TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
HÜSEYİN ÇAT ve DİĞERLERİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2013/8475)
|
|
Karar Tarihi: 21/5/2015
|
R.G. Tarih- Sayı: 8/8/2015-29439
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Serruh
KALELİ
|
|
|
Nuri NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi
DURSUN
|
|
|
Erdal TERCAN
|
Raportör
|
:
|
Recep BENLİ
|
Başvurucular
|
:
|
1. Hüseyin ÇAT
|
|
|
2. Fatma ÇAT
|
|
|
3. Hasan ÇAT
|
|
|
4. Hanım ÇAT
|
|
|
5. Medine YÜCETÜRK
|
|
|
6. Hatice KİRAZ
|
|
|
7. Gülen GÖKTAŞ
|
|
|
8. Ali ÇAT
|
|
|
9. Tülay ALGÜL
|
Vekili
|
:
|
Av. Vedat AYTAÇ
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvurucular, yakınlarının 1999 yılında Ulucanlar
Cezaevine yapılan operasyon sırasında güvenlik görevlilerince öldürüldüğünden
bahisle açtıkları tazminat davasının reddedilmesi nedeniyle yaşam hakkı,
işkence yasağı, eşitlik ilkesi, etkili başvuru ve makul sürede yargılanma
haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüş, tazminat talep etmişlerdir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru, 6/11/2013 tarihinde Anayasa Mahkemesine Ankara
6. İdare Mahkemesi vasıtasıyla yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı
tespit edilmiştir.
3. Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca, 28/2/2014 tarihinde
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına,
dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.
4. Bölüm tarafından 10/4/2014 tarihinde yapılan toplantıda
kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar
verilmiştir.
5. Başvuru konusu olay ve olgular 10/4/2014 tarihinde Adalet
Bakanlığına bildirilmiştir. Adalet Bakanlığı, tanınan ek süre sonunda görüşünü
16/6/2014 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.
6. Adalet Bakanlığının görüşü, başvurucular vekiline
23/6/2014 tarihinde tebliğ edilmiş olup, başvurucular Bakanlık görüşüne karşı
beyanda bulunmamışlardır.
III. OLAY VE
OLGULAR
A. Olaylar
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve
UYAP aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle
şöyledir:
8. Başvurucuların tutuklu olarak Ulucanlar Cezaevinde
bulunan yakını Abuzer Çat, 26/9/1999 tarihinde güvenlik görevlilerince yapılan
(kamuoyunda "Hayata Dönüş
Operasyonu" olarak bilinen) operasyonda yaşamını yitirmiştir.
9. Başvurucular Abuzer Çat’ın operasyon sırasında ölmesi
nedeniyle 22/9/2000 tarihinde Adalet Bakanlığına başvurarak idarenin hizmet
kusuruna dayanarak 10.000 TL maddi, 24.000 TL manevi tazminat talebinde
bulunmuşlardır. Taleplerine cevap verilmemesi üzerine, Adalet Bakanlığı
aleyhine 22/3/2001 tarihinde 10.000 TL maddi, 24.000 TL manevi tazminat
istemiyle dava açmışlardır.
10. Ankara 6. İdare Mahkemesi (İdare Mahkemesi), yaptığı
yargılama sonunda 12/3/2003 tarihli ve E.2001/364, K.2003/343 sayılı kararı ile
davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar vermiştir.
11. Adalet Bakanlığının kararı temyiz etmesi üzerine Danıştay
10. Dairesi, 15/11/2006 tarihli ve E.2003/5895, K.2006/6372 sayılı kararıyla
İdare Mahkemesinin kararının kabule ilişkin kısmının bozulmasına, redde ilişkin
kısmın onanmasına karar vermiştir.
12. İdare Mahkemesi, 14/3/2007 tarihli ve E.2007/90,
K.2007/671 sayılı kararı ile Danıştayın bozma
kararına karşı direnme kararı vermiştir.
13. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 28/4/2011 tarihli ve
E.2007/90, K.2011/282 sayılı kararı ile, bozma kararının onanmasına karar
vermiştir. Bu karara karşı yapılan karar düzeltme başvurusu da aynı Kurul
tarafından reddedilmiştir.
14. Belirtilen süreç sonrasında yürütülen yargılama
neticesinde İdare Mahkemesi, 3/7/2013 tarihli ve E.2013/962, K.2013/1234 sayılı
kararında, bozma kararına uyarak davanın reddine hükmetmiştir. Anılan kararda
başvuru konusu olayların gelişimi ve ulaşılan sonuç şu şekilde ifade
edilmiştir:
"... Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevinin 4
ve 5. koğuşlarındaki terör örgütü mensubu hükümlü ve tutukluların, 2-9.1999
tarihinden itibaren, adli tutukluların kaldığı 7 nolu
koğuşu işgal ettikleri, anılan tarihten sonra, söz konusu koğuşların hükümlü ve
tutukluları tarafından sayım vermeme, görevli personeli koğuşa almama gibi
eylemlerin başlatıldığı, Cezaevi 2. Müdürünün 20.9.1999 tarihinde, anılan
tutuklularca gözetlemeyi engellemek amacıyla gazete ve kağıt parçalarıyla
kapatılan bölümü açmak istediği sırada, tutuklularca 12 kg'lık büyük tüpe
takılan hortumlardan bırakılan gazın ateşlenmesi sonucu, yanma tehlikesi
geçirdiği, bu olaylara ilişkin olarak idare tarafından tutulan 26.9.1999
tarihli olay tutanağında; "Ankara Kapalı Cezaevinde terör suçlularının
kaldığı 4-5 ve terör bayanlar koğuşunda ciddi boyutta tünel kazıldığı ve silah
olduğuna dair Jandarma Alay Komutanlığı ve il Emniyet Müdürlüğünden istihbarı
yazılar geldiği, ayrıca 2.9.1999 tarihinde bu koğuşlarda kalan terör
suçlularının, koğuşun havalandırma duvarını yıkarak, 7. koğuşun işgal edildiği,
koğuşta kalan adli tutukluların koğuş bahçesine çıkarıldığı, bu eylemlerinden
sonraki, sayım vermeme, görevli personeli gözetim ve denetim için koğuşa
almamak ve koğuş kapılarını kapattırmamak gibi eylemleri nedeniyle, bu
koğuşlarda arama yapılamaması üzerine, 26.9.1999 günü, saat 04:00'te genel
arama yapma amacıyla jandarma kuvvetlerince tedbir alındığı, anılan koğuşlara
gidildiğinde ise, söz konusu hükümlü ve tutuklularca önceden hazırlanan
barikatların havalandırma ve koğuş kapılarına kurulduğunun görüldüğü, ayrıca cezaevi
personeline ve güvenlik güçlerine karşı ateşli silah, molotof
kokteyli ve tüplerle saldırıda bulunulduğu, Jandarma Komutanının, megafonla,
yalnızca arama yapılacağını anons etmesine rağmen, hükümlü ve tutuklularca, molotof atılmasına, tüpün ağzına hortum bağlayarak ateş
püskürtülmesine ve koğuştan silah atılmasına devam olunması üzerine, jandarma
kuvvetleri tarafından göz yaşartıcı bomba kullanıldığı, daha sonra da,
müteaddit kereler, yalnızca arama yapılacağı, teslim olmaları gerektiği anons
edilmiş ise de, müsbet cevap alınamadığı, bunun
üzerine Jandarma kuvvetlerinin 5. koğuşa yönelmesi ile, 4. koğuşta toplanan ve
direniş gösteren hükümlü ve tutuklulara bir kez daha teslim olmaları, aksi
halde zor kullanılacağı yönünde anons yapıldığı ancak, silah ve tüpe bağlı
hortumdan püskürtülen alevlerle cevap verildiği, direnişin ısrarla sürdürülmesi
üzerine, barikatların bulunduğu koğuş bahçe kapısının açılması çalışmalarına
başlandığı, bunun üzerine koğuşa göz yaşartıcı bomba atılarak, tekrar teslim ol
çağrısı yapıldığı, tekraren müsbet bir cevap
alınamaması üzerine de, koğuşa, güvenlik kuvvetlerinin operasyonu sonucunda
girilebildiği ve operasyon sonucunda eyleme katılan mahkumlardan bir kısmının
hayatını kaybettiği bir kısım güvenlik görevlisinin de yaralandığının
belirtildiği anlaşılmaktadır.
Olaydan sonra yapılan aramalarda, 7.62 mm
çaplı otomatik bir tüfek, 9 mm çaplı 3 adet tabanca, 7.65 mm çaplı 2 adet
tabanca, 2 adet kalem tabanca, 18 kalibre Av tüfeği, 16 kalibre av fişekleri ve
ses fişeğinin ele geçirildiği belirtilmiştir.
Buna göre, cezaevinde asayiş ve disiplinin
sağlanması amacıyla zorunlu hale gelen müdahaleyi idarenin hizmetin işleyişinde
kusurlu davrandığının göstergesi olarak kabul etmeye olanak bulunmamaktadır.
Bu bağlamda, davacılar yakınının ölümüne neden
olan, cezaevinde çıkan olaylarda davacılar yakınının da etkin bir şekilde rol
aldığı, cezaevine müdahale sırasında hükümlü ve tutukluların güvenli bir
şekilde olay yerinden uzaklaştırıldığı dosyada bulunan tüm bilgi ve belgelerden
anlaşılmaktadır.
Öte
yandan, kusursuz sorumluluk ilkesine göre, tazmini gereken bir zararın
bulunmadığı tartışmasızdır."
15. Başvurucular bu kararın 31/10/2013 tarihinde kendilerine
tebliğ edildiğini beyan ederek 6/11/2013 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuşlardır.
16. UYAP kayıtlarından yapılan incelemede bu kararın
başvurucular tarafından 2/12/2013 tarihinde temyiz edildiği ve Danıştay 10.
Dairesinin 14/5/2014 tarihli ve E.2014/228, K.2014/3025 sayılı kararı ile
kararın usul ve hukuka uygun bulunarak onanmasına karar verildiği tespit
edilmiştir.
17. Adalet Bakanlığı görüş yazısında, başvurucuların
yakınlarının ölümüyle ilgili olarak yapılan adli soruşturma neticesinde Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığının 25/12/2000 tarihli ve E.2000/2083 sayılı iddianamesi
ile 161 kamu görevlisi hakkında “Kanunun bir
hükmünü veya yetkili merciden verilip infazı vazifeden zaruri olan bir emri ifa
suretiyle ölüme ve yaralamaya sebep olmak” suçlarından Ankara 6.
Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açıldığı, iddianameye göre Abuzer Çat’ın
ateşli silah (uzun namlulu) mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı trakca, sağ ve sol akciğer delinmesi sonucu iç kanama
nedeniyle öldüğü ve kamu davasının yargılamasının halen derdest olduğu
bildirilmiştir. Başvuru evrakı içerisinde mevcut olan Abuzer Çat’a ait otopsi
raporundan 26/9/1999 tarihinde meydana gelen olay sonrasında 28/9/1999
tarihinde yapılan otopsi işlemiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturmaya
başlandığı anlaşılmıştır.
18. Bu bilgi doğrultusunda UYAP kayıtları incelendiğinde, Ankara
6. Ağır Ceza Mahkemesinin E.2001/13 sayılı dosyası kapsamında yapılan yargılama
sonunda 24/9/2008 tarihli ve K.2008/314 sayılı karar ile yargılanan kamu
görevlileri hakkında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 49/1-3 maddeleri uyarınca
ceza verilmesine yer olmadığına karar verildiği, kararın dosyanın katılanları
tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 1/10/2013
tarihli ve E.2012/2289, K.2013/5377 sayılı ilamıyla “Bu dosya ile aralarında hukuki ve fiili irtibat bulunan, Ankara 5.
Ağır Ceza Mahkemesinin E.2002/76 sayılı dosyasının birleştirilmesi olanağının
araştırılmasına karar verilmiş ve karar kesinleşmişse dosyanın getirtilip bu
dosya arasına konulması, kanıtların birlikte değerlendirilmesi, sonucuna göre
sanıkların hukuki durumunun değerlendirilmesi gerektiğinin düşünülmemesi”gerekçesiyle bozulduğu,
bozma kararı üzerine Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinin E.2002/76 sayılı
dosyasının 6. Ağır Ceza Mahkemesinin E.2013/452(bozma sonrası yeni esas
numarası) sayılı dosyası ile birleştirildiği, yargılamanın E.2013/452 sayılı
dosya üzerinden halen devam ettiği, 26/3/2015 tarihinde yapılan celsede bir
kısım sanıklar hakkında çıkarılan yakalama emirlerinin infazının beklenmesine
karar verilerek duruşmanın 2/7/2015 tarihine ertelendiği görülmüştür.
B. İlgili Hukuk
19. 1/3/1926 tarihli Mülga ve
765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 49. maddesi şöyledir:
“ 1- Kanunun bir hükmünü veya salahiyettar bir merciden verilip infazı vazifeten zaruri olan bir emri icra suretiyle,
2 -
Gerek kendisinin gerek başkasının nefsine veya ırzına vukubulan
haksız bir taarruzu filihal defi zaruretinin bais olduğu mecburiyetle,
3 -
Gerek nefsini ve gerek başkasını vukuuna bilerek mahal vermediği ve başka türlü
tahaffüz imkanıda olmadığı
ağır ve muhakkak bir tehlikeden muhafaza etmek zaruretinin bais
olduğu mecburiyetle, işlenilen fiillerden dolayı
faile ceza verilemez.
Bir numaralı bentte gösterilen halde merciinden sadır olan emir hilafı
kanun olduğu takdirde neticesinden hasıl olan cürme müterettip
ceza emri veren amire hükmolunur.”
20. 6/1/1982 tarihli ve 2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 1. maddesinin (2) numaralı fıkrası, 14.
maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkraları, 20. maddesinin (5) numaralı fıkrası,
49. maddesinin (3) numaralı fıkrası ile 60. maddesi.
IV. İNCELEME VE
GEREKÇE
21. Mahkemenin 21/5/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda,
başvurucuların 6/11/2013 tarih ve 2013/8475 numaralı bireysel başvurusu
incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucuların İddiaları
22. Başvurucular, olay anında tutuklu olan yakınlarının
güvenlik görevlilerinin orantısız güç kullanımı sonucu yaşamını yitirdiğini,
açtıkları tazminat davasının makul sürede bitirilemeyerek reddedildiğini, açtıkları
davanın yakınlarının müterafık kusuru ve olaylara
etkin katılımı nedeniyle reddedildiğinin belirtilmesine rağmen, yakınları ve
diğer tutuklu ve hükümlüler hakkında kesin bir hükmün bulunmadığını, yargılama
boyunca verilen kararların hukuki gerekçeden yoksun olduğunu, yakınlarının ne
şekilde olaylara katıldığı ve hangi fiilleri ile müterafık
kusurun oluştuğunun açıklanmadığını, isnat edilen fiil ve suçların
şahsileştirilmediğini belirterek, yaşam hakkının, işkence yasağının, etkili
başvuru hakkının, kanun önünde eşitlik ilkesinin ve adil yargılanma hakkının
ihlal edildiğini ileri sürmüşler, her başvurucu için ayrı ayrı 200.000,00 TL
manevi, 100.000,00TL maddi tazminat talep etmişlerdir.
B. Değerlendirme
23. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 46. maddesinin (1) numaralı
fıkrasında, ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal
nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenlerin bireysel başvuru
hakkına sahip oldukları kurala bağlanmıştır. Yaşam hakkının doğal niteliği
gereği, yaşamını kaybeden kişi açısından bu hakka yönelik bir başvuru, ancak
yaşanan ölüm olayı nedeniyle mağdur olan ölen kişinin yakınları tarafından
yapılabilecektir. Başvurucular, başvuru konusu olayda ölen kişinin annesi,
babası ve kardeşleridir. Bu nedenle başvuru ehliyeti açısından bir eksiklik
bulunmamaktadır (Sadık Koçak ve diğerleri, B.No: 2013/841, 23/1/2014, § 65).
24. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp, olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder. Bu nedenle her ne kadar başvurucular işkence yasağının,
etkili başvuru hakkının, kanun önünde eşitlik ilkesinin de ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerse de, başvurucuların iddiaları
Anayasa’nın 17. maddesi ve 36. maddesi ile ilişkili görülerek, yaşam hakkı ve
adil yargılanma hakkı kapsamında değerlendirilmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
25. Başvurucuların, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun
bozma kararını onaması sonucu İdare Mahkemesince verilen 3/7/2013 tarihli
kararı temyiz etmeden 6/11/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulundukları
anlaşılmıştır.
26. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunulması için
olağan kanun yollarının tüketilmesi gerekir. Ancak somut olayda başvurucu
açısından temyiz yoluna başvurulması, tüketilmesi gerekli bir yol olarak kabul
edilemez. Zira aynı karara yönelik olarak temyiz mercileri kararlarını
vermişler ve derece Mahkemesince de temyiz mercilerinin verdikleri karar
doğrultusunda hüküm kurulmuştur. Başvurucular Mahkemece verilen ilk karara
yönelik olarak, olayın şartları dâhilinde, olağan kanun yollarını tüketmek için
kendilerinden beklenen her şeyi yapmışlardır. Bu aşamadan sonra başvuruculardan
İlk Derece Mahkemesince verilen son karara yönelik olarak da temyiz yoluna
başvurmasını beklemek, bireysel başvuru hakkının kullanılması önünde orantısız
bir engel oluşturabilir (Deniz Baykal,
B. No: 2013/7521, 4/12/2013, § 31).
a. Adil Yargılanma Hakkının İhlal
Edildiği İddiası
i. Yargılamanın Makul Sürede
Sonuçlandırılmadığı İddiası
27. Başvuru formu ile eklerinin incelenmesi sonucunda,
yargılamanın makul sürede sonuçlandırılmadığı iddiasının açıkça dayanaktan
yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka
bir neden de bulunmadığından kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
ii. Gerekçeli Karar Hakkının İhlal Edildiği İddiası
28. Başvurucular yapılan yargılama boyunca verilen kararların
hukuki gerekçeden yoksun olduğunu, yakınlarının hangi şekilde olaylara
katıldığı, hangi fiilleri ile müterafık kusur
yarattığına ilişkin gerekçeli kararlarda bir açıklama olmadığını ileri
sürmüşlerdir.
29. Anayasa'nın 141. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"Bütün mahkemelerin her türlü kararları
gerekçeli olarak yazılır."
30. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak
niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken
şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden birisidir. Bu bağlamda Anayasa'nın, bütün mahkemelerin her türlü
kararlarının gerekçeli olarak yazılmasını ifade eden 141. maddesinin de, hak arama hürriyetinin kapsamının belirlenmesinde
gözetilmesi gerektiği açıktır (Vedat Benli,
B. No: 2013/307, § 30, 16/5/2013).
31. Derece mahkemeleri, kendisine sunulan tüm iddialara yanıt
vermek zorunda değildir. Ancak ileri sürülen iddialardan biri kabul edildiğinde
davanın sonucuna etkili olması halinde, mahkeme bu hususa belirli ve açık bir
yanıt vermek zorunda olabilir. (Yasemin Ekşi,
B. No: 2013/5486, 4/12/2013, § 56)
32. Gerekçeli karar hakkı bakımından, temyiz merciinin,
yargılamayı yapan mahkemenin kararıyla aynı fikirde olması ve bunu ya aynı
gerekçeyi kullanarak ya da basit bir atıfla kararına yansıtması yeterlidir.
Burada önemli olan husus, temyiz merciinin bir şekilde temyizde dile getirilmiş
ana unsurları incelediğini, derece mahkemesinin kararını inceleyerek onadığını
ya da bozduğunu göstermesidir (Ahmet Sağlam,
B. No: 2013/3351, 18/9/2013, § 50)
33. Somut olayda, İdare Mahkemesi, tarafların iddia ve
savunmaları ile tüm dosya kapsamını dikkate alarak, hukuk kuralları ile dava
konusu müdahale işlemini değerlendirmiş ve davanın reddine karar vermiştir.
Danıştay 10. Dairesi tarafından da Mahkemece verilen kararın gerekçesine atıf
yapılarak ve bu gerekçe kabul edilerek hüküm onanmıştır. Dolayısıyla temyiz
üzerine verilen kararın da gerekçesiz olduğundan söz edilemez.
34. Açıklanan nedenlerle, gerekçeli karar hakkına yönelik bir
ihlalin olmadığı açık olduğundan, başvurunun bu kısmının, diğer kabul
edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin "açıkça dayanaktan yoksun olması" nedeniyle kabul
edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Yaşam Hakkının İhlal Edildiği
İddiası
i. Yaşam
Hakkının Usuli Boyutunun İhlal Edildiği İddiası
35. Başvurucular başvuru formunda yakınlarının ölümü ile
sonuçlanan cezaevi operasyonuna ilişkin olarak yürütülen ceza soruşturması
sürecinden bahsetmemişlerse de Bakanlık görüşü ve ekinde sunulan belgeler
doğrultusunda yaşam hakkının usuli boyutuna ilişkin
değerlendirme yapılması zorunluluğu ortaya çıktığından başvurunun bu yönüyle
incelenebilmesi için kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
ii. Yaşam
Hakkının Maddi Boyutunun İhlal Edildiği İddiası
36. Başvurucular yakınlarının Ulucanlar Cezaevinde tutuklu
olarak bulunduğu dönemde cezaevine yapılan operasyon sırasında orantısız güç
kullanımı sonucu öldürüldüğünü, açtıkları tazminat davasında yakınlarının müterafık kusuru ve olaylara etkin katılımı olduğunun
belirtilmesine rağmen, yakınları hakkında buna ilişkin kesin bir hükmün
bulunmadığını, isnat edilen fiil ve suçların şahsileştirilmediğini belirterek,
davanın reddedilmesi nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüşlerdir.
37. Adalet Bakanlığı görüşünde şikâyetlerin kabul
edilebilirliği açısından yaşam hakkının ihlali iddiasına ilişkin
değerlendirmede, başvurucuların yakınının 26/9/1999 tarihinde ölümüyle ilgili
olarak başlatılan ceza soruşturması sonrasında açılan kamu davasının Ankara 6.
Ağır Ceza Mahkemesinin E.2013/452 sayılı dosyasında devam ettiği hususunun
değerlendirilmesi konusunda takdirin Anayasa Mahkemesine ait olduğu
bildirilmiştir. Başvurucular Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamışlardır.
38. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"... Başvuruda bulunabilmek için olağan
kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır."
39. 6216 sayılı Kanun'un "Bireysel
başvuru hakkı" kenar başlıklı 45. maddesinin (2) numaralı
fıkrası şöyledir:
"İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,
eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının
tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir."
40. Anılan Anayasa ve Kanun hükümlerine göre bireysel başvuru
yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması gerekir. Temel hak ve özgürlüklere saygı, devletin tüm
organlarının anayasal ödevi olup, bu ödevin ihmal edilmesi nedeniyle ortaya
çıkan hak ihlallerinin düzeltilmesi idari ve yargısal makamların görevidir. Bu
nedenle, temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle derece
mahkemeleri önünde ileri sürülmesi, bu makamlar tarafından değerlendirilmesi ve
bir çözüme kavuşturulması esastır (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403,
26/3/2013, § 16).
41. Bu nedenle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, iddia edilen
hak ihlallerinin derece mahkemelerince düzeltilmemesi hâlinde başvurulabilecek
ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği
gereği Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle
olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Bu ilke uyarınca, başvurucunun
Anayasa Mahkemesi önüne getirdiği şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili
idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip
olduğu bilgi ve kanıtlarını zamanında bu makamlara sunması ve aynı zamanda bu
süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması
gerekir (Ayşe Zıraman
ve Cennet Yeşilyurt, § 17).
42. Anayasa’nın “Kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” başlıklı 17. maddesinin birinci
ve dördüncü fıkraları şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
Meşrû müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi,
bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın
bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği
emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği
zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü
dışındadır.”
43. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma
hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez
haklardan olup devletin bu konuda pozitif ve negatif yükümlülükleri
bulunmaktadır. Devletin, negatif bir yükümlülük olarak, yetki alanında bulunan
hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, bunun yanı
sıra, pozitif bir yükümlülük olarak, yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin
yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer
bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere
karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil
Kerimoğlu ve Diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 50-51).
44. Anayasa Mahkemesinin yaşam hakkı kapsamında devletin
sahip olduğu pozitif yükümlülükler açısından benimsediği temel yaklaşıma göre,
devletin sorumluluğunu gerektirebilecek şartlar altında gerçekleşen ölüm
olaylarında Anayasa’nın 17. maddesi, devlete, elindeki tüm imkânları
kullanarak, yaşamı tehlikede olan kişileri korumak için yeterli yasal ve idari
bir çerçeve oluşturma ve oluşturulan bu çerçevenin gereği gibi uygulanmasını ve
bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak etkili
idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük, kamusal
olsun veya olmasın, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet
bakımından geçerlidir (Serpil Kerimoğlu ve
Diğerleri, § 52).
45. Kamu görevlilerinin güç kullanması sonucu gerçekleştiği
iddia edilen ölüm olaylarının da şüphesiz devletin sahip olduğu “hiçbir bireyin yaşamına son vermeme”
negatif yükümlülüğü kapsamında incelenmesi gerekmektedir. Bu yükümlülük hem
kasıtlı bir biçimde öldürmeyi hem de kasıt olmaksızın ölümle sonuçlanan güç
kullanımını içermektedir (benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. McCann/Birleşik Krallık, B.No: 18984/91, [BD], 27/9/1995, § 148). 2559 sayılı
Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 16. maddesinde de belirtildiği üzere, güç
kullanımı, bedenî kuvvet kullanılması, diğer maddî güç araçlarının kullanılması
veya silah kullanılması şeklinde gerçekleşebilecektir (Cemil Danışman, B. No: 2013/6319,
16/7/2014, § 44).
46. Anayasa’nın 17. maddesinin son fıkrasına göre, kamu
görevlilerince güç kullanılmasının bir anlamda en ağır düzeyini ifade eden
silah kullanılmasına “meşru müdafaa” ile
“bir ayaklanma veya isyanın bastırılması” gibi kuralda sayılan
durumlarda cevaz verilebilecektir. Ancak söz konusu durumlarda, öldürücü
kuvvete başvurulmasının yaşam hakkının ihlalini doğurmaması için, güç
kullanmayı gerekli kılacak “zorunlu bir durum”un varlığı
aranacaktır. (Cemil Danışman, §
45).
47. Anayasa’da yaşam hakkına güç kullanmak suretiyle
yapılacak müdahalelere ilişkin yer alan yukarıdaki hükümler kolluk güçlerinin
ancak Anayasa’da belirtilen amaçlara ulaşmak adına başka bir çarenin kalmadığı “zorunlu durumlarda” ve (silah kullanarak
ulaşılmak istenen amaç ile karşı karşıya kalınan güce nispeten) “ölçülü” bir biçimde silah
kullanabilmelerine izin verdiği söylenebilecektir. (Cemil Danışman, § 50).
48. Anayasamızdaki düzenlemeye benzer şekilde, AİHS’nin 2.
maddesine göre bir ölüm, a) bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının
sağlanması; b) bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme
veya usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme; c) bir
ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması durumlarında, “mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı”
sonucunda meydana gelmişse, yaşam hakkının ihlalinin gerçekleştiğinden söz
edilemez. (Cemil Danışman, B. No:
2013/6319, 16/7/2014, § 51).
49. Somut olaya ilişkin bilgi ve belgeler incelendiğinde,
başvurucular yakınlarının cezaevine yapılan operasyon sırasında güvenlik
güçlerince ateşli silah kullanılması sonucu ölmesi sonucu idarenin hizmet
kusuruna dayanarak Ankara 6. İdare Mahkemesinde açtıkları tazminat davasının
reddedilmesi nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerse de,
UYAP kayıtlarından elde edilen bilgilere göre başvurucuların yakınlarının
ölümüyle ilgili olarak yapılan adli soruşturma neticesinde Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından 161 kamu görevlisi hakkında “Kanunun bir hükmünü veya yetkili merciden verilip infazı vazifeden
zaruri olan bir emri ifa suretiyle ölüme ve yaralamaya sebep olmak”
suçlarından dolayı Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açıldığı ve
yargılamanın halen devam ettiği tespit edilmiştir.
50. Başvurucular başvuru formunda kamu görevlileri hakkında
yapılan ceza soruşturması sonucu açılan kamu davasından bahsetmemişlerse de,
kamu görevlileri hakkında devam eden ceza yargılaması sonuçlanmadan, kolluk
güçlerinin ancak Anayasa’da belirtilen amaçlara ulaşmak adına başka bir çarenin
kalmadığı “zorunlu durumlarda” ve
(silah kullanarak ulaşılmak istenen amaç ile karşı karşıya kalınan güce
nispeten) “ölçülü” bir biçimde
silah kullanıp kullanmadıklarına, dolayısıyla yaşam hakkının ihlal edilip
edilmediğine ilişkin değerlendirme yapılabilmesi mümkün görülmemektedir.
51. Açıklanan nedenlerle, başvurucuların yakınının güvenlik
güçlerinin cezaevine yaptığı operasyon sonucu ölmesi nedeniyle yaşam hakkının
ihlal edildiği iddiaları yönünden kanunda öngörülmüş yargısal başvuru
yollarının tamamı bireysel başvuru yapılmadan önce usulüne uygun şekilde
tüketilmeden temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddiasının bireysel
başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından, başvurunun bu yönünün "başvuru yollarının tüketilmemiş olması"
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Yaşam
Hakkının Usuli Boyutunun İhlal Edildiği İddiası
52. Her ne kadar başvurucular, başvurularında yakınlarının
ölümü ile sonuçlanan operasyona ilişkin ceza soruşturmasından bahsetmemişlerse de, yaşam hakkına ilişkin değerlendirme yapılırken
halihazırda devam eden (§18) ceza yargılamasının etkililiği hususunun
değerlendirilmesi gerekliliği bulunmaktadır. Ancak bu değerlendirme yapılırken
ceza yargılaması sürecinin tamamlanmaması nedeniyle sadece soruşturma ve
kovuşturmanın makul bir süre ve özenle sürdürülüp sürdürülmediği hususu
irdelenecektir.
53. Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen yaşam hakkı
kapsamında devletin yerine getirmek zorunda olduğu pozitif yükümlülüklerin usulî boyutu, yaşanan ölüm olayının tüm yönlerinin ortaya
konulmasına ve sorumlu kişilerin belirlenmesine imkan
tanıyan bağımsız bir soruşturmanın da yürütülmesini gerektirmektedir (Sadık Koçak ve diğerleri, § 94). Bu usul
yükümlülüğünün gerektiği şekilde yerine getirilmemesi halinde devletin negatif
ve pozitif yükümlülüklerine gerçekten uyup uymadığının tam olarak tespit
edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, soruşturma yükümlülüğü, devletin bu madde
kapsamındaki negatif ve pozitif yükümlülüklerinin güvencesini oluşturmaktadır (Salih Akkuş, B. No: 2012/1017, 18/9/2013,
§ 29).
54. Bireyin, bir devlet görevlisi tarafından hukuka aykırı
olarak ve Anayasa’nın 17. maddesini ihlal eder bir biçimde yaşamına son
verildiğine veya herhangi bir muameleye tabi tutulduğuna ilişkin savunulabilir
bir iddiasının bulunması halinde, Anayasa’nın 17. maddesi, “Devletin temel amaç ve görevleri” kenar
başlıklı 5. maddedeki genel yükümlülükle birlikte yorumlandığında etkili resmi
bir soruşturmanın yapılmasını gerektirir (Salih
Akkuş, B. No: 2012/1017, 18/9/2013, § 30). Bu çerçevede, kamu
otoritelerinin silah kullanımı sonucu ortaya çıkan ölüm olaylarına ilişkin
soruşturmaların, yasa dışı silah kullanımının önlenmesini güvence altına alacak
nitelikte kapsamlı, dikkatli ve tarafsız şekilde gerçekleştirilmesi
gerekmektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. McCann ve diğerleri/Birleşik Krallık, §§ 161-163). Bu tür olaylara
ilişkin soruşturmalarda aranılan bağımsızlık, sadece hiyerarşik ve kurumsal
bağımsızlığı ifade etmemekte olup soruşturmanın fiilen de (uygulamada da) bağımsız
olarak yürütülmesini gerektirmektedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Hugh Jordan/Birleşik Krallık, 24746/94, 4
/5/2001, § 106).
55. Soruşturmanın etkililik ve yeterliliğini temin adına
soruşturma makamlarının resen harekete geçmesi ve ölüm olayını
aydınlatabilecek, sorumluların tespitine yarayabilecek bütün delillerin
toplanması gerekmektedir. Soruşturmada ölüm olayının nedenini veya sorumlu
kişilerin ortaya çıkarılması imkânını zayıflatan bir eksiklik, etkili
soruşturma yürütme kuralıyla çelişme riski taşır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, § 57).
56. Bununla birlikte soruşturmada makul bir hız ve özen
gösterme zorunluluğu zımnen mevcuttur. Şüphesiz bazı özel durumlarda
soruşturmanın ilerlemesini önleyen engellerin ya da güçlüklerin
bulunabileceğini kabul etmek gerekir. Ancak, öldürücü güç kullanılmasıyla
ilgili bir soruşturmada yetkililerin çabuk hareket etmeleri, halkın hukukun
üstünlüğüne olan bağlılığını sürdürmesi ve hukuka aykırı eylemlere hoşgörü ve
teşvik gösterildiği ve bu eylemlerin teşvik edildiği görünümü verilmesinin
engellenmesi için esaslı bir unsurdur. (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Maiorano ve dğerleri/İtalya, 28634/06, 15/12/2009, §124).
57. Somut olayda Bakanlık görüşüne göre, ölüm orucu ve açlık
grevine zorlanan tutuklu ve hükümlüleri baskılardan kurtarma amacıyla 26/9/1999
tarihinde Ulucanlar Kapalı Ceza İnfaz Kurumuna “Hayata
Dönüş Operasyonu” adı verilen bir operasyon düzenlenmiştir.
Operasyonda başvurucuların yakınının da aralarında bulunduğu beş tutuklu ve
hükümlü hayatını kaybetmiş, bir çok tutuklu ve hükümlü
de yaralanmıştır. Müdahale esnasında güvenlik güçlerinden de yaralananlar
olmuştur. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca 28/9/1999 tarihinde yapılan otopsi
işlemiyle soruşturmaya başlandığı tespit edilmiştir. Yürütülen soruşturma
sonucunda beş tutuklu ve hükümlünün ölümü, kırkyedi
tutuklu ve hükümlünün yaralanması ile sonuçlanan operasyonla ilgili olarak 161
kamu görevlisi hakkında 25/12/2000 tarihinde “Kanunun
bir hükmünü veya yetkili merciden verilip infazı vazifeden zaruri olan bir emri
ifa suretiyle ölüme ve yaralamaya sebep olmak” suçlarından dolayı
Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesine kamu davası açılmıştır. Ankara 6. Ağır Ceza
Mahkemesince yapılan yargılama sonunda 24/9/2008 tarihinde kamu görevlileri
hakkında 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nun 49/1-3 maddeleri uyarınca ceza
verilmesine yer olmadığına karar verilmiş, kararın dosyanın katılanları
tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Ceza Dairesi 1/10/2013 tarihli ilamıyla
Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dosyayla bu dosyanın birleştirilmesi
gerektiği gerekçesiyle kararı bozmuştur. Bozma sonrası her iki dosya
birleştirildikten sonra yargılamaya devam edilmiş ve 26/3/2015 tarihinde
yapılan duruşmada bir kısım sanıkların hakkında çıkarılan yakalama emirlerinin
infazının beklenmesine karar verilerek duruşmanın 2/7/2015 tarihine
ertelenmesine karar verilmiştir.
58. Devam etmekte olan ceza yargılamasında altı müşteki,
altmış dokuz mağdur ve yüz altmış bir sanık olması, olayın ciddiyeti ve
karmaşıklığı nedeniyle dosyanın ilerlemesinde güçlükler yaşanması kaçınılmaz
kabul edilse bile bu soruşturma ve kovuşturma sürecinin yaklaşık 15 yıl 8 aydır
devam etmesinin, öldürücü güç kullanılmasıyla ilgili bir soruşturmada halkın
hukukun üstünlüğüne olan bağlılığını sürdürmesi ve hukuka aykırı eylemlere
hoşgörü gösterildiği görünümü verilmesinin engellenmesi ilkesiyle bağdaşmadığı
değerlendirildiğinden soruşturmanın hızlı ve yeterli olmadığı sonucuna
varılmıştır.
59. Belirtilen nedenlerle, başvurucuların yakınının
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının usuli boyutunun ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
b. Yargılamanın Makul Sürede
Sonuçlandırılmadığı İddiası
60. Başvurucular 2001 yılında idari yargıda açmış olduğu
davaya ilişkin yargılamanın makul sürede tamamlanmayarak Anayasa’nın 36.
maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
61. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme)
ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun
kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18), Sözleşme metni
ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarından ortaya çıkan ve adil
yargılanma hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, esasen
Anayasa’nın 36. maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da
unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme
yaptığı birçok kararında, ilgili hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı
ışığında yorumlamak suretiyle, Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM
içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara,
Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir Somut başvurunun dayanağını
oluşturan makul sürede yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca
adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil olup, ayrıca davaların en az giderle
ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten
Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul
sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması
gerektiği açıktır (Güher Ergun ve diğerleri,
B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38–39).
62. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde göz önünde bulundurulması
gereken kriterlerdir (Güher Ergun ve
diğerleri, §§ 41–45).
63. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi
uyarınca, medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede
karara bağlanması gerekir. Hukuk sisteminde yer alan mevzuat hükümleri
gereğince “kamu hukuku” alanına dâhil olan, ancak sonucu itibarıyla özel
nitelikteki haklar ve yükümlülükler üzerinde belirleyici olan uyuşmazlıkları
konu alan davalar da, Anayasa’nın 36. maddesi ve
Sözleşme’nin 6. maddesinin koruması kapsamına girmektedir. (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198,
7/11/2013, § 44). Bu anlamda, belirtilen düzenlemelerde yer verilen güvenceler,
başvurucunun haklarına zarar verdiği iddia edilen idari bir eylem nedeniyle
uğranılan zararın tazmini talebiyle açılan davalara da uygulanacaktır.
Başvuruya konu davanın, başvurucuların yakınının ceza infaz kurumuna kolluk
kuvvetlerince yapılan operasyon sırasında hayatını kaybetmesinden dolayı
uğradıkları zararın tazminini konu alan bir uyuşmazlık olduğu görülmekle, bu
sorunun çözümüne yönelik olan ve 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine
göre yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve yükümlülükleri konu
alan bir yargılama olduğunda kuşku yoktur.
64. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara
ilişkin makul süre değerlendirmesinde, sürenin başlangıcı kural olarak,
uyuşmazlığı karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka
bir deyişle davanın ikame edildiği tarih olmakla beraber, bazı özel durumlarda
girişimin niteliği göz önünde tutularak uyuşmazlığın ortaya çıktığı daha önceki
bir tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilebilmektedir. Bu durum özellikle,
yargısal süreç öncesinde ilgili idareye müracaat edilmesinin söz konusu olduğu
başvurular açısından geçerlidir (Selahattin
Akyıl, § 45). Somut başvuru açısından süre başlangıcı olarak
başvurucuların Adalet Bakanlığına müracaat ettikleri 22/9/2000 tarihi kabul
edilmiştir.
65. Sürenin bitiş tarihi ise, çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir. Ancak devam eden
yargılamalara ilişkin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasını
içeren başvuruların yargılama faaliyetinin devamı sırasında da yapılabilmesi
olanağı bulunduğundan, değerlendirmeye esas alınacak sürenin bitiş anı bireysel
başvurunun karara bağlandığı tarihtir (Güher
Ergun ve diğerleri, § 52). Bu kapsamda, somut yargılama faaliyeti
açısından sürenin bitiş tarihinin, başvurucuların temyiz talebi hakkında
verilen Danıştay 10. Dairesinin E. 2014/228, K.2014/3025 sayılı kararının
verildiği tarih olan 14/5/2014 tarihi olduğu anlaşılmaktadır.
66. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesinde, idari
yargıda açılan ve başvurucuların yakını olan Abuzer Çat’ın, 26/9/1999 tarihinde
güvenlik görevlilerince Ulucanlar Cezaevine yapılan operasyonda yaşamını
yitirmesinde idarenin hizmet kusurunun bulunduğundan bahisle uğranılan
zararların tazmini istemini konu alan tam yargı davasında ilk derece
mahkemesince 12/3/2003 tarihinde dosyanın karara bağlandığı, kararın temyiz
edilmesi üzerine 15/11/2006 tarihinde Danıştay 10. Dairesince bozma kararı
verildiği, İdare Mahkemesinin, 14/3/2007 tarihinde direnme kararı verdiği,
direnme kararı üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 28/4/2011
tarihinde bozma kararını onadığı, bunun üzerine İdare Mahkemesinin 3/7/2013 tarihinde
bozma kararına uyarak davanın reddine karar verdiği, kararın başvurucular
tarafından 2/12/2013 tarihinde temyiz edilmesi üzerine Danıştay 10. Dairesinin
14/5/2014 tarihli kararıyla İdare Mahkemesi kararının onandığı anlaşılmaktadır.
67. İlgili yargılama evrakının incelenmesinden, başvuruya
konu yargılama sürecinin idari yargı makamları nezdinde sürdüğü görülmekle,
2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine tabi bir yargılama faaliyetinin
söz konusu olduğu ve idari yargı alanına dâhil uyuşmazlıkları konu alan
yargılama faaliyetleri için geçerli genel usuli
hükümler içeren 2577 sayılı Kanun’un muhtelif maddelerinin, uyuşmazlıkların
makul sürede çözümlenmesi gerekliliğini ortaya koyduğu anlaşılmaktadır (§ 20).
68. Hukuk sistemimizde idari yargı alanında yer alan
uyuşmazlıklara ilişkin dava sürelerinin makul yargılama süresini aştığı
yönündeki tespitlere, AİHM tarafından verilen birçok ihlal kararında yer
verilmiş olup, özellikle idari yargı alanındaki yapısal sorunlar ve Danıştay
nezdinde temyiz ve karar düzeltme incelemelerinde geçirilen uzun yargılama
sürelerinin ihlal kararlarına temel oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu kapsamda
idari yargı makamları nezdindeki yargılamaların makul sürede tamamlanmadığı
yönündeki iddialar daha önce bireysel başvuru konusu yapılmış ve Anayasa
Mahkemesi tarafından, özellikle 2577 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümleri de
göz önünde bulundurularak makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
yönünde karar verilmiştir (Selahattin Akyıl,
§ 54-60).
69. Başvuruya konu davada yer alan kişi sayısı itibarıyla
karmaşık olmadığı görülen davaya bütün olarak bakıldığında, 2577 sayılı
Kanun’da yer alan usul hükümlerine tabi bir yargılama sürecine ilişkin somut
başvuru açısından farklı bir karar verilmesini gerektirecek bir yön bulunmadığı
ve 13 yıl 7 ayı aşkın yargılama sürecinde makul olmayan bir gecikmenin olduğu
sonucuna varılmıştır.
70. Belirtilen nedenlerle, başvurucuların Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma haklarının ihlal
edildiğine karar verilmesi gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
71. Başvurucular, başvuruya konu olay nedeniyle zarara
uğradıklarından bahisle açtıkları tam yargı davasının aleyhlerine
sonuçlanmasına dair kararların hak ihlaline yol açtığının Mahkeme tarafından
tespiti halinde, her başvurucu için ayrı ayrı 200.000,00 TL manevi,
100.000,00TL maddi tazminat talep etmişlerdir.
72. 6216 sayılı Kanun’un “Kararlar”
kenar başlıklı 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve
sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili
mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan
hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava
açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme,
Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
73. Başvurucuların tarafı oldukları uyuşmazlığa ilişkin 13
yıl 7 ayı aşan idari yargı süreci ve 15 yıl 8 aydır devam eden ceza
soruşturması süreci nazara alındığında, başvurucunun yalnızca ihlal tespitiyle
giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında başvurucular Hüseyin Çat ve
Fatma Çat’a aralarında ekonomik birlik bulunması dikkate alınarak takdiren net 25.000,00 TL manevi tazminatın müştereken
ödenmesine, diğer başvuruculara ayrı ayrı takdiren
net 20.000,00 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
74. Başvurucular tarafından yargılama süresinin uzunluğu
nedeniyle maddi tazminat talebinde bulunulmuş olmakla beraber, tespit edilen
ihlal ile iddia edilen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı
anlaşıldığından, başvurucuların maddi tazminat taleplerinin reddine karar
verilmesi gerekir.
75. Başvurucular tarafından yapılan ve dosyadaki belgeler
uyarınca tespit edilen 198,35 harç ve 1.500,00 TL vekâlet ücretinden oluşan
toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine
karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan
nedenlerle;
A. Başvurucuların,
1.
Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer alan gerekçeli karar hakkının ihlal
edildiği iddiasının “açıkça dayanaktan
yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının esas yönünden
ihlal edildiği yönündeki iddiasının "başvuru
yollarının tüketilmemesi" nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının usul yönünden
ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
4.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiasının KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
5.
Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşam hakkının usul yönünden
İHLAL EDİLDİĞİNE,
6.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma
hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
B. Başvuruculardan Hüseyin Çat ve Fatma Çat’a net 25.000,00 TL
TAZMİNATIN MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE, diğer başvuruculara net 20.000,00 TL TAZMİNATIN AYRI AYRI ÖDENMESİNE, başvurucuların tazminata
ilişkin diğer taleplerinin REDDİNE,
C. Başvurucular tarafından yapılan 198,35 TL harç ve 1.500,00 TL
vekâlet ücretinden oluşan toplam 1.698,35 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA
MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
D. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede
gecikme olması halinde, bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal faiz uygulanmasına,
21/5/2015
tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar
verildi.