TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
İKİNCİ BÖLÜM
KARAR
AHMET ERSOY VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2014/4212)
Karar Tarihi: 5/4/2017
Başkan
:
Engin YILDIRIM
Üyeler
Serdar ÖZGÜLDÜR
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
Muammer TOPAL
M. Emin KUZ
Raportör
Ayhan KILIÇ
Başvurucular
1. Ahmet ERSOY
2. Ali ERSOY
3. Hasan ERSOY
4. Hayri ERSOY
5. Kemal ERSOY
6. Mehmet ERSOY
Vekili
Av. Nuray BAYNAZOĞLU
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, orman kadastrosuyla orman olarak tespit edilen taşınmaza ilişkin olarak açılan tescil davasının hak düşürücü süre gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlali iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 26/3/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
7. Başvurucular, 3/7/2012 tarihinde vefat eden Fatma Ersoy'un yasal mirasçılarıdır. Başvurucular Ahmet Ersoy, Ali Ersoy, Hasan Ersoy, Hayri Ersoy, Kemal Ersoy ve Mehmet Ersoy sırasıyla 1965, 1961, 1957, 1963, 1968 ve 1952doğumlu olup Antalya ili Alanya ilçesi Türkler beldesinde ikamet etmektedirler.
8. Başvurucular, Antalya ili Alanya ilçesi Türkler beldesinde bulunan ve 1956-1957 yıllarında yapılan arazi kadastrosunda tespit dışı bırakılan iki adet taşınmazın 60-70 yıldır zilyetlikleri altında bulunduğunu ileri sürmektedirler.
9. Taşınmazın bulunduğu Türkler beldesinde 1984-1987 yıllarında 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu'nun 2/B maddesi uyarınca orman kadastrosu çalışması yapılmıştır. Söz konusu çalışma sonucunda değinilen iki adet taşınmazın orman sınırları içinde kaldığı tespit edilmiştir. Anılan tespit 12/8/1987 tarihinde köy cami duvarına asılmak suretiyle ilan edilmiştir.
10. Başvurucular murisi tarafından daha önce ihtilaf konusu taşınmazlar ile aynı bölgede bulunan 1.831,71 m² ve 5904,50 m² büyüklüğündeki iki taşınmaza ilişkin olarak 10/6/1991 tarihinde açılan tapu iptali ve tescil davası sonucu 7/6/2002 tarihinde kesinleşen karar ile anılan taşınmazların başvurucular murisi adına tesciline karar verilmiştir.
11. Başvurucular murisi tarafından 27/3/2003 tarihli dilekçe ile Alanya 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) ihtilaf konusu taşınmazların, adına tescil edilmesi istemiyle dava açılmıştır. Dava dilekçesinde, anılan taşınmazların imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hâle getirildiği, üzerinde dört ev inşa edildiği ve meyve ağaçları dikildiği, bu nedenle başvurucular murisi adına tescili gerektiği belirtilmiştir.
12. Mahkemece 23/2/2006 tarihinde fen, orman ve ziraat bilirkişileriyle birlikte taşınmaz mahallinde keşif yapılmıştır. Keşifte dinlenen mahalli bilirkişi, taşınmazların 35-40 yıldan beri başvurucular murisinin zilyetliğinde bulunduğunu ve murisin eşinin (başvurucuların babasının) taşınmazları tarıma elverişli hâle getirdiğini beyan etmiştir. Ziraat bilirkişisi tarafından düzenlenen raporda, taşınmazların tarım arazisi olduğu ve özel mülkiyete konu olabileceği ifade edilmiştir. Orman mühendisi tarafından düzenlenen raporda, taşınmazların 13/2/1988 tarihinde kesinleşen orman sınırları içinde kaldığı ve orman sayılan yerlerden olduğu görüşü açıklanmıştır.
13. Mahkeme, iki bilirkişi raporu arasında çelişki bulunduğunu değerlendirerek bir ziraat mühendisi ve üç orman mühendisi ile birlikte tekrar keşif yapmıştır. Orman mühendislerince düzenlenen raporda, taşınmazın kadimden beri tarım arazisi olduğu, toprağın orman karakteri taşımadığı, taşınmazın evveliyatında orman sayılan yerlerden olmadığı belirtilmiştir. Ziraat mühendisi tarafından düzenlenen raporda da taşınmazın ormanla bir ilgisinin bulunmadığı, toprağın tarım arazisi karakteri taşıdığı düşüncesi izhar edilmiştir. Fen bilirkişisi raporunda ise taşınmazın toplam alanın 39.018,14 m² olduğu, ancak 172,03 m²'lik bölümünün daha önce 1958 tarihli Kadastro Mahkemesi kararıyla orman olarak tespit edildiği ifade edilmiştir.
14. Mahkemece bu defa da Süleyman Demirel Üniversitesinden biri ziraat mühendisliği bölümünden diğeri de orman mühendisliği bölümünden iki akademisyenle birlikte 17/9/2007 tarihinde yeniden keşif yapılmıştır. Söz konusu bilirkişilerce düzenlenen raporda, taşınmazların evveliyatında orman sayılmayan makilik vasfında olan yerlerden olduğu, toprak özelliği bakımından yandaki devlet ormanıyla aynı mahiyette bulunmayıp aksine tarım arazileriyle aynı karakterde olduğu, taşınmazların hiçbir zaman orman vasfı taşımadığı kanaati belirtilmiştir.
15. Mahkeme 3/4/2008 tarihli kararıyla davanın kısmen kabulü ile taşınmazların, mahkeme kararıyla orman olduğu tespit edilen 172,03 m²'lik kısmı dışındaki bölümlerin başvurucular murisi adına tesciline, 172,03 m²'lik bölüm yönünden ise davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, mahalli bilirkişi beyanı ile teknik bilirkişi raporlarına dayanıldığı ifade edilmiştir.
16. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 20. Hukuk Dairesince (Daire) 2/2/2010 tarihli kararla ilk derece mahkemesi kararı bozulmuştur. Kararın gerekçesinde, dosyada bulunan orman kadastro harita ve tutanaklarında çekişmeli yerin devlet malı olarak sınırlandırıldığı ve davacının süresinde itirazda bulunmaması nedeniyle orman kadastrosunun kesinleştiğine işaret edilmiştir. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasındaki hak düşürücü sürenin geçtiği ve orman kadastrosunun sınırlarının hiçbir makam ve merci tarafından değiştirilemeyeceğinin ifade edildiği gerekçede, daha önce orman kadastrosuyla orman olarak tespit edilen yerin bilirkişilerin yorumuna dayalı olarak orman olmadığının kabulüyle hüküm kurulmasının isabetsiz olduğu belirtilmiştir.
17. Karar düzeltme istemi Dairenin 24/5/2010 tarihli ilamıyla reddedilmiştir.
18. Bozma kararına uyan Mahkeme 20/1/2011 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, yöreye ilişkin orman kadastrosunun 1987 yılında kesinleştiği hatırlatıldıktan sonra bilirkişi raporlarında taşınmazların, kadastrosu kesinleşen orman sınırları içesinde kaldığının saptandığı vurgulanmıştır. Başvurucular murisinin hak düşürücü süre içinde dava açmadığını belirten Mahkeme, orman vasfı kesinleşen taşınmazların özel mülkiyete konu olamayacağı sonucuna ulaşmıştır.
19. Söz konusu karar, Dairenin 11/2/2013 tarihli kararıyla onanmıştır.
20. Başvurucular murisinin 3/7/2012 tarihinde vefatı nedeniyle yasal mirasçı olan başvurucular kararın düzeltilmesi isteminde bulunmuşlardır. Karar düzeltme dilekçesinde 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun askı ilan süreleri ve tespit sürelerine ilişkin hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu savunulmuştur. Başvuruculara göre tebligatın şahsen yapılması gerekmektedir.
21. Bu arada başka bir mahkeme tarafından, 6831 sayılı Kanun'un, 5/11/2003 tarihli ve 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrasının, "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümlelerinin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptalleri istemiyle Anayasa Mahkemesine yapılan itiraz başvurusu sonucu, Anayasa Mahkemesince 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararla anılan hükümler iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesine göre "Tutanakların askı suretiyle ilan edilerek başlayan ve ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir aylık hak düşürücü süre, tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak dava açma hakkını ortadan kaldırdığından, kişilerin mülkiyet haklarının sona ermesine sebep olmaktadır. Bu niteliği ile itiraz konusu kural, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak arama özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına, hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hale gelmesine yol açacak niteliktedir."
22. Kararın düzeltme istemi Dairenin 25/11/2013 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Bu karar, 25/2/2014 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir.
23. Başvurucular 26/3/2014 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuşlardır.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. İlgili Mevzuat ve Mahkeme Kararları
24. 6831 sayılı Kanun’un 11. maddesinin 22/5/1987 tarihli ve 3373 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle değiştirilen birinci fıkrası şöyledir:
“Orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle ilânı, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak ve kararlara karşı askı tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye müracaatla sınırlamaya ve bu Kanunun 2 nci maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı ile hak sahibi gerçek ve tüzelkişiler itiraz edebilir. Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir. Ancak, tapulu gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, 10 yıllık süre içerisinde dava açma haklan mahfuzdur.”
25. 6831 sayılı Kanun’un 5/11/2003 tarihli ve 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: :
“Orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle ilânı, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak, harita ve kararlara karşı askı tarihinden itibaren bir ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye müracaatla sınırlamaya ve 2 nci maddeye göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine Çevre ve Orman Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü ve hak sahibi gerçek ve tüzel kişiler itiraz edebilir. Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir. Ancak, tapulu gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, on yıllık süre içerisinde dava açma hakları mahfuzdur."
26. Anayasa Mahkemesinin, 6831 sayılı Kanun'un 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrasının "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümlelerinin iptaline ilişkin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir:
“Kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren mülkiyet hakkı, Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış ve bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla sınırlama getirilebileceği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar. Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da, Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz.
Anayasa'nın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve özgürlüklerin özlerine de dokunamaz.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hale getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları gibi güvenceler hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnai olarak ve ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
Hak arama özgürlüğü demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olup tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alınmalıdır. Diğer taraftan, hukuki işlem ve kuralların sürekli dava tehdidi altında bulunması hukuk devletinin unsurları olan hukuki istikrar ve hukuki güvenlik ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu nedenle hak arama özgürlüğü ile hukuki istikrar ve hukuki güvenlik gerekleri arasında makul bir denge gözetilmelidir. Dava konusu kuralla getirilen süre sınırlamasının, kamu düzeniyle ilgili olan kadastro işlemlerinin hızlandırılmasını ve düzenli bir tapu sicilinin oluşmasını amaçladığı anlaşılmaktadır. Orman kadastro tutanaklarının her an dava tehdidi altında bulunması, tutanakların kesinleşmesine engel olarak kamu hizmetinin aksamasına neden olacağından, açılacak davalar için bir süre sınırlaması getirilmesinde kamu yararı bulunmaktadır.
Tutanakların askı suretiyle ilan edilerek başlayan ve ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir aylık hak düşürücü süre, tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak dava açma hakkını ortadan kaldırdığından, kişilerin mülkiyet haklarının sona ermesine sebep olmaktadır. Bu niteliği ile itiraz konusu kural, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak arama özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına, hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hale gelmesine yol açacak niteliktedir.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de 10.3.2009 günlü, 'Rimer ve diğerleri/Türkiye' kararında, Kanun'da orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanaklara karşı dava açmak için öngörülen sürenin ancak ilgili şahsın etkin ve yeterli bir şekilde bilgi sahibi olmasından sonra başlayabileceği, bu tutanakların köy kahvesinde ilan edilmesinin doğru ve gerektiği şekilde tebliğ için yeterli olmadığı, tabiat ve ormanların, daha genel anlamda çevrenin korunması amacıyla mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklara müdahalede bulunulabileceği ancak mülkün gerçek değerine göre makul kabul edilebilecek bir tazminat ödemeden mülkiyetten mahrum bırakmanın 1 No'lu Ek Protokol'ün 1. maddesi bakımından aşırı zarar oluşturduğu, dolayısıyla, mülk sahiplerine hiçbir tazminat ödenmemesinin, kamu yararı ile temel insan haklarının korunması arasında oluşturulması gereken doğru dengeyi başvuranlar aleyhine bozduğu sonucuna varmıştır."
27. 6831 sayılı Kanun’un 11. maddesinin 26/2/2014 tarihli ve 6527 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle değişik birinci fıkrası şöyledir: :
“Orman kadastro komisyonlarınca alınan kararlara ilişkin düzenlenen tutanak ve haritalar askı suretiyle otuz gün süre ile ilan edilir. Bu ilan ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak ve haritalara karşı itirazı olanlar; askı tarihinden itibaren otuz gün içinde kadastro mahkemelerinde, kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemelerde dava açabilirler. İlan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kararlara ilişkin düzenlenen tutanak ve haritalar kesinleşir. Orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanak ve haritaların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak Hazine hariç itiraz olunamaz ve dava açılamaz."
2. Orman Kadastro Tespitlerine Karşı Dava Açılması ve Tespitlerin Kesinleşmesi
28. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının 22/5/1987 tarihli ve 3373 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle değişik hâline göre orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle ilânı, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olup tutanak ve kararlara karşı askı tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye müracaatla sınırlamaya ve bu Kanunun 2. maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine hak sahibi gerçek ve tüzelkişiler itiraz edebilir. Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararlarının kesinleşmesi öngörülmüştür. Fıkrada bu sürenin hak düşürücü nitelikte olduğu ifade edilmiştir. Ancak, tapulu gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, on yıllık süre içerisinde dava açma hakları mahfuz tutulmuştur. Dolayısıyla 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmeden önceki hâli uyarınca tapusuz gayrimenkuller yönünden, kadastro tespit tutanaklarının askıya çıkarılmasından itibaren altı ay içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen tespitlere karşı kadastro tespitinden önceki nedenlere dayanılarak dava açılması imkânı bulunmamaktadır.
29. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrası 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmiştir. Deşiklikle askı ilan süresi altı aydan bir aya indirilmekle birlikte, askı suretiyle ilanın tebliğ hükmünde olduğu, süresi içinde itirazda bulunulmaması üzerine tespitlerin kesinleşeceği, itiraz süresinin hak düşürücü süre olduğu hususları aynen korunmuştur. Ayrıca, maddenin yeni hâlinde, tapulu gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, on yıllık süre içerisinde dava açma haklarını saklı tutan hüküm de aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Bu itibarla, fıkranın 4999 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikten sonraki hâline göre de tapusuz gayrimenkuller yönünden, kadastro tespitlerine karşı, tespitlerin kesinleşmesinden sonra dava açılması imkânının bulunmadığı söylenebilir.
30. Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararıyla 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değişik hâlinde yer alan "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümleleri iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin kararı üzerine, anılan fıkra26/2/2014 tarihli ve 6527 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle yeniden düzenlenmiştir. Kuralın yeni hâlinde, askı ve ilanın tebliğ hükmünde olduğu ve ilan süresi geçtikten sonra tespitlerin kesinleşeceğine ilişkin hükümler, madde metninde yer almıştır. Değişiklikle bir ay şeklindeki itiraz süresi otuz gün olarak yeniden düzenlenmiştir. Buna karşılık, bu sürenin hak düşürücü nitelikte olduğuna ilişkin hükme, yeni düzenlemede yer verilmemiştir. Ayrıca sadece tapulu gayrimenkul malikleri yönünden saklı tutulan on yıl içinde dava açma hakkı, bütün gayrimenkullere teşmil edilmiştir. Buna göre orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanak ve haritaların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, tapulu veya tapusuz gayrimenkul ayrımı olmaksızın kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak dava açılabilir.
B. Uluslararası Hukuk
31. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) 6. maddesinin birinci fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:
“Herkes, medeni hak ve yükümlülükleri hakkında karar verilmesi için ... kanun tarafından kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir yargı merciinde makul bir süre içinde adil ve kamuya açık bir şekilde yargılanma hakkına sahiptir. "
32. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin 6. maddesinin 1. fıkrasının, açık bir biçimde mahkeme veya yargı merciine erişim hakkından söz etmese de maddede kullanılan terimler bir bütün olarak bağlamıyla birlikte dikkate alındığında, mahkemeye erişim hakkını da garanti altına aldığı sonucuna ulaşıldığını belirtmiştir (Golder/Birleşik Krallık, B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 28-36). AİHM'e göre mahkemeye erişim hakkı Sözleşme'nin 6. maddesinin 1. Fıkrasında mündemiçtir. Bu çıkarsama, Sözleşmeci devletlere yeni yükümlülük yükleyen genişletici bir yorum olmayıp 6. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesinin lafzının Sözleşme'nin amaç ve hedefleri ile hukukun genel prensipleriningözetilerek birlikte okunmasına dayanmaktadır. Sonuç olarakSözleme'nin 6. maddesinin 1. fıkrası, herkesin medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili iddialarını mahkeme önüne getirme hakkına sahip olmasını kapsamaktadır (Golder/Birleşik Krallık, § 36).
33. AİHM, adil yargılanmanın bir unsurunu teşkil eden mahkemeye erişim hakkının mutlak olmadığını, doğası gereği devletin düzenleme yapmasını gerektiren bu hakkın belli ölçüde sınırlanabileceğini kabul etmektedir. Ancak AİHM, bu sınırlamaların, kişinin mahkemeye erişimini hakkın özünü zedeleyecek şekilde ve genişlikte kısıtlamaması ve zayıflatmaması gerektiğini ifade etmektedir. AİHM'e göre, meşru bir amaç taşımayan ya da uygulanan araç ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmayansınırlamalar Sözleşme'nin 6. maddenin 1. fıkrasıyla uyumlu olmaz (Sefer Yılmaz ve Meryem Yılmaz/Türkiye, B. No: 611/12, 17/11/2015, § 59; Eşim/Türkiye, B. No: 59601/09, 17/9/2013, § 19; Edificaciones March Gallego S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34).
34. AİHM, dava hakkını süre sınırına bağlayan iç hukuk hükümlerinin yorumlanmasının, öncelikli olarak kamu otoritelerinin ve özellikle mahkemelerin görevi olduğunu belirtmekte, AİHM'in rolünün, bu yorumun etkilerinin Sözleşme'yle uyumlu olup olmadığının tespitiyle sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Süre sınırı getiren kuralların uygun adalet yönetiminin güvence altına alınması amacına dayandığına işaret eden AİHM, bu kuralların veya bunların uygulanmasının, ilgililerin ulaşılabilir başvuru yollarına müracaatlarını engelleyecek mahiyette olmaması gerektiğini değerlendirmektedir. AİHM, bu bağlamda, her bir olayın, somut başvuru yolunun özellikleri ışığında ve Sözleşme'nin 6. maddesinin birinci fıkrasının amaç ve hedefleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizmektedir (Eşim/Türkiye, § 20).
35. AİHM bu ilkeler uyarınca, mahkemelerin dava açılabilmesi için öngörülen yasal yükümlülükleri uygularken hem yargılama adaletinin zayıflamasına yol açacak düzeyde aşırı şekilcilikten hem de kanunlarda öngörülen usule ilişkin gereklilikleri abes hâle getirecek seviyede aşırı esneklikten kaçınması gerektiğini belirtmektedir. AİHM, kuralların; belirliliği ve uygun adalet yönetimini sağlama amacına hizmet etme işlevlerini yitirmesi hâlinde ve ilgililerin, davalarının esasının yetkili mahkeme tarafından karara bağlanmasını önleyecek birtakım bariyerler oluşturma fonksiyonu görmeleri durumunda mahkemeye erişim hakkının zedeleneceğini ifade etmektedir (Eşim/Türkiye, § 21).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
36. Mahkemenin 5/4/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mahkemeye Erişim Hakkı Yönünden
1.Başvurucuların İddiaları
37. Başvurucular, ihtilaf konusu taşınmazın murislerince 1967-1968 yıllarında önceki zilyedinden satın alındığını ve zilyetliklerinin aralıksız sürdüğünü belirtmişlerdir. 1984-1987 yılları arasında yapılan orman kadastrosuyla taşınmazın orman olarak tespit edildiğini ifade eden başvurucular, tutanakların murise tebliğ edilmeyip duvara asılmak suretiyle ilanen tebliğ edildiğini ve murisin haberi olmaksızın kesinleştiğini savunmuşlardır.
38. Başvurucular, Mahkemece yapılan keşifte dinlenen tanıklar ve keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporlarında taşınmazın orman vasfını taşımadığının tespit edildiğine işaret etmiş ve Mahkemece bu tespitler doğrultusunda doğru bir şekilde tescil kararı verilmesine rağmen Yargıtayın, hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle verilen bozma kararına uyularak davanın reddedildiğinden yakınmışlardır.
39. Başvurucular, davanın süre aşımı nedeniyle reddinin dayanağı olan 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümleleri, karar düzeltme isteminde bulundukları tarihten sonra, Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararıyla iptal edildiği hâlde, bu hususun Yargıtay tarafından karar düzeltme safhasında gözetilmediğinden şikâyet etmişlerdir.
40. Başvurucular, şahsen tebliğ edilmeyen kadastro tespit tutanaklarına itiraz edilebilmesi için öngörülen ve ilanen tebliğden itibaren işleyen otuz günlük hak düşürücü sürenin hak ihlaline yol açtığının Anayasa Mahkemesi kararıyla sabit olduğunu belirtmişlerdir. Kazandırıcı zamanaşımına ilişkin koşulların oluştuğu fikrinde olan başvurucular, bu hükümlerin uygulanmamasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini ve bu müdahalenin giderilebilmesi için uygun bir tazminatın da ödenmediğini ifade etmişlerdir. Başvurucular sonuç olarak mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
2. Değerlendirme
41. Anayasa'nın "Hak arama hürriyeti" kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
42. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
43. Başvurucular murisi tarafından açılan tescil davasının hak düşürücü süre nedeniyle reddedilmiş olması nedeniyle başvurucularca öne sürülen iddiaların mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararıyla iptal edilen 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümleleri, mahkemeye erişim hakkını ilgilendirdiğinden Anayasa Mahkemesi kararının Yargıtay tarafından karar düzeltme safhasında gözetilmediğine ilişkin şikâyetin de mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.
44. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun'un, Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasına "adil yargılanma hakkı" ibaresinin eklenmesine ilişkin 14. maddesinin gerekçesine göre, "değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınmış olan adil yargılama hakkı metne dahil" edilmiştir. Dolayısıyla Anayasa'nın 36. maddesinde herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu ibaresinin eklenmesinin amacının Sözleşme'de düzenlenen adil yargılanma hakkını anayasal güvence altına almak olduğu anlaşılmaktadır.
45. Mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının güvenceleri arasında yer almaktadır (Ahmet Yıldırım, B. No: 2012/144, 2/10/2013, § 28; Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 51; Ş.Ç., B. No: 2012/1061, 21/11/2013, § 28; Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, § 41).
46. Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı ve uyuşmazlık kapsamında bir talebi mahkeme önüne taşıyabilmek ve bunların etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (AYM, E.2013/40, K.2013/139, 28/11/2013). Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp sınırlandırılması mümkündür. Bununla birlikte getirilecek sınırlamaların hakkın özünü zedeleyecek şekilde hakkı kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi, açık ve ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38).
47. Somut olayda, başvurucular murisinin zilyedi bulunduğu öne sürülen iki adet taşınmazın 1984-1987 yıllarında 6831 sayılı Kanun'un 2/B maddesi uyarınca yapılan orman kadastrosu çalışması sonucu orman sınırları içinde kaldığı tespit edilmiştir. Anılan tespit 12/8/1987 tarihinde köy cami duvarına asılmak suretiyle ilan edilmiştir. Başvurucular murisi tarafından 27/3/2003 tarihli dilekçe ile Mahkemede ihtilaf konusu taşınmazların, adına tescil edilmesi istemiyle dava açılmıştır. Mahkemece, Daire tarafından verilen bozma kararına uyularak 20/1/2011 tarihli kararla dava reddedilmiştir. Kararda, 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümleleri uyarınca kadastro tespit tutanaklarının askıya çıkarıldığı tarihten itibaren hak düşürücü süre içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen kadastro tespitlerine itiraz edilemeyeceği gerekçesine dayanılmıştır.
48. Yukarıda ifade edildiği gibi 6381 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının, davanın açıldığı 27/3/2003 tarihte yürürlükte bulunan metnine göre orman kadastro komisyonlarınca yapılan tespitlere karşı askı tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye müracaatla sınırlamaya itiraz edilebilir. Anılan fıkra uyarınca, bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşmekte olup bu süre hak düşürücü niteliktedir. Buna göre 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının, 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmeden önceki hâli uyarınca tapusuz gayrimenkuller yönünden, kadastro tespit tutanaklarının askıya çıkarılmasından itibaren altı ay içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen tespitlere karşı kadastro tespitinden önceki nedenlere dayanılarak dava açılması imkânı bulunmamaktadır (bkz. § 28).
49. Orman kadastrosu tespitlerine karşı dava açma süresinin altı ayla sınırlandırılmasının mahkemeye erişim hakkına müdahale teşkil ettiği tartışmasızdır. Söz konusu sınırlama, 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasına dayandığından kanunilik unsurunu taşımaktadır. Ayrıca orman kadastrosu, Anayasa'nın 169. maddesiyle devlete yüklenen ormanların korunması ödevinin ifasına yönelik olduğundan orman kadastrosuyla yapılan tespitlere yönelik olarak açılacak davaların altı aylık süreyle sınırlanmış olmasının meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır.
50. Bakılan olay yönünden asıl tartışılması gereken mesele altı aylık sürenin ölçülü olup olmadığıdır. Ölçülülük ilkesi, öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Öngörülen tedbirin, maliki olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilemez (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E. 2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2012/149, K.2013/63, 22/5/2013; E.2013/32, K.2013/112, 10/10/2013; E.2013/15, K.2013/131, 14/11/2013; E.2013/158, K.2014/68, 27/3/2014; E.2013/66, K.2014/19, 29/1/2014; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2015/101, 12/11/2015; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B.No: 2013/817, 19/12/2013, § 38). Müdahalenin ölçülülüğü değerlendirilirken ilgili yasal düzenlemelerle birlikte somut olayın koşulları ve başvurucunun tutumu da gözönünde bulundurulmalıdır.
51. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının, başvuruya konu davanın açıldığı tarihten sonra, 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilenhâlinde yer alan "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümleleri, Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararında, tutanakların askı suretiyle ilan edilmekle başlayan ve ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir aylık hak düşürücü sürenin, tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak dava açma hakkını ortadan kaldırdığı vurgulanarak bu niteliği ile kuralın, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak arama özgürlüğünün ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına, hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hâle gelmesine yol açacak nitelikte olduğu ifade edilmiştir.
52. Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesi bir aya yönelik olsa da aynı değerlendirmenin altı aylık dava açma süresi için de geçerli olduğu söylenebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra kanun koyucu tarafından Anayasa Mahkemesi kararının uygulanması amacıyla yeniden yapılan düzenlemede, ilan edilen tutanak ve haritalara otuz gün içinde itiraz edilebileceği ve bu tutanak ve haritaların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı kurala bağlanmıştır. Bu durumda, kanun koyucu tarafından kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak açılacak davalarda makul sürenin on yıl olarak takdir edildiği söylenebilir.
53. Bununla birlikte somut olayda dava, kadastro tutanaklarının askıya çıkarıldığı 12/8/1987 tarihinden yaklaşık on beş yıl sekiz ay sonra, 27/3/2003 tarihinde açılmıştır. Başvurucular, kadastro tutanaklarına ilişkin ilandan murislerinin haberdar olmadığını ileri sürmüş iseler de başvurucuların ve murisin, taşınmazın bulunduğu Türkler beldesinde ikamet ettiği gözetildiğinde, kadastro çalışmalarından ve bu çalışmalar sonucu düzenlenen tutanaklara ilişkin askı ve ilandan yaklaşık on altı yıl boyunca haberdar olmamaları hayatın olağan akışıyla uyuşmamaktadır. Ayrıca, başvurucular murisi tarafından daha önce ihtilaf konusu taşınmaz ile aynı bölgede bulunan iki taşınmaza ilişkin olarak 10/6/1991 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açıldığı ve yapılan yargılama sonucunda 7/6/2002 tarihinde kesinleşen karar ile anılan taşınmazların başvurucular murisi adına tescil edilmesine karar verildiği dosya kapsamından tespit edilmektedir.
54. Bu durumda taşınmazın orman olarak tespitine ilişkin tutanakların askıya çıkarıldığından haberdar olmaması hayatın olağan akışına göre mümkün bulunmayan başvurucular murisi tarafından, askı ilan tarihinden itibaren yaklaşık on beş yıl sekiz ay sonra açılan davanın süresinde görülmeyerek reddedilmesiyle başvurucuya aşırı ve katlanılamaz bir külfet yüklenmediği sonucuna ulaşılmaktadır. Sonuç olarak mahkemeye erişim hakkına yönelik açık bir ihlalin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
55. Açıklanan nedenlerle, başvurunun, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
B. Makul Sürede Yargılanma Hakkı Yönünden
56. Başvurucular makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
57. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
58. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52).
59. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
60. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında somut olayda yaklaşık on yıl sekiz ay süren yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
61. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
62. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
63. Başvurucular davanın süre aşımı sebebiyle reddedilmesi nedeniyle davaya konu taşınmazların rayiç değeri üzerinden tazminata hükmedilmesi talebinde bulunmuşlardır.
64. Davanın süre aşımı sebebiyle reddedilmesi dolayısıyla mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verildiğinden buna ilişkin maddi tazminat talebinin reddi gerekir.
65. Somut olayda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.
66. Başvurucuların yargılamanın makul süreyi aşması nedeniyle tazminat talepleri bulunmadığından bu konuda bir karar verilmesine gerek bulunmamaktadır.
67. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvuruculara müşterek olarak ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
D. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
E. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 5/4/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.