TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
KARAR
HÜSEYİN TURGUT DÜLGER BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2014/14581)
Karar Tarihi: 14/9/2017
Başkan
:
Burhan ÜSTÜN
Üyeler
Serruh KALELİ
Nuri NECİPOĞLU
Hicabi DURSUN
Hasan Tahsin GÖKCAN
Raportör
Ayhan KILIÇ
Başvurucu
Hüseyin Turgut DÜLGER
Vekili
Av. Kader ÇELİK
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; malik olunan taşınmazın tapusunun bir bölümünün kıyı kenar çizgisinin içinde kaldığı gerekçesiyle iptal edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın on iki yıl sürmüş olması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 2/9/2014 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucu 1928 doğumlu olup İstanbul'da ikamet etmektedir.
8. Başvurucu İstanbul ili Büyükçekmece ilçesi Kumburgaz köyü Asfalt Altı mevkiinde kâin 8 pafta 51 parsel numaralı 120 m² büyüklüğündeki taşınmazı 1964 yılında satın almıştır. 1965 yılında yapılan tapulama çalışması sonucu taşınmaz ile yol arasında bulunun 20 m²lik bölüm de başvurucu adına tespit ve tescil edilmiştir. Başvurucu, anılan taşınmaz üzerinde 1967 yılında bir bodrum ve iki normal kattan oluşan bir bina inşa etmiştir. Tapulama komisyonunun 17/4/1970 tarihli kararıyla toplam 140 m² büyüklüğündeki taşınmaz, başvurucu adına tespit edilmiştir. Kadastro tespit tutanağı 15/7/1970 tarihinde kesinleşmiştir.
9. Hazine tarafından, sözü edilen taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı gerekçesiyle tapusunun iptali istemiyle başvurucu aleyhine 13/11/2002 tarihinde Büyükçekmece Asliye Mahkemesinde (Sonradan Büyükçekmece 2. Asliye Hukuk Mahkemesine dönüşmüştür.) dava açılmıştır. Mahkemece üç jeoloji mühendisi, bir inşaat mühendisi ve bir de inşaat fen memurunun katılımıyla taşınmaz mahallinde keşif yapılmıştır. Bilirkişiler tarafından düzenlenen raporda, taşınmazın 73,45 m²lik bölümünün kıyı kenar çizgisinin içinde kaldığı tespit edilmiştir. Mahkemece bu bilirkişi raporuna dayanılarak 25/9/2008 tarihinde verilen kararla, taşınmazın 73,45 m²ye isabet eden bölümünün tapusunun iptaline karar verilmiştir. Karar, başvurucu tarafından temyiz edilmiştir.
10. 14/3/2009 tarihinde yürürlüğe giren 25/2/2009 tarihli ve 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin 3. fıkrasına, “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır.” biçiminde bir cümle eklenmiştir. Bu cümle uyarınca birinci cümlede yer alan ve kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak kadastro tutanağında belirtilen haklara ilişkin olarak dava açılmasını on yıllık hak düşürücü süre ile sınırlayan hükmün devlet ve diğer kamu tüzel kişileri yönünden de uygulanması gerekmektedir. Buna göre Hazine ve diğer kamu tüzel kişilerince kadastrodan önceki sebeplerle tespit konusu taşınmaza ilişkin açılacak davalar da on yıllık hak düşürücü süreye tabi kılınmıştır.
11. 5841 sayılı Kanun'un 3. maddesiyle 3402 sayılı Kanun'a "Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.” biçimindeki geçici 10. madde eklenmiştir. Bu hüküm gereğince Hazinenin ve diğer kamu tüzel kişilerinin kadastro tespitine konu olan taşınmazlara yönelik dava açma hakkını on yıllık hak düşürücü süreyle sınırlayan değişiklikler, derdest bulunan uyuşmazlıklara da uygulanacaktır.
12. Mahkeme kararı, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin (Daire) 8/10/2009 tarihli kararıyla değinilen kanuni değişikliklere atıfla bozulmuştur. Kararın gerekçesinde, 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen ve on yıllık hak düşürücü süre öngören hüküm ile aynı Kanun'un 3. maddesiyle 3402 sayılı Kanun'a eklenen ve söz konusu hak düşürücü sürenin mevcut davalara da uygulanmasını gerekli hâle getiren geçici 10. madde hükmü dikkate alındığında davanın süre aşımı sebebiyle reddi gerektiği belirtilmiştir.
13. Mahkemece Dairenin bozma kararına uyularak 20/4/2010 tarihli kararla dava süre aşımı sebebiyle reddedilmiştir. Mahkeme ayrıca, davacı idare aleyhine 1.000 TL vekâlet ücretine hükmetmiş ve yargılama giderlerinin davacı idare üzerinde bırakılmasına karar vermiştir.
14. Kararın temyizi üzerine Daire 23/9/2010 tarihli kararıyla davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin hüküm fıkrasına yönelik temyiz istemini reddetmiş, idare aleyhine vekâlet ücretine hükmedilmesine ve yargılama giderlerinin davalı idare üzerinde bıkarılmasına ilişkin hüküm fıkrasını ise bozmuştur. Kararın gerekçesinde davanın, yargılama devam ederken yürürlüğe giren kanun hükmünün geriye yürütülmesi nedeniyle reddedildiği gözetildiğinde davalı Hazinenin davada haksız çıktığından söz edilemeyeceği ve bu nedenle Hazine aleyhine vekâlet ücretine hükmedilemeyeceği ifade edilmiştir.
15. Bozma kararına uyan Mahkeme 24/3/2011 tarihli kararıyla, vekâlet ücreti dâhil toplam 6.167,60 TL yargılama giderinin başvurucudan alınarak davacı idareye verilmesine hükmetmiştir. Başvurucu, bu kararı temyiz etmiştir.
16. Anayasa Mahkemesinin 23/7/2011 tarihli ve 28003 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararıyla; 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle ile 3. maddesiyle 3402 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10. madde iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 43. maddesi uyarınca kıyıların özel mülkiyete konu edilmesinin yasaklandığına vurgu yaptıktan sonra belli bir sürenin geçmesiyle kıyıların mülk edinilmesinin mümkün olmadığını belirtmiş ve bu nedenle sözü edilen kuralların Anayasa'ya aykırı olduğunu tespit etmiştir. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, tapunun iptalinden kaynaklanan bütün yükün malik üzerinde bırakılmasının mülkiyet hakkını zedeleyeceğini ifade ederek kanun koyucunun uygun çözüm yolu bulması gerektiğine işaret etmiştir.
17. Dairece 16/2/2012 tarihli kararla Anayasa Mahkemesinin iptal kararı dikkate alınarak daha önce temyiz istemi reddedilerek kesinleşen, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin hüküm fıkrası da bozulmuştur. Daire, daha önceki bozma kararının dayanağının Anayasa Mahkemesinin iptal kararıyla ortadan kalktığı kanaatini açıklamıştır. Daire, Hazinenin kararı temyiz etmemiş olmasının kazanılmış hak yaratmayacağının altını çizmiştir.
18. Bozma kararına uyan Mahkeme 22/11/2012 tarihli kararıyla, ilk kararındaki gibi taşınmazın 73,45 m²ye isabet eden bölümün tapusunun iptaline karar vermiştir.
19. Karar, Dairenin 4/4/2014 tarihli kararıyla onanmıştır. Karar düzeltme istemi de Dairenin 27/6/2014 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Nihai karar 4/8/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.
20. Başvurucu 2/9/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
21. 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu'nun 4. maddesinin ilgili bölümü şöyledir:
"Bu Kanunda geçen deyimlerden;
Kıyı çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, taşkın durumları dışında, suyun karaya değdiği noktaların birleşmesinden oluşan çizgiyi,
Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin
oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırını,
Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alanı,
...
ifade eder."
22. 3621 sayılı Kanun'un 5. maddesinin ilgili bölümleri şöyledir:
" ...
Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır.
...."
23. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesinin ilgili bölümleri şöyledir:
"Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.
Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder.
Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür."
24. 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin Anayasa Mahkemesinin 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararıyla iptal edilen üçüncü fıkrasının ikinci cümlesini de içeren hâlinin ilk üç fıkrası şöyledir:
"30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.
Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.
Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır."
25. 3402 sayılı Kanun'un Anayasa Mahkemesinin 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararıyla iptal edilen geçici 10. maddesi şöyledir:
"Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır."
26. Anayasa Mahkemesinin 12/5/2011 tarihli ve E. 2009/31, K. 2011/77 sayılı kararı şöyledir:
"A- 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile 21.6.1987 günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. Maddesinin Üçüncü Fıkrasına Eklenen 'Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dâhil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır' Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın uygulanması halinde devletin hüküm ve tasarrufunda olan kıyıların ve ormanların hak düşürücü süre nedeniyle tapu iptali davası açılamaması sonucunda özel mülkiyet konusu olacağı, ayrıca dava konusu kural ile devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan alanlara ilişkin düzenleme içeren diğer yasa kuralları arasında uyumsuzluk doğması nedeniyle hukuk kurallarının birbiriyle uyumlu olmasını ve aralarında çelişki bulunmamasını gerektiren hukuk devleti ilkesine ters düştüğü belirtilerek kuralın Anayasa'nın 2., 43. ve169. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralı da içeren Kadastro Kanunu'nun 12. maddesi, kadastro tutanaklarının kesinleşmesini ve kesinleşen tutanaklar aleyhine açılacak davalarda hak düşürücü süreyi düzenlemektedir. Anılan maddenin üçüncü fıkrasında, kadastro tutanaklarının kesinleşmesinden itibaren on yıl geçtikten sonra, bu tutanaklarda yer alan haklara, sınırlandırma ve tespitlere ilişkin olarak kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağı kurala bağlanmıştır. Bu fıkraya eklenen dava konusu kuralda ise kadastro tutanakları aleyhine açılacak davalara ilişkin hak düşürücü sürenin iddia ve taşınmazın niteliğine ya da tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanacağı öngörülmektedir.
Kuralda herhangi bir ayırım yapılmamakla birlikte Yargıtay içtihatlarında kuralın devletin hüküm ve tasarrufunda olan ve bu nedenle özel mülkiyete konu olamayan kıyılar ve ormanlar gibi alanlar bakımından uygulanamayacağı belirtilmiştir. Bunun sonucu olarak, kadastro tutanaklarının kesinleşmesinden sonra on yıldan daha uzun bir süre geçmiş olsa bile devletin hüküm ve tasarrufunda olan kıyı ve orman gibi alanların yanlış tespit ile özel mülk olarak kaydedildiğinin ortaya çıkması halinde, dava açılarak bu alanlara ilişkin tapuların iptal edilmesi mümkün hale gelmiştir. Yasa koyucunun bu uygulamanın Türk Medeni Kanununda öngörülen tapuya güven ilkesini zedelediği ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 numaralı Protokolünün 1. maddesine aykırılık oluşturduğu gerekçesiyle dava konusu kuralı maddeye eklediği anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın 43. maddesinde 'Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkân ve şartları kanunla düzenlenir.'; 169. maddesinin ikinci fıkrasında ise 'Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.' kuralı yer almaktadır.
Dava konusu kuralın uygulanması halinde kıyı ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılması olanağı ortadan kalkacaktır. Bunun sonucunda tapu kayıtları kesinlik kazanacak ve özel mülkiyete ilişkin tapular geçerli kabul edilecektir. Böylece dava konusu kuralın uygulanması ile kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz üzerinde özel mülkiyet mümkün hale gelecektir.
Anayasa'nın 43. ve 169. maddelerinde temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyet yasaklanmıştır. Bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir.
Ancak, hukuk devletinin en temel unsurlarından birisi olan hukuki güvenlik ilkesi bireyleri keyfi yönetimlere ve hukuki sürprizlere karşı korumak ve bireylerin ileride başlarına gelebilecekleri öngörebilmesi ve hareketlerini buna göre ayarlayabilmesi amacıyla hukuk kurallarının açık, anlaşılabilir ve öngörülebilir olmasını gerektirir. Hukuki güvenlik ilkesini eşya hukuku alanında somutlaştıran kurum tapuya güven ilkesidir. Tapu sicilinin temel işlevi bir taşınmazla ilgili tüm hakların bu sicile kaydedilerek herkese karşı ileri sürülebilmesi ve sicile kayıtlı olmayan hakların da iyi niyetli üçüncü kişilere karşı ileri sürülememesidir. Bu aynı zamanda mülkiyet hakkının sağladığı güvencenin de bir sonucudur.
Anayasa'nın 35. maddesi ise kişi özgürlüğü ile yakından ilişkili olan mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Ancak mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir ve bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında kadastro tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazları edinen kişilerin tapularının, kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1. protokolün 1. maddesinin ihlali olarak nitelendirmiştir. AİHM bu kararlarında çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini belirterek, karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır.
Kıyıların ya da ormanların korunması amacıyla mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve yasa koyucunun buna uygun çözüm yolları bulması gerekeceği açıktır.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa'nın 43. ve 169. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir.
B- 5841 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile 21.6.1987 günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'na Eklenen Geçici 10. maddenin İncelenmesi
Dava dilekçesi ve başvuru kararlarında dava konusu kuralın aleyhe bir hüküm olduğu ve kazanılmış hakları ihlal ettiği belirtilerek Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava ve itiraz konusu kural, Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen hükmün devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile kanunun yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış davalarda da uygulanmasını öngörmektedir.
Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen kuralın yukarıda yapılan incelenmesi neticesinde Anayasa'ya aykırı olduğu sonucuna ulaşıldığından aynı gerekçelerle kural, Anayasa'nın 43.ve 169. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir.
"
B. Uluslararası Hukuk
27. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında, kadastro tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazları edinen kişilerin tapularının kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS/Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin ihlali olarak nitelendirmiştir. AİHM bu kararlarında çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini belirterek karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır (N.A. ve diğerleri/Türkiye, B. No: 37451/97, 11/10/2005, § 41).
28. AİHM, bir başvurucunun tazminat ödenmeksizin taşınmazının elinden alınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkin olarak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Kasım 2009 tarihinde daha önceki içtihadında değişikliğe gittiğini, AİHM'in bu konudaki içtihatlarına dayanarak tapu sicilindeki yanlış kayıtlardan kaynaklanan ayni hak ya da menfaatleri kaybolmuş ya da kısıtlanmış olanların tapu kayıtlarındaki düzensizliklerden dolayı devleti sorumlu tutabileceğine hükmettiğini, tazminat miktarının söz konusu arazinin kullanılma şekli, niteliği ve değeri temelinde muhtemel getirisi ve emsal değerlerin dikkate alınarak değerlendirme yapılması gerektiğine dikkat çektiğini, bu başvuru yolunun düzenli olarak kullanılmakta olduğunu, ulusal mahkemelerin AİHM'in içtihatlarını ve AİHS'e ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesine dayanarak ilgili mevzuat hükümlerini uyguladıklarını, başvurucunun tapu belgesinin iptali yönündeki kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde tazminat talebinde bulunabileceğini belirterek iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle başvurunun kabul edilemez olduğuna hükmetmiştir (Altunay/Türkiye (k.k.), B. No: 42936/07, 17/4/2012, §§ 36-38).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
29. Mahkemenin 14/9/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları
30. Başvurucu, öncelikle kıyı kenar çizgisinin tespitinin hatalı olduğunu ve usulüne uygun olarak tespit edilmediğini ileri sürmüştür. Başvurucuya göre eski haritalarda gözüken, taşınmazın önündeki yol zamanla kumla kaplanmış olup kıyı vasfını haiz olmadığı hâlde bilirkişiler tarafından hatalı olarak kıyı sınırları içinde kabul edilmiştir. Başvurucu, mevzuata uygun olarak edindiği taşınmazın tapusunun iptalinin hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Başvurucu, sadece yargılama giderleri yönünden temyiz konusu edilen hükmün, daha önce kesinleşen hususlar yönünden de bozulması neticesinde tapusunun iptal edilmiş olmasının kazanılmış haklarını zedelediğini savunmuştur. Başvurucu sonuç olarak kamulaştırma yapılmaksızın ve tazminat ödenmeksizin tapulu taşınmazının mülkiyetinin idareye geçirilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ifade etmiştir.
2. Değerlendirme
31. İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."
32. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Kıyı kenar çizgisinin yanlış tespit edildiğine ilişkin iddia ile hükmün kesinleşen bölümü hakkında yeniden hüküm kurulmak suretiyle kazanılmış hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetin esas olarak mülkiyet hakkının kaybına yönelik olması nedeniyle mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.
33. Anayasa'nın 35. maddesinde herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu hakların ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği, mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır. Mülkiyet hakkı, kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (AYM, E.2011/58, K.2012/70, 17/5/2012).
34. Olayda, başvurucunun maliki bulunduğu taşınmazın 73,45 m²ye isabet eden bölümünün tapusu iptal edilerek bu kısmın Hazine adına tesciline karar verilmiştir. Tapulu taşınmazın Hazine adına tescil edilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmekte olup mülkten yoksun bırakma niteliğindedir.
35. Mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan malların korunması amacıyla mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve kanun koyucunun buna uygun çözüm yolları bulması gerekeceği açıktır (AYM, E.2009/31, K.2011/77, 12/5/2011).
36. Temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanma hakkının bir uzantısı olarak Anayasa'nın 43. maddesinde, kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyet yasaklanmıştır. Bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir (AYM, E.2009/31, K.2011/77, 12/5/2011).
37. Başvurucu, sadece yargılama giderleri yönünden temyiz konusu edilen hükmün, daha önce kesinleşen hususlar yönünden de bozulması sonucu tapusunun iptal edilmesinin kazanılmış haklarını zedelediği ileri sürülmüştür. Mahkemece davanın kabulü ile taşınmazın kısmen idare adına tescili yolunda kurulan hükmün, Daire tarafından 5841 sayılı Kanun'la 3402 sayılı Kanun'da yapılan değişiklikler gözetilerek bozulması üzerine dava, Mahkemenin 20/4/2010 tarihli kararıyla süre aşımı yönünden reddedilmiştir. Mahkeme ayrıca davacı idare aleyhine 1.000 TL vekâlet ücretine hükmetmiş ve yargılama giderlerinin davacı idare üzerinde bırakılmasına karar vermiştir. Kararın temyizi üzerine Daire 23/9/2010 tarihli kararıyla davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin hüküm fıkrasına yönelik temyiz istemini reddetmiş, idare aleyhine vekâlet ücretine hükmedilmesine ve yargılama giderlerinin idare üzerinde bırakılmasına ilişkin hüküm fıkrasını ise bozmuştur. Bozma kararına uyan Mahkeme 24/3/2011 tarihli kararıyla, davanın esasına ilişkin yeni bir hüküm kurmaksızın vekâlet ücreti dâhil toplam 6.167,60 TL yargılama giderinin başvurucudan alınarak davacı idareye verilmesine hükmetmiştir. Dolayısıyla davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin hüküm fıkrasının Dairenin 23/9/2010 tarihli onama kararı üzerine kesinleştiği anlaşılmıştır.
38. Bununla birlikte Mahkemenin 24/3/2011 tarihli kararı yalnızca yargılama giderlerine ilişkin olmasına ve buna bağlı olarak da temyizin konusu sadece yargılama giderlerinden ibaret bulunmasına rağmen Dairece 16/2/2012 tarihli kararla -Anayasa Mahkemesinin iptal kararı dikkate alınarak- daha önce kesinleşen, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin hüküm fıkrası da bozulmuştur. Daire, daha önceki bozma kararının dayanağının, Anayasa Mahkemesinin iptal kararıyla ortadan kalktığını ve Hazinenin kararı temyiz etmemiş olmasının kazanılmış hak yaratmayacağını ifade etmiştir.
39. Anayasa Mahkemesinin yukarıda atıfta bulunulan 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararında da vurgulandığı üzere Anayasa'nın 43. maddesi uyarınca devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kıyıların özel mülkiyete konu edilmesinin yasaklanmış olması nedeniyle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir (bkz. § 26). Dolayısıyla başvurucuya ait taşınmazın kıyı kenar çizgisinin içinde kaldığı gerekçesiyle tapusunun iptali istemiyle açılan davanın süre aşımı gerekçesiyle reddedilmiş olması başvurucuya, kıyı sınırları içinde kaldığı tespit edilen bir taşınmazı mülk edinme hakkı vermez. Bu itibarla başvurucunun taşınmazının Hazine adına tescili suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
40. Öte yandan kıyıların korunması amacıyla mülkiyet hakkına müdahale edilmesinde kamu yararı bulunduğu tartışmasızdır (AYM, E.2009/31, K.2011/77, 12/5/2011).
41. Başvurucu, kıyı kenar çizgisinin hatalı tespit edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu, bu iddiayı yargılama sırasında da dile getirmiştir. Kıyı kenar çizgisinin tespiti ve taşınmazın kıyı kenar çizgisinin içinde kalıp kalmadığı hususu, maddi bir olgu olarak davaya bakan derece mahkemelerinin yetkisi ve takdirindedir. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kapsamında derece mahkemelerinin maddi olay ve olgular ile delillerin değerlendirilmesi hususundaki takdirini denetlemesi kural olarak mümkün değildir. Ancak derece mahkemelerinin bu husustaki değerlendirmelerinin bariz takdir hatası veya açık bir keyfîlik içermesi, bunun hak ve özgürlüklere müdahale teşkil etmesi hâlinde Anayasa Mahkemesinin denetim hakkı saklıdır (Ahmet Sağlam, B. No: 2013/3351, 18/9/2013, § 42).
42. Olayda Mahkemece keşif yapılmış ve üç jeoloji mühendisi, bir inşaat mühendisi ve bir de inşaat fen memurundan oluşan bilirkişi heyetinin bilimsel görüşüne başvurulmuştur. Mahkeme, sonuç olarak bilirkişilerce açıklanan bilimsel görüşe itibar edilerek taşınmazın 73,45 m²lik kısmının kıyı kenar çizgisinin içerisinde kaldığı kanaatine ulaşmıştır. Daire de Mahkemenin ulaştığı kanaati usule ve hukuka uygun bulmuştur.
43. Tüm bu hususlar birlikte dikkate alındığında Mahkemece delillerin değerlendirilmesinde ve yorumlanmasında açık ve bariz bir takdir hatasının bulunmadığı ve yargılama sonucunda taşınmazın 73,45 m²lik kısmının kıyı kenar çizgisinin içinde kaldığı yolunda varılan kanaatin keyfîlik içermediği sonucuna ulaşılmaktadır. Mahkemenin söz konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı yolundaki kabulünün aksini düşünmeyi gerektirecek başkaca bir neden de bulunmamaktadır.
44. Başvurucunun kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı anlaşılan tapulu taşınmazı Hazine adına tespit ve tescil edilmek suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahale, kanuna uygun ve meşru bir amaç taşımakta ise de taşınmazın bedelinin ödenmemesi başvurucuya ağır ve katlanılamaz bir külfet yüklemektedir. Kıyıların korunmasındaki kamu yararı amacı ile başvurucunun mülkiyet hakkı arasında makul denge, başvurucuya tazminat ödenmesi veya başvurucunu zararının başka yollarla telafi edilmesi şartıyla sağlanabilir.
45. Bununla birlikte 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca müdahaleyle başvuruculara yüklenen külfetin telafisine yönelik olarak varsa kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.
46. 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan devletin sorumlu olduğunu, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere devletin rücu edebileceğini hüküm altına almıştır. Anayasa Mahkemesi, daha önceki kararlarında Yargıtay içtihadına dayanarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunun kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların telafisi yönünden de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012, 16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter, B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§ 41-42; Hatice Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§ 74-76). Buna göre tapu ve kadastro işlemleri nedeniyle zarar görenler, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi gereğince zararlarının tazmini için 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Borçlar Kanunu'nun 146. maddesi gereğince on yıllık zamanaşımı süresinde Hazine aleyhine adli yargıda dava açabilirler (Nazmiye Akman, § 27).
47. Somut olayda başvurucunun 4721 sayılı Kanun’un 1007. maddesine dayanarak tazminat davası açtığına dair herhangi bir bilgi veya belgenin bireysel başvuru dosyasına sunulmadığı görülmektedir. Bu anlamda adil dengenin sağlanmasında etkili olduğu tespit edilen yargısal yollara başvurulmadığından başvuru yollarının usulünce tüketildiği söylenemez.
48. Açıklanan nedenlerle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yetkili derece mahkemeleri önünde tanınan başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru konusu yapıldığı anlaşıldığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
49. Başvurucu, yargılamanın on iki yıl sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
51. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52).
52. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
53. Anılan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında somut olayda 11 yıl 7 aydır devam eden yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
54. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
C. Diğer İddialar
55. Başvurucu aynı bölgede bulunan ve aynı niteliği haiz olan taşınmazlardan sadece kendisine ait olana ilişkin olarak tapu iptali ve tescili davasının açılmasının eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiğini ileri sürmüştür. Ayrımcılık iddiasının ciddiye alınabilmesi için başvurucunun kendisi ile benzer durumdaki başka kişilere yapılan muamele ile kendisine yapılan muamele arasında bir farklılığın bulunduğunu ve bu farklılığın meşru bir temeli olmaksızın sırf ırk, renk, cinsiyet, din, dil, cinsel yönelim ve benzeri ayrımcı bir nedene dayandığını makul delillerle ortaya koyması gerekmekte olup somut olayda ise başvurucunun bu yöndeki iddialarını temellendirecek somut bulgu ve kanıtlar ortaya koyamadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle eşitlik ilkesi yönünden herhangi bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
D. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
56. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
57. Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali nedeniyle 2.000.000 TL maddi; makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle de 50.000 TL maddi ve 50.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
58. Başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemezlik kararı verildiğinden buna yönelik tazminat isteminin reddi gerekir.
59. Başvuruda, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
60. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle -yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında- başvurucuya net 16.800 TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmesi gerekir.
61. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucunun diğer iddialarının incelenmesine GEREK OLMADIĞINA,
D. Başvurucuya net 16.800 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE; tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
E. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
G. Kararın bir örneğinin Büyükçekmece 2. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2012/623) GÖNDERİLMESİNE,
H. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 14/9/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.