TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
HALİL KADRİ BULDANLIOĞLU VE NECİP
BULDANLIOĞLU BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2015/10533)
|
|
Karar Tarihi: 4/4/2018
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
Üyeler
|
:
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
|
|
Muammer
TOPAL
|
|
|
M. Emin KUZ
|
|
|
Recai AKYEL
|
Raportör
|
:
|
Özgür DUMAN
|
Başvurucular
|
:
|
1. Halil
Kadri BULDANLIOĞLU
|
|
|
2. Necip
BULDANLIOĞLU
|
Vekili
|
:
|
Av. Ahmet
KANDIRALI
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, tapu kaydının iptali istemiyle Maliye Hazinesince
açılan davanın hak düşürücü süre yönünden reddedilmesine ilişkin kararın Yargıtayca kısmen onanması sonrası yargılama giderleriyle
sınırlı olarak devam eden davanın esasının yeniden
değerlendirilerek davanın kabulüne karar verilmesi nedeniyle mülkiyet ve adil
yargılanma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 19/6/2015 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.
III. OLAY VE OLGULAR
8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
9. İstanbul'un Silivri ilçesi Piri Mehmet Paşa Mahallesi'nde
bulunan 229 ada 22 parsel sayılı taşınmaz Maliye Hazinesinin tarafı olmadığı
bir yargılama neticesinde hükmen edinimli olarak
16/10/1985 tarihinde başvurucuların miras bırakanı M.B. adına tapuya tescil
edilmiştir.
10. Hazine tarafından tapu kayıt maliki aleyhine 18/9/1998
tarihinde Silivri 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tapu iptali ve tescil
davası açılmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde
kaldığından bahisle tapu kaydının hükümsüz ve geçersiz olduğu ileri
sürülmüştür.
11. Mahkeme 18/3/2002 tarihinde davanın kabulüne ve tapu
kaydının iptali ile taşınmazın tescil harici bırakılmasına karar vermiştir.
Temyiz edilen karar, Yargıtay 1. Hukuk Dairesince 7/12/2005 tarihinde
bozulmuştur. Bozma kararında, kıyı kenar çizgisi haritasının düzenlenip
düzenlenmediğinin araştırıldıktan sonra yerinde keşif yapılarak kıyı kenar
çizgisinin belirlenmesi gerektiği, ayrıca kadastro komisyon kararında değinilen
tescil ilamı ile ilgili mahkeme kararlarının getirilmemesi ve tescil
haritasının araştırılmamasının doğru olmadığı belirtilmiştir.
12. Bozma kararına uyan Mahkeme, dava konusu taşınmazın
bulunduğu yerde 30/4/2008 tarihinde kadastro, ziraat ve jeoloji alanında uzman
bilirkişiler ile birlikte keşif yapmıştır. Yapılan keşif sonucu düzenlenen
26/6/2008 tarihli bilirkişi raporunda, anılan taşınmazın devletin hüküm ve
tasarrufu altındaki kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı kanaati bildirilmiştir.
13. Bununla birlikte Mahkeme 17/2/2010 tarihinde davanın hak
düşürücü süre yönünden reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 14/3/2009
tarihli ve 27169 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe giren 25/2/2009 tarihli ve 5841 sayılı Kanun'un 2. ve 3. maddeleri
ile yapılan değişikliklere vurgu yapılmıştır. Buna göre 21/6/1987 tarihli ve
3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen hak
düşürücü süreye ilişkin hükmün devam eden davaları da kapsamak üzere iddia ve
taşınmazın niteliğine yahut devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dâhil
tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanması öngörülmüştür.
14. Bu karar Hazine tarafından temyiz edilmiştir. Dairenin
9/6/2010 tarihli kararıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Kararın ilgili
kısmı şöyledir:
"Dava, 3621 sayılıKıyı
Kanunundan kaynaklanan tapu iptal ve kaydın sicilden terkini isteğine ilişkin
olup, mahkemece, hükmüne uyulan Daire bozma kararında gösterildiği şekilde
araştırma yapılmak suretiyle, taşınmazın tamamının tanımı aynı Yasa'nın 4.
maddesinde yapılan kıyıda kaldığı saptanmış ise de, 14 Mart 2009 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren ve kesin hüküm
halini almayan eldeki davalara da uygulanması öngörülen5841 sayılı Yasa uyarıncadavanın hak düşürücü süreden reddine karar verilmiş
olmasında kural olarak bir isabetsizlik yoktur. Davacı Hazinenin, bu yöne
ilişkin temyiz itirazı yerinde değildir, reddine.
Ancak,bir taraf, dava açıldığı
andaki mevzuata ve içtihat durumuna göre davasında haklı olup da, dava
açıldıktan sonra yürürlüğü giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da
yeni bir İçtihatları Birleştirme Kararı gereğince davayı kaybederse, davada
haksız çıkmış olmasına rağmen, yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz.
Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada
kararlılık kazanmıştır.(Baki Kuru, Hukuk Usulü
Muhakemeleri 5. cilt, sayfa 5338, dipnot 159; 10. H.D. 21/12/1976, 8770/8739 ve
dipnot 160: 5. HD 12/09/1977, 5445/5655 dipnot 161: 10.HD 24/02/1976,
6296/1297) Ayrıca her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Öte yandan
avukatlık ücreti 29.05.1957 tarih ve 4/16 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı
uyarınca yargılama giderlerinden sayılır.
Hal böyle olunca; Mahkemece yaptırılan
bilirkişi incelemesi sonucu alınan krokili bilirkişi raporda, çekişmeli
taşınmazın tamamının kıyı kenar çizgisine göre kıyıda bulunduğu, dava tarihinde
davacı hazinenin davasında haklı olduğu anlaşıldığına ve yargılama sırasında
yürürlüğe giren 5841 sayılı Yasa gereğince dava reddedildiğine göre, davalının,
maktu harçtan, tüm yargılama giderlerinden veavukatlık
ücretinden sorumlu tutulması gerekirken aksine düşüncelerle yazılı olduğu üzere
hüküm kurulması isabetsizdir.
Davacı Hazinenin, harç, yargılama giderleri ve
avukatlık ücreti açısından temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle hükmün
açıklanan nedenlere hasren HUMK.'nun
428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 09.6.2010 tarihinde oybirliğiyle karar
verildi."
15. Hazinenin karar düzeltme
talebi Daire tarafından 13/12/2010 tarihinde reddedilmiştir.
16. Bozma kararına uyan
Mahkeme 4/5/2011 tarihinde yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına
ve taraflar yararına vekâlet ücretine hükmedilmesine yer olmadığına karar
vermiştir. Mahkeme, davanın esası yönünden ise temyiz talebinin reddi nedeniyle
karar kesinleşmiş olduğundan bu hususta yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına
karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir:
"Tüm
dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; Mahkememizce verilen 17/10/2010
2006/588-2010/56Esas karar sayılı ilamın 1.bendi temyiz talebinin reddi ile,
kesinleşmiş olduğundan bu hususta yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, bozma
ilamından sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasaya 6099 sayılı Yasa ile eklenen
36/A maddesigözetilmek suretiyledava
reddedildiğinden ve Hazine harçtan muaf olduğundan harç alınmasına yer
olmadığına, bozma ilamından sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasaya 6099
sayılı Yasa ile eklenen 36/A maddesi gözetilmek suretiyle yargılama
giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, bozma ilamından sonra yürürlüğe
giren 3402 sayılı Yasaya 6099 sayılı Yasa ile eklenen 36/A maddesigözetilmek
suretiyle ve davacı lehine bozma ilamı ile oluşan usulü kazanılmış hak dikkate
alınarak davacı ve davalının kendisini vekille temsil ettirmiş olmaları
nedeniyle davacı ve davalı lehlerine vekalet ücreti takdirine yer olmadığına
dair aşağıdaki hüküm fıkrasının tesisi uygun görülmüştür."
17. Hazinenin temyiz talebi, Dairece 19/3/2012 tarihinde
reddedilmiştir. Kararın gerekçesinde, işinesasıbakımından
5841 sayılı Kanun'un yürürlüğü döneminde davanın hak düşürücü süreden
reddedilmiş olmasının doğru olduğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte anılan
Kanun hükümlerinin Anayasa Mahkemesinin 23/7/2011 tarihli ve 28003 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 12/5/2011
tarihli ve E.2009/31, K.2011/77 sayılı kararı ile iptal edildiği belirtilmiştir.
Daireye göre kesin hüküm hâli söz konusu olmayıp olaydaki durum kazanılmış
hakkın istisnasını teşkil etmektedir. Daire, Anayasa'nın 153. maddesine göre
iptal kararlarının geriye yürümeyeceğini kabul etmekle birlikte Yargıtay
İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 10/3/1969 tarihli ve 1/3 sayılı
kararının gerekçe bölümüne vurgu yapmıştır. Daire, Anayasa Mahkemesinin iptal
kararının kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemeyeceğini ancak
henüz devam eden uyuşmazlıkların iptal kapsamında bulunacağını belirtmiştir.
Daire sonuç olarak Anayasa Mahkemesinin anılan iptal kararından sonra davanın
hak düşürücü süreden reddine ilişkin kararın doğruluğundan söz edilemeyeceğini
zira kamu düzeniyle ilgili bütün hâllerin istisnanın kapsamına gireceğini
açıklamıştır. Kararın sonuç kısmı şöyledir:
"...işin esası hakkında 28/11/1997 tarih
5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda değerlendirme yapılmak ve
yargılama masrafları yönünden de 6099 Sayılı Yasa hükümleri gözetilmek
suretiyle uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması için karar bozulmalıdır..."
18. Bozma kararına uyan Mahkeme 26/12/2012 tarihinde davanın
kabulüne ve taşınmazın tapu kaydının iptali ile tescil harici bırakılmasına
karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 30/4/2008 tarihinde yapılan keşif ve
26/6/2008 tarihli bilirkişi raporlarına atıfla dava konusu taşınmazın kıyı
kenar çizgisi içinde olduğunun tespit edildiği belirtilmiştir. Mahkemeye göre
devletin hüküm ve tasarrufu altında kalan yerlerden olan bu taşınmazın özel
kişiler adına tescili ise mümkün değildir.
19. Başvurucular tarafından temyiz edilen karar, Yargıtay 8.
Hukuk Dairesince 16/6/2014 tarihinde oybirliğiyle onanmıştır. Başvurucuların
karar düzeltme talebi de Dairenin 26/2/2015 tarihli kararıyla oyçokluğuyla
reddedilmiştir. Karşıoy yazısında, kesin hüküm gücü
kazanan bir kararın Yargıtayca yeniden bozmaya konu
edilmesinin kamu düzenini bozacağı ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal edeceği
belirtilmiştir. Ayrıca yargının verdiği ve bağlayıcı olan bir kesin hükmün
işlevsiz hâle getirilmesinin adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelere
aykırı olduğu ifade edilmiştir.
20. Nihai karar, başvurucular vekiline 21/5/2015 tarihinde
tebliğ edilmiştir.
21. Başvurucular 19/6/2015 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. İlgili Mevzuat
22. 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Bu tutanaklarda belirtilen haklara,
sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on
yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz
olunamaz ve dava açılamaz.”
23. 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’un 12.
maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle şöyledir:
“Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut
Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın
uygulanır.”
24. 5841 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a
eklenen geçici 10. madde şöyledir:
“Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm
ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve
henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.”
25. 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu'nun 4.
maddesinin ilgili bölümü şöyledir:
"Bu Kanunda geçen deyimlerden;
Kıyı çizgisi:Deniz,
tabii ve suni göl ve akarsularda, taşkın durumları dışında, suyun karaya
değdiği noktaların birleşmesinden oluşan çizgiyi,
Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl
ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin
oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri
alanların doğal sınırını,
Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi
arasındaki alanı,
...
ifade eder."
26.3621 sayılı Kanun'un 5. maddesinin ilgili bölümleri şöyledir:
" ...
Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu
altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır.
...."
27. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun "Sahipsiz yerler ve yararı kamuya ait
mallar" kenar başlıklı 715. maddesinin birinci fıkrası
şöyledir:
"Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait
mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır."
28. 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin
birinci ve ikinci fıkraları şöyledir:
"Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün
zararlardan Devlet sorumludur.
Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan
görevlilere rücu eder."
29. 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu'nun 303. maddesi şöyledir:
"(1) Bir davaya ait şeklî anlamda
kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm
oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk
davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması
gerekir.
(2) Bir hüküm, davada veya karşılık davada
ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm
teşkil eder.
(3) Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri
hakkında da geçerlidir.
(4) Bir dava dolayısıyla ortaya çıkan kesin
hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu şeyin mülkiyetini tarafların
birisinden devralan yahut dava konusu şey üzerinde sınırlı bir ayni hak veya fer’î zilyetlik kazanan kişiler hakkında da geçerlidir.
Ancak, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal edinmeye
ait hükümleri saklıdır.
(5) Müteselsil borçlulardan biri veya birkaçı
ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile
borçlu arasında oluşan kesin hüküm, diğerleri hakkında geçerli değildir."
30. 6100 sayılı Kanun'un 367. maddesinin (2) numaralı fıkrası
şöyledir:
"Kişiler hukuku, aile hukuku ve taşınmaz
mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararlar kesinleşmedikçe yerine
getirilemez."
2. Anayasa Mahkemesi
Kararı
31. Anayasa Mahkemesinin 12/5/2011 tarihli ve E.2009/31, K.2011/77
sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"A- 5841 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile
21.6.1987 günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. Maddesinin Üçüncü
Fıkrasına Eklenen 'Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya
diğer kamu tüzel kişileri dâhil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır'
Cümlesinin İncelenmesi
Dava konusu kuralın uygulanması halinde kıyı
ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında
özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden
itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak
kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılması olanağı ortadan
kalkacaktır. Bunun sonucunda tapu kayıtları kesinlik kazanacak ve özel
mülkiyete ilişkin tapular geçerli kabul edilecektir. Böylece dava konusu
kuralın uygulanması ile kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz
üzerinde özel mülkiyet mümkün hale gelecektir.
Anayasa’nın 43. ve 169. maddelerinde temel bir
değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması
hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve
tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyet
yasaklanmıştır. Bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda
özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir.
Ancak, hukuk devletinin en temel unsurlarından
birisi olan hukuki güvenlik ilkesi bireyleri keyfi yönetimlere ve hukuki
sürprizlere karşı korumak ve bireylerin ileride başlarına gelebilecekleri
öngörebilmesi ve hareketlerini buna göre ayarlayabilmesi amacıyla hukuk
kurallarının açık, anlaşılabilir ve öngörülebilir olmasını gerektirir. Hukuki
güvenlik ilkesini eşya hukuku alanında somutlaştıran kurum tapuya güven
ilkesidir. Tapu sicilinin temel işlevi bir taşınmazla ilgili tüm hakların bu
sicile kaydedilerek herkese karşı ileri sürülebilmesi ve sicile kayıtlı olmayan
hakların da iyi niyetli üçüncü kişilere karşı ileri sürülememesidir. Bu aynı
zamanda mülkiyet hakkının sağladığı güvencenin de bir sonucudur.
Anayasa’nın 35. maddesi ise kişi özgürlüğü ile
yakından ilişkili olan mülkiyet hakkını güvence altına almaktadır. Ancak
mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir
ve bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir. Nitekim Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında kadastro
tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazları edinen kişilerin
tapularının, kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle
ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine ek 1. protokolün 1. maddesinin ihlali olarak nitelendirmiştir.
AİHM bu kararlarında çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin
mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini
belirterek, karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği
sonucuna ulaşmıştır.
Kıyıların ya da ormanların korunması amacıyla
mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin
tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve yasa koyucunun buna uygun çözüm
yolları bulması gerekeceği açıktır.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 43. ve
169. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir...
B- 5841 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile 21.6.1987
günlü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na Eklenen Geçici 10. maddenin İncelenmesi
Dava dilekçesi ve başvuru kararlarında dava
konusu kuralın aleyhe bir hüküm olduğu ve kazanılmış hakları ihlal ettiği
belirtilerek Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
Dava ve itiraz konusu kural, Kadastro
Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen hükmün devletin hüküm ve
tasarrufu altında olduğu iddiası ile kanunun yürürlük tarihinden önce açılmış
ve henüz kesin hükme bağlanmamış davalarda da uygulanmasını öngörmektedir.
Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü
fıkrasına eklenen kuralın yukarıda yapılan incelenmesi neticesinde Anayasa’ya
aykırı olduğu sonucuna ulaşıldığından aynı gerekçelerle kural, Anayasa’nın 43.ve
169. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir..."
3. Yargıtay İçtihadı
32. Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun
4/2/1959 tarihli ve E.1957/13, K.1959/5 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin
bozma kararına uyması halinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında
kalmış cihetlerinin kesinleşmiş, sayılması, davaların uzamasını önlemek
maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli
hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde
olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat
dairece itiraz reddedilmiştir, yahut da onu hedef
tutan, bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz
Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir boşama sebebi
sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairece de bozma sebebi sayılmamıştır.
Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan
bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuli bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira
umumi müktesep hakkın tanınması amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir
esastır. Lakin, vazife konusunda usuli müktesep hak
prensibinin kayıtsız, şartsız tatbiki, usulün az önce anılan mutlak hükmünün
değiştirilmesi neticesini doğuracaktır ki, sözkonusu
maddenin yazılışı ve kanuna konuluş gayesi itibariyle böyle bir netice kaideten caiz görülemez. Ancak ileri sürülen vazifesizlik itirazının Temyiz Dairesine reddi ve kararın
başka sebeplerden bozulması ve bozmaya uyulması halinde davanın yine vazifesizlik sebebiyle reddi yoluna gidilebilmesi, usul
hükümlerinin esas gayesini haleldar edebilecek bir mahiyet arz edeceği cihetle
haddizatında nadir olan böyle vaziyetlerde istisnai olarak kanunun 7.
maddesinin tatbikini kabul etmemek, menfaatlar
vaziyetine gereği gibi uygun düşecektir. Netice;
Kaide olarak usuli
müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın
bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı
verebileceğine, birinci toplantıda 2/3 ekseriyet sağlanamaması sebebiyle
4/2/1959 günlü ikinci toplantıda ve mutlak ekseriyetle karar verildi."
33. Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun
9/5/1960 tarihli ve E.1960/21, K.1960/9 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen
bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme
ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar
verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün
bozmada gösterilen esaslaraaykırı bulunması, usule
uygun sayılamaz ve bozma sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma
kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın
neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına
uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu,
taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak
bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule
ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki Usule ait
müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma
kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi
ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması
yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş
bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun
dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.
Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve
yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve
kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve
kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul
edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen
Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya usule ait
hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul hükümleriyle
hedef tutulan iktikrarı zedeler ve hatta kararlara
karşı umumi güveni dahi sarsar.
Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp,
mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli müktesep hak için kanunda açık hüküm bulunmaması,
onun kabul edilmemesini gerektirmez.
4/2/1959 günlü ve E, 13, K/5
.sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği üzere gerek Temyiz
Mahkemesini, gerekse diğer mahkemeleri bağlayan usuli
müktesep halk esasının müstesnası olarak mahkemenin vazifesizliğine
karar verilebileceği, adı geçen kararda kabul edilmiştir. O halde, usule ait
müktesep hak esası, bir birçok hukuk kaideleri gibi istisnaları bulunan
kaidelerdendir.
II - Temyiz Teşkilat Kanununun 6082 sayılı kanunla değiştirilmiş 8 inci
maddesinin 5 inci fıkrasında (İçtihatların birleştirilmesi suretiyle verilen
kararlar, emsali hadiselerde mahkemeleri bağlar) denilmektedir. Mahkemelerin
elinde bulunan bütün işlere ve bu arada bozma kararına uyulduktan sonra karar
bağlanıp aleyhine karar verilmiş olanın temyiz etmesi sebebiyle temyiz
mahkemesinde bulunan işlere ve yine bozma kararın uyulduktan sonra mahkemelerce
incelenmekte olan işlere yeni çıkan içtihadı birleştirme kararının tatbiki, bu
maddenin herhangi bir istisna kabul etmeyen lafzına uygun düşecektir. Bundan
başka, içtihadı birleştirme kararı, daire kararlarından daha doğru bir içtihada
varmak için verilmiş bir karar olduğu cihetle onun mümkün olan her davaya
tatbiki, usul kaideleriyle güdülen hakka varma gayesine dahi uygun olur.
Nihayet, içtihadi birleştirme kararıyla kabul edilen
afaki esasları tatbik ederek istikrarı sağlama prenisibinin
sayısı belli hadiselerde feda edilmesinde de bu yolsuzluk düşünülemez ve bu
şekilde bir tatbikat, adalete güveni sarsmak şöyle dursun bilakis bu güveni
kuvvetlendirir. Demek ki söz konusu kanun hükmünün mümkün olan her hadiseye
tatbiki ile müktesep hak esasının içtihadı birleştirme kararı karşısında gözönünde tutulmaması, o maddenin hem mutlak olan lafzına, hem de ruhuna uygun bulunacaktır.
Şu ciheti açıklayalım ki, usuli
müktesep hakka aykırı içtihadı birleştirme kararı çıkınca Temyiz Daireleri
içtihadı birleştirmeye aykırı ve fakat usuli müktesep
hakka uygun olan kararları bozacaklar, bozma kararı üzerine davayı incelemekte
olan diğer mahkemeler dahi içtihadı birleştirme kararını kesin olarak öğrenince
bozma kararıyla gösterilen yolu bırakarak içtihadı birleştirme kararı gereğince
inceleme yapmaya başlayacak ve o karar gereğince hüküm vereceklerdir.
III - Usule ait müktesep hakkın diğer bir şekli de bazı konuların Temyiz
Dairesinin bozma kararının şümulü dışında kalarak kesinleşmesi ile meydana
gelen şeklidir. Her ne kadar bu cihet, içtihadı birleştirmenin dışında kalmakta
ise de, bu şimdiki kararda ileri sürülen gerektirici
sebepler karşısında, bu içtihadı birleştirme ile kabul edilen hukuki esasın bu
şekil müktesep hakların varlığı halinde de, tatbiki ileri sürülebilecektir.
Netice;
Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının
Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep
hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan
bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, 9/5/1960 günlü birinci toplantıda
üçte ikiyi aşan ekseriyetle karar verildi."
34. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2013 tarihli ve
E.2013/23-131, K.2013/1681 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Somut uyuşmazlığın doğduğu tarihte
yürürlükte olan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm
bulunmamaktadır.
Bu kurum, davaların uzamasını önlemek, hukuki
alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek
amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul
hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri haline gelmiştir. Anlam
itibariyle, bir davada, mahkemenin yada tarafların
yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine
uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
Hemen belirtelim ki; bir mahkemenin Yargıtay
Dairesi'nce verilen bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda
gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen
hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli
kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu
Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma
zorunluluğu getirdiği gibi, mahkemenin kararını bozmuş olan Yargıtay Hukuk
Dairesi'nce de, sonradan, ilk bozma kararı ile
benimsemiş olduğu esaslara ve dolayısı ile oluşan usuli
kazanılmış hakka aykırı bir şekilde ikinci bir bozma kararı verilmesini
yasaklamaktadır.
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması
ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli
kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında
kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak
gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı
dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme
kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir
başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu'nun
04.02.1959 gün ve 1957/13-1960/5; 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı ilamlarında
açıklandığı üzere, bir mahkemenin Yargıtayca verilen
bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde
inceleme ve araştırma yaparak, yine o kararda belirtilen hukuki esaslar
gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin
sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun
sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki, bu aykırılık sadece bozma kararında
gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini
değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla
meydana gelen durum uyarınca muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan
birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur
ve buna usuli kazanılmış hak yahut usule ait kazanılmış
hak denilmektedir.
Usul Kanunumuzda usule ait kazanılmış hakka
ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Yargıtayın
bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan
gayesi ve muhakeme usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş
olması yanında, hukuki alanda istikrarı sağlamak amacına ermek üzere kabul
edilmiş bulunması bakımından usule ait kazanılmış hak müessesesi, usul
kanununun dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir.
Gerçekten, mahkemenin doğru bularak uyduğu ve
yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve
kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul ve
kanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle bir netice asla kabul
edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun karar vermesine rağmen Yargıtayın ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna veya
usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul
hükümleriyle hedef tutulan amacı zedeler ve hatta kararlara karşı duyulması
gereken genel güveni dahi sarsar.
Esasen, hukukun kaynağı, sadece kanun olmayıp,
mahkeme içtihatları dahi hukukun kaynaklarından oldukları cihetle, söz konusu, usuli kazanılmış hak için kanunda açık hüküm bulunmaması,
onun kabul edilmemesini gerektirmez.
Kazanılmış haklar Hukuk Devleti kavramının
temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan
kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar Anayasanın 2.maddesinde
açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne aykırılık
oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı, hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır,
belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında
olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları
bulunmaktadır:
Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir
içtihadı birleştirme kararı (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe
etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş
olmakla oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer
taşımayacaktır.
Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun
hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesi’nce iptaline karar verilirse,
usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa
Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar
verilebilecektir (Hukuk Genel Kurulu’nun 21.01.2004 gün ve E:2004/10-44,
K:2004/19 sayılı ilamı).
Bu sayılanların dışında ayrıca; görev konusu,
hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma
kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Baki, Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü,
Cilt 5, İstanbul 2001, Sahife:4738 vd).
Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için; bir davada, ya taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından
açık biçimde yapılmış olan ve istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi
ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir
hakkın varlığından söz edilebilmesi gerekir..."
35. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/12/2017 tarihli ve E.2017/5-2575,
K.2017/1906 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"Bilindiği üzere bir davada mahkemenin
veya tarafların yapmış oldukları bir usul işlemi nedeniyle taraflardan biri
lehine, dolayısıyla diğeri aleyhine doğan ve gözetilmesi zorunlu olan hakka usuli kazanılmış hak denilir.
Örneğin mahkemenin Yargıtay bozma kararına
uymasıyla bozma kararı lehine olan taraf bakımından kazanılmış hak doğar.
Bir mahkemenin Yargıtay Dairesince verilen
bozma kararına uyması sonunda, kendisi için o kararda gösterilen biçimde
inceleme ve araştırma yapmak ve yine o kararda belirtilen hukuksal esaslar
gereğince karar vermek yükümlülüğü oluşur. Bu itibarla mahkemenin sonraki
hükmünün bozma kararında gösterilen ilkelere aykırı bulunması, usule uygun
olmadığından bozma nedenidir.
Bozma kararı ile dava, usul ve yasaya uygun
bir hale sokulmuş demektir. Bozma kararınauyulduktan
sonra buna aykırı karar verilmesi usul ve yasaya uygunluktan uzaklaşılması
anlamına gelir ki, böyle bir sonuç kamu düzenine açıkça aykırılık oluşturur. Buna
göre Yargıtay’ın bozma kararına uymuş olan mahkeme bu uyma kararı ile bağlıdır.
Daha sonra bu uyma kararından dönerek direnme kararı veremez; bozma kararında
gösterilen biçimde inceleme yapmak ya da gösterilen biçimde yeni bir hüküm
vermek zorundadır.
Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma
kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve
araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar
verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün
bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma
sebebidir, meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul
kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet
arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince
muamele yapma vehüküm verme durumu, taraflardan
birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur
ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep
hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki usule ait müktesep hakka
ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve
usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme
usulünün hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında
hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması
bakımından usule ait müktesep hak müessesesi; usul kanununun dayandığı ana
esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir.
Gerçekten mahkemenin doğru bularakuyduğu
ve yahut kanun gereğince uymak zorunda olduğu bozma kararı ile dava, usul ve
kanuna uygun bir çığıra sokulmuş demektir. Buna aykırı karar verilmesi, usul vekanuna uygunluktan uzaklaşılması manasına gelir ki, böyle
bir netice asla kabul edilemez. Bundan başka, mahkemenin bozma kararına uygun
karar vermesine rağmen Temyiz Dairesinin ilk bozmasıyla benimsenmiş olan kanuna
veya usule ait hükümlere aykırı şekilde ikinci bir bozma kararı vermesi, usul
hükümleriyle hedef tutulan istikrarı zedeler ve hatta kararlara karşı umumi
güveni dahi sarsar. (09.05.1960 tarih 21/9 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)
Aynı ilke Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
05.02.2003 gün ve 2003/8-83 E., 2003/72 K.; 17.02.2010 gün ve 2010/9-71 E.,
2010/87 K.; 25.01.2017 gün ve 2015/9-463 E., 2017/137 K. sayılı kararlarında da
benimsenmiştir.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında
olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları
bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir İçtihadı
Birleştirme Kararı (09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK) ya da geçmişe etkili
bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma kararına uyulmuş olmakla
oluşan usuli kazanılmış hak hukukça değer
taşımayacaktır. Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm
kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin
iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK’nun 21.01.2004 gün ve 2004/10-44 E., 19 K.; 03.02.2010
gün ve 2010/4-40 E., 2010/54 K.).
Bu sayılanların dışında ayrıca görev, hak
düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, harç ve maddi hataya dayanan bozma
kararlarına uyulmasında olduğu gibi kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez (Kuru B.: Hukuk
Muhakemeleri Usulü – C. V, 6. b İstanbul 2001, s 4738 vd).
Usuli kazanılmış hakkın hukuki sonuç doğurabilmesi için bir davada ya
taraflar ya mahkeme ya da Yargıtay tarafından açık biçimde yapılmış olan ve
istisnalar arasında sayılmayan bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine
doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan bir hakkın varlığından söz
edilebilmesi gerekir."
B. Uluslararası Hukuk
1. Adil Yargılanma Hakkı
Yönünden
36. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:
“Herkes davasının medeni hak ve yükümlülükleri
ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların
esası konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir
mahkeme tarafından kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde, görülmesini
isteme hakkına sahiptir...”
37. Brumărescu/Romanya ([BD], B. No: 28342/95,
28/10/1999) kararına konu olayda başvurucunun miras bırakanına ait ev 1950
yılında devletleştirilmiştir. 1973 yılında devlet bu taşınmazı üçüncü bir
kişiye satmıştır. Başvurucunun 1993 yılında açtığı davada ilk derece mahkemesi
taşınmazın başvurucuya iadesine karar vermiştir. Karar itiraz edilmeksizin
kesinleşmiş ancak Başsavcılığın süresiz olarak karara itiraz yetkisi
bulunduğundan, yapılan itiraz neticesinde temyiz mahkemesince karar
bozulmuştur. AİHM, söz konusu kararın bu şekilde bozulmuş olmasını adil
yargılanma hakkı çerçevesinde incelemiştir (Brumărescu/Romanya, §§ 59, 60).
38. AİHM'e göre Sözleşme'nin 6.
maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı Sözleşme'nin başlangıç
bölümü ile birlikte yorumlanmalıdır. Buna göre -diğer hususlar yanında- hukukun
üstünlüğü ilkesi taraf devletlerin ortak mirasının bir parçasıdır. AİHM,
hukukun üstünlüğü ilkesinin temel unsurlarından birinin ise mahkemelerin bir
konuda nihai olarak karar verdikleri takdirde hükümlerinin yeniden tartışma
konusu yapılmamasını (sorgulanmamasını) gerektiren hukuki belirlilik (legal certainty) ilkesi olduğunu vurgulamıştır (Brumărescu/Romanya, § 61).AİHM sonuç olarak olayda
herhangi bir zaman sınırı olmaksızın nihai nitelikteki hükümlerin
bozulabildiğine dikkat çekmiş ve bu durumun ise hukuki belirlilik ilkesiyle
bağdaşmadığı gerekçesiyle Sözleşme'nin 6. maddesinin ihlaline karar vermiştir (Brumărescu/Romanya, §§ 62-65).
39. AİHM, bir taraf devletin iç hukuk sisteminin, nihai ve
bağlayıcı bir yargı kararının bir tarafın zararına olacak şekilde uygulanmamasına
izin verdiği takdirde bunun mahkemeye erişim hakkını ihlal edeceğini
belirtmektedir. (Hornsby/Yunanistan, B. No: 18357/91, 19/3/1997, §
40).
2. Mülkiyet Hakkı
Yönünden
40. AİHM, mülkün gerçek değerine göre makul kabul edilebilecek
bir tazminat ödemeden mülkiyetten yoksun bırakmanın Sözleşme'ye
ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesikapsamında aşırı
bir yük oluşturduğunu ve hiç tazminat ödenmeden mahrum bırakmanın ancak
istisnai durumlarla haklı bulunabileceğini belirtmektedir (Nastou/Yunanistan (No:2), B. No: 16163/02, 15/7/2005, § 33; Jahn ve diğerleri/Almanya [BD],
B. No: 46720/99, 72203/01, 72552/01, 30/6/2005, § 116). AİHM'e
göre bir taşınmazın orman veya kıyı kenar çizgisi ya da başka bir kamu alanında
olduğu gerekçesiyle tapusunun iptal edilmesi, hukuken öngörülebilir olup kamu
alanlarının korunmasına yönelik kamu yararına dayalı meşru bir amaç da
içermektedir. Ancak AİHM, kadastrodan kaynaklanan mülkiyet tespitine ilişkin
hukuki hatalar nedeniyle tapuların iptal edilerek kişilerin mülkiyetlerinden
yoksun bırakıldıkları başvurular bakımından istikrarlı olarak hiçbir tazminat
ödenmemesini haklı gösterecek herhangi bir istisnai durum da bulunmadığı hâlde
bir tazminat ödenmeksizin bireylerin tapu kayıtlarının iptal edilmesi
şeklindeki mülkiyetten yoksun bırakmaya yol açan müdahalenin kamunun yararı ile
bireylerin hakları arasında olması gereken adil dengeyi bozduğu ve bu
müdahalelerin başvurucuları aşırı bir yük altına soktuğu kanaatine vararak
başvurucuların mülkiyet haklarının ihlal edildiğine karar vermiştir (N.A. ve diğerleri/Türkiye, B. No:
37451/97, 11/10/2005, §§ 36-43; Turgut ve
diğerleri/Türkiye, B. No: 1411/03, 8/7/2008, §§ 86-93; Rimer ve diğerleri/Türkiye, B. No: 18257/04,
10/3/2009, §§ 34-41).
41. AİHM'in ihlal kararlarında, belirtilen
“adil denge”nin bozulmasının temelini başvuruculara
hiç tazminat ödenmemesi oluşturmaktadır. Yargıtayın
içtihat değişikliğinden sonra AİHM, bireylerin tazminat ödenmeksizin
taşınmazının elinden alınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiaları
bakımından Yargıtayın yeni içtihatlarına işaret
etmiştir. AİHM; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun AİHM'in
bu konudaki ihlal kararlarına dayanarak tapudaki yanlış kayıtlardan kaynaklanan
ayni hak ya da menfaatleri kaybolmuş ya da kısıtlanmış olanların tapu
kayıtlarındaki düzensizliklerden dolayı devleti sorumlu tutabileceğine
hükmettiğini, tazminat miktarının söz konusu arazinin kullanılma şekli,
niteliği ve değeri temelinde muhtemel getirisi ve emsal değerlerin dikkate
alınarak değerlendirme yapılması gerektiğine dikkat çektiğini, bu başvuru
yolunun düzenli olarak kullanılmakta olduğunu, ulusal mahkemelerin AİHM'in içtihatlarını ve Sözleşme'ye
ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesine dayanarak ilgili mevzuat hükümlerini
uyguladıklarını, başvurucunun tapu belgesinin iptali yönündeki kararın
kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde tazminat talebinde bulunabileceğini
belirterek iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesiyle başvurunun kabul
edilemez olduğuna hükmetmiştir (Mehmet
Altunay/Türkiye (k.k.), B. No: 42936/07, 17/4/2012; Arıoğlu ve diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 11166/05, 6/11/2012; Osman Yaşar Dişlioğlu ve
diğerleri/Türkiye (k.k.), B. No: 39149/04,
11/12/2012).
42. Bununla birlikte her somut olayın kendine özgü koşulları
mevcut olup bu nedenle her başvurunun başvuru tarihindeki duruma göre karara
bağlanması gerektiği de kuşkusuzdur. Nitekim AİHM, söz konusu içtihat
değişikliğinin orman ve kıyı alanlarında kalan taşınmazlar ile ilgili olup her
somut olay bakımından kıyaslanabilecek bir durumda bulunan ve söz konusu
başvuru yolunun başarıyla kullanıldığı emsal bir içtihadın gösterilmesi
gerektiğini ifade etmiş; ayrıca başvuruya konu nihai karardan sonra söz konusu
içtihat değişikliğinin meydana geldiği durumlarda kabul edilemezlik
itirazlarını reddetmiştir (Dürrü Mazhar Çevik ve Asuman Münire
Çevik Dağdelen/Türkiye, B. No: 2705/05, 14/4/2015, §§ 21-30).
V. İNCELEME VE GEREKÇE
43. Mahkemenin 4/4/2018 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Hakkaniyete Uygun
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların
İddiaları ve Bakanlık Görüşü
44. Başvurucular, aleyhlerine açılan davada hak düşürücü süreden
davanın reddine ilişkin kararın Yargıtayca onandığını
ve karar düzeltme talebinin de reddedilerek bu husus yönünden davanın
kesinleştiğini belirtmiştir. Başvurucular; bozma kararının yalnızca yargılama
giderleri ve vekâlet ücretine ilişkin olduğunu, bu hususların ise yeniden bir
yargılama yapılmasını dahi gerektirmediğini ifade etmiştir. Başvurucular ayrıca
bozma kararına uyulmakla bozma kararının kapsamı dışında kalan kısımların
kesinleştiğini, kesin hüküm gücü kazanan bir kararın Yargıtayca
yeniden bozmaya konu edilmesinin ise hukuki güvenlik ilkesine aykırı olduğunu
vurgulamıştır. Başvurucular sonuç olarak adil yargılanma hakkı kapsamında
hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
45. Bakanlık, bu konuda bir görüş bildirmemiştir.
2. Değerlendirme
46. İddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak Anayasa’nın
36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.”
47. Başvurucular, Yargıtayca daha önce
Hazinenin temyiz itirazlarının reddedilmesiyle oluşan usule ilişkin kazanılmış
haklarının gözardı edildiğinden yakınmıştır. Bu
sebeple belirtilen ihlal iddiası hukuki güvenlik ve belirlilik ilkesi
bağlamında hakkaniyete uygun yargılanma hakkı kapsamında değerlendirilmiştir.
a. Genel İlkeler
48.Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin adil
yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş ancak hakkaniyete uygun yargılanma
hakkından açıkça söz edilmemiştir. Bununla birlikte Anayasa'nın 36. maddesine
"...adil yargılanma"
ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası
sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılama hakkının madde metnine
dâhil edildiği vurgulanmıştır. Adil yargılanma hakkı kapsamında Sözleşme’nin 6.
maddesininbirinci fıkrasında birçok hak ve ilke
güvence altına alınmıştır. Bunlardan biri hakkaniyete uygun yargılanma hakkıdır.
Dolayısıyla Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının
hakkaniyete uygun yargılanma hakkını da kapsadığının kabul edilmesi gerekir (Ahmet Acar, B. No: 2014/19936, 21/9/2017,
§ 47).
49. Anayasa Mahkemesi; iptal veya itiraz yoluyla gündemine gelen
davalarda, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve
Anayasa'ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlet
olduğunu belirterek hukuki güvenlik ilkesinin hukuk devletinin unsurlarından
biri olduğunu ifade etmiştir (AYM, E.2014/73, K.2014/98, 22/5/2014; AYM,
E.2006/61, K.2007/91, 30/11/2007).
50. Anayasa Mahkemesi, bu kavramların içeriğini kararlarında
tanımlamış; kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik
ilkesinin hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu
güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kıldığını,
belirlilik ilkesinin ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade ettiğini belirtmiştir (AYM, E.2013/64,
K.2013/142, 28/11/2013).
51. Anayasa Mahkemesi; mahkeme kararları ve uygulama açısından
belirliliği açıklarken belirlilik ilkesinin yalnızca yasal belirliliği değil
daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade ettiğini, yasal düzenlemeye
dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliğe ilişkin
gereklilikleri karşılaması koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin
düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabileceğini, hukuki
belirlilik ilkesinde bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların
o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasının önemli olduğunu belirtmiştir (AYM,
E.2015/15, K.2015/118, 23/12/2015, § 7).
52. Bunun yanında Anayasa Mahkemesi, bazı kararlarında hukuk
güvenliği ilkesinin bir gereği olarak kuralların öngörülebilir olması
gerektiğinden açıkça bahsetmiş; hukuk güvenliğinin, temel hak güvencelerinde
korunan ortak değer olduğunu, hukuk devletinde hukuk normlarının öngörülebilir
olması ve bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesi
gerektiğini ifade etmiştir (AYM, E.2008/19, K.2010/17, 28/1/2010).
53. Türk hukukunda
"Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak
zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle
değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez."
hükmüyle kaynağı Anayasa'nın 138. maddesinin dördüncü fıkrasında bulunan kesin
hüküm; mahkemelerce verilen, yasa yolları izlenerek ya da izlenmesi gerekli
görülmeyerek sonuçlanan, uyulması ve yerine getirilmesi zorunlu, itirazı ve
konusunun yeniden ele alınması olanaksız kararları ifade etmektedir.
Anlaşmazlıkların sürüp gitmesini önleyerek kamu düzenine katkıda bulunma
düşüncesine bağlanan "kesin hüküm" ilkesi, yürürlükteki kurallara
göre çözümlenen bir konunun o konunun ilgilileri arasında -kanunun öngördüğü
"iade-i muhakeme" gibi ayrık durum dışında- yeniden incelenmesine
engeldir. Değişik kanunlarda yer alan bu hukuksal kurum, yargı alanında
kararlılık sağlamak amacına bağlanmaktadır. Biçimsel ve nesnel anlamda
tanımları yapılan bu kurumun ögeleri; yargı kararlarına tanınan bir nitelik
olması, bu niteliğin yasalarla tanınması ve yargı kararına uyulması
zorunluluğudur (AYM, E.1988/36, K.1989/24, 2/6/1989).
54. Kesin hükme saygı ve kesin hükmün bağlayıcı olması, hükmü
veren mahkeme de dâhil diğer bütün mahkemelerin ve diğer ilgili kurumların bu
kararla bağlı olması anlamına gelir. Yargının verdiği ve bağlayıcı olan kesin
hüküm, zarar gören taraflardan biri açısından işlevsiz duruma getirilmişse adil
yargılanma hakkının sağladığı güvencelerin bir anlamı kalmayacaktır (Alba İnşaat Tic. Ltd. Şti., B. No: 2013/1313,
26/2/2015, §§ 53, 54; Arman Mazman, B. No: 2013/1752, 26/6/2014, § 65).
55. Bir mahkeme kararının kesin hüküm mahiyetini alabilmesi için
genel olarak üç koşul aranmaktadır. Bunlardan birincisi, kesin hüküm sayılan
bir mahkeme kararının bulunmasıdır. Kesin hüküm niteliği taşımayan bazı
kararlar -özellikle tespit ve tedbir kararları ile icra mahkemesi kararları-
kesin hükmün bağlayıcılığı kudretini de haiz değildir. İkinci olarak kesinleşen
kararın taraflar arasında mevcut olan bir ihtilafı çözmek amacıyla verilmesi
gerekir. Dolayısıyla bir anlaşmazlığı çözmeyen, hasımsız olarak verilen bazı
veraset kararları kesin hüküm mahiyetinde değildir. Üçüncü olarak ise söz
konusu kararların nihai olması gerekir. Kararların nihailiği;
mahkemenin tarafların iddia ve savunmalarını dinleyerek, delilleri
değerlendirerek bu hususta son kararını vermiş olması anlamına gelmektedir. Bir
kararın maddi anlamda kesin hüküm niteliğini haiz olması ve bu konuda kesin
hüküm itirazında bulunulabilmesi için davanın taraflarının, konusunun ve
sebeplerinin aynı olması gerekmektedir (Alba İnşaat Tic. Ltd. Şti., § 55).
b. İlkelerin Olaya
Uygulanması
56. Somut olayda Hazine tarafından başvurucular aleyhine açılan
davanın ilk derece mahkemesince 17/2/2010 tarihinde hak düşürücü süre yönünden
reddine karar verilmiş, bu karar Yargıtay 1. Hukuk Dairesince 9/6/2010
tarihinde yargılama giderleri yönünden bozulmuştur (bkz. §§ 13, 14). Bozma
kararına uymak suretiyle verilen karar, bu defa yargılama sırasında Anayasa
Mahkemesince verilen iptal kararı gerekçe gösterilerek Yargıtay 8. Hukuk
Dairesince 19/3/2012 tarihinde yeniden bozulmuştur (bkz. §§ 16, 17).
57. Öncelikle olayda kesin hükmün mevcut olup olmadığı tespit
edilmelidir. Buna göre ilk olarak taraflar arasındaki davanın tapu iptaline
ilişkin bir ihtilafı çözmek amacıyla açıldığı ve bu bakımdan davada verilecek
kararın kesin hükme konu olabileceği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte söz
konusu kararın nihai olarak verilmiş olması da gerekmektedir. Yargıtay
Dairesinin 9/6/2010 tarihli kararında Hazinenin temyiz itirazları kısmen
reddedilmekle birlikte kısmen dahi olsa bir onama hükmüne yer verilmediği
görülmektedir. Dolayısıyla özellikle usule ilişkin kazanılmış hak kavramı ve
bunun istisnalarına ilişkin Yargıtayın yerleşik
içtihatları ile 6100 sayılı Kanun'un 303. maddesi ile 367. maddesinin (2)
numaralı fıkrasındaki hükümler birlikte dikkate alındığında bozma kararı
sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı yönünden şeklî anlamda bir
kesinleşmeden söz edilemez.
58. Başvurucular ise karşı tarafın temyiz itirazlarının kısmen
reddedilmesiyle usule ilişkin kazanılmış haklarının olduğundan söz etmektedir.
Yargıtay kararlarında değinildiği üzere "usule ilişkin kazanılmış
hak" kavramına kanunda yer verilmemiş olup bu müessese içtihat yoluyla
kabul edilmiştir. Buna göre mahkemenin Yargıtay bozma kararına uymasıyla bozma
kararı lehine olan taraf bakımından kazanılmış bir hakkın doğduğu kabul edilir.
Ancak yine Yargıtayca "usule ilişkin kazanılmış
hak" kavramının bazı istisnalarının olduğu kabul edilmiştir. Bu
istisnalardan biri de yargılama devam ederken Anayasa Mahkemesinin iptal
kararının yürürlüğe girmesi hâlidir. Anayasa'nın 153. maddesinde Anayasa
Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği açık olarak hüküm altına
alınmıştır. Ancak yargılama devam ederken yürürlüğe giren söz konusu iptal
kararlarının mezkûr davada da uygulama alanı bulacağı Yargıtay tarafından kabul
edilmiştir (bkz. §§ 28-31). Usule ilişkin kazanılmış hak kavramına ilişkin
Yargıtay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığı görülmekte
olup bu içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunda ise kuşku
bulunmamaktadır.
59. Bu durumda somut olayda ilk derece mahkemesince davanın
reddine ilişkin kararın Yargıtayca bozulduğu ve
kısmen dahi olsa hükmün onanmasına ilişkin açık bir ifadeye yer verilmediği
görüldüğünden şeklî anlamda bir kesinleşmeden söz edilemeyeceği
anlaşılmaktadır. Her ne kadar Yargıtayca Hazinenin
temyiz itirazları kısmen reddedildiğinden usule ilişkin kazanılmış hak gündeme
gelebilirse de yine Yargıtayın öngörülebilir
mahiyetteki süreklilik kazanmış yerleşik içtihadına göre Anayasa Mahkemesinin
iptal kararlarının yürürlüğe girmesi usule ilişkin kazanılmış hakkın
istisnalarından biri olarak kabul edilmiştir. Yargıtay Dairesi sonuç olarak
daha önceki bozma kararının dayanağının Anayasa Mahkemesinin iptal kararıyla
ortadan kalktığını ve Hazinenin kararı temyiz etmemiş olmasının kazanılmış hak
yaratmayacağını ifade etmiştir. Dolayısıyla bozma kararı sebebiyle nihai
anlamda sonuçlanmış bir karardan söz edilemeyeceğine göre sonradan Anayasa
Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi kesin
hükmün ortadan kaldırıldığı anlamına gelmemektedir.
60. Olayda Mahkemece keşif yapılmış ve bilirkişi heyetinin
görüşüne başvurulmuştur. Mahkeme sonuç olarak bilirkişilerce açıklanan görüşe
itibar ederek taşınmazın kıyı kenar çizgisinin içinde kaldığı kanaatine
ulaşmıştır. Daire de Mahkemenin ulaştığı kanaati usule ve hukuka uygun
bulmuştur.
61. Kıyı kenar çizgisinin tespiti ve taşınmazın kıyı kenar
çizgisinin içinde kalıp kalmadığı hususu, maddi bir olgu olarak davaya bakan
derece mahkemelerinin yetkisi ve takdirindedir. Anayasa Mahkemesinin bireysel
başvuru kapsamında derece mahkemelerinin maddi olay ve olgular ile delillerin
değerlendirilmesi hususundaki takdirini denetlemesi kural olarak mümkün
değildir. Ancak derece mahkemelerinin bu husustaki değerlendirmelerinin bariz
takdir hatası veya açık bir keyfîlik içermesi, bunun hak
ve özgürlüklere müdahale teşkil etmesi hâlinde Anayasa Mahkemesinin denetim
hakkı saklıdır (Ahmet Sağlam, B.
No: 2013/3351, 18/9/2013, § 42).
62. Tüm bu hususlar birlikte dikkate alındığında Mahkemece
delillerin değerlendirilmesinde ve yorumlanmasında açık ve bariz bir takdir
hatasının bulunmadığı ve yargılama sonucunda taşınmazın kıyı kenar çizgisinin
içinde kaldığı yolunda varılan kanaatin keyfîlik
içermediği sonucuna ulaşılmaktadır. Mahkemenin söz konusu taşınmazın kıyı kenar
çizgisi içinde kaldığı yolundaki kabulünün aksini düşünmeyi gerektirecek
başkaca bir neden de bulunmamaktadır.
63. Sonuç olarak yargılama nihai olarak sona ermeden kesin
hükümden söz edilemeyeceği ve özellikle yargılamaya ilişkin usul kurallarının
ise keyfî olarak uygulanmayıp öngörülebilir ve belirli olduğu sürece hukuki
belirlilik ilkesi yönünden bir sorun teşkil etmediği dikkate alındığında somut
başvuru bakımından yargılamanın hakkaniyete uygun yürütülmediği iddiası
yönünden bir ihlalin bulunmadığı açıktır.
64. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul
edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez
olduğuna karar verilmesi gerekir.
B. Mülkiyet Hakkının
İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucuların
İddiaları ve Bakanlık Görüşü
65. Başvurucular, Hazine tarafından açılan davada yapılan
yargılama neticesinde adlarına kayıtlı tapunun iptal edilmesi nedeniyle
mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.
66. Bakanlık görüşünde, başvurucuların 4721 sayılı Kanun'un
1007. maddesine dayalı olarak Hazine aleyhine tazminat
davası açabilecekleri belirtilerek başvuru yollarının tüketilmediği yönünde
kanaat bildirilmiştir.
2. Değerlendirme
67. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011
tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmak için ihlale neden olduğu iddia edilen
işlem veya eylem için idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş
olması gerekir.
68.Temel hak ve özgürlüklere saygı, devletin tüm organlarının
uyması gereken bir ilke olup bu ilkeye uygun davranılmadığı takdirde ortaya
çıkan ihlale karşı öncelikle yetkili idari mercilere ve derece mahkemelerine
başvurulmalıdır. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, ikincil nitelikte bir
kanun yoludur. Temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle
genel yargı mercilerinde, olağan kanun yolları ile çözüme kavuşturulması
esastır. Bireysel başvuru yoluna, iddia edilen hak ihlallerinin bu olağan
denetim mekanizması içinde giderilememesi durumunda başvurulabilir (Bayram Gök, B. No: 2012/946, 26/3/2013, §§
17, 18).
69. Olayda başvurucuların maliki bulunduğu taşınmazın tapusu
kıyı kenar çizgisinde kaldığı gerekçesiyle iptal edilerek bu kısmın tapudan
terkinine karar verilmiştir. Tapulu taşınmazın kıyıda kaldığı gerekçesiyle Hazine
tarafından açılan dava neticesinde yargı kararıyla tapudan terkin edilmesi
mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmekte olup mülkten yoksun bırakma
niteliğindedir.
70. Mülkiyet hakkı, mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla
sınırlandırılabilir. Ancak bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması
gerekir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan malların korunması amacıyla
mülkiyet hakkına müdahale edilmesi meşru olmakla birlikte bu kamusal külfetin
tamamının mülk sahiplerine yüklenemeyeceği ve kanun koyucunun buna uygun çözüm
yolları bulması gerekeceği açıktır (AYM, E.2009/31, K.2011/77, 12/5/2011).
71. Temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin
çevreden eşit şekilde yararlanma hakkının bir uzantısı olarak Anayasa'nın 43.
maddesinde, kıyıların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek
bu alanlarda özel mülkiyet yasaklanmıştır. Bu nedenle belli bir sürenin
geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesi olanaklı değildir
(bkz. § 27). Dolayısıyla başvurucuların taşınmazının Hazine adına tescili
suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunduğu
sonucuna ulaşılmaktadır. Öte yandan kıyıların korunması amacıyla mülkiyet
hakkına müdahale edilmesinde kamu yararı bulunduğu tartışmasızdır (AYM, E.2009/31,
K.2011/77, 12/5/2011).
72. Başvurucuların kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı anlaşılan
tapulu taşınmazı Hazine adına tespit ve tescil edilmek suretiyle mülkiyet
hakkına yapılan müdahale, kanuna uygun ve meşru bir amaç taşımakta ise de
taşınmazın bedelinin ödenmemesi başvuruculara ağır ve katlanılamaz bir külfet
yüklemektedir. Kıyıların korunmasındaki kamu yararı amacı ile başvurucuların
mülkiyet hakkı arasında makul denge, başvuruculara tazminat ödenmesi veya
başvurucuların zararlarının başka yollarla telafi edilmesi şartıyla
sağlanabilir.
73. 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi;
tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan devletin sorumlu olduğunu,
devletin zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu edebileceğini hüküm
altına almıştır. Anayasa Mahkemesi, daha önceki kararlarında Yargıtay
içtihadına dayanarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde
öngörülen tazminat yolunun kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan
zararların telafisi yönünden de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012,
16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter,
B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§ 41, 42; Hatice
Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§ 74-76). Buna göre
tapu ve kadastro işlemleri nedeniyle zarar görenler, 4721 sayılı Kanun'un 1007.
maddesi gereğince zararlarının tazmini için 11/1/2011
tarihli ve 6098 sayılı Borçlar Kanunu'nun 146. maddesi gereğince on yıllık
zamanaşımı süresinde Hazine aleyhine adli yargıda dava açabilirler (Nazmiye Akman, §§ 25, 27).
74. Somut olayda Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18/11/2009 ve
16/6/2010 tarihli devletin sorumluluğu kapsamında tazminat ödenmesine ilişkin
söz konusu içtihat değişikliklerinin, başvurucuların tapu kaydının iptaline
ilişkin 26/2/2015 tarihli nihai karar tarihinden önce olduğu görülmektedir.
Buna karşın başvurucuların 4721 sayılı Kanun’un 1007. maddesine
dayanarak tazminat davası açtığına dair herhangi bir bilgi veya belgenin
bireysel başvuru dosyasına sunulmadığı görülmektedir. Bu durumda erişilebilir
ve etkili bir çözüm yolu sunduğu tespit edilen söz konusu yargısal yola
başvurulmadığı görülmekle somut olay bakımından başvuru yollarının usulünce
tüketildiği söylenemez.
75. Açıklanan gerekçelerle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine
ilişkin iddia yönünden başvurunun diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden
incelenmeksizin başvuru yollarının
tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi
gerekir.
C. Makul Sürede
Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
76. Başvurucular, makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
1. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
77. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan makul
sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
78. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın
ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra
aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam
eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının
ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13,
2/7/2013, §§ 50, 52).
79. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin
yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın
karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama
sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki
menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Güher Ergun ve diğerleri, §§ 41-45).
80. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda
verdiği kararlar dikkate alındığında somut olaydaki yaklaşık 16 yıl 5 aylık
yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.
81. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
D. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
82. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkraları şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından
kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında
hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya
genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama
yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar
verir.”
83. Başvurucular, ihlallerin tespiti ile maddi ve manevi
tazminata hükmedilmesi taleplerinde bulunmuşlardır.
84. Başvuruda, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılmıştır.
85. Makul sürede yargılanma hakkının ihlali nedeniyle yalnızca
ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında
başvuruculara müştereken net 27.700 TL manevi tazminat ödenmesine karar
verilmesi gerekir.
86. Başvurucuların diğer ihlal iddiaları yönünden başvurunun
kabul edilemez olduğuna karar verildiğinden bu ihlal iddialarının sonuçlarına
yönelik olduğu anlaşılan maddi tazminat taleplerinin ise reddine karar
verilmesi gerekir.
87. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 226,90 TL harç ve 1.980
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.206,90 TL yargılama giderinin
başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. 1. Hakkaniyete uygun
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle
KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
2. Mülkiyet hakkının
ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru
yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,
3. Makul sürede
yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR
OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan makul sürede
yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Başvuruculara net 27.700 TL manevi tazminatın müştereken
ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,
D. 226,90 TL harç ve 1.980 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.206,90 TL yargılama giderlerinin BAŞVURUCULARA MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye
Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme
olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre
için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
4/4/2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.