TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
AHMET ERSOY VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2014/4212)
|
|
Karar Tarihi: 5/4/2017
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Osman Alifeyyaz PAKSÜT
|
|
|
Muammer
TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
Raportör
|
:
|
Ayhan KILIÇ
|
Başvurucular
|
:
|
1. Ahmet
ERSOY
|
|
|
2. Ali ERSOY
|
|
|
3. Hasan
ERSOY
|
|
|
4. Hayri
ERSOY
|
|
|
5. Kemal
ERSOY
|
|
|
6. Mehmet
ERSOY
|
Vekili
|
:
|
Av. Nuray
BAYNAZOĞLU
|
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, orman kadastrosuyla orman olarak tespit edilen
taşınmaza ilişkin olarak açılan tescil davasının hak düşürücü süre gerekçesiyle
reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle
makul sürede yargılanma hakkının ihlali iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 26/3/2014 tarihinde yapılmıştır. Başvuru formu ve
eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvurunun Komisyona
sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit edilmiştir.
3. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
4. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
7. Başvurucular, 3/7/2012 tarihinde vefat eden Fatma Ersoy'un
yasal mirasçılarıdır. Başvurucular Ahmet Ersoy, Ali Ersoy, Hasan Ersoy, Hayri
Ersoy, Kemal Ersoy ve Mehmet Ersoy sırasıyla 1965, 1961, 1957, 1963, 1968 ve
1952doğumlu olup Antalya ili Alanya ilçesi Türkler beldesinde ikamet
etmektedirler.
8. Başvurucular, Antalya ili Alanya ilçesi Türkler beldesinde
bulunan ve 1956-1957 yıllarında yapılan arazi kadastrosunda tespit dışı
bırakılan iki adet taşınmazın 60-70 yıldır zilyetlikleri altında bulunduğunu
ileri sürmektedirler.
9. Taşınmazın bulunduğu Türkler beldesinde 1984-1987 yıllarında
31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu'nun 2/B maddesi uyarınca orman
kadastrosu çalışması yapılmıştır. Söz konusu çalışma sonucunda değinilen iki
adet taşınmazın orman sınırları içinde kaldığı tespit edilmiştir. Anılan tespit 12/8/1987 tarihinde köy cami duvarına
asılmak suretiyle ilan edilmiştir.
10. Başvurucular murisi tarafından daha önce ihtilaf konusu
taşınmazlar ile aynı bölgede bulunan 1.831,71 m² ve 5904,50 m² büyüklüğündeki
iki taşınmaza ilişkin olarak 10/6/1991 tarihinde açılan tapu iptali ve tescil
davası sonucu 7/6/2002 tarihinde kesinleşen karar ile anılan taşınmazların
başvurucular murisi adına tesciline karar verilmiştir.
11. Başvurucular murisi tarafından 27/3/2003 tarihli dilekçe ile
Alanya 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) ihtilaf konusu taşınmazların,
adına tescil edilmesi istemiyle dava açılmıştır. Dava dilekçesinde, anılan
taşınmazların imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hâle getirildiği, üzerinde
dört ev inşa edildiği ve meyve ağaçları dikildiği, bu nedenle başvurucular
murisi adına tescili gerektiği belirtilmiştir.
12. Mahkemece 23/2/2006 tarihinde fen, orman ve ziraat
bilirkişileriyle birlikte taşınmaz mahallinde keşif yapılmıştır. Keşifte
dinlenen mahalli bilirkişi, taşınmazların 35-40 yıldan beri başvurucular
murisinin zilyetliğinde bulunduğunu ve murisin eşinin (başvurucuların
babasının) taşınmazları tarıma elverişli hâle getirdiğini beyan etmiştir.
Ziraat bilirkişisi tarafından düzenlenen raporda, taşınmazların tarım arazisi
olduğu ve özel mülkiyete konu olabileceği ifade edilmiştir. Orman mühendisi
tarafından düzenlenen raporda, taşınmazların 13/2/1988 tarihinde kesinleşen
orman sınırları içinde kaldığı ve orman sayılan yerlerden olduğu görüşü
açıklanmıştır.
13. Mahkeme, iki bilirkişi raporu arasında çelişki bulunduğunu
değerlendirerek bir ziraat mühendisi ve üç orman mühendisi ile birlikte tekrar
keşif yapmıştır. Orman mühendislerince düzenlenen raporda, taşınmazın kadimden
beri tarım arazisi olduğu, toprağın orman karakteri taşımadığı, taşınmazın
evveliyatında orman sayılan yerlerden olmadığı belirtilmiştir. Ziraat mühendisi
tarafından düzenlenen raporda da taşınmazın ormanla bir ilgisinin bulunmadığı,
toprağın tarım arazisi karakteri taşıdığı düşüncesi izhar edilmiştir. Fen
bilirkişisi raporunda ise taşınmazın toplam alanın 39.018,14 m² olduğu, ancak
172,03 m²'lik bölümünün daha önce 1958 tarihli Kadastro Mahkemesi kararıyla
orman olarak tespit edildiği ifade edilmiştir.
14. Mahkemece bu defa da Süleyman Demirel Üniversitesinden biri
ziraat mühendisliği bölümünden diğeri de orman mühendisliği bölümünden iki
akademisyenle birlikte 17/9/2007 tarihinde yeniden keşif yapılmıştır. Söz
konusu bilirkişilerce düzenlenen raporda, taşınmazların evveliyatında orman
sayılmayan makilik vasfında olan yerlerden olduğu, toprak özelliği bakımından
yandaki devlet ormanıyla aynı mahiyette bulunmayıp aksine tarım arazileriyle
aynı karakterde olduğu, taşınmazların hiçbir zaman orman vasfı taşımadığı kanaati
belirtilmiştir.
15. Mahkeme 3/4/2008 tarihli kararıyla davanın kısmen kabulü ile
taşınmazların, mahkeme kararıyla orman olduğu tespit edilen 172,03 m²'lik kısmı
dışındaki bölümlerin başvurucular murisi adına tesciline, 172,03 m²'lik bölüm
yönünden ise davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, mahalli
bilirkişi beyanı ile teknik bilirkişi raporlarına dayanıldığı ifade edilmiştir.
16. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 20. Hukuk Dairesince
(Daire) 2/2/2010 tarihli kararla ilk derece mahkemesi kararı bozulmuştur.
Kararın gerekçesinde, dosyada bulunan orman kadastro harita ve tutanaklarında
çekişmeli yerin devlet malı olarak sınırlandırıldığı ve davacının süresinde
itirazda bulunmaması nedeniyle orman kadastrosunun kesinleştiğine işaret edilmiştir.
6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasındaki hak düşürücü sürenin
geçtiği ve orman kadastrosunun sınırlarının hiçbir makam ve merci tarafından
değiştirilemeyeceğinin ifade edildiği gerekçede, daha önce orman kadastrosuyla
orman olarak tespit edilen yerin bilirkişilerin yorumuna dayalı olarak orman
olmadığının kabulüyle hüküm kurulmasının isabetsiz olduğu belirtilmiştir.
17. Karar düzeltme istemi Dairenin 24/5/2010 tarihli ilamıyla
reddedilmiştir.
18. Bozma kararına uyan Mahkeme 20/1/2011 tarihli kararla davayı
reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, yöreye ilişkin orman kadastrosunun 1987
yılında kesinleştiği hatırlatıldıktan sonra bilirkişi raporlarında
taşınmazların, kadastrosu kesinleşen orman sınırları içesinde kaldığının
saptandığı vurgulanmıştır. Başvurucular murisinin hak düşürücü süre içinde dava
açmadığını belirten Mahkeme, orman vasfı kesinleşen taşınmazların özel
mülkiyete konu olamayacağı sonucuna ulaşmıştır.
19. Söz konusu karar, Dairenin 11/2/2013 tarihli kararıyla
onanmıştır.
20. Başvurucular murisinin 3/7/2012 tarihinde vefatı nedeniyle
yasal mirasçı olan başvurucular kararın düzeltilmesi isteminde bulunmuşlardır.
Karar düzeltme dilekçesinde 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro
Kanunu'nun askı ilan süreleri ve tespit sürelerine ilişkin hükümlerinin
Anayasa'ya aykırı olduğu savunulmuştur. Başvuruculara göre tebligatın şahsen
yapılması gerekmektedir.
21. Bu arada başka bir mahkeme tarafından, 6831 sayılı Kanun'un,
5/11/2003 tarihli ve 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilen 11.
maddesinin birinci fıkrasının, "Bu
müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu süre hak
düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümlelerinin
Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptalleri istemiyle
Anayasa Mahkemesine yapılan itiraz başvurusu sonucu, Anayasa Mahkemesince
22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararla anılan hükümler iptal
edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesine göre "Tutanakların askı suretiyle ilan edilerek
başlayan ve ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir
aylık hak düşürücü süre, tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki
hukuki sebeplere dayanarak dava açma hakkını ortadan kaldırdığından, kişilerin
mülkiyet haklarının sona ermesine sebep olmaktadır. Bu niteliği ile itiraz
konusu kural, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak
arama özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına,
hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hale gelmesine yol açacak
niteliktedir."
22. Kararın düzeltme istemi Dairenin 25/11/2013 tarihli
kararıyla reddedilmiştir. Bu karar, 25/2/2014 tarihinde başvuruculara tebliğ
edilmiştir.
23. Başvurucular 26/3/2014 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuşlardır.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. İlgili Mevzuat ve
Mahkeme Kararları
24. 6831 sayılı Kanun’un 11. maddesinin 22/5/1987 tarihli ve
3373 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle değiştirilen birinci fıkrası şöyledir:
“Orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle
ilânı, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak ve kararlara karşı
askı tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro
mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye
müracaatla sınırlamaya ve bu Kanunun 2 nci
maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı ile hak sahibi gerçek ve tüzelkişiler
itiraz edebilir. Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları
kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir. Ancak, tapulu gayrimenkullerde tapu
sahiplerinin, 10 yıllık süre içerisinde dava açma haklan mahfuzdur.”
25. 6831 sayılı Kanun’un 5/11/2003 tarihli ve 4999 sayılı
Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: :
“Orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle
ilânı, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak, harita ve
kararlara karşı askı tarihinden itibaren bir ay içinde kadastro mahkemelerine,
kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli
mahkemeye müracaatla sınırlamaya ve 2 nci
maddeye göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine Çevre ve Orman
Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü ve hak sahibi gerçek ve tüzel kişiler itiraz
edebilir. Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir. Bu
süre hak düşürücü süredir. Ancak, tapulu gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, on
yıllık süre içerisinde dava açma hakları mahfuzdur."
26. Anayasa Mahkemesinin, 6831 sayılı Kanun'un 4999 sayılı Kanun'un
6. maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrasının "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon
kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir."
biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümlelerinin iptaline ilişkin 22/5/2013 tarihli
ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir:
“Kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu
sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma,
ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren mülkiyet hakkı, Anayasa'nın
35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış ve bu hakka ancak
kamu yararı nedeniyle ve kanunla sınırlama getirilebileceği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama
özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından
biri mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın
bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da
kapsar. Anayasa'nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir
sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde
sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel
sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı
sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Ayrıca hakkı düzenleyen maddede
herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da,
Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların
sınırlandırılması da mümkün olabilir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım
koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından
kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar
olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan
güvencelere aykırı olamaz.
Anayasa'nın 13. maddesine göre temel hak ve
özgürlüklere yönelik sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin ve laik
cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve
özgürlüklerin özlerine de dokunamaz.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve
özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir.
Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hale getiren
sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen
sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya
karşı öngörülen kanun yolları gibi güvenceler hep demokratik toplum düzeni
kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler,
istisnai olarak ve ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin
gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu
sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu
rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün
kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye
vardırılmaması gerekir.
Hak arama özgürlüğü demokratik hukuk
devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olup tüm bireyler açısından mümkün
olan en geniş şekilde güvence altına alınmalıdır. Diğer taraftan, hukuki işlem
ve kuralların sürekli dava tehdidi altında bulunması hukuk devletinin unsurları
olan hukuki istikrar ve hukuki güvenlik ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu nedenle hak
arama özgürlüğü ile hukuki istikrar ve hukuki güvenlik gerekleri arasında makul
bir denge gözetilmelidir. Dava konusu kuralla getirilen süre sınırlamasının,
kamu düzeniyle ilgili olan kadastro işlemlerinin hızlandırılmasını ve düzenli
bir tapu sicilinin oluşmasını amaçladığı anlaşılmaktadır. Orman kadastro
tutanaklarının her an dava tehdidi altında bulunması, tutanakların
kesinleşmesine engel olarak kamu hizmetinin aksamasına neden olacağından,
açılacak davalar için bir süre sınırlaması getirilmesinde kamu yararı
bulunmaktadır.
Tutanakların askı suretiyle ilan edilerek
başlayan ve ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir
aylık hak düşürücü süre, tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki
hukuki sebeplere dayanarak dava açma hakkını ortadan kaldırdığından, kişilerin
mülkiyet haklarının sona ermesine sebep olmaktadır. Bu niteliği ile itiraz
konusu kural, kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak
arama özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına,
hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hale gelmesine yol açacak niteliktedir.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de
10.3.2009 günlü, 'Rimer ve diğerleri/Türkiye'
kararında, Kanun'da orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanaklara karşı
dava açmak için öngörülen sürenin ancak ilgili şahsın etkin ve yeterli bir
şekilde bilgi sahibi olmasından sonra başlayabileceği, bu tutanakların köy
kahvesinde ilan edilmesinin doğru ve gerektiği şekilde tebliğ için yeterli
olmadığı, tabiat ve ormanların, daha genel anlamda çevrenin korunması amacıyla
mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklara müdahalede bulunulabileceği ancak mülkün
gerçek değerine göre makul kabul edilebilecek bir tazminat ödemeden mülkiyetten
mahrum bırakmanın 1 No'lu Ek Protokol'ün 1. maddesi
bakımından aşırı zarar oluşturduğu, dolayısıyla, mülk sahiplerine hiçbir
tazminat ödenmemesinin, kamu yararı ile temel insan haklarının korunması
arasında oluşturulması gereken doğru dengeyi başvuranlar aleyhine bozduğu
sonucuna varmıştır."
27. 6831 sayılı Kanun’un 11. maddesinin 26/2/2014 tarihli ve
6527 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle değişik birinci fıkrası şöyledir: :
“Orman kadastro komisyonlarınca alınan kararlara ilişkin düzenlenen
tutanak ve haritalar askı suretiyle otuz gün süre ile ilan edilir. Bu ilan
ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak ve haritalara karşı
itirazı olanlar; askı tarihinden itibaren otuz gün içinde kadastro mahkemelerinde,
kadastro mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli
mahkemelerde dava açabilirler. İlan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan
kararlara ilişkin düzenlenen tutanak ve haritalar kesinleşir. Orman kadastro
komisyonlarınca düzenlenen tutanak ve haritaların kesinleştiği tarihten
itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak
Hazine hariç itiraz olunamaz ve dava açılamaz."
2. Orman Kadastro
Tespitlerine Karşı Dava Açılması ve Tespitlerin Kesinleşmesi
28. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının
22/5/1987 tarihli ve 3373 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle değişik hâline göre
orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı suretiyle ilânı,
ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmünde olup tutanak ve kararlara karşı askı
tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro mahkemesi
olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye müracaatla
sınırlamaya ve bu Kanunun 2. maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma
işlemlerine hak sahibi gerçek ve tüzelkişiler itiraz edebilir. Bu müddet içinde
itiraz olmaz ise komisyon kararlarının kesinleşmesi öngörülmüştür. Fıkrada bu
sürenin hak düşürücü nitelikte olduğu ifade edilmiştir. Ancak, tapulu
gayrimenkullerde tapu sahiplerinin, on yıllık süre içerisinde dava açma hakları
mahfuz tutulmuştur. Dolayısıyla 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci
fıkrasının 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmeden önceki hâli
uyarınca tapusuz gayrimenkuller yönünden, kadastro tespit tutanaklarının askıya
çıkarılmasından itibaren altı ay içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen
tespitlere karşı kadastro tespitinden önceki nedenlere dayanılarak dava
açılması imkânı bulunmamaktadır.
29. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrası 4999
sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmiştir. Deşiklikle
askı ilan süresi altı aydan bir aya indirilmekle birlikte, askı suretiyle
ilanın tebliğ hükmünde olduğu, süresi içinde itirazda bulunulmaması üzerine
tespitlerin kesinleşeceği, itiraz süresinin hak düşürücü süre olduğu hususları
aynen korunmuştur. Ayrıca, maddenin yeni hâlinde, tapulu gayrimenkullerde tapu
sahiplerinin, on yıllık süre içerisinde dava açma haklarını saklı tutan hüküm
de aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Bu itibarla, fıkranın 4999 sayılı
Kanun'la yapılan değişiklikten sonraki hâline göre de tapusuz gayrimenkuller
yönünden, kadastro tespitlerine karşı, tespitlerin kesinleşmesinden sonra dava
açılması imkânının bulunmadığı söylenebilir.
30. Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108,
K.2013/64 sayılı kararıyla 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci
fıkrasının 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değişik hâlinde yer alan "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon
kararları kesinleşir. Bu süre hak düşürücü süredir."
biçimindeki üçüncü ve dördüncü cümleleri iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin
kararı üzerine, anılan fıkra26/2/2014 tarihli ve 6527 sayılı Kanun'un 1.
maddesiyle yeniden düzenlenmiştir. Kuralın yeni hâlinde, askı ve ilanın tebliğ
hükmünde olduğu ve ilan süresi geçtikten sonra tespitlerin kesinleşeceğine
ilişkin hükümler, madde metninde yer almıştır. Değişiklikle bir ay şeklindeki
itiraz süresi otuz gün olarak yeniden düzenlenmiştir. Buna karşılık, bu sürenin
hak düşürücü nitelikte olduğuna ilişkin hükme, yeni düzenlemede yer
verilmemiştir. Ayrıca sadece tapulu gayrimenkul malikleri yönünden saklı
tutulan on yıl içinde dava açma hakkı, bütün gayrimenkullere teşmil edilmiştir.
Buna göre orman kadastro komisyonlarınca düzenlenen tutanak ve haritaların
kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, tapulu veya tapusuz
gayrimenkul ayrımı olmaksızın kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak
dava açılabilir.
B. Uluslararası Hukuk
31. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) 6. maddesinin
birinci fıkrasının ilgili bölümü şöyledir:
“Herkes, medeni hak ve yükümlülükleri hakkında karar verilmesi için ...
kanun tarafından kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir yargı merciinde makul bir
süre içinde adil ve kamuya açık bir şekilde yargılanma hakkına sahiptir. "
32. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin 6.
maddesinin 1. fıkrasının, açık bir biçimde mahkeme veya yargı merciine erişim
hakkından söz etmese de maddede kullanılan terimler bir bütün olarak bağlamıyla
birlikte dikkate alındığında, mahkemeye erişim hakkını da garanti altına aldığı
sonucuna ulaşıldığını belirtmiştir (Golder/Birleşik Krallık, B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 28-36).
AİHM'e göre mahkemeye erişim hakkı Sözleşme'nin 6. maddesinin 1. Fıkrasında
mündemiçtir. Bu çıkarsama, Sözleşmeci devletlere yeni yükümlülük yükleyen
genişletici bir yorum olmayıp 6. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesinin
lafzının Sözleşme'nin amaç ve hedefleri ile hukukun genel prensipleriningözetilerek
birlikte okunmasına dayanmaktadır. Sonuç olarakSözleme'nin
6. maddesinin 1. fıkrası, herkesin medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili
iddialarını mahkeme önüne getirme hakkına sahip olmasını kapsamaktadır (Golder/Birleşik Krallık, § 36).
33. AİHM, adil yargılanmanın bir unsurunu teşkil eden mahkemeye
erişim hakkının mutlak olmadığını, doğası gereği devletin düzenleme yapmasını
gerektiren bu hakkın belli ölçüde sınırlanabileceğini kabul etmektedir. Ancak
AİHM, bu sınırlamaların, kişinin mahkemeye erişimini hakkın özünü zedeleyecek
şekilde ve genişlikte kısıtlamaması ve zayıflatmaması gerektiğini ifade
etmektedir. AİHM'e göre, meşru bir amaç taşımayan ya da uygulanan araç ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmayansınırlamalar Sözleşme'nin 6. maddenin 1. fıkrasıyla
uyumlu olmaz (Sefer Yılmaz ve Meryem
Yılmaz/Türkiye, B. No: 611/12, 17/11/2015, § 59; Eşim/Türkiye, B. No: 59601/09, 17/9/2013,
§ 19; Edificaciones March Gallego
S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34).
34. AİHM, dava hakkını süre sınırına bağlayan iç hukuk hükümlerinin
yorumlanmasının, öncelikli olarak kamu otoritelerinin ve özellikle mahkemelerin
görevi olduğunu belirtmekte, AİHM'in rolünün, bu
yorumun etkilerinin Sözleşme'yle uyumlu olup
olmadığının tespitiyle sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Süre sınırı getiren
kuralların uygun adalet yönetiminin güvence altına alınması amacına dayandığına
işaret eden AİHM, bu kuralların veya bunların uygulanmasının, ilgililerin
ulaşılabilir başvuru yollarına müracaatlarını engelleyecek mahiyette olmaması
gerektiğini değerlendirmektedir. AİHM, bu bağlamda, her bir olayın, somut
başvuru yolunun özellikleri ışığında ve Sözleşme'nin 6. maddesinin birinci
fıkrasının amaç ve hedefleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını
çizmektedir (Eşim/Türkiye, § 20).
35. AİHM bu ilkeler uyarınca, mahkemelerin dava açılabilmesi
için öngörülen yasal yükümlülükleri uygularken hem yargılama adaletinin
zayıflamasına yol açacak düzeyde aşırı şekilcilikten hem de kanunlarda
öngörülen usule ilişkin gereklilikleri abes hâle getirecek seviyede aşırı
esneklikten kaçınması gerektiğini belirtmektedir. AİHM, kuralların; belirliliği
ve uygun adalet yönetimini sağlama amacına hizmet etme işlevlerini yitirmesi
hâlinde ve ilgililerin, davalarının esasının yetkili mahkeme tarafından karara
bağlanmasını önleyecek birtakım bariyerler oluşturma fonksiyonu görmeleri
durumunda mahkemeye erişim hakkının zedeleneceğini ifade etmektedir (Eşim/Türkiye, § 21).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
36. Mahkemenin 5/4/2017 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mahkemeye Erişim Hakkı Yönünden
1.Başvurucuların İddiaları
37. Başvurucular, ihtilaf konusu taşınmazın murislerince
1967-1968 yıllarında önceki zilyedinden satın alındığını ve zilyetliklerinin
aralıksız sürdüğünü belirtmişlerdir. 1984-1987 yılları arasında yapılan orman
kadastrosuyla taşınmazın orman olarak tespit edildiğini ifade eden
başvurucular, tutanakların murise tebliğ edilmeyip duvara asılmak suretiyle
ilanen tebliğ edildiğini ve murisin haberi olmaksızın kesinleştiğini savunmuşlardır.
38. Başvurucular, Mahkemece yapılan keşifte dinlenen tanıklar ve
keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporlarında taşınmazın orman vasfını
taşımadığının tespit edildiğine işaret etmiş ve Mahkemece bu tespitler doğrultusunda
doğru bir şekilde tescil kararı verilmesine rağmen Yargıtayın,
hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle verilen bozma kararına uyularak
davanın reddedildiğinden yakınmışlardır.
39. Başvurucular, davanın süre aşımı nedeniyle reddinin dayanağı
olan 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü
cümleleri, karar düzeltme isteminde bulundukları tarihten sonra, Anayasa
Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64 sayılı kararıyla iptal
edildiği hâlde, bu hususun Yargıtay tarafından karar düzeltme safhasında
gözetilmediğinden şikâyet etmişlerdir.
40. Başvurucular, şahsen tebliğ edilmeyen kadastro tespit
tutanaklarına itiraz edilebilmesi için öngörülen ve ilanen tebliğden itibaren
işleyen otuz günlük hak düşürücü sürenin hak ihlaline yol açtığının Anayasa
Mahkemesi kararıyla sabit olduğunu belirtmişlerdir. Kazandırıcı zamanaşımına
ilişkin koşulların oluştuğu fikrinde olan başvurucular, bu hükümlerin
uygulanmamasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini ve bu müdahalenin
giderilebilmesi için uygun bir tazminatın da ödenmediğini ifade etmişlerdir.
Başvurucular sonuç olarak mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüşlerdir.
2. Değerlendirme
41. Anayasa'nın "Hak
arama hürriyeti" kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası
şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
42. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan
hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini
kendisi takdir eder (Tahir Canan,
B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).
43. Başvurucular murisi tarafından açılan tescil davasının hak
düşürücü süre nedeniyle reddedilmiş olması nedeniyle başvurucularca öne sürülen
iddiaların mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği sonucuna
ulaşılmıştır. Öte yandan Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108,
K.2013/64 sayılı kararıyla iptal edilen 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin
birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümleleri, mahkemeye erişim hakkını
ilgilendirdiğinden Anayasa Mahkemesi kararının Yargıtay tarafından karar
düzeltme safhasında gözetilmediğine ilişkin şikâyetin de mahkemeye erişim hakkı
kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.
44. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı
Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun'un, Anayasa'nın 36. maddesinin
birinci fıkrasına "adil yargılanma hakkı" ibaresinin eklenmesine
ilişkin 14. maddesinin gerekçesine göre, "değişiklikle
Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence
altına alınmış olan adil yargılama hakkı metne dahil"
edilmiştir. Dolayısıyla Anayasa'nın 36. maddesinde herkesin adil yargılanma
hakkına sahip olduğu ibaresinin eklenmesinin amacının Sözleşme'de
düzenlenen adil yargılanma hakkını anayasal güvence altına almak olduğu
anlaşılmaktadır.
45. Mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde
düzenlenen adil yargılanma hakkının güvenceleri arasında yer almaktadır (Ahmet Yıldırım, B. No: 2012/144,
2/10/2013, § 28; Özkan Şen, B.
No: 2012/791, 7/11/2013, § 51; Ş.Ç.,
B. No: 2012/1061, 21/11/2013, § 28; Kenan
Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, § 41).
46. Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı ve uyuşmazlık kapsamında
bir talebi mahkeme önüne taşıyabilmek ve bunların etkili bir şekilde karara
bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (AYM, E.2013/40, K.2013/139,
28/11/2013). Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp
sınırlandırılması mümkündür. Bununla birlikte getirilecek sınırlamaların hakkın
özünü zedeleyecek şekilde hakkı kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi, açık ve
ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Serkan Acar, B. No: 2013/1613, 2/10/2013,
§ 38).
47. Somut olayda, başvurucular murisinin zilyedi bulunduğu öne
sürülen iki adet taşınmazın 1984-1987 yıllarında 6831 sayılı Kanun'un 2/B
maddesi uyarınca yapılan orman kadastrosu çalışması sonucu orman sınırları
içinde kaldığı tespit edilmiştir. Anılan tespit 12/8/1987 tarihinde köy cami duvarına asılmak suretiyle ilan
edilmiştir. Başvurucular murisi tarafından 27/3/2003 tarihli dilekçe ile
Mahkemede ihtilaf konusu taşınmazların, adına tescil edilmesi istemiyle dava
açılmıştır. Mahkemece, Daire tarafından verilen bozma kararına uyularak
20/1/2011 tarihli kararla dava reddedilmiştir. Kararda, 6831 sayılı Kanun'un
11. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü ve dördüncü cümleleri uyarınca
kadastro tespit tutanaklarının askıya çıkarıldığı tarihten itibaren hak düşürücü
süre içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen kadastro tespitlerine itiraz
edilemeyeceği gerekçesine dayanılmıştır.
48. Yukarıda ifade edildiği gibi 6381 sayılı Kanun'un 11.
maddesinin birinci fıkrasının, davanın açıldığı 27/3/2003 tarihte yürürlükte
bulunan metnine göre orman kadastro komisyonlarınca yapılan tespitlere karşı
askı tarihinden itibaren altı ay içinde kadastro mahkemelerine, kadastro
mahkemesi olmayan yerlerde kadastro davalarına bakmakla görevli mahkemeye
müracaatla sınırlamaya itiraz edilebilir. Anılan fıkra uyarınca, bu müddet
içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşmekte olup bu süre hak
düşürücü niteliktedir. Buna göre 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci
fıkrasının, 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilmeden önceki hâli
uyarınca tapusuz gayrimenkuller yönünden, kadastro tespit tutanaklarının askıya
çıkarılmasından itibaren altı ay içinde dava açılmaması nedeniyle kesinleşen
tespitlere karşı kadastro tespitinden önceki nedenlere dayanılarak dava açılması
imkânı bulunmamaktadır (bkz. §
28).
49. Orman kadastrosu tespitlerine karşı dava açma süresinin altı
ayla sınırlandırılmasının mahkemeye erişim hakkına müdahale teşkil ettiği
tartışmasızdır. Söz konusu sınırlama, 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin
birinci fıkrasına dayandığından kanunilik unsurunu taşımaktadır. Ayrıca orman
kadastrosu, Anayasa'nın 169. maddesiyle devlete yüklenen ormanların korunması
ödevinin ifasına yönelik olduğundan orman kadastrosuyla yapılan tespitlere
yönelik olarak açılacak davaların altı aylık süreyle sınırlanmış olmasının
meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır.
50. Bakılan olay yönünden asıl tartışılması gereken mesele altı
aylık sürenin ölçülü olup olmadığıdır. Ölçülülük ilkesi, öngörülen müdahalenin
ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen
amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan
müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi
gerekliliğini ifade etmektedir. Öngörülen tedbirin, maliki olağan dışı ve aşırı
bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilemez
(AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E. 2012/102, K.2012/207, 27/12/2012;
E.2012/149, K.2013/63, 22/5/2013; E.2013/32, K.2013/112, 10/10/2013; E.2013/15,
K.2013/131, 14/11/2013; E.2013/158, K.2014/68, 27/3/2014; E.2013/66, K.2014/19,
29/1/2014; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2015/101, 12/11/2015;
E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B.No: 2013/817, 19/12/2013, § 38). Müdahalenin ölçülülüğü
değerlendirilirken ilgili yasal düzenlemelerle birlikte somut olayın koşulları
ve başvurucunun tutumu da gözönünde
bulundurulmalıdır.
51. 6831 sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci fıkrasının, başvuruya
konu davanın açıldığı tarihten sonra, 4999 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle değiştirilenhâlinde yer alan "Bu müddet içinde itiraz olmaz ise komisyon kararları kesinleşir.
Bu süre hak düşürücü süredir." biçimindeki üçüncü ve dördüncü
cümleleri, Anayasa Mahkemesinin 22/5/2013 tarihli ve E.2012/108, K.2013/64
sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararında,
tutanakların askı suretiyle ilan edilmekle başlayan ve ilgililere şahsen
yapılan tebliğ hükmünde olduğu kabul edilen bir aylık hak düşürücü sürenin,
tapusuz gayrimenkul sahiplerinin kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak
dava açma hakkını ortadan kaldırdığı vurgulanarak bu niteliği ile kuralın,
kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak, hak arama özgürlüğünün
ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına, hakkın özüne dokunarak kullanılamaz hâle
gelmesine yol açacak nitelikte olduğu ifade edilmiştir.
52. Anayasa Mahkemesinin değerlendirmesi bir aya yönelik olsa da
aynı değerlendirmenin altı aylık dava açma süresi için de geçerli olduğu
söylenebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra kanun koyucu
tarafından Anayasa Mahkemesi kararının uygulanması amacıyla yeniden yapılan
düzenlemede, ilan edilen tutanak ve haritalara otuz gün içinde itiraz
edilebileceği ve bu tutanak ve haritaların kesinleştiği tarihten itibaren on
yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava
açılamayacağı kurala bağlanmıştır. Bu durumda, kanun koyucu tarafından
kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak açılacak davalarda makul
sürenin on yıl olarak takdir edildiği söylenebilir.
53. Bununla birlikte somut olayda dava, kadastro tutanaklarının
askıya çıkarıldığı 12/8/1987 tarihinden yaklaşık on beş yıl sekiz ay sonra,
27/3/2003 tarihinde açılmıştır. Başvurucular, kadastro tutanaklarına ilişkin
ilandan murislerinin haberdar olmadığını ileri sürmüş iseler de başvurucuların
ve murisin, taşınmazın bulunduğu Türkler beldesinde ikamet ettiği
gözetildiğinde, kadastro çalışmalarından ve bu çalışmalar sonucu düzenlenen
tutanaklara ilişkin askı ve ilandan yaklaşık on altı yıl boyunca haberdar
olmamaları hayatın olağan akışıyla uyuşmamaktadır. Ayrıca, başvurucular murisi
tarafından daha önce ihtilaf konusu taşınmaz ile aynı bölgede bulunan iki
taşınmaza ilişkin olarak 10/6/1991 tarihinde tapu iptali ve tescil davası
açıldığı ve yapılan yargılama sonucunda 7/6/2002 tarihinde kesinleşen karar ile
anılan taşınmazların başvurucular murisi adına tescil edilmesine karar
verildiği dosya kapsamından tespit edilmektedir.
54. Bu durumda taşınmazın orman olarak tespitine ilişkin
tutanakların askıya çıkarıldığından haberdar olmaması hayatın olağan akışına
göre mümkün bulunmayan başvurucular murisi tarafından, askı ilan tarihinden
itibaren yaklaşık on beş yıl sekiz ay sonra açılan davanın süresinde
görülmeyerek reddedilmesiyle başvurucuya aşırı ve katlanılamaz bir külfet
yüklenmediği sonucuna ulaşılmaktadır. Sonuç olarak mahkemeye erişim hakkına
yönelik açık bir ihlalin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
55. Açıklanan nedenlerle, başvurunun, diğer kabul edilebilirlik
koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
B. Makul Sürede
Yargılanma Hakkı Yönünden
56. Başvurucular makul sürede yargılanma haklarının ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerdir.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
57. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
58. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın
ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra
aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği tarih, yargılaması
devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma
hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas
alınır (Güher Ergun ve diğerleri,
B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 50, 52).
59. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın
karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
60. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda
verdiği kararlar dikkate alındığında somut olayda yaklaşık on yıl sekiz ay
süren yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
61. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
62. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin (1) ve (2)
numaralı fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya
da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali
ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya
ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar
bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel
mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla
yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve
sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
63. Başvurucular davanın süre aşımı sebebiyle reddedilmesi
nedeniyle davaya konu taşınmazların rayiç değeri üzerinden tazminata
hükmedilmesi talebinde bulunmuşlardır.
64. Davanın süre aşımı sebebiyle reddedilmesi dolayısıyla
mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verildiğinden buna ilişkin maddi tazminat talebinin reddi
gerekir.
65. Somut olayda makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılmıştır.
66. Başvurucuların yargılamanın makul süreyi aşması nedeniyle
tazminat talepleri bulunmadığından bu konuda bir karar verilmesine gerek
bulunmamaktadır.
67. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin
başvuruculara müşterek olarak ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın açıkça dayanaktan yoksun
olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
D. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
E. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
5/4/2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.