TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
NECLA GÖKÇEK BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/7125)
|
|
Karar Tarihi: 20/4/2016
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Erdal TERCAN
|
|
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
Raportör Yrd.
|
:
|
İsmail Emrah PERDECİOĞLU
|
Başvurucu
|
:
|
Necla GÖKÇEK
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, Türkiye İmar Bankası TAŞ'ın yetkisiz olarak devlet
iç borçlanma senedi satışında devletin sorumluluğunun bulunması ve zararın
tazmini için açılan davanın dava devam ederken çıkarılan kanuna dayanılarak
reddedilmesi, bu kanunda öngörülen giderim yolunun zararları tam olarak
karşılamaması ve ilgili davanın makul sürede sonuçlanmaması nedeniyle adil
yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 12/9/2013 tarihinde Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesi vasıtasıylayapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari
yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel
teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca 28/11/2013 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
4. Bölüm tarafından 9/1/2014 tarihinde, başvurunun kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü 28/2/2014 tarihinde Anayasa
Mahkemesine sunmuştur.
6. Bakanlık tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş
13/3/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu tarafından
Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunulmamıştır.
III. OLAYLAR VE OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu, Türkiye İmar Bankası TAŞ'tan (Banka) 4/6/2003
tarihinde 31.400 TL işlem bedelli 18/2/2004 vadeli nominal değeri 42.117,10 TL
olan devlet iç borçlanma senedi (DİBS) satın almıştır.
9. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Bankanın,
Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tarafından 21/11/1990 tarihinde aracılık
faaliyetlerinin durdurulmasına ve borsa üyelik belgesi iptal edilmiş olmasına
rağmen çeşitli gazete ve televizyonlarda ilan ve reklamlar vererek bono ve
tahvil piyasası işlemleri yapmaya devam ettiğini, çifte kayıt tuttuğunu ya da
DİBS işlemlerini kayıtlarına yansıtmadığını, özellikle 2002 yılından sonra
yoğun olarak müşterilere satılan DİBS’lerin neredeyse
tamamının karşılıksız çıktığını ve açığa satılmış olduğunu tespit ederek
3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı karar ile 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı
mülga Bankalar Kanunu’nun 14. maddesinin 3 numaralı fıkrası uyarınca adı geçen
Bankanın bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izinlerini kaldırmış;
Bankanın yönetim ve denetimini de TMSF’ye intikal
ettirmiştir.
10. Bu gelişmeler üzerine başvurucu, BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı
başvurarak ödediği meblağın iadesini istemiştir.
11. BDDK başvuruyu zımnen reddetmiş, SPK Başkanlığı ise el
konulan söz konusu Bankanın devlet iç borçlanma senetlerini satış yetkisi
olmaması nedeniyle bu senetlerin karşılıklarının ödenemeyeceğini başvurucuya
17/10/2003 tarihli ve 013253 sayılı yazısı ile bildirmiştir.
12. Başvurucunun senet karşılılıklarının ödenmemesine ilişkin
işlemin iptali ve oluşan zararının tazmini amacıyla 22/12/2003 tarihinde Ankara
8. İdare Mahkemesinde açtığı davada 3/10/2006 tarihli ve E.2003/1920,
K.2006/1975 sayılı kararla dava konu işlemin iptaline ve hizmet kusuru saptanan
idarelerin işlem tutarı olan 31.399,98 TL’nin dava tarihinden itibaren
işleyecek yasal faizi ile birlikte başvurucuya ödemesine hükmedilmiştir.
13. Ankara 8. İdare Mahkemesinin bu kararına karşı iki taraf da
temyiz kanun yoluna başvurmuş, dosya temyiz aşamasında iken yürürlüğe giren
24/5/2007 tarihli ve 5667 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul
Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet İç
Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesi Hakkında Kanun
ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bankacılık İşlemleri Yapma ve Mevduat
Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet
İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan Tutarların Ödenmesine İlişkin
Esas ve Usuller Hakkında Karar uyarınca başvurucu tarafından ilgili idareye
müracaatta bulunularak ibraname imzalaması sonucunda başvurucuya iç borçlanma
senedi karşılığı olarak 23/11/2007 tarihinde 40.245,04 TL ödeme yapılmıştır.
14. Danıştay 13. Dairesi 12/4/2010 tarihli ve E.2008/13934, K.
2010/3171 sayılı kararında, uyuşmazlığın 5667 sayılı Kanun ile 13/7/2007
tarihli ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca ortaya çıkan yeni
hukuki durum çerçevesinde sonuçlandırılması gerektiği gerekçesiyle yerel
Mahkeme kararını bozmuştur.
15. Bozma kararına uyan Ankara 8. İdare Mahkemesi 19/7/2010
tarihli ve E.2010/1353, K.2010/1417 sayılı kararıyla yasal düzenleme ile
giderilecek olan zararın tazmini istemiyle açılan davanın konusunun kalmadığı
gerekçesiyle karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.
16. Başvurucu tarafından temyiz edilen karar, Danıştay 13.
Dairesinin 14/10/2011 tarihli ve E.2010/4981, K. 2011/4455 sayılı ilamı ile
onanmış; karar düzeltme talebi ise 4/7/2013 tarihli ve E.2012/1284, K.
2013/2051 sayılı ilamla reddedilmiştir.
17. Karar düzeltme talebinin reddine ilişkin ilam, başvurucuya
16/8/2013 tarihinde tebliğ edilmiştir.
18. Başvurucu 12/9/2013 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
19. 4389 sayılı mülga Kanun’un 10. ve 16. maddelerinin ilgili
kısımları şöyledir:
“Madde 10
...
2. ...
b) Tasarruf mevduatı, gerçek kişiler tarafından bu nam altında
açtırılan ve ticari işlemlere konu olmayan mevduattır. ...
…
3. 17.2.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin rehinlere ve
22.4.1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanununun
alacağın devir ve temlikine ilişkin hükümleri ile diğer kanunların verdiği
yetkiler ve koyduğu yükümlülükler saklı kalmak şartıyla, mevduat sahiplerinin
mevduatlarını geri alma hakları hiçbir suretle sınırlandırılamaz. Mevduat
sahibi ile banka arasında vade ve ihbar süresi hakkında kararlaştırılan şartlar
saklıdır.”
“Madde 16
...
3. Fon, yönetim ve denetimi kendisine intikal eden bankada mevduat
sahipleri ile diğer alacaklıların haklarını korumaya yönelik tedbirleri alır.
Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan bankanın 17 nci maddede sayılan
ilgililerinin mal, hak ve alacaklarına Fonun talebi üzerine mahkeme tarafından
teminat şartı aranmaksızın ihtiyati tedbir veya ihtiyati haciz konulabilir. Bu
şekilde alınan ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararları, karar tarihinden
itibaren altı ay içinde dava ve icra-iflas takibine konu olmaz ise kendiliğinden
ortadan kalkar. Bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izninin
kaldırıldığı tarihten itibaren bankanın alacaklıları, alacaklarını temlik
edemez veya bu sonucu doğurabilecek işlemleri yapamazlar. Fon, yönetim ve
denetimi kendisine intikal eden bankadaki sigortalı mevduatı doğrudan veya ilan
edeceği başka bir banka aracılığı ile ödeyerek, mevduat sahipleri yerine
bankanın doğrudan doğruya iflasını ister. Bu görev ve yetki münhasıran Fona
aittir. ...”
20. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesi şöyledir:
“(1) Mülga 18/6/1999 tarihli ve 4389 sayılı Bankalar Kanununun 14 üncü
maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurulunun 3/7/2003 tarihli ve 1085 sayılı Kararı ile bankacılık işlemleri yapma
ve mevduat kabul etme izni kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketi
tarafından, Banka bünyesinde karşılığında Devlet iç borçlanma senedi
bulunmamasına rağmen ikincil piyasada Devlet iç borçlanma senedi satışı adı
altında toplanan tutarlar, başvuru halinde bu Kanunda belirlenen esaslar
çerçevesinde Hazine Müsteşarlığınca ihraç edilecek özel tertip Devlet iç
borçlanma senetleri kullanılmak suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
aracılığıyla ödenir.
(2) Bu Kanun uyarınca yapılacak ödemelerde; hak sahipliğinin tespitinde
Müflis Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketinin kayıtları esas alınır. Hak
sahiplerinden talep toplanması, talep toplamanın şekli ve süresi, hak
sahipliğinin ispatında aranacak belgeler, ödemeye aracı olacak bankanın
tespiti, nakden ve defaten yapılacak ödemenin şekli ve süresi ile kesinleşmiş
idarî yargı kararlarına veya bu nitelikteki kararlara dayalı icra takiplerine
ilişkin her türlü ödemeler, uygulanacak faiz oranı ile faizin başlangıç tarihi,
hak sahiplerine yapılacak ödeme nedeniyle istenebilecek ibraname ve diğer
belgelerin içeriği ile ödemelere ilişkin diğer usûl
ve esaslar Bakanlar Kurulu tarafından belirlenir.
(3) Bu Kanun kapsamında yapılacak ödemelerde, Türkiye İmar Bankası Türk
Anonim Şirketine Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla yatırılan tutarları
ifade eden işlem tutarları esas alınır.”
21. 5667 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrası
şöyledir:
“(1) Devlet iç borçlanma senedi alımı amacıyla Türkiye İmar Bankası
Türk Anonim Şirketine yatırılan tutarlar nedeniyle idarî yargı mercilerinde
açılan davalar hakkında bu Kanun hükümleri uygulanır.”
22. 5667 sayılı Kanun'un 1. maddesine göre Bakanlar Kurulu
tarafından çıkarılan 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bankacılık
İşlemleri Yapma ve Mevduat Kabul Etme İzni Kaldırılan Türkiye İmar Bankası Türk
Anonim Şirketince Devlet İç Borçlanma Senedi Satışı Adı Altında Toplanan
Tutarların Ödenmesine İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Karar'ın (BKK) 1., 3. ve
4. maddelerinin ilgili kısımları şöyledir:
"MADDE 1-
(1) Bu
Kararın amacı; bankacılık işlemleri yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan
Türkiye İmar Bankası Türk Anonim Şirketince Devlet iç borçlanma senedi satışı
adı altında toplanan tutarların ödenmesine ilişkin esas ve usullerin
düzenlenmesidir.”
“MADDE 3-
1) Banka tarafından toplanan işlem tutarları
ve bu Kararın 4 üncü maddesinin altıncı fıkrası
uyarınca işleyecek faizleri, bu Karar hükümlerine göre başvuran hak
sahiplerine, ekte yer alan taahhütname ve ibraname ödeme sırasında Ödeme
Bankası tarafından alınmak kaydıyla, Fon aracılığıyla ödenir. Fon tarafından,
bu fıkra kapsamında aktarılan tutarlara ilişkin bilgiler yazılı ve elektronik
ortamda BDDK, SPK ve Müsteşarlığa bildirilir.
(2) Bu Karar kapsamında kesinleşmiş idari
yargı kararlarına dayanan her türlü ödemeler; hak sahiplerinin kesinleşme
şerhli ilam ve aşağıdaki belgelerle birlikte BDDK ve SPK'ya ayrı ayrı
yapacakları yazılı başvuru üzerine, anılan idarelerin Fona yapacakları ortak
bildirimini müteakip, Fon tarafından ödeme tarihine kadar hesaplanacak faizleri
ile birlikte Ödeme Bankasına altmış gün içinde aktarılır.
...”
"MADDE 4-
(1) 3 üncü maddenin
birinci fıkrası kapsamında ödeme talep edenkişiler
tarafından, bu Kararın yayımı tarihinden itibaren yirmi gün içinde, iadeli taahhütlüposta yolu ile veya özel şirketler aracılığıyla
imza karşılığı teslim suretiyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu adına başvuru
merkezi olarak belirlenen “Büyükdere Caddesi Bentekİşhanı
No:47 K:1Mecidiyeköy 34387 Şişli – İstanbul” adresine başvurulur.
...
(6) Bu madde kapsamındaki ödemelerde anapara
olarak işlem tutarı esas alınır. Söz konusu tutara, 19/1/2004 tarihinden bu
maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru süresinin son gününe kadar, Türkiye
İstatistik Kurumunca bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen başvuru
süresinin son günü itibarıyla açıklanmış olan en son Tüketici Fiyat Endeks
sayısının, tahakkuk dönemi başlangıç tarihinde açıklanmış en son Tüketici Fiyat
Endeks sayısına bölünmesi ile bulunan oran üzerinden faiz tahakkuk ettirilir.
...
(10) Bu maddenin birinci fıkrasında yer alan
yirmi günlük sürenin bitiminden sonra yapılacak başvurular ile süresi
içerisinde yapılmış olmakla birlikte bu maddenin dördüncü fıkrası hükmü saklı
kalmak kaydı ile evrakı eksik olan başvurulara ilişkin ödemeler, gecikmeli
talebin Fona ulaştığı veya eksik bilgi ve belgelerin tamamlanarak Fona
ulaştırıldığı tarihten itibaren altmış gün içinde Fon tarafından, altıncı fıkra
çerçevesinde hak sahiplerine ödenmek üzere Ödeme Bankasına aktarılır."
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
23. Mahkemenin 20/4/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
24. Başvurucu; ilgili idarelerin hizmet kusurları nedeniyleBankadan DİBS alımı sonucu zarara uğradığını, bu
zararların giderilmesi için yapılan düzenlemeler olan 5667 sayılı Kanun ve
2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı'nın zararını gidermede yetersiz
kaldığını, idari yargıda açtığı hizmet kusuruna dayanan iptal davası devam
ederken 5667 sayılı Kanun ve ilgili Bakanlar Kurulu Kararı gerekçe gösterilerek
yargılama süreci sonlandırılarak yargılamaya müdahalede bulunulduğunu ve söz
konusu yargılama sürecinin makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma
ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüş; maddi ve manevi tazminata
hükmedilmesini talep etmiştir.
B. Değerlendirme
25. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
26. Başvurucunun, Bankanın yetkisiz DİBS satışı nedeniyle
uğradığı zararın 5667 sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararı ile öngörülen giderim yolunun zararını tamamen
karşılamadığı iddiasının mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında; anılan
düzenlemeler ile sürmekte olan yargılamaya müdahale edildiği iddiasının
silahların eşitliği ilkesinin ihlali iddiası kapsamında ve yargılamanın uzun
sürdüğü iddiasının makul sürede yargılanma hakkı kapsamında incelenmesi uygun
görülmüştür.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
a. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin
İddia
27. Başvurucu, yetkisiz DİBS satışı nedeniyle uğradığı zararın
5667 sayılı Kanun ve 13/7/2007 tarihli ve 2007/12398 sayılı Bakanlar Kurulu
Kararında öngörülen giderim yolunda karşılanmaya çalışıldığını ancak bu yolun
zararının tamamını karşılamada yetersiz kaldığını, zararın Ankara 8. İdare
Mahkemesinin 3/10/2006 tarihli kararında (bkz. § 12) hükmedilen hesaplama ile
karşılanması gerektiğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
28. Bakanlığın görüş yazısında 5667 sayılı Kanun ve ilgili
Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca başvurucuya anapara ile TEFE-TÜFE faizi
eklenmek sureti ile toplam 40.245,04 TL ödeme yapıldığını, ayrıca ödeme
karşılığında ibraname imzalatıldığını, bu bağlamda başvurucunun güncel ve
kişisel bir hakkının ihlal edilip edilmediği hususunun Anayasa Mahkemesince
yapılacak incelemede dikkate alınmasının uygun olacağını belirtmiştir.
29. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı herhangi bir beyanda
bulunmamıştır.
30. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü
tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. ...”
31. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45. maddesinin (1)
numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf
olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal
edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.”
32. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel başvuru hakkına sahip
olanlar” kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Bireysel
başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal
nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından
yapılabilir.”
33. 6216 sayılı Kanun’un “Bireysel
başvuru hakkına sahip olanlar” başlıklı 46. maddesinde kimlerin
bireysel başvuru yapabileceği sayılmış olup, anılan maddenin (1) numaralı
fıkrasına göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi
için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bu ön koşullar
başvuruya konu edilen ve ihlale yol açtığı ileri sürülen kamu gücü eylem veya
işleminden ya da ihmalinden dolayı başvurucunun “güncel bir hakkının ihlal edilmesi”, bu ihlalden dolayı
kişinin “kişisel olarak” ve “doğrudan” etkilenmiş olması ve bunların
sonucunda başvurucunun kendisinin “mağdur”
olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur
Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).
34. Bireysel başvuruda “mağdur”
kavramı, davada menfaat veya dava ehliyeti kuralları gibi kurallardan bağımsız
bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu kavramın yorumu, günümüzde toplumun koşulları
ışığında değişime tabi olup bu kavram aşırı biçimcilikten uzak bir şekilde
uygulanmalıdır (Arman Mazman,
B. No: 2013/1752, 26/6/2014, § 40).
35. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bir hakkın ihlaline
karar verilebilmesi için mağdurluk statüsünün ve/veya başvuruya konu olan kamu
gücü kullanımına dayalı temel nedenlerin başvuru hakkında karar verileceği
zamana kadar devam etmesi gerekir. Mağdurluk statüsünün devamı konusunda
değerlendirme yapılırken başvurucunun şikâyet ettiği hususların hâlâ mevcut
olup olmadığı ve muhtemel hak ihlalinin etkilerinin giderilip giderilmediği
incelenmelidir (Arman Mazman,
§ 41).
36. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence
altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve
yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği
gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir.
Anayasa’ya göre bu hak mutlak bir hak olmayıp ancak kamu yararı amacıyla ve
kanunla bu hakka sınırlama getirilebilir. (Mehmet
Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 28, 32).
37. Anayasa’nın 35. maddesi ve (1) No.lu Protokol’ün 1. maddesi
benzer düzenlemelerle mülkiyet hakkına yer vermiştir. Her iki düzenleme de üç
kural ihtiva etmektedir. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
(Sözleşme) ilk cümlesi herkese mülkünden barışçıl yararlanma hakkı verirken
Anayasa daha geniş manada mülkiyet hakkını tanımaktadır. Düzenlemelerin ikinci
cümleleri ise kişilerin hangi koşullarda mülkünden yoksun bırakılabileceğini ya
da kişilere ait mülkiyetin hangi koşullarla sınırlandırılabileceğini hüküm
altına almaktadır (Necmiye Çiftçi ve
diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 46).
38. Her iki düzenlemenin üçüncü cümlelerinde ise mülkiyetin
kullanımının kontrolü ya da düzenlenmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35.
maddesinin son fıkrası mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı
olamayacağı şeklinde hakkın kullanımına ilişkin genel bir ilkeye yer verirken Sözleşme'ye Ek (1)No.lu Protokol'ün birinci maddesinin
ikinci fıkrası devletlerin mülkiyeti kamu yararına düzenleme, vergiler ve diğer
katkılar ile cezaların tahsili konusunda gerekli gördükleri yasaları uygulama
konusundaki haklarını saklı tutarak taraf devletlerin genel yarara uygun olarak “mülkiyetin kullanımını kontrol”
yetkisine sahip olduklarını düzenlemektedir. Bununla beraber Anayasa’nın birçok
maddesi ilgili olduğu hususta devlete mülkiyetin kullanımının kontrolü ya da
mülkiyeti düzenleme yetkisi vermektedir (Necmiye
Çiftçi ve diğerleri, § 47).
39. Mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde
kullanılabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı olmayıp
özellikle başvurucuların kamu makamlarından meşru beklentilerinin olduğu
tedbirler ile mülkünden etkili bir biçimde yararlanabilmeleri arasında doğrudan
bir bağ bulunduğu durumlarda ayrıca pozitif koruma önlemlerinin de alınması
gerekmektedir (Öneryıldız/Türkiye, B. No: 48939/99, 30/11/2004, §
134).
40. Bu bağlamda devletin temel amaç ve görevlerini tanımlayan
Anayasa’nın 5. maddesi kişinin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan engelleri
kaldırmayı ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamayı hukuk devletinin gereği olarak kabul etmektedir.
Bahsedilen Anayasa hükmünün gerekçesinde devletin hak ve hürriyetlerin
gerçekleştirilmesine yardımcı olması gereğinin benimsendiği ifade edilmiştir.
Anayasa’nın pek çok maddesinde düzenlemeye konu hakkın korunması ve
gerçekleştirilmesi için devletin alacağı tedbirlerden bahsedilmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035,
17/7/2014 § 38).
41. Bireylerin Anayasa ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında
bulunan temel haklara özel hukuk kişileri tarafından yapılan müdahaleler sonucu
haklarının zarar gördüğü kimi durumlarda devlete atfedilebilecek sorumluluklar
bulunabilir. Devletin bu tür haksız müdahalelere karşı bireylerin mülkiyet
hakkının korunması için etkili iç hukuk yolları ihdas ederek yapılan
müdahalelere karşı özellikle mahkemelere başvurmak suretiyle koruma talep
edebilmelerini sağlaması ve yapılacak yargılamalarda özel kişilerin çatışan
hakları arasında tercih yaparken mahkemelerce Anayasa'ya uygun yorumla temel
hakların korunması gerekmektedir. Böylelikle devlet, etkili bir iç hukuk yolu
ihdas ederek adalet ve hakkaniyete uygun bir yargılama ortamı oluşturarak
üzerine düşen görevi yerine getirmiş olacaktır (Türkiye Emekliler Derneği, § 39).
42. Somut başvuruya konu davada başvurucuya elinde DİBS olmadan
ve ikincil piyasada bunları satma yetkisi bulunmayan Banka tarafından
karşılığında bedeli alınarak DİBS satışı gerçekleştirilmiştir. Satışı yapan ve
başvurucuların zararına neden olan Banka bir özel hukuk tüzel kişisidir.
Başvurucuyu mülkünden mahrum bırakan işlemin kamu gücü kullanılmasından
kaynaklanmadığında bir şüphe bulunmamaktadır (Turgay
Şen, B. No: 2013/6941, 6/1/2016, § 40).
43. Bununla birlikte Anayasa’nın 167. maddesinin ilk fıkrasında “Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet
piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici
tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve
kartelleşmeyi önler.” denmektedir. 4389 sayılı mülga Kanun ve
19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu da bahsedilen Anayasa hükmü
ile devlete verilen finansal piyasaların güven içinde çalışması ve tasarruf
sahiplerinin haklarının korunması amacıyla çıkarılmıştır. Nitekim 5411 sayılı
Kanun’un 1. maddesinde bu amaç “Bu Kanunun
amacı, finansal piyasalarda güven ve istikrarın sağlanmasına, kredi sisteminin
etkin bir şekilde çalışmasına, tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin
korunmasına ilişkin usûl ve esasları düzenlemektir.” şeklinde
ifade edilmiştir. Bahsedilen Kanunlar ile birçok kanun bu amacı gerçekleştirmek
için kamu kurumları (BDDK, TMSF ve SPK gibi) ihdas ederek finans piyasalarının
güven ve istikrarını sağlama, tasarruf sahiplerinin haklarını koruma görevini
bu kurumlar vasıtasıyla devlete yüklemiş ve bu amaçla mevduat sigortası gibi
sistemler kabul etmiştir (Turgay Şen, §
41).
44. Mali piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi
ve denetlenmesi devletin görevleri arasında yer almakta olup bu görevin yerine
getirilmemesinde başta ilgili kamu kurumları olmak üzere kamu sorumluluğu
bulunduğu açıktır. Bu çerçevede karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle
devletin mülkiyetin kullanımını kontrol kapsamında pozitif yükümlülüklerinin
Mahkemece de tespit edildiği şekilde gereği gibi yerine getirilmediği
anlaşılmaktadır.
45. Mülkiyeti sınırlamaya göre daha geniş takdir yetkisi veren
düzenleme yetkisinin kullanımında da yasallık, meşruluk ve ölçülülük
ilkelerinin gereklerinin karşılanması kural olarak aranmaktadır. Bunun yanında
ölçülülük ilkesi gereği mülkiyetten yoksun bırakmada aranan tazminat ödeme
yükümlülüğü, somut olayın koşullarına bağlı olarak düzenleme/kontrol yetkisinin
kullanıldığı durumlarda gerekmeyebilmektedir ( Depalle/Fransa [BD], B. No: 34044/02, 29/3/2010,
§§ 83, 84, 91).
46. BDDK’nın 3/7/2003 tarihli kararıyla Bankanın yönetim ve
denetimi TMSF’ye devredildikten sonra Bankanın sahip
olmadığı DİBS'leri mudilere sattığı belirlenmiş,
bunun üzerine idari yargıda binlerce dava açılmıştır. Bu davalarda Mahkemelerin
davacılar lehine verdiği kararların birinin Danıştay tarafından temyiz
incelemesi Bankaya DİBS almak amacıyla yatırılan anaparanın dava tarihinden
itibaren kanuni faizle ödenmesi sağlanacak şekilde sonuçlandırılmıştır (Turgay Şen, § 44).
47. Bankanın elinde DİBS olmadığı hâlde yaptığı satışların ciddi
miktarlarda olduğunun tespit edilmesi ve bu durum binlerce dava açılmasına
sebep olduktan sonra kanun koyucu bu davaların yargı yoluna gidilmeden veya
yargı süreçlerin tamamlanması beklenmeden çözüme kavuşturulması ve ödenecek
tazminatların finansmanını sağlamak amacıyla 5667 sayılı Kanun'la düzenleme
yapmıştır.
48. 5667 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 28/3/2002 tarihli ve 4749
sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'a geçici
14. madde eklenerek TMSF tarafından yapılacak her türlü ödemenin
gerçekleştirilebilmesi amacıyla Hazine Müsteşarlığınca TMSF’ye
özel tertip devlet iç borçlanma senetleri ihraç yetkisi verilmiştir.
49. 5667 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle ödemelerin TMSF
tarafından yapılacağı, ödemelerde Bankaya yatırılan tutarların esas alınacağı,
ödemelere ilişkin usul ve esasların BKK ile belirleneceği hüküm altına alınmış;
13/7/2007 tarihli BKK’nın 4. maddesiyle yürürlülük tarihinden itibaren ilgili belgelerle birlikte
yirmi gün içinde başvurulması hâlinde hak sahiplerine ödeneceği, ödemelerde anaparaolarak işlem tutarının esas alınacağı, bu tutara
tüketici fiyat endeksi oranında faiz uygulanacağı belirtilmiştir. Düzenlemenin
3. maddesinde ise başvuranhak sahiplerinden ödeme
sırasında ödeme bankası tarafından taahhütname ve ibraname alınacağı ifade
edilmiştir.
50. Ayrıca yetkisiz olarak DİBS satışı işlemleri ile ilişkili
olarak görevi ihmal suçlamasıyla SPK yöneticileri hakkında açılan davada Ankara
24. Asliye Ceza Mahkemesi 18/10/2007 tarihli ve E.2004/624, K.2007/787 sayılı
kararı ile davayı kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün
ertelenmesine karar vermiştir. Yine aynı konuyla ilgili olarak BDDK
yöneticileri aleyhine aynı suçlamayla açılan davada ise Ankara 24. Asliye Ceza
Mahkemesi 19/10/2006 tarihli ve E.2004/297, K.2006/840 sayılı kararı ile davayı
kabul ederek sanıklar hakkında verilen ceza hükmünün ertelenmesine karar
vermiştir.
51. Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünce incelenerek 6/1/2016
tarihinde karara bağlanan ve incelenmekte olan başvuru ile aynı şikâyetlerin
ileri sürüldüğü Turgay Şen başvurusu
kapsamında konu ile ilgili TMSF'den bilgi istenmiş
cevaben sunulan 20/11/2015 tarihli yazıda 5667 sayılı Kanun kapsamında Bankanın
karşılığı olmayan DİBS satışı nedeniyle Kanun'un yayım tarihinden 19/10/2015
tarihine kadar toplam 54 etapta 22.095 hesapta 26.140 işlem karşılığı 725.044.483,41
TL anapara olmak üzere 965.324.216,36TL ödeme yapıldığı, 2007/12398 sayılı BKK’nın 4. maddesinin onuncu fıkrasında geçen sürenin hak
düşürücü süre olarak uygulanmadığı ve ilgili belgeler tamamlanarak başvurulması
hâlinde altmış gün içinde ilgilisine ödeme yapıldığı hâlen bu kapsamda
kendilerine başvurmayan doksan yedi hak sahibinin bulunduğu belirtilmiştir (Turgay Şen, § 49).
51. Somut başvuruya konu davada, başvurucunun karşılığı
bulunmayan DİBS satışı nedeniyle DİBS'lerin 18/2/2004
günü vade tarihinde nominal bedelleri (vade tarihine kadar nemalanmış)
karşılığı olan 42.117,10 TL'nin işletilecek faizi ile birlikte ödenmesi
talebinde bulunduğu,Mahkemenin 3/10/2006 tarihli
kararı ile DİBS'lerin işlem bedeli olan toplam
31.399,98 TL'nin dava tarihinden (22/12/2003) itibaren işleyecek yasal faizi
ile birlikte BDDK ve SPK’dan yarı yarıya tahsil edilerek başvurucuya ödenmesine
karar vermiştir. Karar temyiz aşamasında iken yürürlüğe giren 5667 sayılı
Kanun'la TMSF’ye başvurulması hâlinde Bankaya DİBS
almak amacıyla yatırılan bedelin işlem tarihinden ödeme tarihine kadar tüketici
fiyatları endeksi uygulanarak ödeneceği hükmü getirildiğinden Danıştay 13.
Dairesi karar verilmesine yer olmadığı gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi
kararını bozmuş ve Mahkeme bozma kararına uymuş; bu karar da temyiz ve karar
düzeltme aşamalarından geçerek 4/7/2013 tarihinde kesinleşmiştir. Bu arada
başvurucu da 23/11/2007 tarihinde anılan Kanun kapsamında idareye başvurmuş ve
kendisine ibraname imzalaması sonucunda iç borçlanma senedi karşılığı olarak
23/11/2007 tarihinde 40.245,04 TL ödeme yapılmıştır. Başvurucu kendisine ödeme
yapılması ile birlikte Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunarak 5667
sayılı Kanun ile getirilen başvuru yolunun tüm zararlarını gidermediği gerekçesiyle
ilgili yargılama süreci kesinleştikten sonra bireysel başvuruda bulunmuştur.
52. Başvurucu kendisine satıldığını kabul ettiği DİBS’lerin 3/10/2006 tarihli İlk Derece Mahkemesi kararında
hükmedildiği gibi işlem tutarı olan 31.399,98 TL üzerinden dava tarihinden
itibaren işletilecek faizi ile birlikte ödenmesini talep etmekte, 5667 sayılı
Kanun ile getirilen giderim yolunun zararını karşılamada yetersiz kaldığını
iddia etmektedir.
53. Başvurucunun söz konusu iddiası daha önce bir başka bireysel
başvurunun konusu olarak Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümünün 6/1/2006 tarihli
kararında değerlendirilmiştir (Turgay Şen).
54. Anılan kararda başvurucunun takip ettiği yargılama sürecinin
sonunda elde etmek istediği sonuç ile 5667 sayılı Kanun'da belirtilen giderim
yoluna başvurması hâlinde elde edeceği sonuç arasında mağduriyetin giderilmesi
yönünden ciddi bir farklılık bulunmadığı tespit edilmekle birlikte mali
piyasalarda faaliyet gösteren kurumların düzenlenmesi ve denetlenmesinin
devletin görevleri arasında yer aldığı belirtilmiş; ayrıca özel kişiler
arasında sözleşmeden kaynaklanan başvuru konusu zararın Bankanın kötü niyetli
yönetilmesi sonucu ortaya çıktığı, burada devletin sorumluluğunun pozitif
yükümlülükler kapsamında bulunduğu ve özel kişiler arasında yapılan sözleşmede
tarafların sözleşmenin yerine getirilmemesi nedeniyle oluşabilecek zarar
riskinin taraflar üzerinde olduğu, daha düşük getirili ve daha düşük riskli
sözleşme yerine daha yüksek getiri sağlayan daha yüksek riskli sözleşmeyi
tercih edenlerin sorumluluğunun da gözönünde
bulundurularak bir dengeleme yapılmasının mülkiyet hakkının ihlali anlamına
gelmeyeceği ifade edilmiş; bu kapsamda daha önce karşılaşılmamış bir yolsuzluk
tipi olarak ikincil piyasalarda satış yetkisi bulunmadan ve/veya elinde DİBS
olmadan bireylere satış yapan Banka sahip ve yönetiminin sebep olduğu Bankaya
el konmasını gerektirecek boyutta ciddi zararının ve Bankaya mevduat veya diğer
finansman enstrümanları almak için yatırdıkları tasarrufları hileli işlemlerle
ellerinden alınmış binlerce mudinin zararını
gidererek, bankacılık sisteminin tekrar istikrar ve güvene kavuşturulması ile
devam eden binlerce davanın yargısal yollar tüketilmeden gerek yargıya iş yükü
olmasının ve gerekse zarara uğrayan mudilerin yargı külfetlerine katlanmasının
önüne geçmeyi amaçlayan 5667 sayılı Kanun'la getirilen düzenlemenin öngörülen
kamu yararı ile mudilerin mülkiyet hakları arasında sağlanması gereken adil
dengeyi koruduğu sonucuna ulaşılmış; ayrıca 5667 sayılı Kanunla öngörülen başvuru
yolunun mülkiyet hakkını, sorumluluğu büyük oranda devlette kabul ederek
koruyan bir mekanizma olduğu, sorumluluklar arasında adil denge sağladığı,
ekonominin gerektirdiği kamu yararı ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması
arasında adil dengeyi garanti altına aldığı, ilgili çözüm yolunun başvurucu
üzerinde aşırı ve ağır bir yük oluşturmadığı, başvurucunun iddia ettiği gibi
davası görülmeye devam etse dahi Danıştay içtihadının işlem bedelini kanuni
faizle ödenmesi yönünde olduğu ve bu yönde bir karar ile ödenecek meblağın 5667
sayılı Kanun yoluyla yapılacak ödemeden ciddi manada farklı olmayacağı ifade
edilerek anılan Kanun ile getirilen çözüm yolunun tüketilmesi gereken etkili
bir yol olduğu hüküm altına alınmıştır (Turgay
Şen, §§ 53 - 62).
55. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM); yetkisiz DİBS satışı
nedeniyle 5667 sayılı Kanun yoluna başvurduktan sonra taahhütname ve ibraname
imzalatılması ile zararlarının tam karşılanmamasından şikâyet eden
başvuranların iddialarını başvuranların ödemeleri kabul etme konusunda devlet
makamlarının baskısına maruz kalmadıklarını, temel amacı bankacılık sistemi ve
mali sistemi desteklemek ve bankacılığın etkinliğini güvence altına almak,
bankacılık sisteminin devamlılığı ile bu bankalarda hesapları olan kişilere yapılacak
ödemeler arasında bir denge sağlamak olan müdahalenin meşru amacının
bulunduğunu, 5667 sayılı Kanun'a ilişkin hükümler gereğince alacaklılar
arasında adil yönetim sağlandığını ve ulusal ekonominin gerektirdiği genel
yararın gerekleri ile kişilerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil
dengenin garanti altına alındığını ve müdahalenin başvuranlar üzerinde aşırı ve
ağır bir yük oluşturmadığını değerlendirerek bu şikâyetler yönünden başvuruyu
kabul edilemez bulmuştur (Erdem ve Egin-Erdem/Türkiye, B. No: 28431/06, 5559/07,
2642/08, 38143/68 ve 58227/08, 17/11/2009).
56. Bu kapsamda somut başvuruya konu şikâyet
değerlendirildiğinde başvurucunun 5667 sayılı Kanun'da öngörülen yola
başvurduğu ve kendisine 23/11/2007 tarihinde toplam 40.245,04 TL ödeme
yapıldığı ve böylelikle başvurucunun mağduriyetinin ödeme tarihinde sona ermiş
olduğu sonucuna varılmıştır.
57. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun mülkiyet hakkına yönelik
şikâyet yönünden mağdurluk statüsünü kaybettiği anlaşıldığından başvurunun
diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin kişi yönünden yetkisizlik nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Silahların Eşitliği İlkesinin İhlal
Edildiğine İlişkin İddia
58. Adil yargılanma hakkının unsurlarından biri silahların
eşitliği ilkesidir. Silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarının usule
ilişkin haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin
diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını
makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına
gelmektedir (Yaşasın Aslan, B.
No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Kural olarak başvurucular, davanın karşı
tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan
olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. Taraflardan birine tanınan,
diğerine tanınmayan avantajın fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil
bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş sayılabilir (Hüseyin Sezen, B. No: 2013/1793, 18/9/2014,
§ 37).
59. Devletin -kendisi taraf olsun ya da olmasın- davanın
taraflarından birini diğerine nazaran önemli ölçüde avantajlı hâle getiren
kanuni düzenlemeler yapması, silahların eşitliği ilkesi ve dolayısıyla
yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmesi kuralına aykırılık oluşturur. Bir
başka ifadeyle yasama organının yargılamadaki taraflardan birinin lehine sonuç
doğuracak şekilde kanun çıkarttığı durumlarda, davanın taraflarının eşit
konumda olduğu söylenemez. Bunun için yargısal süreci etkilediği iddia edilen
düzenlemenin taraflardan birinin davadaki başarı şansını önemli ölçüde
azaltması, ortaya çıkan bu sonuç ile kanuni düzenleme arasında bir illiyet bağı
bulunması ve bu illiyet bağını kesen veya zayıflatan başka etken ortaya
çıkmamış olması gerekir (Zekiye Şanlı,
B. No: 2012/931, 26/6/2014, § 72).
60. Somut başvuruya konu davada 5667 sayılı Kanun'un yürürlüğe
girmesiyle başvurucunun davası ve benzer davalar hakkında karar verilmesine yer
olmadığına karar verilmiştir. Bu yönde kararın verilmesinin nedeni 5667 sayılı
Kanun'un yeni bir idari başvuru yolu sunması ve devam eden davaların bu yolla
çözümünü öngörmesidir.
61. Yukarıda anlatıldığı gibi 5667 sayılı Kanun'la öngörülen
yeni başvuru yolu, yargı yoluna gerek kalmadan mudilerin haklarını korumayı amaçlamakta
olup başvurucunun davası İlk Derece Mahkemesinde çıkan karar veya Danıştayın verdiği hükümle kesinleşmiş olsa elde edeceği
bedele yakın bir bedeli yargı masrafları ve süreçlerine katlanmadan elde
etmesini temin etmeyi amaçlamaktadır. Öngörülen bu yol, başvurucuyu ve diğer
mudileri dezavantajlı duruma düşürme veya davanın esasını oluşturan tazminatı
devlet lehine kaldırmayı amaçlayan bir düzenleme olmayıp dava konusu edilmiş
bedeli (başvurucuların DİBS alımı işlemine konu ettikleri anapara miktarını)
enflasyon farkı ilave ederek yargısal yollara gerek kalmaksızın pratik ve hızlı
bir biçimde ödemeyi sağlamaktadır. Bu düzenlemenin kamu yararını sağlamanın
yanında uzun yargısal süreçler ve talep fazlası için aleyhe hükmedilen vekâlet
ücreti ve harçlar gibi yargı masraflarına katlanmadan sonuç almaya imkân
verdiğinden başvurucu dâhil benzer durumda olan mudilerin de yararını sağlamaya
yönelik olduğu açıktır. Nitekim 22.095 hesap sahibinin tamamına yakını bu yola
başvurarak Bankaya yatırdığı bedeli enflasyon farkıyla birlikte tahsil etmiştir
(Turgay Şen, § 66).
62. Açıklanan nedenlerle başvurucunun silahların eşitliği
ilkesinin ihlal edildiği iddialarının diğer kabul edilebilirlik koşulları
yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan
yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi
gerekir.
c. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal
Edildiğine İlişkin İddia
63. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
yönündeki şikâyeti açıkça dayanaktan yoksun olmadığı gibi bu şikâyet için diğer
kabul edilemezlik nedenlerinden herhangi biri de bulunmamaktadır. Bu nedenle
başvurunun bu bölümüne ilişkin olarak kabul edilebilirlik kararı verilmesi
gerekir.
2. Esas Yönünden
64. Başvurucu, Bankadan aldığı DİBS’lerinin
karşılıksız olduğunun anlaşılması sonrasında 22/12/2003 tarihinde idari yargıda
açtığı tam yargı davasının makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil
yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
65. Sözleşme'nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali
iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün
olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, §
18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma
hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen Anayasa’nın 36.
maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa
Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok
kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında
yorumlamak suretiyle Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa’nın 36.
maddesi kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul
sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141.
maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul sürede yargılanma
hakkının değerlendirilmesinde gözönünde
bulundurulması gerektiği açıktır (Güher
Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
67. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde
bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher
Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
68. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca
medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara
bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer alan mevzuat hükümleri gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan ancak sonucu
itibarıyla özel nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan
uyuşmazlıkları konu alan davalar da Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6.
maddesinin koruması kapsamına girmektedir. Bu anlamda belirtilen düzenlemelerde
yer verilen güvenceler, başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari
bir kararın iptali talebiyle açılan davalara da uygulanacaktır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198,
7/11/2013, § 44). Başvurucunun idareyi sorumlu tutarak açtığı tam yargı
davasının medeni hak ve yükümlülükleri konu alan bir yargılama olduğu
anlaşılmıştır.
69. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
makul süre değerlendirmesinde sürenin başlangıcı kural olarak uyuşmazlığı
karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle
davanın ikame edildiği tarih olmakla beraber bazı özel durumlarda girişimin
niteliği gözönünde bulundurularak uyuşmazlığın ortaya
çıktığı daha önceki bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir (Selahattin Akyıl, § 45). Somut başvuru
açısından benzer bir durum söz konusu olup makul süre değerlendirmesinde nazara
alınacak zaman diliminin başlangıç tarihi, başvurucu tarafından idareye başvuru
yapılan 12/12/2003'tür.
70. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Bu kapsamda somut yargılama
faaliyeti açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucunun karar düzeltme
talebinin Danıştay Onüçüncü Dairesince reddedildiği
4/7/2013 olduğu anlaşılmaktadır.
71. Başvuruya konu sürecin incelenmesindebaşvurucunun
12/12/2003 tarihinde idareye başvuruda bulunduğu ardından idari yargıda
22/12/2003 tarihinde açtığı tam yargı davası açtığı, İlk Derece Mahkemesi
tarafından 3/10/2006 tarihinde davanın kısmen kabul edildiği, Danıştayın bozma kararı sonrasında ise 19/7/2010 tarihinde
uyuşmazlığın karar verilmesine yer olmadığına şeklinde karara bağlandığı,
başvurucunun bu karara karşı temyiz talebinin 14/10/2011 tarihinde, karar
düzeltme talebinin ise 4/7/2013 tarihinde reddedildiği görülmüş ve bu sürecin
yaklaşık on yılda tamamlandığı anlaşılmıştır.
72. İlgili yargılama evrakının incelenmesinden başvuruya konu
yargılama süreçlerinin idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görüldüğünden
18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile
6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama UsulüKanunu'nda
yer alan usul hükümlerine tabi yargılama faaliyetlerinin söz konusu olduğu ve
bu yargılama alanlarına dâhil uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetleri
için geçerli genel usul hükümleri içeren kanunların muhtelif maddelerinin
uyuşmazlıkların makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu
anlaşılmaktadır.
73. Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan
uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı
yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal kararında yer
verilmiş olup özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay
nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama
sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda
idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı
yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa Mahkemesi
tarafından özellikle 2577 sayılı Kanun'da yer alan usul hükümleri de gözönünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının
ihlal edildiği yönünde karar verilmiştir (Selahattin
Akyıl, § 54-60).
74. Başvuruya konu davalarda yer alan kişi sayısı ve davaların
mahiyeti nedeniyle icrası gereken usul işlemlerinin niteliği başvuruya konu
yargılama süreçlerinin karmaşık olduğunu ortaya koymakla birlikte davalara
bütün olarak bakıldığında 1086 sayılı mülga Kanun ve 2577 sayılı Kanun'da yer
alan usul hükümlerine tabi yargılama süreçlerine ilişkin somut başvuru
açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı ve söz
konusu yaklaşık on yıllık yargılama süresinde makul olmayan bir gecikmenin
olduğu sonucuna varılmıştır.
75. Açıklanan nedenlerle başvurucunun Anayasa’nın 36. maddesinde
güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar
verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanunun
50. Maddesi Yönünden
76. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali nedeniyle hak ihlalleri
dikkate alınmak suretiyle kendisine 5667 sayılı Kanun kapsamında yapılan
ödemenin üzerinde zararını karşılamayan tutarın ödenmesi ile makul sürede
yargılanma hakkının ihlali nedeniyle 10.000 TL tazminata hükmedilmesini talep
etmiştir.
77. 6216 sayılı Kanun’un
“Kararlar” kenar başlıklı 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının
ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi
hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere
hükmedilir. Ancak yerindelik denetimi yapılamaz, idari eylem ve işlem
niteliğinde karar verilemez.
Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
78. Başvurucu, adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal
edildiğini ileri sürmüş; tazminata hükmedilmesi talebinde bulunmuştur.
79. Başvuru konusu olayda makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
80. Makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle yalnızca
ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvuruya
talebi ile bağlı kalınarak net 10.000 TL manevi tazminat ödenmesine karar
verilmesi gerekir.
81. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 198,35 TL harçtan yargılama
giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1.Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kişi yönünden yetkisizlik nedeniyle KABUL
EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Silahların eşitliği ilkesinin ihlal edildiğine ilişkin
iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Makul sürede yargılanma hakkına ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya, net 10.000 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE,
başvurucunun diğer taleplerinin REDDİNE,
D. 198,35 TL harçtan oluşan yargılama giderlerinin BAŞVURUCUYA
ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığa GÖNDERİLMESİNE
20/4/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.