştay tarafından yapılan temyiz incelemesi Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan anaparanın dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödenmesi sağlanacak şekilde sonuçlandırılmıştır.
45. Bankanın elinde DİBS olmadığı hâlde yaptığı satışların ciddi miktarlarda olduğunun tespit edilmesi ve bu durumun binlerce dava açılmasına sebep olduktan sonra kanun koyucu, bu davaların yargı yoluna gidilmeden veya yargı süreçlerinin tamamlanması beklenmeden çözüme kavuşturulması ve ödenecek tazminatların finansmanının sağlanması amacıyla 5667 sayılı Kanun’la düzenleme yapmıştır.
46. 5667 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 28/3/2002 tarihli ve 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’a geçici 14. madde eklenerek TMSF tarafından yapılacak her türlü ödemenin gerçekleştirilebilmesi amacıyla Hazine Müsteşarlığınca TMSF’ye özel tertip devlet iç borçlanma senetleri ihraç yetkisi verilmiştir.
47. 5667 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle ödemelerin TMSF tarafından yapılacağı, ödemelerde Bankaya yatırılan tutarların esas alınacağı ve ödemelere ilişkin usul ve esasların BKK ile belirleneceği hüküm altına alınmış; 13/7/2007 tarihli BKK’nın 4. maddesiyle yürürlülük tarihinden itibaren ilgili belgelerle birlikte yirmi gün içinde başvurulması hâlinde hak sahiplerine ödeneceği, ödemelerde anapara olarak işlem tutarının esas alınacağı, bu tutara tüketici fiyat endeksi oranında faiz uygulanacağı belirtilmiştir. Düzenlemenin 3. maddesinde ise başvuran hak sahiplerinden ödeme sırasında ödeme bankası tarafından taahhütname ve ibraname alınacağı ifade edilmiştir.
48. Ayrıca yetkisiz olarak DİBS satışı işlemleri ile ilişkili olarak görevi ihmal suçlamasıyla SPK yöneticileri hakkında açılan davada Ankara 24. Asliye Ceza Mahkemesi 18/10/2007 tarihli ve E.2004/624, K.2007/787 sayılı kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar vermiştir. Yine aynı konuyla ilgili olarak BDDK yöneticileri aleyhine aynı suçlamayla açılan davada ise Ankara 24. Asliye Ceza Mahkemesi 19/10/2006 tarihli ve E.2004/297, K.2006/840 sayılı kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar vermiştir.
49. TMSF’nin 20/11/2015 tarihli yazısında 5667 sayılı Kanun kapsamında Bankanın karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle Kanun’un yayımlanma tarihinden 19/10/2015 tarihine kadar toplam 54 etapta 22.095 hesapta 26.140 adet işlem karşılığı 725.044.483,41 TL anapara olmak üzere 965.324.216,36 TL ödeme yapıldığı, 2007/12398 sayılı BKK’nın 4. maddesinin onuncu fıkrasında geçen sürenin hak düşürücü süre olarak uygulanmadığı ve ilgili belgeler tamamlanarak başvurulması hâlinde 60 gün içinde ilgilisine ödeme yapıldığı, Başvurucunun 5667 sayılı Kanun kapsamında TMSF’ye yaptığı bir başvurusunun bulunmadığı, bu güne kadar başvurmayan 97 hak sahibinin kaldığı ifade edilmiştir.
50. Somut başvuruya konu davada başvurucunun kendisine karşılığı bulunmayan DİBS satışı nedeniyle DİBS'lerin 7/7/2004 günü vade tarihinde nominal bedelleri (vade tarihine kadar nemalanmış) karşılığı olan 130.125,50 TL'nin faiziyle birlikte ödenmesi talebiyle açtığı davada Mahkeme 26/10/2006 tarihli kararı ile DİBS'lerin işlem bedeli olan toplam 83.999,94 TL'nin satış gösterilen DİBS'lerin vade tarihi olan 7/7/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte BDDK ve SPK’dan yarı yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine karar vermiştir. Karar temyiz aşamasında iken yürürlüğe giren 5667 sayılı Kanun’la TMSF’ye başvurulması hâlinde Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan bedelin işlem tarihinden ödeme tarihine kadar tüketici fiyatları endeksi uygulanarak ödeneceği hükmü getirildiğinden Danıştay 13. Dairesi karar verilmesine yer olmadığı gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararını bozmuş ve Mahkeme bozma kararına uymuştur. Başvurucu ise yeni getirilen başvuru yolunun tüm zararlarını gidermediği gerekçesiyle bu yola başvurmayarak dava kesinleştikten sonra bireysel başvuruda bulunmuştur.
51. Başvurucu kendisine satıldığını kabul ettiği DİBS’lerin 7/7/2004 günü vade tarihinde nemalanmış karşılığının kanuni faizle kendisine ödenmesini talep etmektedir. Başvurucu 5667 sayılı Kanun yürürlüğe girmiş olması durumunda bu talebinin lehine sonuçlanabileceğini iddia etmektedir. Ancak ne başvurucu lehine verilen kararda ne de diğer davacılar lehine verilen kararlarda, bahsedilen talebi kabul eden bir hüküm bulunmamaktadır. Danıştayın aynı konuyla ilgili olarak açılan davalarda davacılar lehine verdiği kararla Bankaya yatırılan bedelin dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödenmesine hükmedilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun olmayan DİBS’lerinin vade tarihinde nemalanmış bedelinin ödenmesini destekleyen açık kanun hükmü bulunmadığı gibi bu iddiayı destekleyen yerleşik yargı içtihadı da bulunmamaktadır.
52. Nitekim Danıştay 13. Dairesi, Bankanın yetkisiz DİBS satışı nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemli bir davada 2/12/2005 tarihli ve E. 2005/2625, K.2005/5753 sayılı kararıyla “…davacının tazminat isteminin kabulü ile hizmet kusurları saptanan BDDK ve SPK tarafından yarı yarıya dava tarihi olan … gününden itibaren işletilecek yasal faizi ile birlikte davacıya ödenmesine…” karar vermiştir.
53. Başvurucu lehine verilen Mahkeme kararında öngörülen vade tarihinden itibaren kanuni faizle ödeme, Danıştay kararında geçen dava tarihinden itibaren kanuni faizle ödeme ile 5667 sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli BKK ile öngörülen Bankaya bedelin yatırıldığı tarihten ödeme tarihine kadar geçen sürede TÜFE oranında enflasyon farkı ödenmesi arasında hak sahiplerinin mağduriyetlerinin giderilmesi yönünden ciddi bir farklılık bulunmamaktadır. Somut başvuruda İlk Derece Mahkemesinde başvurucunun lehine çıkan 26/10/2006 tarihli kararda işlem bedeli olan 83.999,94 TL'nin 7/7/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ödenmesine karar verilmiştir. Başvurucu bu bedeli 13/7/2007 tarihli BKK’nın yürürlüğe girdiği tarihte tahsil etmiş olsaydı alacağı faiz miktarı 44.269,12 TL (toplam 128.269,06 TL) olurken 5667 sayılı Kanun yoluna başvurmuş olsaydı aynı tarihte anaparaya ilave olarak alacağı enflasyon farkı 34.216,00 TL (toplam 118.216,00 TL) olacaktır.
54. Mali piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesinin devletin görevleri arasında yer aldığı açık olmakla birlikte özel kişiler arasındaki bir sözleşmeden kaynaklanan zararın; Bankanın kötü niyetli yönetiminden kaynaklandığı, devletin sorumluluğunun pozitif yükümlülükler kapsamında bulunduğu, özel kişiler arasında yapılan sözleşmede tarafların sözleşmenin yerine getirilmemesi nedeniyle oluşabilecek zarar riskinin taraflar üzerinde olduğu, daha düşük getirili ve daha düşük riskli sözleşme yerine daha yüksek getiri sağlayan daha yüksek riskli sözleşmeyi tercih edenlerin sorumluluğunu da gözönünde bulundurularak bir dengeleme yapılması mülkiyet hakkının ihlali anlamına gelmeyecektir.
55. Bu kapsamda daha önce karşılaşılmamış bir yolsuzluk tipi olarak ikincil piyasalarda satış yetkisi bulunmadan ve/veya elinde DİBS olmadan bireylere satış yapan Banka sahip ve yönetiminin sebep olduğu Bankaya el konmasını gerektirecek boyutta ciddi zararı ve Bankaya mevduat veya diğer finansman enstrümanları almak için yatırdıkları tasarrufları hileli işlemlerle ellerinden alınmış binlerce mudinin zararını gidererek bankacılık sisteminin tekrar istikrar ve güvene kavuşturulması ile devam eden binlerce davanın yargısal yollar tüketilmeden gerek yargıya iş yükü olmasının gerekse zarara uğrayan mudilerin yargı külfetlerine katlanmasının önüne geçmeyi amaçlayan 5667 sayılı Kanun’la getirilen düzenlemenin öngörülen kamu yararı ile mudilerin mülkiyet hakları arasında sağlanması gereken adil dengeyi koruduğu sonucuna ulaşılmıştır.
56. 13/7/2007 tarihli BKK’nın 3. maddesiyle hak sahiplerine ödeme yapılabilmesi için bu kişilerden taahhütname ve ibranamenin ödeme sırasında alınması gerektiği belirtilmiştir. Başvurucu bu durumun daha sonra fazlaya ilişkin olarak dava açmasını engellediğini, bu nedenle bu yola başvurmadığını ifade etmiştir.
57. AİHM, yetkisiz DİBS satışı nedeniyle 5667 sayılı Kanun yoluna başvurduktan sonra taahhütname ve ibraname imzalatılması ile zararlarının tam karşılanmamasından şikâyet eden başvuranların iddialarını başvuranların ödemeleri kabul etme konusunda devlet makamlarının baskısına maruz kalmadıklarını, temel amacı bankacılık sistemi ve mali sistemi desteklemek ve bankacılığın etkinliğini güvence altına almak, bankacılık sisteminin devamlılığı ile bu bankalarda hesapları olan kişilere yapılacak ödemeler arasında bir denge sağlamak olan müdahalenin meşru amacının bulunduğunu, 5667 sayılı Kanun’a ilişkin hükümler gereğince alacaklılar arasında adil yönetim sağlandığını ve ulusal ekonominin gerektirdiği genel yararın gerekleri ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil dengenin garanti altına alındığını ve müdahalenin başvuranlar üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığını değerlendirerek bu şikâyetler yönünden başvuruyu kabul edilemez bulmuştur (Erdem ve Egin-Erdem/Türkiye, B. No. 28431/06…, 17/11/2009).
58. Öncelikle taahhütname ve ibranamenin imzalanması kişilerin iradesine bırakılmış olup başvurucu imzalamadığından 5667 sayılı Kanun’la öngörülen yola başvurmamıştır. Bankanın yetkisiz DİBS satışı nedeniyle mağdur olan 22.095 hesap sahibinden başvurucuyla birlikte 97 hesap sahibi ibraname ve taahhütname imzalamayarak bu yolu kullanmamıştır.
59. Bununla birlikte 5667 sayılı Kanun’la öngörülen başvuru yolu, diğer amaçları yanında daha önce karşılaşılmamış bir yolsuzluk olan mudilere yetkisiz DİBS satışı nedeniyle meydana gelen zararların telafisinin yargıya başvurmadan sağlanmasını, böylece yargının ciddi bir iş yükünden kurtarılmasını, idarelerin ve mudilerin de dava yükünden kurtarılarak yargı külfetlerine katlanmasının önüne geçilmesini hedeflediğinden bu yol tüketildikten sonra tekrar yargı yolunun kullanılmaması için taahhütname ve ibranamenin imzalanmasını öngörmüştür.
60. Ödemeler yapıldıktan sonra tekrar ciddi bir dava yükü altında kalınması hâlinde bu amaç gerçekleşmeyeceğinden taahhütname ve ibranamenin imzalatılarak ödeme yapılamasında kamu yararı amacı bulunduğu gibi, binlerce davayı konu olan, devlete ciddi ekonomik yük getiren sorunun daha pratik, daha hızlı ve yargı külfetine katlanmadan çözümünü öngören başvuru yolunun doğası gereği uygulanması gerektiği açıktır.
61. Bu durumda 5667 sayılı Kanun’la öngörülen başvuru yolunun mülkiyet hakkını sorumluluğu büyük oranda devlette kabul ederek koruyan bir mekanizma olduğu, sorumluluklar arasında adil denge sağladığı, ekonominin gerektirdiği kamu yararı ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil dengeyi garanti altına aldığı, öngörülen çözüm yolunun başvurucu üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığı, başvurucunun iddia ettiği gibi davası görülmeye devam etse dahi Danıştay içtihadının işlem bedelini kanuni faizle ödenmesi yönünde olduğu ve 5667 sayılı Kanun yoluyla yapılacak ödemeden çok farklı olmayacağı anlaşıldığından tüketilmesi gereken etkili bir yol olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca TMSF’den alınan yazıya göre başvurucunun, bu yola başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli enflasyon farkıyla birlikte alma imkânının hâlen bulunduğu anlaşılmaktadır.
62. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mülkiyet hakkıyla ilgili şikâyetinin diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Silahların Eşitliği İlkesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia
63. Adil yargılanma hakkının unsurlarından biri silahların eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarının usul hakları bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelmektedir (Yaşasın Aslan, B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Kural olarak başvurucular, davanın karşı tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. Taraflardan birine tanınıp diğerine tanınmayan avantajın, fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş sayılabilir (Hüseyin Sezen, B. No: 2013/1793, 18/9/2014, § 37).
64. Devletin, -kendisi taraf olsun ya da olmasın- davanın taraflarından birini diğerine nazaran önemli ölçüde avantajlı hâle getiren kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği ilkesi ve dolayısıyla yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına aykırılık oluşturur. Bir başka ifadeyle yasama organının, yargılamadaki taraflardan birinin lehine sonuç doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda davanın taraflarının eşit konumda olduğu söylenemez. Bunun için yargısal süreci etkilediği iddia edilen düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı şansını önemli ölçüde azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme arasında bir illiyet bağı bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan başka etken ortaya çıkmamış olması gerekir (Zekiye Şanlı, B. No: 2012/931, 26/6/2014, § 72).
65. Somut başvuruya konu davada 5667 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesiyle başvurucunun davası ve bezer davalar hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Bu yönde karar verilmesinin nedeni 5667 sayılı Kanun’un yeni bir idari başvuru yolu sunması ve devam eden davaların bu yolla çözümünü öngörmesidir.
66. Yukarıda anlatıldığı gibi 5667 sayılı Kanun’la öngörülen yeni başvuru yolu, yargı yoluna gerek kalmadan mudilerin haklarını korumayı amaçlamakta olup, başvurucunun 5667 sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce dava yoluyla elde edebileceği bedele yakın bir bedeli yargı masrafları ve süreçlerine katlanmadan elde etmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Öngörülen bu yol başvurucuyu ve diğer mudileri dezavantajlı duruma düşürme veya davanın esasını oluşturan tazminatı devlet lehine kaldırmayı amaçlayan bir düzenleme olmayıp dava konusu edilmiş bedeli (başvurucuların DİBS alımı işlemine konu ettikleri anapara miktarını) enflasyon farkı ilave ederek yargısal yollara gerek kalmaksızın pratik ve hızlı bir biçimde ödemeyi sağlamaktadır. Bu düzenleme, kamu yararını sağlamanın yanında uzun yargısal süreçler ve talep fazlası için aleyhe hükmedilen vekâlet ücreti ve harçlar gibi yargı masraflarına katlanmadan sonuç almaya imkân verdiğinden düzenlemenin başvurucu dâhil benzer durumda olan mudilerin de yararını sağlamaya yönelik olduğu açıktır. Nitekim 22.095 hesap sahibinin tamamına yakını bu yola başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli enflasyon farkıyla birlikte tahsil etmiştir. Bu yola başvurmayan mudi sayısı ise oldukça sınırlıdır.
67. Açıklanan nedenlerle başvurucunun silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiği iddiasının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlaline İlişkin İddia
68. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönündeki şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle başvurunun bu bölümüne ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
69. Başvurucu, Bankadan aldığı DİBS’lerin karşılıksız olduğunun anlaşılması sonrasında 12/12/2003 tarihli talebine cevap verilmemesi üzerine 2004 yılında idari yargıda açtığı tam yargı davasının 2013 yılında sonuçlandığını ve yargılama süresinin makul süreyi aştığını iddia etmiştir.
70. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara, Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde gözönünde bulundurulması gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
71. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41–45).
72. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan ancak sonucu itibarıyla özel nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan uyuşmazlıkları konu alan davalar da Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesinin koruması kapsamına girmektedir. Bu anlamda, belirtilen düzenlemelerde yer verilen güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari bir kararın iptali talebiyle açılan davalara da uygulanacaktır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, § 44). Başvurucunun idareyi sorumlu tutarak açtığı tam yargı davasının medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğu anlaşılmıştır.
73. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak, uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olmakla beraber bazı özel durumlarda girişimin niteliği gözönünde bulundurularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir (Selahattin Akyıl, § 45). Somut başvuru açısından benzer bir durum söz konusu olup makul süre değerlendirmesinde nazara alınacak zaman diliminin başlangıç tarihi, başvurucu tarafından İdareye başvuru yapılan 12/12/2003’tür.
74. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, , § 52). Bu kapsamda somut yargılama faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme talebi hakkında verilen Danıştay Onüçüncü Dairesinin E.2012/2343, K.2013/1535 sayılı karar tarihi olan 28/5/2013 olduğu anlaşılmaktadır.
75. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi neticesinde başvurucunun idari yargıda 16/2/2004 tarihinde açtığı tam yargı davası; İlk Derece Mahkemesi tarafından 26/10/2006 tarihinde kısmen kabul edilmiş, Danıştayın bozma kararı sonrasında ise 22/6/2010 tarihinde karar verilmesine yer olmadığına şeklinde karara bağlanmış, başvurucunun temyiz talebi 27/12/2011 tarihinde, karar düzeltme talebi ise 28/5/2013 tarihinde reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir. Yargılama süreci toplamda dokuz yılın üzerinde bir sürede tamamlanmıştır.
76. İlgili yargılama evrakının incelenmesi neticesinde başvuruya konu yargılama süreçlerinin icra mahkemeleri ile idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görülmekle 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda yer alan usul hükümlerine tabi yargılama faaliyetlerinin söz konusu olduğu ve bu yargılama alanlarına dâhil uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri için geçerli genel usul hükümleri içeren Kanunların muhtelif maddelerinin, uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır.
77. Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal kararında yer verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi tarafından, özellikle 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümleri de gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, § 54-60).
78. Başvuruya konu davalarda yer alan kişi sayısı ve davaların mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu yargılama süreçlerinin karmaşık olduğunu ortaya koymakla birlikte, davalara bütün olarak bakıldığında mülga 1086 sayılı Kanun ve 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine tabi yargılama süreçlerine ilişkin somut başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve söz konusu dokuz yılı aşkın yargılama sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu sonucuna varılmıştır.
79. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
80. Başvurucu, aleyhine sonuçlanan tam yargı davası nedeniyle mülkiyet hakkının ve makul süreyi aşan yargılama nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürerek 262.799 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminat ödenmesini talep etmektedir.
81. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez.
Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
82. Başvurucunun tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin dokuz yılı aşkın yargılama süresi nazara alındığında yargılama faaliyetinin uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararı karşılığında başvurucuya takdiren net 8.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
83. Başvurucu tarafından maddi tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber tespit edilen ihlal ile iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı ve başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlali dışındaki şikâyetleri hakkında kabul edilemezlik kararı verildiği anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.
84. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle takdiren net 8.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 198,35 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.998,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
6/1/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.