TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
AYŞE ÇİDEM TEKİNDAĞ VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2017/15121)
|
|
Karar Tarihi: 11/12/2019
|
R.G. Tarih ve Sayı: 23/1/2020-31017
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
Başkan
|
:
|
Recep
KÖMÜRCÜ
|
Üyeler
|
:
|
Engin
YILDIRIM
|
|
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
|
|
Muammer
TOPAL
|
|
|
M.Emin KUZ
|
Raportör
|
:
|
Olcay ÖZCAN
|
Başvurucular
|
:
|
1. Ayşe
Çidem TEKİNDAĞ
|
|
|
2. Gülten
ACAR
|
|
|
3. Mehmet
Ali ÖZARSLAN
|
|
|
4. Nimet
TEKİNDAĞ
|
|
|
5. Nurten
BORAN
|
|
|
6. Sevil
ÇİÇEK
|
Vekili
|
:
|
Av. Yılmaz
VAR
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, tapu siciline güvenilerek satın alınan taşınmazın
bir bölümünün kadastro çalışması sonucu orman vasfıyla Hazine adına tespit ve
tescilinden dolayı uğranılan zararın tazmin edilmesi istemiyle açılan davanın
zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal
edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 19/4/2017 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden
sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirilmesine gerek olmadığını
belirtmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal
Yargı Ağı Bilişim Sisteminden (UYAP) erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde
olaylar özetle şöyledir:
8. İstanbul’un Beykoz ilçesi Kanlıca mevkii 172 parselin geldisi
olan 520 parsel sayılı 198.618 m² yüz ölçümlü ve taş ocağı ve kargir ahırı olan arazi niteliğindeki taşınmaz
1/6/1953 tarihli kadastro tutanağı ile başvurucuların murisi İ.E.Ö. adına tescil
edilmiştir. Daha sonra ikinci kez tapulama yapılmış ve taşınmazın 51.318 m²lik
bölümü 15/6/1958 tarihinde orman vasfı ile Hazine adına tescil edilmiştir.
9. Başvurucuların murisi İ.E.Ö. 26/2/1979 tarihinde vefat etmiş,
geriye mirasçıları olarak başvurucular kalmıştır.
10. Başvurucular, murisleri tarafından bedeli ödenerek tapuda
satın alınan taşınmazın orman vasıflı olduğu kabul edilerek Hazine adına tescil
edilmesi nedeniyle 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun
1007. Maddesi uyarınca 3/10/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır.
11. Beykoz 1. Asliye Hukuk Mahkemesi (Mahkeme) 16/5/2013
tarihinde davayı kabul etmiştir. Mahkeme kararında, mülkiyet hakkı ve tapu
kütüğüne güven ilkesi gereği bu tür davalarda zamanaşımı ve hak düşürücü
sürenin uygulanamayacağı belirtilmiştir. Mahkeme başvurucuların mülkiyet
hakkından mahrum bırakıldıklarına ve bu hakla kamu yararı arasında makul ve
adaletli bir oran kurmak gerektiğine işaret etmiştir.
12. Temyiz edilen karar Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 3/12/2013
tarihinde bozulmuştur. Kararın gerekçesinde özetle;
i. Bireysel başvuru konusu
taşınmazın 1/6/1953 tarihli kadastro tutanağı ile başvurucuların murisi İ.E.Ö.
adına tescil edildiği, ancak 15/6/1958 tarihinde ikinci kez yapılan tapulama ile
51.318 m²lik bölümünün orman vasfı ile Hazine adına tescil edildiği
belirtilmiştir.
ii. 4721 sayılı Kanun’un
1007. Maddesine dayanılarak açılan davalar için 11/1/2011 tarihli ve 6098
sayılı Borçlar Kanunu’nun 146. Maddesindeki (22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı
mülga Borçlar Kanunu’nun 125. Maddesi) on yıllık genel zamanaşımı süresinin
uygulanacağı, taşınmaz 15/6/1958 tarihinde orman vasfı ile Hazine adına tescil
edildiğinden on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ifade edilmiştir.
13. Karar düzeltme istemi Yargıtay 5. Hukuk Dairesi tarafından
15/5/2014 tarihinde reddedilmiştir.
14. Mahkeme, bozma kararına uymuş ve 14/10/2014 tarihinde davayı
zamanaşımından reddetmiştir. Kararın gerekçesinde 15/6/1958 tarihinden
başlayarak on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu üzerinde durulmuştur.
15. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin
(Daire) 8/12/2016 tarihli kararı ile hüküm onanmıştır.
16. Karar düzeltme talebi Daire tarafından 20/3/2017 tarihinde
reddedilmiştir.
17. Nihai karar 18/4/2017 tarihinde tebliğ edilmiştir.
18.Başvurucular 19/4/2017 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
19. Başvuruculardan Gülten Acar’ın bireysel başvuruda bulunduktan
sonra 28/6/2018 tarihinde vefat ettiği anlaşılmıştır.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Mevzuat hükümleri
20. İlgili hukuk için bkz. Yaşar
Çoban (GK), B. No: 2014/6673, 25/7/2017, §§ 37-38.
2. Yargı Kararları
a. Yargıtay Kararları
21. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 18/11/2009 tarihli ve
E.2009/4-383, K.2009/517 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…
Bu aşamada, kadastro işlemlerinden doğan
zararın, tapu sicilinin tutulmasından kaynaklanan zarar kapsamında
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hususunun açıklanmasında yarar
bulunmaktadır.
…
Davaya konu somut olayda, yapılan kadastro
işlemine süresi içinde Hazine adına itiraz etmekle yükümlü olan görevliler
üzerlerine düşen görevlerini yapmamışlardır. Tapu işlemleri kadastro tespiti
işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve tapu
kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün
oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan T.M.K. 1007 anlamında
Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir.
Burada Devletin sorumluluğu kusursuz
sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni
hakların yanlış tescili sonucu değişmesi yada yitirilmesi ile bu haklardan
yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen
ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan
zararları da ödemekle yükümlüdür. Bu itibarla, kadastro görevlilerinin
dayanaksız yada gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve
taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da aynı kapsamda düşünmek
gerekir.
…
Sonuç itibariyle; davacının, Devletin kusursuz
sorumluluğundan kaynaklanan bir zararının oluştuğu ve bu zararın tazminini
Devletten isteyebileceği, Devletin kadastro işlemlerinden kaynaklanan
sorumluluğunun da TMK’nun 1007.maddesi kapsamında olması gerektiği, bu nedenle
görülmekte olan davanın adli yargıda bakılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
…”
22. Yargıtay HGK’nın 13/6/2018 tarihli ve E.2017/5-2025,
K.2018/1189 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…somut olayda 818 sayılı BK’nın 60. Maddesinde
(6098 sayılı TBK’nın 72. Maddesi) öngörülen ve haksız fiil sorumluluğunun tabi
olduğu 1 ve 10 yıllık zamamaşımı sürelerinin mi yoksa aynı Kanunun 125. Maddesinde
(6098 sayılı TBK’nın 146. Maddesi) yer alan 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin
mi uygulanmasının gerektiği, burada varılacak sonuca göre davanın zamanaşımına
uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.
…
Devletin sorumluluğundan söz edebilmek için,
tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir işleminin ve
bununla zararlı sonuç arasında nedensellik bağının varlığı gerekmekle birlikte,
eylemin kusura dayanıp dayanmamasının bir önemi yoktur. Eş söyleyişle, Devletin
sorumluluğu, kusursuz bir sorumluluktur.
…
Bununla birlikte Devletin TMK’nın 1007. Maddesi
kapsamında sorumluluğu sınırsız olmayıp, belli bir zamanaşımı süresine tabidir.
İşte tam bu noktada kısaca zamanaşımı kavramına ve bu konudaki yasal
düzenlemelere değinmekte fayda bulunmaktadır.
Özel hukukta teknik bir kavram olan
zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde Kanunun kabul etmiş
olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir. Çekişmelerin bir an önce
sonuçlandırılmayıp uzun süre askıda bırakılmasının toplumun barış ve huzurunu
bozacağı düşünülerek yargı yoluyla hak aramaya konulan zaman sınırı olarak
öngörülen zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren, ortadan kaldıran bir olgu
olmayıp, doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma
aracıdır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60. Maddesinin
birinci fıkrasında haksız fiilden zarar görenin zararının tazmini istemiyle
açacağı davaların bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ayrıca düzenlenmiştir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun ‘Müruru
zaman’ başlıklı 60. Maddesinde; ‘Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla
nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve
failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her hâlde zararı müstelzim
fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz…’ hükmü yer
almaktadır.
BK’nın 60. Maddesinin birinci fıkrasına göre,
tazminat davası açma hakkı zarar görenin, zararı ve haksız eylemi öğrenmesinden
itibaren başlayacak ve bir yılda zamanaşımına uğrayacaktır. Burada önemli olan
zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmektir.
Diğer bir anlatımla, bir yıllık sürenin
başlaması için zarar görenin, zarar ile birlikte tazmin borçlusunu da öğrenmiş
olması gerekir. Kusur sorumluluğunda failin öğrenilmesi gerekir.
Aynı Kanunun ‘On senelik müruru zaman’
başlıklı 125. Maddesi ise; ‘Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı
takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.’ Şeklinde bir düzenleme
içermektedir. Anılan maddenin birinci fıkrasında süreler belirlendikten sonra
maddenin ikinci fıkrasında ceza dava zamanaşımına yollamada bulunulmuştur.
818 sayılı BK’nın 125-140. (6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu’nun 146-161.) maddeleri arasında düzenlenen genel zamanaşımı
hükümlerine göre alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve
koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir
deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü
kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi
keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan
alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (Obligatio naturalis)
hâline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına
uğramış olması onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için
borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir
defide bulunması gerekir (HGK’nın 05.05.2010 gün ve 2010/8-231 E., 255 K. Sayılı
kararı).
Bu nedenle zamanaşımı hukuki niteliği
itibariyle maddi hukuktan kaynaklanan bir defi olup usul hukuku anlamında ise
bir savunma aracıdır (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt:
2, s.1761; Von Tuhr. A.: Borçlar Hukuku, C. I-II, Ankara 1983, C. Edege çev.,
s.688 vd.; Canbolat, F: Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri
Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, s.255 vd.;
HGK’nun 06.04.2011 gün ve 2010/9-629 E., 2011/70 K. Sayılı kararı).
Yasada hangi hakların zamanaşımına uğrayacağı,
hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem hâlinde düzenlenmiş değildir. Mevcut
hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu hukukundan
kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabidir.
BK’nın 125. Maddesine göre özel hukukta aksine
bir hüküm bulunmadıkça alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına tabidir. 10
yıllık süre ise kusursuz sorumlulukta kanunen sorumlu görülen kişinin
öğrenilmesi ile başlar.
Yukarıda ifade edildiği gibi TMK’nın 1007. Maddesi
uyarınca Devletin sorumluluğunun objektif-kusursuz sorumluluk hâli olduğunun
kabul edildiğine ve bu sorumluluk hâlinin 818 sayılı BK’nın 41. Ve devamı
maddelerinde düzenlenen haksız fiil sorumluluğu ile ilgisi bulunmadığına göre,
aynı Kanunun 60. Maddesinde (6098 sayılı BK’nın 72. Maddesi) yer alan
zamanaşımı kurallarının uygulanma imkânı olmadığı gibi, TMK’nın 1007. Maddesine
dayanılarak açılan davalar için ayrıca zamanaşımı süresinin öngörülmediği
dikkate alındığında, 818 sayılı BK’nın 125. Maddesindeki (6098 sayılı BK’nın
146. Maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin devletin sorumluluğu için
uygulanması gerekir.
…’’
23. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 21/12/2015 tarihli ve
E.2015/3740, K.2015/12886 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…
Mahkemece, kadastro tespitinin 1953 yılında
yapıldığı, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. Maddesine göre 10 yıllık süre
içinde tespite itiraz edilmemesi nedeniyle tutanakların kesinleştiği, esasen
ortada devletin sorumluluğunu gerektirecek tapu sicilinin yanlış tutulmasından
kaynaklanan bir yolsuz tescil durumunun da olmadığı gerekçesiyle davanın
reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 4721 sayılı TMK’nın 1007. Maddesi
gereğince açılan tazminat ile tapu iptali ve tescil davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına, kararın dayandığı
gerekçeye göre; çekişmeli taşınmazın kadastro tespitinin 1953 yılında yapıldığı
ve davacıların kadastro tespitine itiraz etmemeleri nedeniyle 1963 yılında
kesinleşerek davalı gerçek kişiler adına tapu kaydı oluştuğu, bu tarihten
itibaren davacıların mülkiyet hakkına dayanarak tazminat isteme haklarının
kalmadığı, kaldı ki; TMK’nın 1007. Maddesine dayanılarakaçılan
tazminatdavalarıiçin ayrıca zamanaşımı öngörülmediğinden, 6098 sayılı Borçlar
Kanununun 146. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125.) maddesinde yazılı 10
yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanmasının söz konusu olduğu davada,
tespitin kesinleştiği 1963 yılından itibaren 10 yıllık süre içinde dava
açılmaması nedeniyle bu sürenin de geçtiği, davalı Hazinenin de zamanaşımı
itirazında bulunduğu gözönüne alındığında davanın reddine karar verilmesinde
isabetsizlik bulunmadığına göre, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi
ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA
…”
24. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 23/11/2017 tarihli ve
E.2016/2493, K.2017/9897 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“Davacılar vekili, 24/10/2014 havale tarihli
dilekçesinde özetle; İzmir ili, Merkez, Narlıdere 156 ada 1406 parsel sayılı
taşınmazın müvekkillerin murisi tarafından 1976 yılında satın alındığını, ancak
Orman Genel Müdürlüğü tarafından açılan dava sonucu tapu kaydının iptal
edilerek, orman sınırları içine alındığını ileri sürerek, fazlaya ilişkin
hakları saklı kalmak suretiyle şimdilik 15.000,00.-TL tazminatın dava
tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdantahsiline karar
verilmesini talep etmiştir.
Davalı Hazine ise süresinde verdiği cevap
dilekçesinde: tapu iptali ve tescil kararınınkesinleştiği tarihten
itibarenzamanaşımı süresiningeçtiğiniileri sürmüştür.
Mahkemece, davanın 10 yıllık zamanaşımı
süresinde açılmamış olması sebebiyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılarvekili
tarafından temyiz edilmiştir.
Dava,TMK’nın 1007. Maddesi uyarınca açılan
tazminat davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına ve kararın dayandığı
gerekçeye göre, İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1981/602 E. – 1983/403 K. Sayılıkararının
kesinleştiği 28/11/1983 tarihi ile davanın açıldığı 24/10/2014 tarihleri
arasında 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu anlaşıldığından, yerinde
görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün
ONANMASINA,
…”
25. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 10/5/2018 tarihli ve
E.2016/7929, K.2018/3624 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…Dava, tapu kaydının mahkeme kararı ile iptal
edilmesi nedeniyle uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK’nın 1007. Maddesi
uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamına, kararın dayandığı
gerekçeye, Orman Yönetimi tarafından açılan dava sonucu İzmir 4. Asliye Hukuk
Mahkemesinin 1999/805 E. – 2001/752 K. Sayılı ilamıyladavacıların miras
bırakanının maliki olduğu 198 ada 75 parsel sayılı taşınmazın 53.519 m2
yüzölçümlü kesiminin kesinleşen orman tahdidi içinde kaldığı gerekçesiyle tapu
kaydının iptaline ve orman niteliği ile Hazine adına tesciline karar verilerek
temyiz edilmeksizin 03.12.2001 tarihinde kesinleştiğine, eldeki tazminat
davasının ise 28.04.2015 tarihinde açıldığına, 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanununun 146.maddesindedüzenlenen 10 yıllık dava açma zamanaşımı süresinin
dolduğuna, davalı Hazine süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğuna göre
yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabetsizlik bulunmadığından
hükmünONANMASINA,
…’’
26. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 7/5/2019 tarihli ve
E.2019/1461, K.2019/3223 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, 4721
sayılı TMK’nın 1007. Maddesi gereğince tapu sicilinin tutulmasından kaynaklı
tazminat davasıdır.
İncelenen mahkeme dosyasına, kararın dayandığı
gerekçeye, dava konusu argıta 237 parsel sayılı taşınmazın 1969 yılında yapılan
kadastro sırasında 14/08/1956 tarih 96 sıra numaralı tapu kaydına dayanarak T.
T. Adına tespit edildiği, Orman Yönetimi tarafından kadastro tespitine itiraz
edilmesi sonucu tapulama mahkemesinin 1982/110 E. – 1985/298 K. Sayılı ilamı
ile taşınmazın tapuda orman olarak kayıtlı olan taşınmaz sınırları içinde
kalması nedeni ile davanın kabulüne, taşınmazın Hazine adına tescil edilmiş
ormana ait kaydın müseccel bulunduğu birliğin tapu kütüğüne aktarılmasına karar
verildiği, anılan hükmün 23/09/1991 tarihinde kesinleştiği, eldeki davanın 10
yıllık zamanaşımı süresi dolduktan sonra 16/03/2015 tarihinde açıldığı, davalı
Hazinenin süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğu, davacının tescil talebi
açısından ise Tapulama Mahkemesinin kararının orman yönetimi ve tespit
malikinin mirasçıları için kesin hüküm oluşturduğu, belirlenerek hüküm
kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığına göre, yerinde görülmeyen temyiz
itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA,
…”
b. Bölge Adliye Mahkemesi
Kararları
27. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesinin 2018
yılında açılan davaya ilişkin 18/1/2019 tarihli ve E. 2019/52, K.2019/90 sayılı
kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…
Dava, tapu kaydının yanlış kişi adına
tescilinden kaynaklı uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK’nın 1007. Maddesi
uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine
karar verildiği, hükmün davacılar vekili tarafından istinaf kanun yoluna
getirildiği görülmüştür.
…
Dava konusu taşınmazın tapu kaydı ve kadastrol
tutanaklarının incelenmesinde Mehmet Karakuyu adına 24/12/1979 tarihinde tapuya
tescil edildiği görülmüştür. 3402 sayılı kadastro kanunun 12/3 maddesine göre
tapulama tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra
kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz edilip dava açılamaz.
…
10 yıllık zamanaşımı süresi içinde TMK 1007
maddesine göre kadastral işlemlere dayanılarak tazminat talep hakkı 18/11/2009
tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatı ile tanınmışsa da gerek kadastro
tutanağının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık sürenin gerekse Anayasa
mahkemesinin 2014/6673 esas sayılı dosyasında belirtilen makul süre bu davada
dava tarihi itibariyle geçmiş olduğundan mahkemenin vermiş olduğu karar
doğrudur.
…’’
28. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesinin 25/2/2019
tarihli ve E.2018/606, K.2019/75 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
“…
Dava, TMK 1007. Maddesi uyarınca tapu
sicilinin tutulmasından kaynaklı tazminat istemine ilişkindir.
İstinaf edilmek suretiyle Dairemiz önüne gelen
uyuşmazlık, orman niteliğinde olduğu gerekçesiyle tapusu iptal edilen taşınmaz
nedeniyle TMK.nun 1007. Maddesi uyarınca açılacak davalarda zamanaşımı
süresinin bulunup bulunmadığı, varsa bu sürenin başlangıcının zararın oluştuğu
tarihten mi yoksa 18/11/2009 tarihli Yargıtay HGK ile yargı yolu açılması
sonucu HGK kararından itibaren mi zamanaşımının başlayacağına ilişkindir.
Tazminat istemine konu 111 parsel sayılı
taşınmaz, Mart 1951 tarih C.139, S:64, N:136 sayılı tapu kaydı ve 176 tahrir
nolu vergi kaydı dayanak alınarak 40900 m² yüzölçümü ve beyanlar hanesinde ‘4753
sayılı Kanunun 7nci bölümünün 61, 62, 63 maddelerine göre takyide tabidir’
belirtmesi ile Durmuş Göç adına tesbit edilmiş ve itiraz edilmeksizin 04/07/1978
tarihinde kesinleşmekle tapu siciline tescil edilmiştir.
…
Yukarıda belirtilen bilgiler ışığında somut
olay değerlendirildiğinde; hâlen tapu sicilinde muris adına tescilli bulunan
111 parsel sayılı taşınmaz, 4753 sayılı Kanun hükümleri uyarınca oluşan Mart
1951 tarih 136 sıra sayılı tapu kaydı dayanak alınarak 1978 yılında 766 sayılı
Kanun hükümlerine göre yapılıp kesinleşen kadastro çalışmaları sonucunda muris
Durmuş Köç adına tescil edildiği, Antalya 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin
05/06/1985 tarihli 1984/262-350 E.K. sayılı kararı uyarınca Devlet Ormanı
sayılan yerlerden olduğu gerekçesiyle tapu kaydının iptaline karar verildiği ve
temyiz edilmeksizin hükmün 12/11/1986 tarihinde kesinleştiği, tapu sicilinde
terkin işlemi yapılmasa daTMK 705/2 maddesi uyarınca mülkiyetin mahkeme
işleminin kesinleştiği 12/11/1986 tarihi itibariyle Hazineye geçtiği, tescilin
açıklayacı nitelikte bulunduğu, 10 yıllık zamanaşımının, mülkiyetin geri alınma
imkanı olmaksızın yitirilmesi tarihinden itibaren 12/11/1996 tarihinde dolduğu,
ancak bu tarih itibariyle bulunan yargısal içtihatların, Devletin tapu
sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında
yapılan hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK’nın 18/11/2009
tarihli kararından sonra Yargıtay içtihadlarının değiştiği veTMK.nun 1007. Maddesinde
öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal
duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar
yapmalarını da kapsadığının belirtilmesi sonucu tazminat talep etme yolunun
açıldığı, bu durumun AİHM de yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunun kabul edildiği,
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan eldeki dava
yönünden 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesi kapsamında dava açılabilmesi imkanı
yönünden Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen hak ihlali kararı nazara
alınarak makul bir sürenin öngörülmesi gerektiği, davacıların eldeki
davayı04/05/2015 tarihinde açtığı, ancak 02 Aralık 1991 tarihli Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü Arazi ve İskan Dairesi Başkanlığının yazısından muris ve dava
dışı başkaca kişilere ait taşınmazların mahkeme hükmü nedeniyle iptali
nedeniyle Varsak Köyü 1612 parselden arazi tahsisinin 3202 sayılı Kanunun 9/k
maddesi uyarınca istendiği, daha sonra mirasçılarca 09/12/2010 tarihli dilekçe
ile talebin yenilendiği ve Antalya Valiliği Defterdarlık Milli Emlak Dairesi
Başkanlığı Batı Antalya Emlak Müdürlüğü tarafından 03/02/2015 tarihli 2661
sayılı yazı ile Mülga 4753 sayılıKanun kapsamında ödenen bedellere karşılık hak
sahiplerine taşınmaz verilmesinin mümkün olmadığı ve ödendiği belgelenecek
bedellerin denkleştirici adalet ilkesi doğrultusunda hak sahiplerine iade
edilmesinin bakanlık Makamının 01/07/2014 tarihli ve 828 sayılı “Olur”ları ile
uygun görüldüğü bildirildiği belirtilerek dava dışı kişilere bedel ödemesinde
bulunulduğu, ancak davacılara bir ödeme yapıldığının bildirilmediği, 03/02/2015
tarihli bildirimden itibaren davanın yaklaşık 2 ay sonra açıldığı, davacıların
ve murislerinin arazi tahsisine ilişkin başvuruları yönünden idare
yazışmalarının 03/02/2015 tarihine kadar devam ettiği, nihayetinde 03/02/2015
tarihi itibariyle mahkeme kararı ile iptal edilen taşınmazları yerine idarece
arazi verilmeyeceğinin anlaşıldığı nazara alınarak 08/11/2009 tarihinden
itibarenoluşan iç hukuk yolu itibariyle eldeki davanın makul süre içinde
açıldığı ve böylecekamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının korunması
arasında adil bir dengenin kurulabileceği kabul edilerek başvurucu davacılar
vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün kaldırılması ve dava
dosyasının ilk derece mahkemesine gönderilmesi yönünde aşağıdaki hüküm
kurulmuştur.”
29. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 37. Hukuk Dairesinin
26/3/2019 tarihli ve E.2018/2019, K.2019/898 sayılı kararının ilgili kısmı
şöyledir:
“…
Dosya kapsamından dava konusu Şile İlçesi,
Çayırbaşı köyü 191parsel sayılı taşınmazın davacı adına kayıtlı olduğu,
taşınmazınkısmen orman tahdidi içinde olması nedeniyle Orman İdaresi tarafından
açılan dava sonucu Şile Asliye HukukMahkemesinin 1995/106 Esas, 2002/8 Karar
sayılı ilamı ile taşınmazın 840 m2 lik kısmının tapu kaydının iptali ileorman
vasfı ile Hazine adına tesciline karar verildiği, kararın 05/04/2002 tarihinde
kesinleştiği, tapunun bedelsiz olarak iptal edilmesi nedeniyledavacının
12/07/2017 tarihinde eldeki tazminat davasını açtığı anlaşılmaktadır.
TMK’nın 1007. Maddesine dayanılarak açılan
davalar 6098 sayılı Borçlar Kanununun 146. Maddesindeki (818 sayılı Kanunun
125. Maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabidir.
Dosya kapsamına, kararın dayandığı gerekçeye,
dava konusu parsele ilişkinŞile Asliye HukukMahkemesinin 1995/106 Esas, 2002/8
Karar sayılı ilamının kesinleştiği 05/04/2002 tarihtenitibaren 10 yıllık
zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına, yerleşik argıtay uygulamalarına göre
zamanaşamı süresinin iptal kararının kesinleştiği tarihten itibaren başlamasına
göre verilen kararusul ve yasaya uygun olduğundan davacı vekilinin istinaf
itirazlarının reddine karar vermek gerekmiş, aşağıdaki şekilde hüküm
kurulmuştur.’’
B. Uluslararası Hukuk
30. İlgili hukuk için bkz. Yaşar
Çoban, §§ 41-47.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
31. Mahkemenin 11/12/2019 tarihinde yapmış olduğu toplantıda
başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucu Gülten Acar
Yönünden
32.30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuruların kabul edilebilirlik incelemesi ve şartları” kenar
başlıklı 48. Maddesinin (5) numaralı fıkrası şöyledir:
“Kabul
edilebilirlik şartları ve incelemesinin usul ve esasları ile ilgili diğer
hususlar İçtüzükle düzenlenir.”
33. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 80. Maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
“(1) Bölümler ya da Komisyonlarca yargılamanın
her aşamasında aşağıdaki hâllerde düşme kararı verilebilir:
…
ç) Bölümler ya da Komisyonlarca saptanan
herhangi bir başka gerekçeden ötürü, başvurunun incelenmesinin sürdürülmesini
haklı kılan bir neden görülmemesi.
(2)
Bölümler ya da Komisyonlar; yukarıdaki fıkrada belirtilen nitelikteki bir
başvuruyu, Anayasanın uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların kapsamının
ve sınırlarının belirlenmesi ya da insan haklarına saygının gerekli kıldığı
hâllerde incelemeye devam edebilir.”
34. Başvurucu Gülten Acar’ın başvuru tarihinden sonra 28/6/2018
tarihinde yaşamını yitirdiği ve ölümünden sonra başvuruya mirasçı olarak devam
edilmek istendiğine dair bir talepte bulunulmadığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle
başvurucu açısından başvurunun incelenmesinin sürdürülmesini haklı kılan bir
neden bulunmamaktadır.
35. Açıklanan gerekçelerle başvuru yapılmasından sonra vefat
eden başvurucu Gülten Acar yönünden başvurunun
düşmesine karar verilmesi gerekir.
B. Diğer Başvurucular
Yönünden
1. Başvurucuların İddiaları
36. Başvurucular, murisleri tarafından 1946 yılında tapuda satın
alınan ve üzerinde kısıtlayıcı hiçbir şerhe yer verilmeyen taşınmazın bir
kısmının orman olduğu gerekçesiyle 1958 yılında Hazine adına tescil edildiğini,
tespitin yapıldığı yıllarda tek taraflı idari işlem ile yapılan orman tespitine
karşı itiraz ve kanun yolu bulunmadığından hak arama yoluna gidemediklerini
ileri sürmüşlerdir. Başvurucular, kamulaştırılmayan ve bedeli ödenmeyen
taşınmaz için 2011 yılında açtıkları tazminat davasının zamanaşımı gerekçesiyle
reddedildiğini, taşınmazının tapusu elinden alınmayıp sadece taşınmazına el
atılanlara dava hakkı tanınırken tapusu elinden alınanlara bu hakkın
tanınmadığını belirterek mülkiyet hakkı ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini
ileri sürmüşlerdir.
2. Değerlendirme
37. Başvuru konusu ile ilgili ilkeler daha önce Anayasa
Mahkemesi tarafından 25/7/2017 tarihli kararda ortaya konulmuştur (Yaşar Çoban, §§ 54-75). Başvurucular
mülkiyet hakkı ve eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüşlerse de,
bütün şikâyetleri adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkı
yönünden incelenmiştir.
38. Yargıtayın 18/11/2009 tarihinden önceki içtihadı, devletin
tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu
sırasında yapılan hataları kapsamadığı yolunda iken Yargıtay HGK’nın 18/11/2009
tarihli kararından sonra içtihat değişmiştir. Bu içtihatta 4721 sayılı Kanun’un
1007. Maddesinde öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin dayanaksız ya
da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın
niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da kapsadığı belirtilmiş, Yargıtay Hukuk
Daireleri de bu tarihten sonra Yargıtay HGK’nın bu içtihadı doğrultusunda karar
vermiştir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM) Yargıtay HGK’nın bu
içtihadından sonra yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunu kabul ederek kabul
edilemezlik kararları vermiştir (bkz. Yaşar
Çoban, §§ 45, 46, 68). Anayasa Mahkemesi de daha önceki kararlarında
Yargıtay içtihadına dayanarak 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesinde öngörülen
tazminat yolunun kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların
telafisi yönünden de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012,
16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter,
B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§ 41, 42; Hatice
Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§ 74-76).
39. Yargıtay, 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesi uyarınca
açılacak tazminat davalarının 6098 sayılı Kanun’un 146. Maddesi (818 sayılı
mülga Kanun’un 125. Maddesi) gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi
olduğunu kabul etmektedir (bkz. § 22). Buna göre kadastro tespiti nedeniyle
mülkiyet kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat
davasının açılması gerekmektedir (Yaşar
Çoban, § 69).
40. Somut olayda, başvurucuların murisine ait taşınmazın bir
kısmı 1958 yılında orman vasfıyla Hazine adına tescil edilmiştir. Yargıtay 5.
Hukuk Dairesi, 1958 yılında Hazine adına tescil edilen taşınmaz hakkında 2011
yılında 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesine dayanılarak açılan davada 6098
sayılı Kanun’un 146. Maddesindeki (818 sayılı mülga Kanun’un 125. Maddesi) on
yıllık genel zamanaşımı süresinin geçtiğine ve bu nedenle davanın reddi
gerektiğine hükmetmiştir.
41. Başvurucuların murisi tarafından 1958 yılında yapılan
kadastro tespitine karşı dava açılmamıştır. Dolayısıyla Yargıtay 5. Hukuk
Dairesinin kararına göre en son 1968 yılında dava açılmış olması gerekmektedir.
Ancak anılan tarihteki Yargıtay içtihadı 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesinin
tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir.
Diğer bir ifadeyle o tarihteki içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesinde
düzenlenen sorumluluk davası, başvurucuların tazminat iddiasını incelemeye ve
gerekirse başvurucular lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir yol
değildir. Bu dava, Yargıtay HGK’nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra
başvurucuların tazminat talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli
hâle gelmiştir (Yaşar Çoban, §
71).
42. Yaşar Çoban
kararında ifade edildiği üzere 18/11/2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için
zamanaşımı süresinin bu tarihe kadar dolduğunun tespit edilmiş olması 4721
sayılı Kanun’un 1007. Maddesinde öngörülen tazminat yolunu
etkisizleştirmektedir.Sonradan oluşan bir hukuk yoluna ilişkin zamanaşımı
süresinin kişinin bu yola başvurmasını kesin olarak imkânsız hâle getirecek bir
tarihte başlayacağının kabulü, sınırlamanın istisna olduğu ilkesiyle
bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte 6098 sayılı Kanun’un 146. Maddesi (818
sayılı mülga Kanun’un 125. Maddesi) gereğince on yıllık zamanaşımı süresinin
hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacına matuf olduğu gözetildiğinde bu
sürenin tamamen gözardı edilmemesi gerektiği de açıktır. Başvurucuların dava
açma hakkını kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki güvenlik ve istikrar
ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasında dava açmanın süreye bağlanmış
olmasını anlamsız kılmayacak şekilde bir denge kurulmalıdır. Bu denge kurma
çabasının, on yıllık zamanaşımı süresinin bu hukuki yolun oluştuğu 18/11/2009
tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlayacağının kabulünü zorunlu
kılmadığının altı çizilmelidir. Aksi takdirde zamanaşımı süresinin öngörülmesi
anlamsız hâle gelecek ve kamu yararı ile bireysel yarar arasında gözetilmesi
gereken denge kamu yararı aleyhine bozulmuş olacaktır. Önemli olan husus
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunanlar yönünden 4721
sayılı Kanun’un 1007. Maddesi kapsamında dava açılabilmesine imkân tanınmış
olmasıdır (Yaşar Çoban, § 72-73).
43. Yaşar Çoban
kararında 18/11/2009 tarihinden
önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini mümkün kılacak
makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilmiş ve bu sürenin ne kadar
olacağının takdiri derece mahkemelerine ve Yargıtaya bırakılmıştır. Ancak
anılan karar sonrasında derece mahkemeleri ve Yargıtay tarafından 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini
mümkün kılacak ve öngörülebilir makul bir süre belirlenmediği anlaşılmaktadır
(bkz. §§ 23-29).
44. Bu durumda yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş olan somut başvuruya konu
davanın, bu tarihten sonra makul bir süre içinde açılıp açılmadığının tespit
edilmesi gerekmektedir. Belirlenecek bu sürenin dava açılmasını mümkün kılacak
yeterliliğe sahip ve öngörülebilir olması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Fakat bu süre, dava açma hakkının kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki dengeyi
de bozmamalıdır. Hesaplamada uyuşmazlığın dava edilebilmesini süreye tabi kılan
zamanaşımı düzenlemesi de dikkate alınmalıdır. Nitekim uyuşmazlık için
belirlenen on yıllık zamanaşımı süresi kadar veya daha fazla bir sürenin
öngörülmesi hâlinde hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin zedeleneceği açıktır.
Ayrıca bu dava, Yargıtay HGK’nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra tazminat
talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle geldiğinden bu
tarihten hemen sonra davanın açılmasını beklemek de hakkaniyete uygun
düşmeyecektir. Zira bu süre, Yargıtay HGK içtihadının toplum tarafından
bilinebilir hâle geleceği bir zaman diliminden daha kısa da olmamalıdır.
45. Sonuç olarak 4721 sayılı Kanun’un 1007. Maddesi kapsamında
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan tazminat talepleri
hakkında bu tarihten itibaren makul bir süre içerisinde dava açılabileceğinin
kabulü gerekmektedir. Bu sürenin ne kadar olacağının takdirinin derece
mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtaya ait
olduğu kuşkusuz olmakla birlikte, somut olayda derece mahkemelerinin bu yönde
bir değerlendirmeye yer vermedikleri ve dava açılmasını mümkün hâle
getirebilecek şekilde makul bir süre tespiti yoluna gitmedikleri
anlaşılmaktadır. Derece mahkemeleri başvurucular tarafından 3/10/2011 tarihinde
açılan davada, 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresinin dolduğunu tespit
etmişlerdir. Yukarıda yer verilen değerlendirmeler de dikkate alındığında,
18/11/2009 tarihinden 1 yıl 10 ay 15 gün sonra açılan davanın makul kabul
edilebilecek bir sürede açıldığı sonucuna varılmıştır. Bu nedenle başvurucular
tarafından açılan davanın 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolunun
bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle zamanaşımından reddedilmesi
suretiyle başvuruculara yüklenen külfet, kamu yararı ile bireyin mahkemeye
erişim hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucular aleyhine
bozmuş ve mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.
46. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. Maddesinde güvence
altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
M.Emin KUZ bu sonuca farklı gerekçeyle katılmıştır.
C. 6216 Sayılı Kanun’un
50. Maddesi Yönünden
47. 6216 sayılı Kanun’un 50. Maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkraları şöyledir:
“(1)
Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da
edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2)
Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve
sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili
mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan
hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava
açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme,
Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan
kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”
48. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin
ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle
getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için
ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin
ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep
olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen
diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet
Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, § 55).
49. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda
6216 sayılı Kanun’un 50. Maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa
Mahkemesi her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere
hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu
yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal
tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen
ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın
bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama
yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir (Derya Alpdoğan ve diğerleri, B. No:
2015/6845, 31/10/2018, § 62).
50. Buna göre Anayasa Mahkemesince ihlalin tespit edildiği
hâllerde yargılamanın yenilenmesinin gerekliliği hususundaki takdir ise derece
mahkemelerine değil ihlalin varlığını tespit eden Anayasa Mahkemesine
bırakılmıştır. Derece mahkemeleri ise Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında
belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri
yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan,
§ 59).
51. Başvurucular, yeniden yargılamaya karar verilmesi talebinde
bulunmuştur.
52. Başvuruda 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk
yoluna ilişkin makul bir süre içinde dava açıldığı hâlde davanın zamanaşımından
reddedilmesinden dolayı mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği sonucuna
varılmıştır. İdare tarafından yol açılan ihlale yönelik olarak etkili bir hukuk
yolunun mevcut olduğu, ancak başvurucuların açtığı dava reddedildiğinden
ihlalin sonuçlarının giderilmemiş olduğu görülmektedir.
53. Bu durumda ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için
yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden
yargılama ise usul hukukunda yer alan benzer kurumlardan farklı ve bireysel
başvuruya özgü bir düzenleme içeren 6216 sayılı Kanunun 50. Maddesinin (2)
numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına
yöneliktir. Bu kapsamda yeniden yargılama sürecinde mahkemelerce yapılması
gereken iş, öncelikle hak ihlaline yol açan mahkeme kararının ortadan
kaldırılmasından ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri
gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden
ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere
ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verilmesi gerekir.
54. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 2.475
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 2.732,50 TL tutarındaki yargılama giderinin
başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Başvurunun başvurucu Gülten Acar yönünden DÜŞMESİNE,
B. Başvurucular Mehmet Ali Özarslan, Sevil Çiçek, Nurten Boran,
Nimet Tekindağ ve Ayşe Çidem Tekindağ yönünden;
1. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın
KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
2. Anayasa’nın 36. Maddesinde güvence altına alınan mahkemeye
erişim hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mahkemeye erişim hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Beykoz
1. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2014/387 ve K.2014/528) GÖNDERİLMESİNE,
D. 257,50 TL harç ve 2.475 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
2.732,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
E. Ödemelerin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine
ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına;
ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine
kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
11/12/2019 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
FARKLIGEREKÇE
Tapu siciline güvenilerek satın alınan taşınmazın bir bölümünün
orman vasfıyla Hazine adına tespit ve tescilinden dolayı uğranılan zararın
tazmin edilmesi talebiyle açılan davanın zamanaşımından reddedilmesi sebebiyle
mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.
Kararın gerekçesinde; Yargıtayın 18/11/2009 tarihli kararından
önceki içtihadı devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu
kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı yolunda iken içtihat
değişikliği ile 4721 sayılı Kanunun 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunun
kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların telafisi yönünden
de etkili hâle geldiği, on yıllık zamanaşımı süresinin bu içtihat değişikliği
ile oluşan hukukî yol için 18/11/2009 tarihinde yeniden işlemeye başlayacağı
söylenemese de, bu tarihten önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava
açmalarını mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilerek,
somut olayda başvurucuların mezkûr içtihat değişikliğinden 1 yıl 10 ay 15 gün sonra
açtıkları davanın makul kabul edilebilecek bir sürede açıldığı sonucuna
varılmış ve davanın zamanaşımından reddedilmesinin kamu yararı ile bireyin
mahkemeye erişim hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucular
aleyhine bozarak anılan hakka yapılan müdahaleyi orantısız kıldığı gerekçesiyle
ihlal kararı verilmiştir (§§ 38-45).
Oybirliğiyle alınan ihlal kararına katılmakla birlikte, somut
olayda zamanaşımından reddedilen davanın mezkûr içtihat değişikliğinden 1 yıl
10 ay 15 gün sonra açıldığı ve bu sürenin makul olduğu belirtilerek ihlal
sonucuna varılmasının isabetli olmadığını düşünüyorum.
Bilindiği gibi, konuya ilişkin ilke kararımızda, 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan davalar bakımından, Yargıtayın içtihat
değişikliğinden sonra ortaya çıkan ve AİHM ile Anayasa Mahkemesi tarafından da
etkili bir hukuk yolu olduğu kabul edilen 4721 sayılı Kanunun 1007. maddesi
kapsamında tazminat davası açılmasını mümkün kılacak makul sürenin ne kadar
olacağının takdirinin derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi
konumunda olan Yargıtaya ait olduğunda kuşku bulunmadığı belirtilmiştir (Yaşar
Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 73).
İncelenen başvuruya konu red kararının, yukarıda belirtilen ilke
kararımızdan önce verildiği (14/10/2014) ve kesinleştiği (20/3/2017) dikkate
alındığında, makul sürenin belirlenmesinde takdir yetkisinin derece
mahkemelerine ve özellikle Yargıtaya ait olduğuna ilişkin tespitten ayrılmanın
uygun olmadığı açıktır.
Somut başvuruda da içtihat değişikliğinden başvuruya konu
davanın açılmasına kadar geçen sürenin makul olup olmadığı Mahkememizce
değerlendirilmeden, bu değerlendirmenin derece mahkemelerince yapılması
gerektiği ve bu süreye ilişkin bir inceleme yapılmadan zamanaşımı sebebiyle
davanın reddine karar verilmesinin mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi
orantısız kıldığı gerekçesiyle ihlal kararı verilmesinin ilke kararımıza uygun
olacağı düşüncesiyle çoğunluğun kararına katılıyorum.