TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
UĞUR ARSLAN BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2014/5673)
|
|
Karar Tarihi: 18/5/2016
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Burhan ÜSTÜN
|
Üyeler
|
:
|
Serruh KALELİ
|
|
|
Nuri
NECİPOĞLU
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
Raportör Yrd.
|
:
|
Hikmet Murat
AKKAYA
|
Başvurucu
|
:
|
Uğur ARSLAN
|
Vekili
|
:
|
Av. Nurullah
LAYIK
|
|
|
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, görevli doktorların kişisel kusurları neticesinde
kolunun sakat kaldığını iddia eden başvurucunun doktorlar aleyhine adli yargıda
açtığı tazminat davasınınhusumet yokluğu nedeniyle
reddedilmesi, davanın uzun bir süre sonra husumet yönünden reddi nedeniyle
idari yargıda dava açılabilmesinin mümkün olmaması ve davanın makul sürede
sonuçlandırılamaması nedenleriyle adil yargılanma hakkının; doktor hatasından
kaynaklanan kalıcı sakatlık nedeniyle de kişinin maddi ve manevi varlığını
koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru, 21/4/2014 tarihinde Çorum 3. Asliye Hukuk Mahkemesi
aracılığıyla yapılmıştır. Başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesi neticesinde belirlenen eksiklikler tamamlatılmış ve başvurunun
Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğinin bulunmadığı tespit
edilmiştir.
3.Birinci Bölüm Birinci Komisyonunca 30/3/2015 tarihinde,
başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar
verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
A. Olaylar
4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili
olaylar özetle şöyledir:
5.11/8/2007 tarihinde başvurucunun kolunu cama çarpması
nedeniyle kolunda yaralanma meydana gelmiştir. Daha sonra Çorum Devlet
Hastanesi Acil Polikliniğinde görevli Doktor M.A. tarafından başvurucunun
muayenesi yapılmış ve başvurucunun iddiasına göre ilgili icapçı ortopedi veya
plastik cerrahi uzmanına haber verilmesi veya bu uzmanlar yoksa yara sütüre edilmeden (dikiş atılmadan) ilk müdahalesi yapılarak
bir üst merkeze sevkinin sağlanması gerektiği hâlde davalı tarafından
kendisinin hemşireye yönlendirildiği ve koluna dikiş atıldığı belirtilmiştir.
Başvurucu bunun yanında Acil Serviste görevli diğer Doktor N.Ö. ile şifahi bir
görüşme yapmıştır.
6. Başvurucu daha sonra kolundaki ağrılarının devam etmesi
nedeniyle Çorum Hasan Paşa Devlet Hastanesine gitmiştir. Başvurucunun kolundaki
tendonların çalışmaması nedeniyle başvurucu,
ambulansla Çorum Devlet Hastanesine sevk edilmiştir.
7. Aynı gün tekrar muayenesi yapılan başvurucu, yapılacak bir
müdahalenin kalmaması nedeniyle taburcu edilmiştir.
8. Başvurucunun ifadesine göre Çorum Devlet Hastanesi Plastik
Cerrahi Bölümünde yaklaşık bir ay sonra muayene edilmiş, Ankara'da tedavi
olması gerektiği kendisine bildirilmiştir.
9. 2007 Eylül ayında tedavisi için Ankara Numune Hastanesine
giden başvurucunun ameliyatı başarılı olmamış ve kolunda herhangi bir iyileşme
meydana gelmemiştir.
10. Başvurucu bunun üzerine 11/10/2007 tarihinde Çorum
Cumhuriyet Başsavcılığına giderek Acil Serviste görevli doktorlar aleyhine
şikâyetçi olmuştur. Soruşturma izni verilmemesi üzerine Çorum Valiliği İl İdare
Kurulu kararına karşı itiraz edilmiş, Kırıkkale Bölge İdare Mahkemesinin
18/4/2008 tarihli ve E.2008/46, K.2008/50 sayılı kararıyla itiraz kabul edilmiştir.
Görevi kötüye kullanma suçunu işledikleri şüphesiyle açılan ceza davası
sonucunda14/1/2010 tarihinde, sanık N.Ö. beraat etmiş, M.A. hakkında ise hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiştir.
11. Başvurucu bunun üzerine Acil Serviste görevli Doktor M.A.
hakkında Çorum 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde haksız fiile dayalı olarak
18/3/2010 tarihinde, birleşen davada ise davalı diğer Doktor N.Ö. hakkında aynı
sebebe dayalı olarak maddi ve manevi tazminat davası açmıştır.
12. Mahkeme 11/12/2012 tarihli ve E.2010/91, K.2012/577 sayılı
kararı ile davaya konu edilen olayda doktor olarak kamu görevlisi sıfatı
taşıyan davalıların eylemleri nedeniyle adli yargıda tazminat talep edildiği
hâlbuki davanın idari yargı yerinde ve idareye karşı açılması gerektiği,
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve E.2011/4-592, K.2012/25
sayılı kararının da aynı yönde olduğu, davalılara husumet yöneltilemeyeceği
gerekçesiyle açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine hükmetmiştir.
13. Başvurucu tarafından temyiz edilen bu karar, Yargıtay 4.
Hukuk Dairesinin 27/5/2013 tarihli ve E.2013/7119, K.2013/9882 sayılı ilamı ile
onanmıştır.
14. Başvurucunun karar düzeltme istemi ise aynı Dairenin
10/2/2014 tarihli ve E.2013/17861, K.2014/1954 sayılı ilamı ile reddedilmiştir.
15. Ret kararı 24/3/2014 tarihinde başvurucuya tebliğ
edilmiştir.
16. Başvurucu 21/4/2014 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
B. İlgili Hukuk
17. Anayasa’nın 40. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu
uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin
edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.”
18. Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrası şöyledir:
“İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan
zararı ödemekle yükümlüdür.”
19. Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:
“Memurlar
ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan
doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun
gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. “
20. 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun
13. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları
zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili
kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce
tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kağıtların ilgili
personel tarafından zimmete geçirilmesi halinde, zimmete geçirilen miktar,
cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir.
Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.”
21. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun 13. maddesi şöyledir:
“İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan
önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka süretle
öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren
beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini
istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu
konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış
gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava
süresi içinde dava açılabilir.
Görevli olmayan adli ve askeri yargı mercilerine açılan tam yargı
davasının görev yönünden reddi halinde sonradan idari yargı mercilerine
açılacak davalarda, birinci fıkrada öngörülen idareye başvurma şartı aranmaz.”
22. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/10/2007 tarihli ve
E.2007/4-640, K.2007/725 sayılı kararı şöyledir:
“(…)
Davacı, davalının yanlış tedavi uygulaması nedeniyle eşinin ölümüne
neden olduğunu ileri sürmüş; mahkemece, davanın Sağlık Bakanlığı’na karşı açılması
gerektiği; davalıya husumet yöneltilemeyeceği gerekçe gösterilerek yazılı
şekilde karar verilmiştir.
‘Anayasa m. 129/5’de, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak idare
aleyhine açılabileceği benimsenmiştir. Ne var ki, bu kural mutlak olmayıp;
idari yetkilerin kullanılma alanı ile eş anlatımla, idari işlem ve eylem
niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Özellikle, haksız eylemlerde;
kamu görevlisinin, Anayasa’nın bu güvencesinden yararlanma olanağı
bulunmamaktadır. Somut olayda, davalının tanı ve tedavide hatalı davrandığı
ileri sürülerek tazminat isteminde bulunulmuştur. Şu durumda, açıkça kişisel
kusura dayanılmıştır. O nedenle, Anayasa m.129/5 hükmünün göz önünde
tutulabilmesi söz konusu değildir. Mahkemece, işin esasının incelenmesi;
davalının kişisel kusurunun bulunup bulunmadığının araştırılması ve sonucuna
göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle, yazılı şekilde karar
verilmesi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir’ gerekçesiyle bozularak
dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece
önceki kararda direnilmiştir.
(…)
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz
edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve
kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle,Anayasanın 129/5 maddesi gereğince memurların ve
diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen zararlara
ilişkin davaların idare aleyhine dava açılabilmesinin, eylemin hizmet
kusurundan kaynaklanmış olması koşuluna bağlı bulunmasına; dava dilekçesinde
sıralanan maddi olguların davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığını
göstermesi karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp
değerlendirilerek sonuca varılmasının gerekmesine; Hukuk Genel Kurulu’nun
15.11.2000 gün ve 2000/4-1650 E. 2000/1690 K; 26.09.2001 gün ve 2001/4-595 E. 2001/643
K.; 29.03.2006 gün ve 2006/4-86 E. 2006/111 K.; 20.09.2006 gün ve 2006/4-526 E.
2006/562 K. Sayılı ilamlarında da aynı ilkenin vurgulanmış olmasına göre, Hukuk
Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken,
önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.”
23. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli ve
E.2011/4-592, K.2012/25, sayılı kararı şöyledir:
“…
…gerek Anayasa, gerekse Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan
düzenlemelerin, memur ve kamu görevlisinin sorumluluğunu ortadan kaldırmadığı;
daha sonra ilgilisine rücu edilmek üzere ilk etapta devletin sorumluluğuna
giderek, mağdura zararını daha iyi bir şekilde giderecek bir muhatap ve
tereddütsüz bir yargı yolu sağladığı; bugüne
kadar ki uygulamada, kamu personelinin mali sorumluluğunuçözmek
için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gidilmiş olmasının yerinde
olmadığı, zira yasada böyle bir unsur bulunmayıp; bunun tamamen idare ile memur
arasında görülecek rücu davasının sorunu olduğu; öte yandan, Anayasa’nın
129/5 maddesinde sayılan görevlinin görevini yerine getirirken veya yetkilerini
kullanırken kasten islediği eylemin bu koruma altına girip girmeyeceğine
ilişkin olarak da, yasanın “kusur” ifadesi kullanması karşısında eylemin kasten
veya ihmalen işlenmesine bakılmaksızın idarenin
sorumluluğuyla güvence altına alındığı, ceza mahkemesinde yargılanmasının hatta
ceza almasının dahi öneminin bulunmadığı, bunun da ancak rücu davasında dikkate
alınacağı; sonuçta, memur ve kamu görevlisinin görevi sırasında hizmet
araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun
kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı bu nedenle açılacak
davanın idare aleyhine açılması gerektiği; görev yapılan yerde dahi olsa memur
ve kamu görevlisinin yaptığı iş ile ilgisi olmayan eylemlerin varlığı halinde
ise bu eylemden memurun kişisel olarak sorumlu tutulacağı, bu nedenle açılacak
davaların da ancak adli yargıda ve kamu görevlisi veya memur aleyhine
açılabileceği, ilke olarak oyçokluğu ile kabul edilmiştir.
…”
24. Danıştay Onbeşinci Dairesinin
13/2/2014 tarihli ve E.2013/10851, K.2014/752 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacının 30.04.2010 tarihinde A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi'nde yapılan ameliyatta hatalı tıbbi müdahale yapıldığından
bahisle 04.05.2011 tarihinde Ankara 20. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde ilgili
doktorlar aleyhine dava açtığı, davanın 10.04.2012 tarih ve E:2011/229,
K:2012/158 sayılı kararla "Pasif Husumet Yokluğu" nedeniyle
reddedildiği, söz konusu bu kararın 16.11.2012 tarihinde kesinleştiği,
davacının 26.12.2012 tarihinde Sağlık Bakanlığı'na 200.00,000-TL maddi,
200.000,00-TL manevi tazminatın tarafına ödenmesi istemiyle başvuruda
bulunduğu, başvurusunun zımnen reddedilmesi üzerine, tarafına 100.000,00-TL
manevi ve 100.000,00-TL maddi olmak üzere toplam 200.000,00-TL tazminatın
ameliyat tarihinden itibaren ödenmesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta
olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, Asliye Hukuk Mahkemesinde davanın açıldığı tarih eylemin idariliğinin öğrenildiği tarih olarak kabul edilerek bu
tarihten itibaren idareye başvuruda bulunulmadığı gerekçesiyle davanın süre
aşımı nedeniyle reddine karar verilmişse de; davacı Asliye Hukuk Mahkemesinde
açmış olduğu davada verilen karar sonucunda eylemin idariliğini
öğrenmiş olup husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine dair verilen kararın
kesinleştiği 16.11.2012 tarihinden itibaren 2577 sayılı Kanunun 13. maddesi
uyarınca 1 yıllık dava açma süresinin başladığının kabulü gerekmektedir.”
25. Danıştay Onbeşinci Dairesinin
20/2/2014 tarihli ve E.2013/11650, K.2014/1022 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacının, 2004 yılının ağustos ayında bisikletten düşerek
yaralanması üzerine kaldırıldığı Konya Numune Hastanesi'nde yapılan tedavi ve
ameliyatından sonra iyileşememesi sonucunda başvurduğu Konya Eğitim ve
Araştırma Hastanesi'nden 13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında
özürlü olduğunu öğrendiği, davacının ameliyatı gerçekleştiren doktor S. S.
aleyhine tazminat istemiyle 08/02/2011 tarihinde Konya 2. Asliye Hukuk
Mahkemesi'nin 2011/75 sayılı esasına kayıtlı olarak açtığı davanın 14/06/2012
tarih ve E:2011/75, K:2012/585 sayılı kararla anılan davanın idareye karşı
açılması gerektiğinden husumet nedeniyle reddedildiği ve bahsi geçen kararın Yargıtay
4. Hukuk Dairesi'nin 09/11/2012 tarih ve E:2012/15934, K:2012/16599 sayılı
kararıyla onanarak kesinleşmesi üzerine davalı idare aleyhine bakılmakta olan
davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Buna göre, davacının Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nden
13/05/2010 tarihinde aldığı rapordan %26,9 oranında özürlü olduğunu öğrendiği,
bunun üzerine 08/02/2011 tarihinde ameliyatı gerçekleştiren doktor aleyhine
tazminat istemiyle Konya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan davanın husumet
yokluğu nedeni ile reddedilerek buna ilişkin kararın 09/11/2012 tarihinde
kesinleştiği, davacının söz konusu kararın kesinleşmesiyle birlikte eylemi ve
eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği 09/11/2012 tarihinden itibaren
1 yıl içinde, 08/05/2013 tarihinde açtığı davada süre aşımı bulunmamakta olup;
İdare Mahkemesince, davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken,
davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen kararda usul hükümlerine
uygunluk görülmemektedir.”
26. Danıştay Onuncu Dairesinin 13/12/2006 tarihli ve
E.2005/8406, K.2006/7137 sayılı kararı şöyledir:
“…
… davacılar murisi M. A.'nın, 20.2.1997
tarihinde su kuyusuna düşerek ölmesi üzerine, kuyunun bulunduğu taşınmazın
sahibi olarak bilinen şahıslar aleyhine Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, 28.5.1999
tarihinde açılan maddi tazminat davasında, anılan mahkemece, 6.6.2002 tarihinde
verilen kararla, kuyunun bulunduğu yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce
kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların meydana gelen olayda
sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesiyle husumet yönünden davanın
reddedildiği, bu kararın temyizi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesince, haksız
eylem nedeniyle sorumlu kişilerin tespit edilerek hüküm kurulması gerektiği
gerekçesiyle mahkeme kararının bozulduğu, davacılar tarafından, söz konusu
kararın düzeltilmesi istemiyle yapılan başvurunun aynı dairece reddedildiği ve
bu kararın Asliye Hukuk Mahkemesi kayıtlarına 10.10.2003 tarihinde girdiği,
daha sonra davacılar tarafından Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde, bu kez
Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı, 2.3.2004 tarihinde tazminat davası
açıldığı, açılan iki davayı birleştiren Bartın 2. Asliye Hukuku Mahkemesince,
kuyunun bulunduğu taşınmazın Karayolları Genel Müdürlüğünce
kamulaştırıldığından, zararın doğmasına bu idarenin hizmet kusurunun neden
olduğu gerekçesiyle, davanın taşınmaz sahibi olarak bilinen şahıslara yönelik
kısmının reddine, Karayolları Genel Müdürlüğüne yönelik kısmının ise idari
yargıda görülmek üzere, idare mahkemesine gönderilmesine karar verildiği, bu
kararın 18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine, 5.8.2005 tarihinde,
Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde, maddi ve manevi
zararların tazmini istemiyle görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu olayda, eylemin idariliğinin, davacılar
murisinin ölümüne neden olan kuyunun bulunduğu yerin, Karayolları Genel
Müdürlüğünce kamulaştırıldığı gerekçesiyle, gerçek kişiler aleyhine açılan
davanın, Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, husumet yönünden reddine ilişkin
kararın kesinleştiği, 10.10.2003 tarihinde ortaya çıktığı kuşkusuzdur.
Bu duruma göre, kuyunun bulunduğu taşınmazın sahibi olarak bilinen
şahıslar aleyhine 28.5.1999 tarihinde açılan maddi tazminat davası sonucunda,
Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesince, 6.6.2002 tarihinde, kuyunun bulunduğu
yerin Karayolları Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı ve bu nedenle davalıların
meydana gelen olayda sorumluluklarının bulunmadığı gerekçesiyle husumet
yönünden davanın reddi yolunda verilen kararın kesinleştiği tarih olan
10.10.2003 tarihinde eylemin idariliğinin
belirlendiği, bu tarihten itibaren, 2577 sayılı Yasa'nın 13. maddesinde
öngörülen 1 yıllık süre içinde,2.3.2004 tarihinde adli yargı yerinde dava
açıldığı, bu davanın idare mahkemesinde görülmesi gerektiği gerekçesiyle görev
yönünden reddine ilişkin kararın, 18.7.2005 tarihinde kesinleşmesi üzerine,
5.8.2005 tarihinde Karayolları Genel Müdürlüğüne karşı idare mahkemesinde
açılan bu davanın süresinde kabul edilerek, işin esasının incelenmesi
gerekirken, süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen
temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir.”
27. Danıştay Onuncu Dairesinin 4/11/2011 tarihli ve E.2008/7182,
K.2011/4711 sayılı kararı şöyledir:
“…
Bir eylemin idariliği ve doğurduğu zarar bazı
durumlarda eylemin gerçekleşmesiyle, kimi zaman da değişik araştırma ve
incelemelerden, hatta ceza davalarından sonra ortaya çıkabilmektedir.
Özelikle, kamu görevlilerinin idari tasarrufta bulunurken uyulması
zorunlu görülen kurallara uymamaları nedeniyle kendilerine izafe edilebilecek
nitelikte olmakla birlikte, resmi yetkilerin kullanımı sırasında gerçekleştiği
için idaresinden de ayrılamayan görev kusurlarından doğan zararın tazmini
istemiyle açılacak tam yargı davalarında eylemin idariliği,
zararın, kamu görevlisinin kişisel kusurundan mı, görev kusurundan mı
kaynaklandığının ceza muhakemesi sonucunda belirlenmesiyle ortaya
çıkabilmektedir.
Bu nedenlerle, 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen 1 ve 5
yıllık sürelerin eylemin idariliğinin ve doğurduğu
zararın ortaya çıktığı tarihten itibaren hesaplanması zorunludur. Aksi yorumun,
dava açma yolunun kullanımını güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz
etkileyeceğini belirtmek gerekir. Anılan Yasa hükmünde öngörülen tam yargı
davalarının, idari eylem nedeniyle uğranılan zararın tazminine yönelik olması
sebebiyle davanın açılabilmesi için eylemin idariliğinin
ve yol açtığı zararın ortaya çıkması zorunludur.
Dosyanın incelenmesinden, davacının eşinin yaralanması üzerine kaldırıldığı
Salihli Devlet Hastanesinde 24.4.2004 tarihinde ölümünün gerçekleştiği, acil
servis personelinden doktor S.T. hakkında taksirle bir kişiyi öldürme suçunu
işlediğinden bahisle 25.9.2006 günlü iddianame ile açılan ceza davasının
sürdüğü, davacının ise iddianamenin 13.10.2006 tarihinde tebliğ edilmesi
üzerine 8.10.2007 gününde maddi ve manevi tazminat talebiyle davalı idareye
yaptığı başvurunun 27.11.2007 tarihinde tebliğ edilen 20.11.2007 günlü işlemle
reddi sonrasında 25.1.2008 tarihinde dava açtığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, eylemin idariliğinin S.T.
hakkında açılan ceza davasında verilecek kararın kesinleştiği tarihte ortaya
çıkabileceği dikkate alındığında, iddianamenin tebliği üzerine yapılan
başvurunun reddi sonrasında açılan davada süre aşımı, davanın süre aşımı
bakımından reddi yolunda verilen Mahkeme kararında ise hukuksal isabet
bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.”
IV. İNCELEME VE GEREKÇE
28. Mahkemenin 18/5/2016 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
29. Başvurucu, doktorların kişisel kusurlarına dayalı olarak
açtığı tazminat davasının son yıllardaki içtihat değişiklikleri nedeniyle
doğrudan kamu görevlisine dava açılamayacağı gerekçesiyle haksız olarak
husumetten reddedildiğini,doktor hatası nedeniyle
sağlıklı bir yaşam sürmesinin engellenmiş olduğunu, bu süreçte maddi ve manevi
zarara uğradığını belirterek makul sürede yargılanma hakkının, hak arama
hürriyetinin, hukuki belirlilik, istikrar, öngörülebilirlik ve haklı beklenti
ilkeleri ile adil yargılanma hakkının ve vücut dokunulmazlığının ihlal
edildiğini ileri sürmüş; tazminat talebinde bulunmuştur.
B. Değerlendirme
30. Başvurucu, başvuru harcını yatıramayacağını belirterek adli
yardım talebinde bulunmuş ise de başvuru harcını yatırdığı anlaşılması
sebebiyle bu konuda bir karar almaya gerek görülmemiştir.
31. Başvurucu, tıbbi ihmali bulunduğunu belirttiği doktor
hakkında açtığı tazminat davasının sonucundan, bu davanın makul sürede
sonuçlandırılamamasından, davanın uzun bir süre sonra husumet yönünden reddi
nedeniyle idari yargıda dava açma hakkını kaybetmesinden ve görevli doktorun
ihmali sebebiyle vücut bütünlüğünün zarar görmesinden şikâyet etmektedir.
Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi
ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, §
16). Başvurucunun iddiaları, Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrası ve
Anayasa’nın 36. maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkı kapsamında dört
başlık altında incelemiştir.
1. Yargılamanın Sonucu
İtibarıyla Adil Olmadığına İlişkin İddia
32. Anayasa’nın 148. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:
“Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda
inceleme yapılamaz.”
33. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı
fıkrası şöyledir:
“Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine
karar verebilir.”
34. 6216 sayılı Kanun'un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrasında
açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar
verilebileceği belirtilmiştir. Anayasa'nın 148. maddesinin dördüncü fıkrasında
ise açıkça dayanaktan yoksun başvurular kapsamında değerlendirilen, kanun
yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin şikâyetlerin bireysel başvuruda
incelenemeyeceği kurala bağlanmıştır.
35. Anılan kurallar uyarınca ilke olarak derece mahkemeleri
önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin
değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece
mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup
olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece
mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda
bariz takdir hatası veya açık keyfîlik içermesi ve bu
durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal
etmiş olmasıdır. Bu çerçevede kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular,derece mahkemesi
kararları bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
içermedikçe Anayasa Mahkemesince incelenemez (Necati
Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).
36. Başvurucu; kişisel kusur ile kolunun sakat kalmasına sebep
olan doktorlar aleyhine açtığı tazminat davasının öngörülemez şekilde husumet
yokluğu nedeniyle reddedildiğini, Yargıtayın
içtihatlarının belli olduğunu, bu durumun hukuka ve adalete olan güvenini
sarstığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüştür.
37. Yukarıda yer verilen iddialar dikkate alındığında
başvurucunun açtığı davanınhusumet yönünden
reddedilmesinden şikâyet ettiği anlaşılmaktadır. Başvurucu Yargıtay
içtihatlarının ne olduğunu, nasıl bir değişiklik izlendiğini başvuru formunda
belirtmemesine rağmen benzer yönden açılan davaların kabul edildiği yönünde
soyut bir iddia ileri sürmektedir. Bu durumda başvuru konusu şikâyetin içtihat
değişikliği doğrultusunda verilen husumet yönünden ret kararına ilişkin olduğu anlaşılmıştır.
38. Yargıtay 1/2/2012 tarihinden önceki içtihatlarında kamu
görevlilerinin görevi sırasında hizmet araçlarını kullanarak üçüncü bir kişiye
zarar vermeleri hâlinde “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur” ayrımına gitmiş ve
kamu görevlisine karşı kişisel kusuruna dayanılarak adli yargıda tazminat
davası açılabilmesini kabul etmiştir (Benzer yöndeki Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu kararı için bkz. § 22). Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli
kararları ile anılan içtihattan dönülmüş ve kamu görevlilerinin mali sorumluluğunuçözmek için “hizmet kusuru” ve “kişisel kusur”
ayrımına gidilmesinin yerinde olmadığı, kamu görevlilerinin görevi sırasında
hizmet araçlarını kullanarak yaptıkları eylem ve işlemlere ilişkin kişisel
kusurlarının kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı, bu
nedenle açılacak davanın idare aleyhine açılması gerektiği, görev yapılan yerde
dahi olsa kamu görevlilerinin yaptıkları iş ile ilgisi olmayan eylemlerin
varlığı hâlinde ise bu eylemden kamu görevlilerinin kişisel olarak sorumlu
tutulacağı, bu nedenle açılacak davaların da ancak adli yargıda ve kamu
görevlileri aleyhine açılabileceği kabul edilmiştir ( Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu kararı için bkz. § 23).
39. Somut olayda başvurucu, tedavi olduğu Hastanede görevli doktorların
haksız eylemi nedeniyle kolunun sakat kaldığını belirterek bu kişiler aleyhine
Çorum 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde maddi ve manevi tazminat davası açmıştır.
Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1/2/2012 tarihli içtihadı doğrultusunda
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil ancak kamu idaresi
aleyhine açılabileceği gerekçesiyle görevli doktor hakkında açılan davanın
husumet yokluğu nedeniyle reddine karar vermiştir. Mahkeme,“hizmet kusuru” ile “hizmetten ayrılabilir
kişisel kusur” kavramlarını ilgili hukuk kuralları çerçevesinde yorumlayarak
somut olayda hizmetten ayrılabilir kişisel kusurdan bahsetmenin mümkün olmadığı
sonucuna ulaşmıştır. Temyiz edilen karar, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin
27/5/2013 tarihli ilamı ile usul ve yasaya uygun bulunarak onanmıştır.
40. Bireylerin makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik
ilkesi, içtihadın değişmezliği şeklinde bir hak bahşetmemektedir. Mahkemelerin
yorumlarında dinamik ve evirilen bir yaklaşımın sürdürülememesi, reform ya da
gelişimi engelleyeceğinden kararlardaki değişim, adaletin iyi idaresine
aykırılık teşkil etmez (Türkan Bal [GK],
B. No: 2013/6932, 6/1/2015, § 54).
41. Mahkeme içtihatlarındaki değişme, yargı organlarının takdir
yetkisi kapsamında kalmakta olup böyle bir değişiklik özü itibarıyla önceki
çözümün tatminkâr bulunmaması anlamına gelir (Türkan
Bal, § 55). Bu bağlamda Yargıtay, kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kamu görevlileri
aleyhine mi yoksa ilgili kamu idaresi aleyhine mi açılması gerektiği hususunda
gerekçesini açıklamak suretiyle içtihat değişikliğine gitmiş ve başvurucunun
görevli doktor aleyhine açtığı dava, söz konusu içtihat doğrultusunda husumet
yönünden reddedilmiştir.
42. Mahkemenin gerekçesi ve başvurucunun iddiaları
incelendiğinde iddiaların özünün derece mahkemesi tarafından delillerin
değerlendirilmesinde ve hukuk kurallarının yorumlanmasında isabet olmadığına ve
esas itibarıyla yargılamanın sonucuna ilişkin olduğu anlaşılmaktadır.
43. Başvurucu; yargılama sürecinde karşı tarafın sunduğu
deliller ve görüşler hakkında bilgi sahibi olamadığına, kendi delillerini ve iddialarını
sunma olanağı bulamadığına, karşı tarafça sunulan delillere ve iddialara etkili
bir şekilde itiraz etme fırsatı bulamadığına ya da uyuşmazlığın çözüme
kavuşturulmasıyla ilgili iddialarının Derece Mahkemesi tarafından
dinlenmediğine ilişkin bir bilgi ya da kanıt sunmadığı gibi Mahkemenin
kararında bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
oluşturan herhangi bir durum da tespit edilememiştir.
44. Açıklanan nedenlerle başvurucu tarafından ileri sürülen
iddiaların kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu, Derece
mahkemesi kararlarının bariz takdir hatası veya açık keyfîlik
de içermediği anlaşıldığından başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik
koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar
verilmesi gerekir.
b. Mahkemeye Erişim
Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
45. Başvurucu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatları
doğrultusunda adli yargıda açtığı tazminat davasının içtihat değişikliği
nedeniyle husumet yönünden reddine karar verildiğini, açtığı davanın uzun bir
süre geçtikten sonra husumet yönünden reddedilmesi nedeniyle idari yargıda dava
açabilmesinin de mümkün olmadığını belirterek hak arama hürriyetinin ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.Başvurucunun bu iddiası,
uyuşmazlığı idari yargı önüne taşıyabilmesi ile ilgili olduğundan mahkemeye
erişim hakkı kapsamında değerlendirilmiştir.
46. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
47. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) kenar
başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile
ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar
konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak
görülmesini istemek hakkına sahiptir.”
48. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan
mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve
uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına
gelmektedir (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 52). Hukuki konularda mahkemelerde dava açma hakkı
anlamına gelen mahkemeye erişim hakkı "mahkemeye gitme hakkı"nı
da kapsamaktadır (Hüseyin Sezen,
B. No: 2013/1793, 18/9/2014, § 47). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),
mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel
unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının
mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak
isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip
olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya
da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği
durumlarda bu hakkın ihlal edildiğine karar verilmektedir (Hüseyin Gönel,
B. No: 2013/2491, 17/7/2014, § 35).
49. Somut olayda başvurucunun Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
içtihatları doğrultusunda görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak adli
yargıda açtığı tazminat davası,kamu
görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat
davalarının kamu görevlileri aleyhine değil ancak kamu idaresi aleyhine
açılabileceği gerekçesiyle husumet yönünden reddedilmiştir. Başvurucu, anılan
kararın dava tarihinden yaklaşık iki yıl sonra verilmesi nedeniyle idari
yargıda dava açma hakkını kaybettiğini, bu sebeple mahkemeye erişim hakkının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
50. Başvurucu, husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararının
ardından idari yargıda tam yargı davası açma yoluna gitmemiş; idari yargıda tam
yargı davası açmasının mümkün olmadığını belirterek doğrudan bireysel başvuruda
bulunmuştur. Bu durumda başvurucunun dava konusu uyuşmazlığı idari yargı önüne
taşıyabilmesinin öngörülebilir bir durum olup olmadığı incelenmelidir.
51. 2577 sayılı Kanun’un “Doğrudan
doğruya tam yargı davası açılması” başlıklı 13. maddesinin birinci
fıkrası “İdari eylemlerden hakları ihlal
edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine
veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her halde eylem
tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine
getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu isteklerin kısmen veya tamamen reddi
halinde, bu konudaki işlemin tebliğini izleyen günden itibaren veya istek
hakkında altmış gün içinde cevap verilmediği takdirde bu sürenin bittiği
tarihten itibaren, dava süresi içinde dava açılabilir.” şeklindedir.
52. Danıştayın yerleşik içtihatlarında
2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen bir ve beş yıllık sürelerin
eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya
çıkması ile başlayacağı, eylemin idariliği ve yol
açtığı zararın ise bazen eylemin yapılmasıyla birlikte ortaya çıktığı bazen de
değişik araştırma ve inceleme sonucu çok sonra ortaya çıkabildiği, eylemin idariliğinin sonradan ortaya çıktığı durumlarda 2577 sayılı
Kanun ile öngörülen bir ve beş yıllık sürelerin bu tarihten itibaren
hesaplanması gerektiği, aksi bir yorumun dava açma yolunun kullanımını
güçleştirerek hak arama hürriyetini olumsuz şekilde etkileyeceği
belirtilmektedir. Danıştay, yerleşik içtihatları ile uyumlu olarak kamu
görevlilerinin kamu hizmetini yürütürken üçüncü kişilere vermiş oldukları
zararlar nedeniyle kamu görevlileri aleyhine adli yargıda açılan tazminat
davalarında ve adli yargı mercilerince davalının hasım sıfatının bulunmadığı
gerekçesiyle verilen ret kararlarında da aynı içtihadı benimsemiş; eylemin idariliğinin, adli yargı mercilerince husumet yokluğu
nedeniyle verilen ret kararının kesinleşmesiyle birlikte ortaya çıktığını, bu
durumlarda husumet yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden
itibaren bir yıl içinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca tam yargı
davası açılabileceğini kabul etmiştir (bkz. §§ 24-27).
53. Görevli doktorun kişisel kusuruna dayanarak başvurucunun
adli yargıda açtığı davada verilen husumet yönünden ret kararının gerekçesinde,
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan
tazminat davalarının kamu görevlileri aleyhine değil ancak kamu idaresi
aleyhine açılabileceğinin belirtildiği dikkate alındığında başvurucunun 2577
sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca Danıştayın
yukarıda yer verilen içtihatları doğrultusunda ilgili kamu idaresi aleyhine tam
yargı davası açmasının öngörülebilir bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Ancak
başvurucu, idari yargıda tam yargı davası açmak yerine dava açma hakkını
kaybettiğini belirterek doğrudan bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu durumda
Danıştay içtihatlarına göre adli yargı mercilerince husumet yokluğu nedeniyle
verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren bir yıl içinde 2577 sayılı
Kanun’un 13. maddesi uyarınca idari yargıda tam yargı davası açılması mümkün ve
öngörülebilir iken somut başvuruda mahkemeye erişim hakkına yönelik bir ihlalin
bulunmadığının açık olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
54. Açıklanan nedenlerle başvurucunun mahkemeye erişim hakkına
ilişkin iddiası yönünden bir ihlalin olmadığı açık olduğundan başvurunun bu
kısmının diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
c. Anayasa’nın 17.
Maddesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia
55. Başvurucu, görevli doktorun ihmali sebebiyle kolunun sakat
kaldığını belirterek Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan, kişinin maddi ve
manevi varlığının korunması hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
56. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
57. Anılan Anayasa hükmü ile kişinin maddi ve manevi varlığının bütünlüğü, gerek kamusal yetkilerle donatılmış kişilerin
gerekse özel kişilerin müdahalelerine karşı güvence altına alınmıştır. Bu
çerçevede devletin, egemenlik alanında yaşayan ve kontrolü altında bulunan
kişilerin maddi ve manevi varlıklarına yönelen müdahaleleri önleme, önlenememiş
olan müdahalelere yönelik olarak da gerekli soruşturma, kovuşturma, failleri
tespit edip cezalandırma ve gerektiğinde bundan doğan zararları etkili bir
şekilde bizzat karşılama veya sorumlularına karşılatma yükümlülüğü
bulunmaktadır. Kişilerin vücut bütünlüğüne yapılan bir müdahaleden doğan
zararlara yönelik etkili bir tazminin sağlanamadığı ve bu çerçevede devletin,
Anayasa’nın 17. maddesinden doğan koruma yükümlülüğünü yerine getirmediği
durumlarda, kişinin vücut bütünlüğünün korunduğundan söz edilemez (Özkan Şen, § 40).
58. Anayasa’nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011
tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca temel hak ve
özgürlüklerin ihlaline neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için
kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel
başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.
59. Bireysel başvurunun ikincil niteliği gereği başvurucunun,
ihlal iddialarını öncelikle yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun
olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve delilleri zamanında sunması,
dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermesi gerekir (Mustafa Bülent Erten, B. No: 2012/649,
26/3/2013, §§ 18, 19).
60. Başvuruya konu olayda kolunun sakat kalmasına sebep olduğu
iddiasıyla görevli doktor aleyhine başvurucu tarafından Çorum 2. Asliye Hukuk
Mahkemesinde tazminat davası açıldığı, Çorum 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin
11/12/2012 tarihli kararı ile Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci fıkrası ve
657 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca kamu görevlilerinin yetkilerini
kullanırken işlemiş oldukları kusurlu davranışlarından dolayı açılacak tazminat
davalarının ilgili kamu görevlisine değil kamu idaresi aleyhine açılabileceği
belirtilerek başvurucunun davasının husumet yokluğu nedeniyle reddine karar
verildiği, uyuşmazlığın esastan incelenmeyerek husumetin yanlış yöneltildiği
tespitine dayalı olarak talebin Mahkemece reddedildiği anlaşılmaktadır. Başvurucu
tarafından açılan davanın esası hakkında Derece Mahkemelerince bir inceleme
yapılmadığı ve husumetin yanlış yöneltildiği gerekçesiyle davanın reddine karar
verildiği dikkate alındığında somut olayda Anayasa Mahkemesine bireysel
başvuruda bulunabilmek için etkili başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun
yerine getirildiği söylenemez.
61. Danıştay içtihatlarına göre adli yargı mercilerince husumet
yokluğu nedeniyle verilen ret kararlarının kesinleşmesinden itibaren bir yıl
içinde 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesi uyarınca idari yargıda tam yargı davası
açılması mümkün iken başvurucu, idari yargıda tam yargı davası açmamıştır
(Danıştay kararları için bkz. §§ 24-27).
62. Açıklanan nedenlerle ihlal iddiasına ilişkin olarak etkili
başvuru yollarının tüketilmemiş olduğu anlaşıldığından başvurunun bu kısmının
diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemiş olması
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
d. Yargılamanın Makul Sürede Tamamlanmadığına
İlişkin İddia
63. Başvurucu, Çorum 2.Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı tazminat
davasının makul sürede sonuçlanmadığını belirterek adil yargılanma hakkının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
64.Başvuru formu ile eklerinin incelenmesi sonucunda açıkça
dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini
gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan başvurunun bu kısmının
kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
65. Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir
hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar
verilmesi mümkün olmayıp (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, §
18), Sözleşme metni ile AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma
hakkının somut görünümleri olan alt ilke ve haklar, Anayasa’nın 36. maddesinde
yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Anayasa Mahkemesi de
Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili
hükmü Sözleşme’nin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle
Sözleşme’nin lafzi içeriğinde yer alan ve AİHM içtihadıyla adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil edilen ilke ve haklara Anayasa’nın 36. maddesi
kapsamında yer vermektedir. Somut başvurunun dayanağını oluşturan makul sürede
yargılanma hakkı da yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca adil yargılanma
hakkının kapsamına dâhil olup ayrıca davaların en az giderle ve mümkün olan
süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141.
maddesinin de -Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği- makul sürede yargılanma
hakkının değerlendirilmesinde gözönünde
bulundurulması gerektiği açıktır (Güher
Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, §§ 38, 39).
66. Davanın karmaşıklığı, yargılamanın kaç dereceli olduğu,
tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun
davanın hızla sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar, bir
davanın süresinin makul olup olmadığının tespitinde gözönünde
bulundurulması gereken kriterlerdir (Güher
Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
67. Anayasa’nın 36. maddesi ve Sözleşme’nin 6. maddesi uyarınca
medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara
bağlanması gerekmektedir. Başvuru konusu haksız fiile dayalı tazminat davasında
18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile
12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Kanun’da yer alan usul hükümlerine göre
yürütülen somut yargılama faaliyetinin medeni hak ve yükümlülükleri konu alan
bir yargılama olduğuna kuşku yoktur (Güher
Ergun ve diğerleri, § 49).
68. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
makul süre değerlendirmesinde kural olarak sürenin başlangıcı, uyuşmazlığı
karara bağlayacak yargılama sürecinin işletilmeye başlandığı, başka bir deyişle
davanın ikame edildiği tarih olup somut başvuru açısından bu tarih
18/3/2010'dur.
69. Sürenin bitiş tarihi ise çoğu zaman icra aşamasını da
kapsayacak şekilde yargılamanın sona erme tarihidir (Güher Ergun ve diğerleri, § 52). Somut başvuru açısından bu
tarih, Yargıtay tarafından başvurucunun temyiz taleplerinin reddedildiği
10/2/2014'tür.
70. Başvuruya konu yargılama sürecinin incelenmesi neticesinde
18/3/2010 tarihinde Çorum 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davanın konusunun
haksız fiile dayalı tazminat davası olduğu, yargılama devam ederken aynı
sebeple aynı Mahkeme nezdinde açılan bir başka dosyanın birleştirildiği, davalı
doktorlar hakkında açılan soruşturma dosyasının celbedildiği,
11/12/2012 tarihinde husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verildiği,
başvurucu tarafından temyiz edilen kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesince
27/5/2013 tarihli ilam ile onandığı ve 10/2/2014 tarihinde karar düzeltme
isteminin reddiyle Mahkeme kararının kesinleştiği anlaşılmıştır.
71. Yukarıda belirtilen ilkeler ışığında (bkz. §§ 65-69) ve
başvurunun değerlendirilmesi neticesinde söz konu alacak davası hukuki
meselenin çözümündeki güçlük, maddi olayların karmaşıklığı, delillerin
toplanmasında karşılaşılan engeller, taraf sayısı gibi kriterler dikkate alındığında
karmaşık olmaktan uzaktır. Başvurucunun tutum ve davranışları ile usule ilişkin
haklarını kullanırken özensiz davranmalarının yargılamanın uzamasına önemli
ölçüde sebep teşkil ettiği de söylenemez.
72. Başvuru konusu olan alacak davasında davanın ikame edildiği
tarihten itibaren iki yılı aşkın bir süre sonra husumet yokluğu nedeniyle
davanın reddine karar verilmesi sonucunda Mahkemece yapılan yargılama ve temyiz
süreçleriyle beraber yargılamanın makul olmayan bir süre içinde sonuçlandığı
görülmektedir. Başvuru konusu davanın 3 yıl 10 ay 23 gün sürdüğü, iki dereceli
yargılama sisteminde geçen bu sürenin ise davaya bütün olarak bakıldığında
makul olmadığı sonucuna varılmıştır.
73. Belirtilen nedenlerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
3. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
74. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
75. Başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılmıştır.
76. Başvurucu ihlalin tespitiyle 90.000 TL maddi, 100.000 TL
manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
77. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için
başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tespit edilen ihlal
arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Söz konusu ihlal kararı kapsamında maddi
tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir.
78.Başvurucunun tarafı olduğu uyuşmazlığa ilişkin yaklaşık dört
yıldır devam eden yargılama süresi dikkate alındığında yargılama faaliyetinin
uzunluğu sebebiyle yalnızca ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi
zararları karşılığında başvurucuya net 2.500 TL manevi tazminat ödenmesine
karar verilmesi gerekir.
79. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 206,10 TL harç ve 1.800
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.006,10 TL yargılama giderinin başvurucuya
ödenmesine karar verilmesi gerekir.
V. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Yargılamanın sonucu
itibarıyla adil olmadığına ilişkin iddianın açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Mahkemeye erişim
hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça
dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Kişinin maddi ve
manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemiş olması
nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
4. Makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR
OLDUĞUNA,
B. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvurucuya net 2.500 TL manevi TAZMİNAT ÖDENMESİNE,
tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 206,10 TL harç ve 1.800 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.006,10 TL yargılama giderinin BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına ödemede
gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar
geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
18/5/2016 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.