TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
|
ANO İNŞAAT VE TİCARET LTD. ŞTİ. BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2014/2267)
|
|
Karar Tarihi: 21/12/2017
|
R.G. Tarih ve Sayı: 25/1/2018-30312
|
|
GENEL KURUL
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Başkanvekili
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Serruh KALELİ
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Recep
KÖMÜRCÜ
|
|
|
Nuri
NECİPOĞLU
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
|
|
Muammer
TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
|
|
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
|
|
Recai AKYEL
|
|
|
Yusuf Şevki
HAKYEMEZ
|
Raportör
|
:
|
Özgür DUMAN
|
Başvurucu
|
:
|
ANO İnşaat
ve Ticaret Ltd. Şti.
|
Vekili
|
:
|
Av. Özgün
ÖZTUNÇ
|
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, mahkemece hükmedilen alacağın değer kaybına
uğratılarak ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın uzun sürmesi
nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına
ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 20/2/2014 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda
bulunmuştur.
8. Birinci Bölüm tarafından 5/12/2017 tarihinde yapılan
toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli
görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 28. maddesinin (3)
numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
A. Uyuşmazlığın Arka
Planı
10. Başvurucu, inşaat işleri ile iştigal etmek üzere 1970
yılında Ankara'da kurulmuş bir ticaret şirketidir.
11. Başvurucu Şirket ile Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü
arasında 9/5/1977 tarihinde "Karacaören Barajı
ve Hidroelektrik Santral (HES) Tesisleri" inşaatı için sözleşme
imzalanmıştır. Bu sözleşme doğrultusunda başvurucu tarafından 1977 yılında Karacaören Barajı'nın inşaatına başlanmıştır.
12. İnşaatın devamı sırasında 14/3/1980 tarihinde ek bir
sözleşme daha akdedilmiş ancak başvurucunun talebi ve idarenin de uygun görmesi
üzerine 9/6/1988 tarihinde inşaat işi tasfiye edilerek sonlandırılmıştır. İşin
sonlandırılması üzerine idare tarafından yapılan işlerin masrafları için kesin
hesap çıkarılmış, başvurucu Şirket ise 24/10/1989 tarihinde bu kesin hesaba
itiraz etmiştir.
B. Alacak Davası Süreci
13. Başvurucu, tasfiye ile sonuçlanan inşaat yapım işi
çerçevesinde yapılan işlerinin hak edişi olarak 500 TL (Eski TL ile 500.000.000
TL olup bundan böyle tutarlar yalnızca yeni TL ile gösterilecektir.)
tutarındaki alacağın tahsili istemiyle 10/10/1990 tarihinde Ankara 7. Asliye
Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır.
14. Mahkeme 27/12/1993 tarihinde davanın kabulüne karar vermiş,
Yargıtay ise 18/11/1994 tarihinde hükmün bozulmasına karar vermiştir. Bozma
ilamı sonrası başvurucu 16/3/1995 tarihinde 86.680,47 TL daha alacağıntahsili istemine ilişkin olarak ek bir dava açmış,
bu ek dava aynı dava ile birleştirilerek yargılamaya devam olunmuştur.
Başvurucu, ek dava dilekçesiyle ayrıca sözleşme kapsamında yararına hükmedilen
alacağın DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın
tazminini de talep etmiştir. Ancak Mahkeme 15/12/1998 tarihli duruşmada munzam
zararın tazminine ilişkin istem yönünden davanın tefrikine karar vermiştir.
15. Mahkeme 15/12/1998 tarihinde davanın kısmen kabulüne karar
vermiş ancak bu hüküm de Yargıtay tarafından 20/5/1999 tarihinde tazminatın
hatalı hesaplandığı gerekçesiyle bozulmuştur. Mahkemenin 12/9/2000 tarihli
hükmü de Yargıtayca yine hatalı hesaplama nedeniyle
6/2/2001 tarihinde bozulmuştur. Mahkemenin 5/7/2001 tarihli davanın kısmen
kabulüne ilişkin hükmü ise Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 27/12/2001 tarihinde
usul yönünden bozulmuştur.
16. Nihayet Mahkeme 19/4/2002 tarihinde davanın kısmen kabulü
ile daha önce kesinleşmiş bulunan 58.926,87 TL'nin DSİ'den alınarak başvurucuya
verilmesine karar vermiştir. Karar ile bu tutarın 2.780,82 TL'lik kısmına
9/6/1988 tarihinden itibaren, kalan 56.056,05 TL'lik kısmına ise dava
tarihinden itibaren reeskont faizi işletilmesine hükmedilmiştir. Mahkeme
ayrıca, başvurucu yararına 16/3/1995 tarihinden itibaren işletilecek reeskont
faizi ile birlikte 13.936,09 alacağın daha DSİ'den tahsiline ancak miktardan
9.894,27 TL KDV (katma değer vergisi) düşülmesine karar vermiştir.
17. Bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiş, Dairenin
6/6/2002 tarihli ilamıyla hükmün düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
Daire, bozma dışında kalan miktara ilişkin karar verilirken asıl dava ile
birleşen davadaki miktarların ayrılmadan karar verilmesinin doğru olmadığını
belirtmiştir. Daire, bu gerekçeyle hüküm fıkrasındaki rakamları çıkararak hükmü
düzeltmiştir. Buna göre asıl davada 486,69 TL'nin dava tarihi olan 10/10/1990
tarihinden itibaren değişen oranlı reeskont faizi, birleşen davada ise
58.440,18 TL'nin 2.870,82 TL'lik bölümüne 9/6/1988 tarihinden, 55.569,36 TL'lik
bölümüne ise birleşen dava tarihi olan 16/3/1995 tarihinden itibaren değişen
oranlı reeskont faizi uygulanmak suretiyle davalı idareden alınarak başvurucuya
verilmesine karar verilmiştir.
18. Başvurucuya Mahkeme ilamı doğrultusunda 23/9/2002 tarihinde
62.968,69 TL asıl alacak ve 348.027,70 TL faiz olmak üzere toplam 410.996,39 TL
tutarında ödeme yapılmıştır.
C. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine Başvuru Süreci
19. Başvurucu 4/12/2002 tarihinde Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine (AİHM) bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu, açmış olduğu
alacak davasında yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, uzayan hukuki süreç
sonunda sözleşmedeki tutarın ödenmesinin geciktiğini ve bu tutarın düşük bir
faiz oranıyla ödenmesi nedeniyle mali yönden kayba uğradığını belirterek
mülkiyet hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
20. AİHM, 7/10/2008 tarihinde mülkiyet hakkının ihlali iddiası
yönünden iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle başvurunun kısmi olarak
kabul edilemez olduğuna karar vermiştir (Naci
Balkar (Baltutan) ve Ano
İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye (k.k.),
B. No: 9522/03, 7/10/2008). AİHM kararında, ilke olarak alacağın geç
ödenmesinden kaynaklanan zararın enflasyon oranı ile müsavi faiz ödenerek
telafi edilebileceği belirtilmiştir. Buna karşın AİHM, başvurucunun gecikme
dolayısıyla ödenen faizi aşan zararlarının 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı
mülga Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen iç hukuk yolunu
kullanabileceğine dikkat çekmiştir. Aynı kararda AİHM, başvurucunun makul sürede
yargılanma hakkına ilişkin şikâyetinin incelenmesini ise sonraya bırakmıştır.
21. AİHM, 6/10/2009 tarihinde ise başvurucunun makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Baltutan ve Ano İnşaat ve Ticaret Ltd. Şti./Türkiye,
B. No: 9522/03, 6/10/2009).
D. Başvuruya Konu Munzam
Zararın Tazmini Davası Süreci
22. Başvurucunun sözleşme kapsamında yararına hükmedilen
alacağının DSİ'den geç tahsil edilmesi nedeniyle uğradığı munzam zararın
tazmini istemiyle 16/3/1995 tarihinde açtığı dava 15/12/1998 tarihinde tefrik
edilerek aynı Mahkemede yargılamaya devam olunmuştur.
23. Başvurucu, tefrik edilen bu davada munzam zarar tazminatı
olarak 500 TL'ninreeskont faiziyle birlikte davalı
idareden tahsilini talep etmiştir. Başvurucu, bu yargılama devam ederken
17/2/2005 tarihinde Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde yine munzam zarara
dayalı tazminat istemine ilişkin DSİ aleyhine bir dava daha açmıştır. Bu dava,
aralarındaki bağlantı nedeniyle Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen
dava ile birleştirilmiştir. Başvurucu, birleştirilen bu davada ise toplam
1.010.000 TL tutarında tazminat talebinde bulunmuştur.
24. Mahkeme; hukukçu, mali müşavir ve inşaat alanlarında uzman
üç kişiden oluşturulan Bilirkişi Kurulundan 1/12/2004 tarihinde rapor almıştır.
Bilirkişi Kurulu raporunda, tüketici fiyatlarına göre alacağın geç ödenmesi
nedeniyle başvurucunun uğradığı zarar ve kur, mevduat faizleri ile tüketici
fiyatları ortalamasına göre uğradığı zarar ayrı ayrı gösterilmiştir. Rapora
göre enflasyon oranlarına göre başvurucunun zararı 7.848.069 TL olup
başvurucunun ortalama munzam zararı ise 16.917.638 TL'dir. Raporda ayrıca
değişik ölçütlere göre munzam zarar hesabı da yapılmıştır. Bu doğrultuda
taraflar arasındaki ek sözleşmelere göre, alacağın zamanında tahsil edilememesi
nedeniyle faal olunmamasına ve başvurucunun bu süreçte taşınır ve taşınmaz
mallarını satmış olmasına göre ayrı ayrı hesaplamalar yapılmıştır.
25. Mahkeme 20/4/2005 tarihinde asıl davanın kabulü ile 500
TL'nin işin tasfiye tarihi olan 9/6/1988 tarihine kadar yasal faiziyle birlikte
davalı idareden alınarak başvurucuya verilmesine karar vermiştir. Mahkeme,
birleşen davanın ise zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermiştir.
26. Dairenin 21/6/2007 tarihli ilamıyla hükmün bozulmasına karar
verilmiştir. Bozma ilamında, munzam zararın ancak asıl alacağın faiziyle
birlikte ödendiğinin 22/9/2002 tarihinde tespit edilebileceği belirtilerek eser
sözleşmelerindeki beş yıllık zamanaşımı süresine göre davanın zamanaşımı
nedeniyle reddine karar verilmesinin doğru olmadığı belirtilmiştir. Daire
ayrıca 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesine göre, alacaklının uğradığı
zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu takdirde borçlunun -kendisine bir
kusur yüklenmedikçe- zararı karşılamakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. Daireye
göre somut olayda çözümlenmesi gereken sorun, başvurucunun tahsil ettiği
temerrüt faizini aşan bir zararının oluşup oluşmadığıdır. Daire, başvurucu
Şirketin munzam zararı somut delillerle ispat etmesi gerektiğini kabul
etmiştir. Daire; buna örnek olarak başvurucunun alacağını tahsil edememekten
ötürü yüksek faizle borç para aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında
alsaydı yabancı para ile ödemek zorunda olduğu borcunu geçen süre içinde
gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını,
illiyet bağını da içerecek şekilde kanıtlamak durumunda olduğunu bozma ilamında
belirtmiştir. Daire, somut olay bakımından ise bu ilkelere dayalı bir inceleme
yapılmadığını kabul etmiş ve yeni bir bilirkişi incelemesi yapılarak başvurucunun
varsa munzam zararın tespit edilmesi için hükmü bozmuştur.
27. Mahkeme, bozma ilamına uymuş ve yeni bir bilirkişi raporu
almıştır. 16/7/2010 tarihli bilirkişi raporunda özetle;
i. Munzam zarar miktarının bozma ilamı doğrultusunda
hesaplanması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre ise idare ile yapılan işle
illiyet bağı kanıtlanmak kaydıyla sadece başvurucu aleyhine yapılan icra
takipleri nedeniyle ödemek zorunda kalınan faiz ve sair giderleri ile birlikte
üçüncü kişilerden alınan daha yüksek faizle borç para alınması sonucu ödenen
fazla faiz veya zarar miktarın munzam zarar olarak talep edilebileceği
vurgulanmıştır.
ii. Başvurucu tarafından munzam zararın hesaplanmasına esas
olacak şekilde sunulan listelerde yer alan icra takiplerine ilişkin dosyaların
kâğıt fabrikasına gönderildiği, dosya asılları veya örneklerinin temininin ise
mümkün olmadığı tespitine yer verilmiştir.
iii. Dolayısıyla başvurucu Şirketin maruz kaldığı icra takipleri
sebebiyle ödediği faiz ve icra giderlerinin toplam tutarının icra takip
dosyaları ibraz edilmediğinden ve dava dosyası ile eklerinde davacı Şirket
tarafından icra dairelerine yapılan ödemelerle ilgili belgeler de
bulunmadığından hesaplama yapılamadığı ifade edilmiştir.
iv. Bilirkişi Kurulu sonuç olarak ise Yargıtay bozma ilamında
öngörülen inceleme yöntemine göre başvurucuların munzam zararlarının
bulunmadığı kanaatini bildirmiştir.
v. İtiraz üzerine alınan ek raporda ise başvurucunun idareyle
yaptığı işle bağlantılı olarak üçüncü şahıslara 9/6/1988 tarihinden sonra
ödediği 3.379,11 TL tutarındaki faiz dışında somut delillere dayalı bir munzam
zararı olduğunu kanıtlayamadığı belirtilmiştir.
28. Bilirkişi raporunu hükme esas alan Mahkeme 28/12/2011
tarihinde asıl ve birleşen davaların reddine karar vermiştir. Kararın
gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:
"...Dava,
munzam zarara ilişkin olup, uyulan bozma ilamında belirtildiği üzere davacının
yaptığı baraj inşaatının tasfiyesine ilişkin olarak düzenlenen 09.06.1988
tarihli tutanakta tasfiye nedeniyle davacı şirkete masraf ve hiç bir tazminat
ödenmeyeceğinin ifade edilmiş olmasına göre 8/505 sayılı kararname hükümleri
doğrultusunda munzam zarar hesap ve talebinin mümkün bulunmadığı anlaşılmakla
birlikte davacının alınan bilirkişi raporlarına göre kendi hükmi şahsiyeti
nedeniyle davacı şirket aleyhine yapılan icra takipleri nedeniyle davacı
şirketin defterlerinin ve temlikleri ile takip dosyalarına göre davacı şirketin
aynı iş döneminde yüklendiği diğer işlerinin akıbeti de araştırılarak uğradığı
zarara etkisinin bulunup bulunmadığı yönünde
alınan bilirkişi raporlarına göre davacının yaptığı iş nedeniyle davacıya
ödenen temerrüt faizlerinden fazla munzam zararının ispatlanmadığı
anlaşılmakla, alınan rapor ve ek raporların kapsamına göre de
davacıya ödenen faizlerden fazla munzam zarar hesaplanmasına esas alınabilecek
faizin yani zararın tespit edilememesine nazaran mahkememizin 1999/22 Esas
sayılı dosyasında evvelce hükmedilen 500 TL'lik munzam zararında bulunmadığı
sonucuna varıldığından esas davanın ve birleşen dosyadaki munzam zarara dair
kalemleri ihtiva eden davanın reddine karar vermenin doğru olacağı sonuç ve
kanısına varılmış[tır]... "
29. Temyiz edilen hüküm, Dairenin 25/12/2012 tarihli ilamıyla
onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 26/12/2013
tarihli ilamıyla reddedilmiştir.
30. Nihai karar, başvurucu vekiline 27/1/2014 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
31. Başvurucu 20/2/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Mevzuat Hükümleri
32. 818 sayılı mülga Kanun’un "Munzam
zarar" kenar başlıklı 105. maddesi şöyledir:
“Alacaklının düçar
olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemiyeceğini
ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.
Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarınıdahi tayin edebilir.”
33. Bu Kanun'u ilga eden 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu'nun "Aşkın zarar" kenar
başlıklı 122. maddesi şöyledir:
"Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir
zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat
etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.
Temerrüt faizini aşan zarar miktarı görülmekte
olan davada belirlenebiliyorsa, davacının istemi üzerine hâkim, esas hakkında
karar verirken bu zararın miktarına da hükmeder."
34. 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt
Faizine İlişkin Kanun'un "Temerrüt
faizi" kenar başlıklı 2. maddesi şöyledir:
"(Değişik :
15/12/1999 - 4489/2 md.) Bir miktar paranın
ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça,
geçmiş günler için 1 inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye
mecburdur.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının önceki
yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı faiz oranı, yukarıda
açıklanan miktardan fazla ise, arada sözleşme olmasa bile ticari işlerde
temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilir. Söz konusu avans faiz oranı, 30
Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz oranından beş
puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran geçerli olur.
Temerrüt faizi miktarının sözleşmede
kararlaştırılmamış olduğu hallerde, akdi faiz miktarı yukarıdaki fıkralarda
öngörülen miktarın üstünde ise, temerrüt faizi, akdi faiz miktarından az
olamaz."
2. Yargıtay İçtihadı
35. Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 12/5/2016 tarihli ve
E.2016/1049, K.2016/2737 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Munzam zarar nedeniyle alacak istemine ilişkin
olarak; dava tarihine göre uygulanması gereken mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu
105. maddesinde munzam zarar düzenlenmiştir. (Maddenin 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanunu'ndaki karşılığı 122. maddedir.) Anılan 105. (6098 sayılı TBK 122)madde
uyarınca alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu
takdirde borçlu kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini kanıtlamadıkça bu
zararı ödemekle mükelleftir.
Yasa koyucu para borcunun geç ödenmesi halinde
bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu zararın karşılanması
iki bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm kanıtlanmadan ödenmesi talep edilecek
zarar miktarıdır ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi
miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul
edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etmek
olanağı yasal olarak mevcut değildir.
Dava konusu somut olaydaki çözümlenmesi
gereken hukuki sorun; temerrüt faizini aşan bir zararın mevcut olup
olmadığıdır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz
oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira; davacı para
alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını kanıtlaması
gerekir. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazlaolduğunuispatetmekzorundadır.Soyutenflasyonun
ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda
olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada
davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği
gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı
zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin alacağını zamanında tahsil edememekten
ötürü, başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç
aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek
durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark sebebiyle daha
yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Ülkede yaşanan
ekonomik kriz nedeniyle paranın döviz karşısında hızlı değer kaybı, yüksek
enflasyon gibi genel afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen umumi
ekonomik konjonktürel olgular BK'nın
105. (TBK. 122.) maddesinde sözü edilen munzam zararın varlığını göstermez.
..."
36. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 31/10/2007 tarihli ve
E.2007/11-668, K.2007/798 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Davamızın konusu olan munzam zarar ise,
Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre
alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için
öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden
dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı
karşılamak zorundadır.
O halde, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesinde
öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile
miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak
kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde
bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.
Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen
paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır.
Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen
uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki
bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan “muhtemel kâr”
yada “farz edilen gelir” değildir. Bu zarar, davacının
öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki
statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle
uğramış olduğu fiili zarardır.
Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran
somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği,
duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.
Hemen ifade etmek gerekir ki, faiz oranları
Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile
düzenlenmiştir.
Yasa koyucu, bir para borcunun gününde
ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın,
ülkenin içinde bulunduğu ekonomik konjonktürü dikkate alarak belli bir oranda
olacağını benimsemiştir.
Nitekim, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesine
göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 4.12.1984 gün ve
3095 sayılı Yasa ile bu oranın %30’a çıkarılması ve yine 3095 sayılı Yasa’da
15.12.1999 gün ve 4489 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez
Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont faiz oranı esas
alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır.
Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik
olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) dikkate
alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken,
aynı olguların, Borçlar Kanunu’nun 105.maddesinde öngörülen munzam zararın
bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek
zarar olarak gösterilemez.
Aksinin kabulü halinde yasa koyucunun bu
olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı
açıktır.
Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları
değerlendirip, bunların tevlid edeceği zarar
dolayısıyla tazminat oranını Anayasa’dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak
belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı
ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler
faizinden fazla olduğu kabul edilemez.
Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla
hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlediğinden fazla ve
bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o
merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı,
değerlendirdiği ölçülere ve bunların 'maruf ve meşhur' oldukları olgusuna
değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.
Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun
238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan
maddede sözü edilen “maruf ve meşhur” olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranları değil, az yukarıda açıklandığı
gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid
eden vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin,
alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu
ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir
faizle borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek
oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için,
alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek
kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar
söz konusudur.
Denilebilir ki, Borçlar Kanun’un 105.
maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar Kanunu’nun 103. maddesi ve 3095
sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara
dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna
varılması mümkün değildir.
Bu itibarla Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde
karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların
(ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat
faizleri) dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir.
Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular
ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda
açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan
borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya
dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate
alınacağı tabiidir.
Görülmekte olan davada az yukarıda açıklanan
ilkeler çerçevesinde, somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği
ileri sürülüp, kanıtlanmadığından, Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi gereğince
tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur."
37. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 13/6/2012 tarihli ve
E.2011/18-730, K.2012/373 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Öncelikle, munzam zararın hukuki tanımı ve
kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır.
Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden
borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt
sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla,
temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde
tanımlanabilir.
BK'nun 105. maddesi, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir
nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir.
Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz
iş görme olabilir.
Bu bağlamda belirtilmelidir ki, munzam zarar
borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka
aykırılıktır.
O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin
yükümlülüğü (BK.md.105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen
farklı temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar geçen zaman
içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur.
Munzam zarar, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve
faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona
ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve
temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın
konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl
alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam
zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi
kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi
içinde her zaman istenmesi mümkündür.
Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanmakta
olup, buradaki kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut
olay değerlendirildiğinde;
Davacıların kayden
malik oldukları .... taşınmazın davalı idare tarafından 29.12.1977 tarihinde
kamulaştırıldığı; komisyonca takdir edilen 5.881.439-TL kamulaştırma bedelinin
noter tebligatında bankaya bloke edileceğinin bildirildiği; anılan bedelin
ödenmemesi üzerine davacılar vekili, ... parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma
bedelinin müvekkillerine ödenmesi için davalı idareye ihtarname gönderdiği,
anılan ihtarnamenin idareye 13.4.1981 tarihinde tebliğ edildiği; 13.4.1981
tarihinde tebliğ edilen ihtarnameye rağmen kamulaştırma bedeli ödenmediğinden
davacılar tarafından davalı idare aleyhine 12.10.1990 tarihinde açılan ve ...
Mahkemesinin ... tarih ve ... sayılı kesinleşen hükmü ile de '....bankaya
yatırılmış ihtilafsız bedel olan 5.881.439 TL'nin davalıya çekilen ihtarnamenin
tebliğ tarihi olan 13.4.1981 tarihinden itibaren 4.12.1984 tarihine kadar % 5,
4.12.1984 tarihinden 31.12.1997 tarihine kadar % 30, 1.1.1998 tarihinden
itibaren % 50 yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara
hisseleri nisbetinde ödenmesine, fazla talebin
reddine....' karar verildiği; halen de kamulaştırma bedelinin davacılara ödenmediği,
dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Ayrıca dosyada bulunan 20.05.2009 tarihli
bilirkişi kurulu raporunda ise, dava tarihi (17.05.2004) itibariyle
kamulaştırma bedelinin 5,88 TL olduğu,belirtilen
bu kamulaştırma bedelinin 13.04.1981ila 17.05.2004 dava tarihi arasında işleyen
yasal faiz tutarının ise, 44,95 TL olduğu bildirilmiştir.
Nihayet .... Bankası'nın 13.5.1992 tarihli
cevabında 837 parsele ait kamulaştırma bedelinin (5.881.439-TL) 2.4.1979
tarihinde bankalarına yattığını ancak henüz mal sahipleri olan....a
ödeme yapılmadığı bildirilmiştir.
Şu durum karşısında, alacaklının davasında
dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md.
238/2 ve Medeni Kanun md.7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının
kanıtlandığına ilişkin karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükünü yerine getirdiğini kabul etmek gerekir. Bu
aşamadan sonra sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın
özellikleri nedeni ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını,
ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı
değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme
gelebilir.
Bunların yanında, 20.10.1898 tarih ve K:3
sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı'nda 'para her zaman kullanılması mümkün ve
temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu
muhakkaktır' şeklindeki kararı da gözetmek gerekmektedir.
Somut olay itibariyle, davacıların
kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz
tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate
alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir. Belirtilen bu
gerekçeyle yerel mahkemenin direnmesi yerindedir.
..."
38. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 7/2/2007 tarihli ve
E.2007/11-55, K.2007/53 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Dava, BK.'nun
105/1. maddesi hükmüne dayanılarak açılan alacağın geç tahsil edilmesi
nedeniyle geçmiş günler faizi ile karşılanmadığı iddia edilen munzam zararın
tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, munzam zararın oluşumunun
somutlaştırılmadığı gibi zararın varlığı ve niceliğinin kanıtlanamadığı
sonucuna varılarak davanın reddine karar verilmiştir.
BK.'nun 105/1.
maddesi hükmünce alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazla ise,
borçlu kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlüdür. Asıl
borçtan bağımsız olan bu zararın BK. 'nun 125.
maddesinde düzenlenen (10) yıllık zamanaşımı süresi içerisinde borçludan
istenilmesi mümkündür. Davacının davalı aleyhine daha önce açtığı dava sonunda,
davacıya ait hisse senetlerinin talimatı dışında satılmasından dolayı bunların
25.01.1994 tarihindeki toplam piyasa değeri (11.422.280.000) TL'nin 03.10.1994
tarihinden itibaren reeskont faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmiş,
kararın kesinleşmesinin ardından davadan yaklaşık (9) yıl sonra ilama bağlı
alacak 02.07.2003 tarihinde (81.688.000.000) TL. olarak tahsil edilmiştir.
Dava dilekçesinde, işadamı
olan davacının alacağına zamanında kavuşması halinde en güvenceli yatırım aracı
olan Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) 'nde
değerlendireceğini, Devlet İç Borçlanma Senedi 'ne uygulanan en yüksek faizli
getiri ile tahsilen edilen miktar arasındaki farkın
munzam zarar oluşturduğundan söz edilerek talepte bulunmuştur.
Asıl alacak davasında davacı talebini paraya
dönüştürmüş, hisse senetlerinin değerinin faiziyle tahsilini istemiştir. O dava
sonunda da, davacıya ait hisse senetlerinin aynen
teslimine değil, yetkisiz satış tarihindeki değerinin faiziyle birlikte
tahsiline karar verilmiştir.
Davacı, ilk davada alacağını para olarak
somutlaştırdığına göre, davalı borçlunun temerrüde düştüğü tarihten ödemenin
yapıldığı güne kadar geçen süre içerisinde, her yıl itibari ile gerçekleşen
yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu,
mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, TL. karşısında döviz
kurlarına ilişkin değişiklik tabloları araştırılıp saptanmak, bu alanda uzman
bilirkişi görüşünden de yararlanılarak değinilen zaman dilimi içerisindeki para
değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle davacının uğradığı zararın
açıklanan ölçütlere göre hesaplanacak unsurlar toplanıp ortalamaları
bulunduktan sonra ortaya çıkacak rakamın Devlet İç Borçlanma Senedi'ne göre önceden bilirkişilerce hesaplanan miktardan
az çıkması halinde o meblağın, aksi taktirde davacının ıslahla
belirginleştirdiği meblağ temel veri alınarak alacağın tazminat niteliğinde
olduğu ve bu zararın oluşumunda ülkenin sosyo-ekonomik
realitesinin etkili olması nedeniyle bütün kişi ve kuruluşların etkilenmesinin
kaçınılmaz olduğu gözetilerek gerek duyulduğunda BK. 'nun
43. maddesi çerçevesinde değerlendirme yapıldıktan sonra davacının munzam
zararının hüküm altına alınması gerekirken, tacir olan davacının alacağına
zamanında kavuşması halinde yatırım veya başkaca nema getirici alanda
değerlendireceği yolundaki hayatın olağan akışına özgü olgular ve davalının
kusursuzluğunu ispat edemediği gözden kaçırılarak davanın reddi doğru
olmamıştır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden
yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
...
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına,
dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere
göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire Bozma kararına uyulmak
gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle
direnme kararı bozulmalıdır.
..."
B. Uluslararası Hukuk
39. AİHM, istikrarlı olarak kamu makamlarınca yapılacak
ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle ilişkilendirmektedir. AİHM'in çeşitli kararlarında, makul olmayan bir gecikme
nedeniyle tazminatın değer kaybettiği durumlarda bu tazminatın yeterli
olamayacağı belirtilmiştir (Angelov/Bulgaristan, B. No: 44076/98, 22/4/2004,
§ 39). Nitekim böyle başvurularda AİHM, esas itibarıyla kamu makamlarının geçen
süre nedeniyle ödenmesi gereken tutardaki değer kayıplarını telafi etmek için
gecikme faizi ödeyip ödemediğini dikkate almaktadır. Kısacası AİHM; mülkiyet
hakkı kapsamında faiz ödemesini, esasen devletin borçlu olduğu tutar ile
alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon nedeniyle
oluşan değer kayıplarını giderme yükümlülüğüyle ilişkilendirmektedir (Akkuş/Türkiye, B. No: 19263/92, 9/7/1997,
§ 29).
40. Devlet tarafından ödenecek bir bedelin enflasyon
karşısındaki değer kayıplarında AİHM, ikili bir ayrıma gitmekte; mahkemelerce
belirlenmiş bir para alacağının ödenmemesi hâlinde daha katı bir tutum
sergileyerek %5'e kadar değer kayıplarını hesaplama faktörlerindeki
değişkenlerle ilgili kabul etmektedir (Arabacı/Türkiye
(k.k.), B. No: 65714/01, 7/3/2002). Çünkü
ödemelerin geç yapılması, mahkeme kararlarının icra edilmesi ile ilgili bir
sorun olarak görülmektedir. Mahkemelerde geçen yargılama süresindeki enflasyon
nedeniyle kamulaştırma bedelinin değer kaybı yönünden ise meydana gelen farkın
tazminatın belirlenmesi yönteminden kaynaklandığı ve bu konuda kamusal
makamların belirli bir takdir yetkisinin olduğu da gözetilip bu farkın
başvurucular açısından aşırı bir yük getirip getirmediği incelenerek karar
verilmektedir (Aka/Türkiye, B.
No: 19639/92, 23/9/1998, §§ 41-51; Güleç ve
Armut/Türkiye (k.k.), B. No: 25969/09,
16/11/2010).
41. AİHM'in Eko-Elda Avee/Yunanistan
(B. No: 10162/02, 09/03/2006, §§ 23-31) kararında; haksız olarak tahsil edilen
verginin 5 yıl 5 ay sonra faizsiz olarak iade edilmesi, belli bir meblağdan
yararlanma hakkı uzun süre engellenen başvurucunun mali durumunda önemli bir
zarara yol açması nedeniyle ölçülü görülmemiş ve mülkiyet hakkının ihlaline
karar verilmiştir.
42. Yine benzer şekilde
Sefine Baş/Türkiye (B. No: 49548/99, 24/06/2008, §§ 58-64) kararında da tazminatın değer
kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkin şikâyet incelenmiştir. Başvuruya konu
olayda, idare mahkemesince başvurucunun 15/9/2003 tarihinden itibaren geçerli
olmak üzere dul aylığına hak kazandığı kabul edilmiştir. AİHM öncelikle, idare
mahkemesinin kararının talep edilebilir bir “alacak” oluşturduğu ve bu nedenle
başvurucunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu
Protokol'ün 1. maddesi anlamında mülkiyet oluşturan bir hakkının mevcut
olduğunu belirtmiştir. Mahkeme ayrıca, Emekli Sandığına başvurduğu tarihten
itibaren geçerli olacak şekilde geriye dönük olarak bu hakkın başvurucuya
tanındığını vurgulamıştır. Bununla birlikte AİHM, başvurucuya salt bu hakkın
tanınmış olmasının başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmadığını kabul
etmiştir. AİHM'e göre, mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen
ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir.
Mahkeme bu çerçevede başvurucunun banka hesabına yatırılan paranın yargılamada
geçen süre içinde uğradığı maddi kaybın sonuçlarını gidermeye yetmediğini
belirtmiştir. AİHM, geçen sürenin yalnızca devlete yarar sağladığını ve ilgili
dönemde Türkiye'de paranın hızla değer kaybettiğini gözönüne
alarak başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
43. Ayrıca AİHM; Kat İnşaat
Ticaret Kollektif Şirketi-İsmet Kamış ve Ortakları/Türkiye
((k.k.), B. No: 74495/01, 31/1/2006) kararında, ilke
olarak alacağın geç ödenmesinden doğan bir zararın varlığının ileri sürüldüğü
durumlarda enflasyon oranı esas alınarak faiz ödenmesi suretiyle zararın
giderilebileceğini kabul etmiştir. Aynı ilkeye, benzer şekilde ve bu karara
atıfla daha önce değinilen Naci Balkar (Baltutan) ve Ano İnşaat ve
Ticaret Ltd. Şti./Türkiye kararında da yer verilmiştir.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
44. Mahkemenin 21/12/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru
incelenip gereği düşünüldü:
A. Mülkiyet Hakkının
İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları
ve Bakanlık Görüşü
45. Başvurucu; ilk olarak munzam zarara dayanak olarak
gösterdiği icra dosyalarının bir kısmının kâğıt fabrikasına gönderildiği, bir
kısmının ise sel baskını nedeniyle kaybolduğu ve bulunamadığının tespit
edildiğini belirtmiştir. Başvurucuya göre kamu makamları delillerinin korunması
hususunda ihmal göstermiş ve bu ihmal yüzünden kendisi zarara uğramıştır.
Başvurucu ayrıca, alacağı için açtığı davada yargılamanın uzun sürdüğünü ve
belirtilen sürede de ülkedeki yüksek enflasyon nedeniyle geç kavuştuğu
alacağının değer kaybına uğradığını ifade etmiştir. Başvurucu, mülkiyet
hakkının ihlali iddiasıyla AİHM'e başvurduğunu ve AİHM kararında alacağın değer
kaybına uğratılmadan ödenmesi için enflasyon oranlarının dikkate alınması
gerektiğinin açıkça belirtildiğini beyan etmiştir. Başvurucu, buna rağmen
derece mahkemelerince AİHM kararı dikkate alınmadan munzam zararın ispat
edilemediği gerekçesine dayanılarak davanın reddedildiğinden yakınmaktadır.
Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma ve mülkiyet haklarının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
46. Bakanlık görüşünde, Yargıtayın
munzam zararın gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin iki farklı uygulamasının
mevcut olduğu belirtilmiştir. Buna göre Yargıtayın
bazı kararlarında munzam zararın somut olarak ispat edilmesi gerektiği kabul
edilmiş, bazı kararlarında ise enflasyonist ortamda alacaklının parasının
değerini sabit tutmasının karine olarak kabul edilmesi gerektiği açıklanmıştır.
Bakanlık, somut olayda derece mahkemelerinin ilk görüş doğrultusunda
uyuşmazlığa çözüm getirdiklerini belirtmiştir. Bakanlık, AİHM'in
kamulaştırma bedeline gecikme faizi uygulanmasına rağmen enflasyon oranının
daha yüksek olması nedeniyle aradaki farkın başvurucuya ödenmesi gerektiği
yönündeki Aka/Türkiye kararına
atıfta bulunmuş ve karar verilirken bu hususların dikkate alınmasının Anayasa
Mahkemesinin takdirinde olduğunu bildirmiştir.
47. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında başvuru
formundaki iddialarını yinelemiştir.
2. Değerlendirme
48. Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir:
“Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.”
49. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası
yanında munzam zararın tazminine ilişkin davada delil olarak dayandığı icra
dosyalarının bulunamaması nedeniyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini
ileri sürmektedir. Bununla birlikte başvurucunun temel şikâyeti, alacağının
değer kaybına uğratılarak ödendiğine ilişkindir. Bu sebeple başvurucunun makul
sürede yargılanma hakkı dışındaki bütün iddialarının mülkiyet hakkı kapsamında
incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.
a. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan
mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna
karar verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamışlardır.
b. Esas Yönünden
i. Mülkün Varlığı
51. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse,
önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No:
2013/1178, 5/11/2015, § 54).
52. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet
hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal
varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu
bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve
gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve
fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının
kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve
diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
53. Somut olayda başvurucu ile DSİ arasında 9/5/1977 tarihinde
baraj yapım inşaatı sözleşmesi düzenlenmiş ve bu sözleşme doğrultusunda
başvurucu, inşaatın yapımına girişmiştir. Ancak 9/6/1988 tarihinde başvurucu ve
DSİ tarafından bu işin tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Tasfiye neticesinde DSİ,
başvurucunun bu sürede yaptığı işler için kesin bir hesap çıkarmış ancak
başvurucu bu kesin hesaba itiraz ederek 10/10/1990 tarihinde alacak davası
açmıştır. Sonuç olarak yapılan yargılama neticesinde 19/4/2002 tarihinde
başvurucunun 62.969,69 TL alacağı olduğuna hükmedilmiş ve bu hüküm Yargıtayca düzeltilip onanarak 6/6/2002 tarihinde
kesinleşmiştir (bkz. §§ 13-18). Bu alacak başvurucuya 23/9/2002 tarihinde
ödenmiştir.
54. Başvuru konusu olayda başvurucu, anılan Mahkeme kararıyla
hükmedilen alacağının mülk teşkil ettiğini ve bu alacağın ise davanın açıldığı
1990 yılından ödemenin yapıldığı 2002 yılına kadar devam eden dönemdeki yüksek
enflasyon sebebiyle değer kaybına uğradığını belirterek mülkiyet hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun daha sonra açtığı munzam zararın
tazmini davası ise mülkiyet hakkı kapsamında olduğunu belirttiği söz konusu
alacağının değer kaybına uğratılması nedeniyle oluşan zararının giderimine ilişkindir. Dolayısıyla mülkün varlığı munzam
zararın mevcut olup olmadığı ile ilgili olarak değil başvurucunun şikâyetine
konu asıl alacağı dikkate alınarak belirlenmelidir.Bu
bağlamda Mahkeme kararıyla nihai olarak tespit edilmiş olan söz konusu alacağın
belirli ve icra edilebilir niteliği gereği mülkiyet hakkı kapsamında olduğunda
şüphe bulunmamaktadır. Buna göre munzam zararın tazminine ilişkin sürecin ise
mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacağın değer kaybına uğratılıp
uğratılmadığıyla bağlantılı olarak ölçülülük bağlamında incelenmesi gerekir.
55. Dolayısıyla Mahkeme kararıyla tespit edilen söz konusu
alacak yönünden başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkiyet
hakkının mevcut olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
ii. Müdahalenin Varlığı ve
Türü
56. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden
diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına
müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın
35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu
belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na
yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına
müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak
mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda
"mülkten yoksun bırakma"nın şartlarının
genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının
kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle
devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân
sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından
mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca
belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi,
mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§
55-58).
57. Başvuru konusu olayda, başvurucunun alacağının değer kaybına
uğratılarak ödenmesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği kuşkusuzdur.
Başvurucunun alacağına geç kavuşmuş olmasının mülkiyetinden yoksun bırakılması
niteliği taşımadığı ve müdahalenin mülkiyetin kontrolü veya düzenlenmesi
amacıyla da yapılmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet
hakkına yapılan müdahalenin "mülkiyetten barışçıl yararlanma"
ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.
iii. Müdahalenin İhlal
Oluşturup Oluşturmadığı
58. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak
olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri
düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde
bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler,
demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın
Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin
Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı
amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir(Recep
Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).
(1) Kanunilik
59. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında; mülkiyet
hakkının ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği belirtilmek
suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği
ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına
ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de "hak ve
özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği"ni
temel bir ilke olarak benimsemiştir (Mehmet
Arif Madenci, B. No: 2014/13916, 12/1/2017, § 69). Dolayısıyla
Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde
ilk incelenmesi gereken ölçüt, kanuna dayalı olma ölçütüdür.
60. Öte yandan kanunun varlığı kadar kanun metninin ve
uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu önceden öngörebilecekleri
kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi
de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir
(Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B.
No: 2013/1301, 30/12/2014, § 56).
61. Somut olayda derece mahkemelerince, bir kamu kurumu olan
DSİ'den tahsiline karar verilen başvurucunun alacağına değişen oranlı reeskont
faizi uygulanmıştır. Bu uygulamanın dayanağı ise 3095 sayılı Kanun'un 2.
maddesi hükmüdür. Bununla birlikte başvurucunun yararına hükmedilen alacağın
faizini aşan bir zararı olduğu iddiası bulunmaktadır. Başvurucunun bu iddia
doğrultusunda 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi(6098
sayılı Kanun'un 122. maddesi) çerçevesinde açtığı munzam zararın tazmini davası
ise Mahkemece reddedilmiş ve Yargıtayca onanan bu
hüküm, karar düzeltme istemi de reddedilerek kesinleşmiştir (bkz. §§ 22-29).
62. 818 sayılı mülga Kanun'un 105. maddesi ile 6098 sayılı
Kanun'un 122. maddeleri kapsamında, aşkın zarar (munzam zarar) düzenlenmiştir.
Buna göre alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramışsa, bir başka
deyişle alacaklının uğradığı zarar geçmiş günler faizinden fazlaysa borçlu
kusursuzluğunu ispat etmedikçe bu zararı tazminle yükümlü kılınmıştır.
63. Ancak Bakanlığın da belirttiği üzere munzam zarara ilişkin
olarak Yargıtayın birbirinden farklı iki
uygulamasının mevcut olduğu görülmektedir. Yargıtayın
kimi kararlarında 6098 sayılı Kanun'un 122. maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un
105. maddesi) gereğince, para borcunun geç ödenmesinden dolayı alacaklının
temerrüde uğrayan alacağın ödenmemesi sebebiyle temerrüt faizini aşan zararı
bulunduğunu somut delillerle kanıtlaması gerektiği kabul edilmiştir. Bu
kararlara göre yüksek enflasyon, döviz kurundaki artış, piyasadaki faiz
oranlarının yüksek oluşu alacaklıyı munzam zararın gerçekleştiğini ispat
yükünden kurtarmaz (bkz. §§ 35, 36). İkinci görüş doğrultusundaki Yargıtay
uygulamalarına göre ise munzam zarardan kaynaklanan tazminat borcunun doğması
için aranan kusur, borçlunun temerrüde düşmesindeki kusurudur. Zararın
doğmasına yol açan bir kusur ilişkisi aranmaz ve tartışılmaz. Bu kararlara göre
enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak
için bir çaba ve girişimde bulunması, en azından vadeli mevduat veya kurları
devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirilmesi olayların normal
akışına ve hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmelidir.
Bu karinenin aksini yani kusursuzluğunu ve sorumsuzluğunu kanıtlama ödevinin
borçluya düştüğü kabul edilmiştir (bkz. §§ 37, 38).
64. Anayasa Mahkemesinin görevi bireysel başvurunun ikincilliği
gereği sınırlı olup açık bir keyfîlik olmadığı veya
bariz bir takdir hatası içermediği sürece Anayasa Mahkemesinin hukuk
kurallarının yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından derece
mahkemelerinin takdir yetkisine müdahalesi söz konusu olamaz. Bu bağlamda
Anayasa Mahkemesinin munzam zarara ilişkin hukuk kurallarını yorumlamak veya başvurucunun
buna ilişkin iddia ve delillerini değerlendirmek gibi bir görevi de
bulunmamaktadır.
65. Bununla birlikte bireysel başvuru bakımından önem taşıyan
husus, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde
öngörülen koşulları taşıyıp taşımadığıdır. Buna göre müdahalenin kanuna dayalı
olup meşru bir amacı içermesi yanında ayrıca ölçülü de olması gerekmektedir.
Somut olayda da müdahalenin niteliğini dikkate alan Anayasa Mahkemesi, hukukun
uygulanmasına dair kamusal makamların yaklaşımının Anayasa'nın 35. maddesindeki
gereklilikleri karşılayıp karşılamadığı konusunda müdahalenin takip edilen
meşru amacı gerçekleştirmede başarılı olup olmadığını sorgulayarak sonuca
varacaktır (Benzer yöndeki yaklaşım için bkz. Arif
Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, § 52).
(2) Meşru Amaç
66. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı
ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı,
mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması
imkânı vererek bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının
kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir
sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §
53).
67. Kamu yararı, doğası gereği geniş bir kavramdır. Yasama ve
yürütme organları toplumun ihtiyaçlarını dikkate alarak neyin kamu yararına
olduğunu belirlemede geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Kamu yararı konusunda
bir uyuşmazlığın çıkması hâlinde ise uzmanlaşmış ilk derece mahkemelerinin ve
temyiz yargılaması yapan mahkemelerin uyuşmazlığı çözmek konusunda daha iyi
konumda olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru incelemesinde
-kararların açıkça dayanaktan yoksun olduğu ya da kararlarda açık bir keyfîlik bulunduğu anlaşılmadıkça- yetkili kamu
organlarının kamu yararının tespiti konusundaki takdirine müdahalesi söz konusu
olamaz. Müdahalenin kamu yararına uygun olmadığını ispat yükümlülüğü, bunu
iddia edene aittir (Mehmet Akdoğan ve
diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, §§ 34-36).
68. Aksinin kararlaştırılmadığı durumlara ilişkin kanuni ve
temerrüt faiz oranlarının belirlenmiş olması, ekonomik yaşamın düzenli bir
şekilde işlemesi açısından önem taşımaktadır. Bu bakımdan somut olayda
başvurucunun alacağına temerrüt faizine ilişkin kanun hükümleri çerçevesinde
faiz işletilmesinin kamu yararına dayalı meşru bir amacı içerdiği
değerlendirilmektedir.
(3) Ölçülülük
(a) Genel İlkeler
69.Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının
sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları
arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun
şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş
olacaktır (Arif Güven, § 58).
Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan
ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin
niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate
alacaktır (Arif Güven, § 60).
70. Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan para; çeşitli ticari,
sınai, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla sahibine kazanç, kira, nema gibi
yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın sahibi dışındaki kişi ve
kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden mahrum bırakılması
sonucunu doğurması yanında enflasyon etkisinde olan ekonomilerde değerini yani
alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak yitirmesine neden olur.
71. Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat
faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt
faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının
ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde
ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti
göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya
güven azalmakta, kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni
bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır (AYM, E.1997/34, K.1998/79,
15/12/1998).
72. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda
arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir
aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya
yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkânı da bulunmamaktadır. Bu
şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğratılmaktadır
(AYM, E.2008/58, K.2011/37, 10/2/2011).
73. Anayasa Mahkemesi; kanun koyucunun bir hak olarak öngördüğü
veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması nedeniyle mağdur
olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, alacakta veya hakka konu bedelde
meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde orantısız bir yük
oluşturması hâlinde mülkiyet hakkının ihlaline karar vermiştir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri; Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No:
2013/28, 25/2/2015). Anayasa Mahkemesi ayrıca, mahkemelerce hükmedilen
tazminatın yargılamada geçen süre nedeniyle enflasyon karşısında değer
kaybettiğinin tespit edildiği bir başvuruda da ölçülülük yönünden mülkiyet
hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Abdulhalim
Bozboğa, B. No: 2013/6880, 23/3/2016).
Bunun yanında sosyal güvenlik ödemeleri kapsamında mahkeme kararıyla hükmedilen
emekli ikramiyesinin değer kaybına uğratılarak ödenmesinin başvurucuya aşırı ve
olağan dışı bir külfet yüklemesi nedeniyle de mülkiyet hakkının ihlaline karar
verilmiştir (Ferda Yeşiltepe
[GK], B. No: 2014/7621, 25/7/2017).
(b) İlkelerin Olaya
Uygulanması
74. Başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi çerçevesinde
alacağının tahsili istemiyle açtığı dava Mahkemece 19/4/2002 tarihinde kısmen
kabul edilmiş, temyiz üzerine hüküm Yargıtay 15. Hukuk Dairesince 6/6/2002
tarihinde onanmıştır. Buna göre derece mahkemelerince, başvurucunun baraj
inşaatı sözleşmesi çerçevesinde yaptığı işlerin karşılığı olarak 62.969,69 TL
alacağının DSİ'den tahsili gerektiği kabul edilmiştir. Ancak başvurucunun bu
alacağının tespit edilmiş olması tek başına mağdur sıfatını ortadan
kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kaldırılabilmesi için
ileri sürülen ihlalin hem zamanı hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi yoluna gidilmesi gerekmektedir.
75. Somut olayda başvurucuya 62.969,69 TL asıl alacağı yanında
348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bununla birlikte başvurucu,
alacağına geç kavuştuğundan ve bu süreçte ülkede yaşanan enflasyonist ortamda
alacağının değer kaybettiğinden yakınmaktadır.
76. Yukarıda da değinildiği üzere Anayasa Mahkemesinin daha önce
gerek norm denetimi kapsamında gerekse de bireysel başvuru kapsamında verdiği
çeşitli kararlarında alacakların da mülkiyet hakkı kapsamında olduğu, devlet
tarafından alacakların geç ödenmesi hâlinde enflasyon oranları altında olmayan
bir faiz ödenmesinin gerek bireyin hakları gerekse de kamu düzeni bakımından
önem taşıdığı belirtilmiştir (bkz. §§ 71-73). Anayasa Mahkemesi bu bağlamda
kişilerin mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilen alacaklarının kamu
kurumlarınca makul olmayan bir sebeple geç ödenmesi yüzünden değer kaybına
uğratılmasının mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (bkz. §
73).
77. Başvuru konusu olayda derece mahkemelerince, başvurucunun
alacağı yönünden dört ayrı kalemde farklı temerrüt tarihleri esasları tespit
edilmiş; buna göre başvurucunun 486,69 TL tutarındaki alacağının 10/10/1990
tarihi, 2.870,82 TL tutarındaki alacağının 9/6/1988 tarihi, 55.569,36 TL
tutarındaki alacağının 16/3/1995 tarihi ve KDV düşüldükten sonra kalan 4.041,82
TL tutarındaki alacağının ise yine 16/3/1995 tarihi esas alınarak hak
kazanıldığı belirlenmiştir. Başvurucuya bu alacaklarının toplamı olan 62.968,91
TL ise 348.027,70 TL tutarında işlemiş faiz ile birlikte 23/9/2002 tarihinde
ödenebilmiştir.
78. Merkez Bankası verilerine göre enflasyonda meydana gelen
artış oranları şöyledir:
- Haziran/1988 - Eylül/2002 : %203.613
(1988 yılı Haziran ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek
karşılığı 203.512,50 TL'dir.).
- Ekim/1990 - Eylül/2002 : %60.427
(1990 yılı Ekim ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı
60.326,70 TL'dir.).
- Mart/1995 - Eylül/2002 : %4.392 (1995
yılı Mart ayındaki 100 TL'nin 2002 yılı Eylül ayındaki gerçek karşılığı
4.291,59 TL'dir.).
79. Buna karşılık başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilen toplam 62.968,91 TL tutarındaki alacağı için aynı dönemde
başvurucuya 348.027,70 TL tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bu verilere göre,
ödenen faiz tutarına rağmen aynı dönemde enflasyonun yaklaşık kümülatif olarak
%13.254 oranında arttığı, diğer bir deyişle başvurucunun alacağı %1'inden bile
daha az bir miktara düştükten sonra enflasyon karşısında bu alacağın önemli
ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği görülmektedir. Nitekim Mahkemece
alınan bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında
değer kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği görülmektedir (bkz. § 24).
80. Diğer taraftan kural olarak kişilerin kamudan olan
alacaklarının herhangi bir yargısal sürece veya icra takibine gerek olmadan
ödenmesi beklenir. Somut olayda ise başvurucunun alacağının geç ödenmesinin
makul bir gerekçesi mevcut olmadığı gibi, derece mahkemelerinin geriye dönük
olarak tespit ettiği başvurucunun alacağını kamu makamlarının ancak yapılan
yargılama sonucu ödeyebildiği ve yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle yine kamu
makamlarının yarar sağlamış olduğu anlaşılmaktadır.
81. Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki
alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak
ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir
külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece
mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği
yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile
başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil
dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir.
82. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence
altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamışlardır.
B. Makul Sürede
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
83. Başvurucu, munzam zararının tazminine ilişkin olarak açtığı
davanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
84. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
85. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın
ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra
aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam
eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının
ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, §§ 50, 52).
86. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın
karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu, başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
87. Başvurucu munzam zararın tazminine ilişkin davayı 16/3/1995
tarihinde açmış olup davanın Yargıtayca karar
düzeltme talebinin reddedildiği 26/12/2013 tarihinde sona erdiği
anlaşılmaktadır.
88. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda
verdiği kararlar dikkate alındığında somut olaydaki yaklaşık 18 yıl 9 aylık
yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
89. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
90. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2)
numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
91. Başvurucu, maddi tazminat ve yeniden yargılama yapılmasına
karar verilmesi taleplerinde bulunmuştur.
92. Başvuruda, mülkiyet ve makul sürede yargılanma haklarının
ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
93. Mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan
kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunduğundan
kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 7. Asliye Hukuk
Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
94. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlaline karar
verilmekle birlikte başvurucu manevi tazminat talebinde bulunmamıştır.
Başvurucunun maddi tazminat talebinin ise mülkiyet hakkının ihlali iddiası ile
ilgili olup bu hakkın ihlali yönünden yeniden yargılama yapılmasına karar
verilmesinin yeterli bir giderim sağladığı gözetilerek makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiğinin tespiti ile yetinilmesi gerekir.
95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL
EDİLEBİLİR OLDUĞUNA M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
B. 1. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet
hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE M. Emin KUZ ve Kadir ÖZKAYA'nın
karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
2. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,
C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara
7. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2008/145, K.2011/544) GÖNDERİLMESİNE
OYBİRLİĞİYLE,
D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE OYBİRLİĞİYLE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA OYBİRLİĞİYLE,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
21/12/2017 tarihinde karar verildi.
KARŞIOY GEREKÇESİ
Başvurucunun, munzam zararının tazminine karar verilmesi
talebiyle açtığı davanın reddedilmesi üzerine yaptığı bireysel başvuruda,
mülkiyet hakkının ihlaline ilişkin iddiası kabul edilebilir bulunmuş ve anılan
hakkın ihlal edildiğine karar verilmiştir.
Kararın gerekçesinde, başvurucunun baraj inşaatı sözleşmesi
çerçevesinde alacağının tahsili talebiyle açtığı davanın kısmen kabul edildiği
ve Yargıtayca onandığı, ancak mağdur sıfatının
ortadan kalkması için alacağı ile faiz ödemesinin yanında enflasyonist ortamda
oluşan değer kaybının da karşılanması gerektiği ve sonuç olarak başvurucunun
alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak
ödenmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği belirtilmektedir (§§
74-82).
Böylece kararda başvurunun konusu, mahkemece hükmedilen alacağın
değer kaybına uğratılarak ödenmesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlali şeklinde
özetlenmekte ise de, kararda atıf yapılan önceki ihlal kararlarımızdan farklı
olarak, somut olayda derece mahkemelerince hükmedilen ve kesinleşen alacağa
ilişkin kararın icrası safhasında gecikilmesi ve bu sebeple alacağın değer
kaybına uğratılarak ödenmesi söz konusu olmadığı gibi derece mahkemelerince
kabul edilen bir davanın konusu olan miktarın hesaplanmasında mülkiyet hakkının
ihlal edildiği iddiası da (örnek olarak bkz. Ferda Yeşiltepe [GK], B. No:
2014/7621, 25/7/2017) söz konusu değildir.
Kararda da belirtildiği üzere başvuru, başvurucunun açtığı
davada lehine hükmedilen alacağa faiz uygulanmasının da zararını karşılamaması
sebebiyle Borçlar Kanununa göre sonradan açtığı
“munzam zararının tazmini davası”nın reddedilmesine
ilişkindir (§ 61).
Başvurucunun, munzam zararının tazmini talebiyle başvuruya konu
tazminat davasını açtığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanununun
“Munzam zarar” başlıklı 105. maddesi ile ilk derece mahkemesince başvuru konusu
tazminat davasının reddedildiği tarihte yürürlükte olan ve 818 sayılı Kanunu
yürürlükten kaldırmış bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 122.
maddesinin birinci fıkralarında, alacaklının uğradığı zararın geçmiş günler
faizinden fazla olması hâlinde borçlunun hiçbir kusuru bulunmadığını ispat
etmedikçe bu zararı da tazmin etmekle yükümlü olduğu hükme bağlanmaktadır.
Başvuruya konu munzam zararın tazminine ilişkin davanın
öncesinde, başvurucu şirketin bir baraj ve hidroelektrik santrali inşaatı için
sözleşme imzalamasınarağmen, yine başvurucunun
talebiyle işin tasfiye edilerek sonlandırıldığı, yapılan işlerin masrafları
için çıkarılan kesin hesaba başvurucu şirketçe itiraz edilerek açılan davanın
kısmen kabulüne ve asıl alacakla buna uygulanan faizin ödenmesine hükmedildiği
(§§ 11-18), 2002 yılında yapılan ödemelerin başvurucu tarafından yeterli
görülmemesi sebebiyle2005 yılında açılan ve daha önceki tazminat davası ile birleştirilen
tazminat davasının ise “… baraj inşaatının tasfiyesine ilişkin olarak
düzenlenen 09.06.1988 tarihli tutanakta tasfiye nedeniyle davacı şirkete
(başvurucuya) masraf ve hiçbir tazminat ödenmeyeceğinin ifade edilmiş” olduğu
ve bilirkişi raporlarına göre başvurucunun asıl davada hükmedilen alacağa
uygulanan (ve karardan dokuz yıl önce alacakla birlikte ödenen) faiz dışında
munzam zararının bulunmadığı gerekçesiyle 2011 yılında davanın reddine karar
verildiği, bu kararın Yargıtayca onanarak ve karar düzeltme
talebi reddedilerek kesinleştiği anlaşılmaktadır (§§ 23-29).
Başka bir anlatımla, olayda, söz konusu taahhüdünü yerine
getiremeyen başvurucu şirketin, kendi talebi üzerineidare
ile mutabakat sağlamasına ve söz konusu mutabakatta, sözleşmelerle üstlendiği
yükümlülüklerden ve sorumluluklardan kurtulmak maksadıyla hiçbir tazminat ve
masraf ödenmemesini kabul etmesine rağmen, o güne kadar yaptığı işlerin
masrafları için açtığı alacak davasında hükmedilen alacak miktarına yürütülen
faizi yeterli bulmayarak munzam zarar iddiasıyla tazminat talep ettiği
görülmektedir.
Kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna varılırken, munzam zararın
tazmini talebinin, kısmen kabulüne karar verilen alacak davasındaki hükmün
devamı niteliğinde değerlendirildiği anlaşılmakta ise de, söz konusu davanın
bir alacak davası değil tazminat davası olduğu dikkate alındığında,
başvurucunun -yukarıda belirtildiği gibi- inşaat işinin tasfiye edilerek
sonlandırılmasını talep ederken sözleşme ile üstlendiği taahhütten ve bunu
yerine getirememesinden doğan hukukî sorumluluktan kurtulabilmek için tazminat
talep etmeyeceğini taahhüt etmesinin ve sözleşme hukukunun gereği olarak
başvurucunun derece mahkemelerince esas alınan tazminat talep etmeyeceğine dair
irade beyanının gözardı edilmesinin isabetli olmadığı
düşünülmektedir.
İlk derece mahkemesinin, öncelikle başvurucunun tazminat talep
etmeyeceğini taahhüt etmiş olması ve munzam zararın da bu kapsamda bulunması
sebebiyle davalı idarenin bu yöndeki savunmasını yeterli gördüğü ve başvuruya
konu tazminat davasını reddettiği anlaşılmaktadır (§ 28).
Bilindiği gibi bireysel başvurunun ikincil olma özelliği
sebebiyle Anayasa Mahkemesinin görevinin sınırlı olduğu ve hukuk kurallarının
yorumlanması ve delillerin değerlendirilmesi bakımından açık bir keyfilik veya
bariz bir takdir hatası bulunmadıkça derece mahkemelerinin takdir yetkisine
müdahalesinin söz konusu olamayacağı kabul edilmektedir. Bu ilke, kararımızda
da tekrarlanmakla birlikte (§ 64), derece mahkemelerinin Borçlar
Kanununun ilgili hükümlerinin yorumlanması ve delillerin
değerlendirilmesi suretiyle tazminat davasını reddetmesinde açık bir keyfilik
veya bariz bir takdir hatası olduğu yönünde bir tespitte de bulunulmadan,
başvurucunun şikâyetinin kabul edilebilir olduğu belirtilmektedir.
Başka bir ifadeyle, derece mahkemeleri, Borçlar Kanununun munzam
zararın giderilmesine ilişkin hükmünün tazminat davasını gerektirdiği,
başvurucu şirketin ise inşaat işinin tasfiye edilerek sonlandırılması talebinin
idarece kabul edilmesi karşılığında bu tazminat talebinden vazgeçtiğini dikkate
alarak davayı reddettiği hâlde, Mahkememiz çoğunluğu -derece mahkemelerinin
hukuk kurallarının bu yorumunda ve başvurucu şirketle idare arasında imzalanan
tutanağın değerlendirilmesinde açık bir keyfilik veya bariz bir takdir hatası
bulunduğunu da belirlemeden- başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği
iddiasını kabul edilebilir bulmaktadır.
Diğer taraftan kararda, ilk derece mahkemesince 2004 yılında
“bilirkişi raporunda da başvurucunun alacağının enflasyon karşısında değer
kaybetmiş olduğunun açıkça belirtildiği” ifade edilmekle birlikte (§§ 24, 79),
aynı mahkemece 2010 yılında alınan sonraki bilirkişi raporunda da davacının
(başvurucu şirketin) yaptığı iş nedeniyle hesaplanan alacakları üzerinden
kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla munzam zararının ispatlanamadığı
belirtilmektedir (§§ 27, 28). İki farklı bilirkişi raporundan hangisinin hükme
esas alınması gerektiğine ilişkin takdir yetkisi, delillerin değerlendirilmesi
konusunda yetkili olduğu kararda da kabul edilen derece mahkemelerine aittir.
Kısaca, yukarıda belirtilen ve kararda da tekrarlanan genel
ilkemizle bağdaşmayan mezkûr tespitlere katılmaya imkân bulunmamaktadır.
Belirtilen sebeplerle, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine
ilişkin iddia bakımından kabul edilebilirlik ve ihlal sonucuna katılmakla
birlikte, derece mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açık bir
keyfilik içermediği ve mülkiyet hakkına ilişkin olarak başvurucu tarafından
ileri sürülen iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olduğu anlaşıldığından,
başvurunun bu kısmının kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği
düşüncesiyle çoğunluğun kabul edilebilirlik yönündeki kararına katılmıyoruz.
Yine yukarıda açıklanan sebeplerle, derece mahkemelerinin
“başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği” yönündeki
kararını “katı yorum” olarak nitelendiren ve başvurucu şirketin yerine
getirmeyi taahhüt ettiği inşaat işinin tamamlanmadan sonlandırılmasını sağlayan
tasfiye anlaşmasındaki şartlar ile başvurucunun hangi hukukî sorumluluklardan
kurtulmak için tazminat talep etmemeyi kabul ettiğini dikkate almadan “kamunun
yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken
adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu”nu
belirten değerlendirmelerde de (§ 81), bu gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal
edildiğine ilişkin tespitte de isabet olmadığı düşünülmektedir.
Bu itibarla, incelenen başvuruda, başvurucu şirketin inşaat
sözleşmesi ile üstlendiği yükümlülüklerden ve bunları yerine getirememesi
karşılığında ortaya çıkacak sorumluluklardan kurtulmak için tazminat talep
etmemeyi kabul ettiği ve yaptığı işler karşılığında tahakkuk eden alacaklarının
geç ödenmesine ilişkin temerrüt faizinin dışında bir alacağının da bulunmadığı
anlaşıldığından, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında kurulması
gereken adil dengenin korunduğu, başvurucuya aşırı ve olağan dışı bir külfet
yüklenmediği düşüncesiyle çoğunluğun ihlal kararına da katılmıyoruz.
Üye
M. Emin KUZ
|
Üye
Kadir ÖZKAYA
|