TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
MEHMET AYKUT VURAL BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2017/16486)
|
|
Karar Tarihi: 29/1/2020
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Kadir ÖZKAYA
|
|
|
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
|
Raportör
|
:
|
Olcay ÖZCAN
|
Başvurucu
|
:
|
Mehmet Aykut VURAL
|
Vekili
|
:
|
Av. Mete YAZAN
|
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru, tapu siciline güvenilerek satın alınan taşınmazın
dava yoluyla tapusunun iptal edilerek orman vasfıyla Hazine adına tescili
sebebiyle uğranılan zararın tazmin edilmesi istemiyle açılan davanın zamanaşımı
gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği
iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 8/3/2017 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön
incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm
tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve
esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına
(Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirilmesine gerek olmadığını bildirmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar
özetle şöyledir:
8. Başvurucu 1949 doğum tarihli olup İstanbul'da ikamet
etmektedir.
9. Başvurucu, İstanbul ili Beykoz ilçesi Poyraz köyünde bulunan
4.080 m² yüz ölçümlü "tarla"
niteliğindeki 102 parsel sayılı taşınmazı 1990 yılında tapuda satış yoluyla
devralmıştır.
10. Orman Genel Müdürlüğü, başvurucuya ait taşınmazın orman
vasıflı olduğu gerekçesiyle tapusunun iptali ve orman olarak tescili istemiyle
17/1/1994 tarihinde dava açmıştır. Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin
(Mahkeme) 2/11/1994 tarihli kararı ile dava kabul edilmiş ve taşınmazın tapu
kaydının iptali ile orman olarak tesciline karar verilmiştir.
11. Temyiz edilen hüküm Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin (Daire)
4/4/1995 tarihli ilamı ile onanmış, yapılan karar düzeltme istemi de Daire
tarafından 22/9/1995 tarihinde reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir. Ancak hüküm
infaz edilmemiş ve tapu sicilinde başvurucu malik olarak görünmeye devam
etmiştir.
12. Başvurucu, tapuda satın alınan taşınmazın orman vasıflı
olduğu kabul edilerek hazine adına tescil edilmesi nedeniyle, 22/11/2001
tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kayıtların
düzeltilerek taşınmazın yeniden adına tescili veya tazminat ödenmesi istemiyle
24/8/2011 tarihinde Orman ve Su İşleri Bakanlığı aleyhinde dava açmıştır.
13. Mahkeme 29/4/2013 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın
gerekçesinde, taşınmazın tapusunun iptaline karar verildiğine ve orman
niteliğindeki taşınmazda zilyetlikle mal iktisap edilemeyeceğine vurgu
yapılmıştır.
14. Temyiz edilen karar Dairenin 24/12/2013 tarihli ilamıyla
bozulmuştur. Kararın gerekçesi özetle şu şekildedir:
i. Taşınmazın mülkiyetinin,
4721 sayılı Kanun'un 705. maddesi uyarınca kesinleşen mahkeme kararı sonucunda
tapu sicilinden önce kazanılması nedeniyle kuru mülkiyetinin Hazine, kullanım
hakkının Orman Yönetimine geçtiğine değinilmiştir.
ii. Tapu sicilinin
tutulmasından dolayı Devletin objektif sorumluluğu bulunduğuna işaret eden
Daire, Orman Yönetimi ve Hazineye husumetin yaygınlaştırılarak taraf teşkili
sağlandıktan ve tarafların delilleri toplandıktan sonra uyuşmazlığın esası
hakkında karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir.
15. Mahkeme bozma kararına uyarak yaptığı yargılama sonunda
21/5/2014 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, taşınmazın
tapusunun iptaline karar verildiğine, orman niteliğindeki taşınmazda
zilyetlikle mal iktisap edilemeyeceğine ve tazminat talebinin zamanaşımına
uğradığına işaret edilmiştir.
16. Kuzey Marmara Otoyolu yol inşaat ve emniyet sahasında kalan
başvuruya konu taşınmaz hakkında 14/7/2014 tarihinde 1.632.000 TL bedelle
başvurucu ve Karayolları Genel Müdürlüğü arasında satın alma tutanağı
imzalanmıştır.
17. Anılan hükmün temyizi üzerine Daire, 20/1/2015 tarihinde
hükmü bozmuştur. Kararın gerekçesi özetle şu şekildedir:
i. Mahkemenin 2/11/1994
tarihli kararı ile taşınmazın başvurucu adına olan tapu kaydının iptaline ve
orman niteliğiyle tesciline karar verildiğinden başvurucunun tescil isteminin
kesin hüküm nedeniyle reddedilmesi gerektiği belirtilmiştir.
ii. Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun (HGK) 18/11/2009 tarihli ve E.2009/4-383, K.2009/517 sayılı ve
16/6/2010 tarihli ve E.2010/4-349, K.2010/318 sayılı ilamlarında vurgulandığı
gibi, tapu işlemleri kadastro tespit işlemlerinden başlayarak birbirini takip
eden işlemler olduğundan ve tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro
işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan
hatalardan 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi anlamında Devletin sorumlu
olduğuna değinilmiştir.
iii. Daire, 4721 sayılı
Kanun'un 1007. maddesinde düzenlenen sorumluluğun, objektif (kusursuz)
sorumluluk olduğuna, 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun
146. maddesindeki (22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun
125. maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanması gerektiğine
işaret etmiştir.
iv. Daire, zamanaşımı
süresinin Mahkemenin 2/11/1994 tarihli kararının kesinleşmesinden sonra tapu
sicilinden terkin edildiği tarihten başlayacağını, çünkü zararın tapu
sicilinden terkin ile gerçekleşeceğini ve hâlen tapu kaydının terkin
edilmediğini belirterek zamanaşımı süresinin dolmadığı sonucuna varmıştır.
18. Karar düzeltme istemini kabul eden Daire, 21/11/2016
tarihinde bozma ilamını kaldırarak Mahkemenin ret kararının onanmasına karar
vermiştir. Kararın gerekçesi özetle şu şekildedir:
i. 4721 sayılı Kanun'un 705.
maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen özel hüküm gözetildiğinde tapu kaydının
iptaline ilişkin mahkeme kararının kesinleştiği 22/9/1995 tarihi itibarıyla
başvuruya konu taşınmazın mülkiyetinin el değiştirerek Hazineye geçtiği ve
başvurucunun mülkiyet hakkını kaybettiği belirtilmiştir.
ii. Daireye göre, bu hâlde
tescil kurucu değil açıklayıcı niteliktedir. Bu nedenle Hazine adına tescilin
yaptırılmaması ancak yeni ve gerçek malik olan Hazinenin taşınmazla ilgili
herhangi bir tasarruf işlemi yapmasına engel olacak ve mülkiyetin kazanılıp
kaybedilmesi yönünden sonuca etkisi bulunmayacaktır.
iii. Başvurucunun mülkiyet
hakkını mahkeme kararı ile kaybetmesi ile birlikte zararın doğduğu ve 22/9/1995
tarihi itibari ile tazminat alacağının muaccel hâle geldiği gözetildiğinde 6098
sayılı Kanun'un 146. (818 sayılı mülga Kanun'un 125.) maddesinde yazılı 10
yıllık genel zamanaşımı süresinin 22/9/2005 tarihinde dolduğuna işaret
edilmiştir.
19. Nihai karar başvurucu vekiline 6/2/2017 tarihinde tebliğ
edilmiştir.
20. Başvurucu 8/3/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
21. Konu hakkında bkz. Yaşar
Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, §§ 37-38.
1. Yargıtay Kararları
22. Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli ve E.2009/4-383,
K.2009/517 sayılı kararının ilgili kısımları şöyledir:
"...
Bu aşamada, kadastro işlemlerinden doğan
zararın, tapu sicilinin tutulmasından kaynaklanan zarar kapsamında
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hususunun açıklanmasında yarar
bulunmaktadır.
...
Davaya konu somut olayda, yapılan kadastro
işlemine süresi içinde Hazine adına itiraz etmekle yükümlü olan görevliler
üzerlerine düşen görevlerini yapmamışlardır. Tapu işlemleri kadastro tespiti
işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve tapu
kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün
oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan T.M.K. 1007 anlamında
Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir.
Burada Devletin sorumluluğu kusursuz
sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni
hakların yanlış tescili sonucu değişmesi yada yitirilmesi ile bu haklardan
yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen
ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan
zararları da ödemekle yükümlüdür. Bu itibarla, kadastro görevlilerinin
dayanaksız yada gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve
taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da aynı kapsamda düşünmek
gerekir.
...
Sonuç itibariyle; davacının, Devletin kusursuz
sorumluluğundan kaynaklanan bir zararının oluştuğu ve bu zararın tazminini
Devletten isteyebileceği, Devletin kadastro işlemlerinden kaynaklanan
sorumluluğunun da TMK’nun 1007.maddesi kapsamında olması gerektiği, bu nedenle
görülmekte olan davanın adli yargıda bakılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
..."
23. Yargıtay HGK'nın 13/6/2018 tarihli ve E.2017/5-2025,
K.2018/1189 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...somut olayda 818 sayılı BK’nın 60.
maddesinde (6098 sayılı TBK’nın 72. maddesi) öngörülen ve haksız fiil sorumluluğunun
tabi olduğu 1 ve 10 yıllık zamamaşımı sürelerinin mi yoksa aynı Kanunun 125.
maddesinde (6098 sayılı TBK’nın 146. maddesi) yer alan 10 yıllık genel
zamanaşımı süresinin mi uygulanmasının gerektiği, burada varılacak sonuca göre
davanın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.
...
Devletin sorumluluğundan söz edebilmek için,
tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir işleminin ve
bununla zararlı sonuç arasında nedensellik bağının varlığı gerekmekle birlikte,
eylemin kusura dayanıp dayanmamasının bir önemi yoktur. Eş söyleyişle, Devletin
sorumluluğu, kusursuz bir sorumluluktur.
...
Bununla birlikte Devletin TMK’nın 1007.
maddesi kapsamında sorumluluğu sınırsız olmayıp, belli bir zamanaşımı süresine tabidir.
İşte tam bu noktada kısaca zamanaşımı kavramına ve bu konudaki yasal
düzenlemelere değinmekte fayda bulunmaktadır.
Özel hukukta teknik bir kavram olan
zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde Kanunun kabul etmiş
olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir. Çekişmelerin bir an önce
sonuçlandırılmayıp uzun süre askıda bırakılmasının toplumun barış ve huzurunu
bozacağı düşünülerek yargı yoluyla hak aramaya konulan zaman sınırı olarak
öngörülen zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren, ortadan kaldıran bir olgu
olmayıp, doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma
aracıdır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.
maddesinin birinci fıkrasında haksız fiilden zarar görenin zararının tazmini
istemiyle açacağı davaların bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ayrıca
düzenlenmiştir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Müruru
zaman” başlıklı 60. maddesinde; “Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla
nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve
failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her hâlde zararı müstelzim
fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz…” hükmü yer
almaktadır.
BK’nın 60. maddesinin birinci fıkrasına göre,
tazminat davası açma hakkı zarar görenin, zararı ve haksız eylemi öğrenmesinden
itibaren başlayacak ve bir yılda zamanaşımına uğrayacaktır. Burada önemli olan
zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmektir.
Diğer bir anlatımla, bir yıllık sürenin
başlaması için zarar görenin, zarar ile birlikte tazmin borçlusunu da öğrenmiş
olması gerekir. Kusur sorumluluğunda failin öğrenilmesi gerekir.
Aynı Kanunun “On senelik müruru zaman”
başlıklı 125. maddesi ise; “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı
takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.” şeklinde bir düzenleme
içermektedir. Anılan maddenin birinci fıkrasında süreler belirlendikten
sonramaddenin ikinci fıkrasında ceza dava zamanaşımına yollamada bulunulmuştur.
818 sayılı BK’nın 125-140. (6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu’nun 146-161.) maddeleri arasında düzenlenen genel zamanaşımı
hükümlerine göre alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve
koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir
deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü
kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi
keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan
alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (Obligatio naturalis)
hâline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına
uğramış olması onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için
borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir
defide bulunması gerekir (HGK’nın 05.05.2010 gün ve 2010/8-231 E., 255 K.
sayılı kararı).
Bu nedenle zamanaşımı hukuki niteliği
itibariyle maddi hukuktan kaynaklanan bir defi olup usul hukuku anlamında ise
bir savunma aracıdır (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt:
2, s.1761; Von Tuhr. A.: Borçlar Hukuku, C. I-II, Ankara 1983, C. Edege çev.,
s.688 vd.; Canbolat, F: Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri
Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, s.255 vd.;
HGK’nun 06.04.2011 gün ve 2010/9-629 E., 2011/70 K. sayılı kararı).
Yasada hangi hakların zamanaşımına uğrayacağı,
hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem hâlinde düzenlenmiş değildir. Mevcut
hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu hukukundan
kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabidir.
BK’nın 125. maddesine göre özel hukukta aksine
bir hüküm bulunmadıkça alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına tabidir. 10
yıllık süre ise kusursuz sorumlulukta kanunen sorumlu görülen kişinin
öğrenilmesi ile başlar.
Yukarıda ifade edildiği gibi TMK’nın 1007.
maddesi uyarınca Devletin sorumluluğunun objektif-kusursuz sorumluluk hâli
olduğunun kabul edildiğine ve bu sorumluluk hâlinin 818 sayılı BK’nın 41. ve
devamı maddelerinde düzenlenen haksız fiil sorumluluğu ile ilgisi bulunmadığına
göre, aynı Kanunun 60. maddesinde (6098 sayılı BK’nın 72. maddesi) yer alan
zamanaşımı kurallarının uygulanma imkânı olmadığı gibi, TMK’nın 1007. maddesine
dayanılarak açılan davalar için ayrıca zamanaşımı süresinin öngörülmediği
dikkate alındığında, 818 sayılı BK’nın 125. maddesindeki (6098 sayılı BK’nın
146. maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin devletin sorumluluğu için
uygulanması gerekir.
...''
24. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 21/12/2015 tarihli ve
E.2015/3740, K.2015/12886 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Mahkemece, kadastro tespitinin 1953 yılında
yapıldığı, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesine göre 10 yıllık süre
içinde tespite itiraz edilmemesi nedeniyle tutanakların kesinleştiği, esasen
ortada devletin sorumluluğunu gerektirecek tapu sicilinin yanlış tutulmasından
kaynaklanan bir yolsuz tescil durumunun da olmadığı gerekçesiyle davanın
reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 4721 sayılı TMK'nın 1007. maddesi
gereğince açılan tazminat ile tapu iptali ve tescil davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına, kararın dayandığı
gerekçeye göre; çekişmeli taşınmazın kadastro tespitinin 1953 yılında yapıldığı
ve davacıların kadastro tespitine itiraz etmemeleri nedeniyle 1963 yılında
kesinleşerek davalı gerçek kişiler adına tapu kaydı oluştuğu, bu tarihten
itibaren davacıların mülkiyet hakkına dayanarak tazminat isteme haklarının
kalmadığı, kaldı ki; TMK'nın1007. maddesine dayanılarakaçılan
tazminatdavalarıiçin ayrıca zamanaşımı öngörülmediğinden, 6098 sayılı Borçlar
Kanununun 146. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125.) maddesinde yazılı 10
yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanmasının söz konusu olduğu davada,
tespitin kesinleştiği 1963 yılından itibaren 10 yıllık süre içinde dava
açılmaması nedeniyle bu sürenin de geçtiği, davalı Hazinenin de zamanaşımı
itirazında bulunduğu gözönüne alındığında davanın reddine karar verilmesinde
isabetsizlik bulunmadığına göre, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi
ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA
..."
25. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 23/11/2017 tarihli ve
E.2016/2493, K.2017/9897 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"Davacılar vekili, 24/10/2014 havale
tarihli dilekçesinde özetle; İzmir ili, Merkez, Narlıdere 156 ada 1406 parsel
sayılı taşınmazın müvekkillerin murisi tarafından 1976 yılında satın
alındığını, ancak Orman Genel Müdürlüğü tarafından açılan dava sonucu tapu kaydının
iptal edilerek, orman sınırları içine alındığını ileri sürerek, fazlaya ilişkin
hakları saklı kalmak suretiyle şimdilik 15.000,00.-TL tazminatındava tarihinden
itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdantahsiline karar verilmesini talep
etmiştir.
Davalı Hazine ise süresinde verdiği cevap
dilekçesinde: tapu iptali ve tescil kararınınkesinleştiği tarihten
itibarenzamanaşımı süresiningeçtiğiniileri sürmüştür.
Mahkemece, davanın 10 yıllık zamanaşımı
süresinde açılmamış olması sebebiyle reddine karar verilmiş, hüküm
davacılarvekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava,TMK'nın 1007. maddesi uyarınca açılan
tazminat davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına ve kararın dayandığı
gerekçeye göre, İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1981/602 E. - 1983/403 K. sayılıkararının
kesinleştiği 28/11/1983 tarihi ile davanın açıldığı 24/10/2014 tarihleri
arasında 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu anlaşıldığından, yerinde
görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün
ONANMASINA,
..."
26. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 10/5/2018 tarihli ve
E.2016/7929, K.2018/3624 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...Dava, tapu kaydının mahkeme kararı
ile iptal edilmesi nedeniyle uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK'nın 1007.
maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamına, kararın dayandığı
gerekçeye, Orman Yönetimi tarafından açılan dava sonucu İzmir 4. Asliye Hukuk
Mahkemesinin 1999/805 E. - 2001/752 K. sayılı ilamıyla davacıların miras
bırakanının maliki olduğu 198 ada 75 parsel sayılı taşınmazın 53.519 m2
yüzölçümlü kesiminin kesinleşen orman tahdidi içinde kaldığı gerekçesiyle tapu
kaydının iptaline ve orman niteliği ile Hazine adına tesciline karar verilerek
temyiz edilmeksizin 03.12.2001 tarihinde kesinleştiğine, eldeki tazminat
davasının ise 28.04.2015 tarihinde açıldığına, 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanununun 146.maddesindedüzenlenen 10 yıllık dava açma zamanaşımı süresinin
dolduğuna, davalı Hazine süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğuna göre
yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabetsizlik bulunmadığından
hükmünONANMASINA,
...''
27. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 7/5/2019 tarihli ve
E.2019/1461, K.2019/3223 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, 4721
sayılı TMK'nın 1007. maddesi gereğince tapu sicilinin tutulmasından kaynaklı
tazminat davasıdır.
İncelenen mahkeme dosyasına, kararın dayandığı
gerekçeye, dava konusu yeniköy 237 parsel sayılı taşınmazın 1969 yılında
yapılan kadastro sırasında 14/8/1956 tarih 96 sıra numaralı tapu kaydına
dayanarak T. T. adına tespit edildiği, Orman Yönetimi tarafından kadastro
tespitine itiraz edilmesi sonucu tapulama mahkemesinin 1982/110 E. - 1985/298
K. sayılı ilamı ile taşınmazın tapuda orman olarak kayıtlı olan taşınmaz
sınırları içinde kalması nedeni ile davanın kabulüne, taşınmazın Hazine adına
tescil edilmiş ormana ait kaydın müseccel bulunduğu birliğin tapu kütüğüne
aktarılmasına karar verildiği, anılan hükmün 23/9/1991 tarihinde kesinleştiği,
eldeki davanın 10 yıllık zamanaşımı süresi dolduktan sonra 16/3/2015 tarihinde
açıldığı, davalı Hazinenin süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğu,
davacının tescil talebi açısından ise Tapulama Mahkemesinin kararının orman
yönetimi ve tespit malikinin mirasçıları için kesin hüküm oluşturduğu,
belirlenerek hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığına göre, yerinde
görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün
ONANMASINA,
..."
2. Bölge Adliye Mahkemesi
Kararları
28. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesinin 2018
yılında açılan davaya ilişkin 18/1/2019 tarihli ve E. 2019/52, K.2019/90 sayılı
kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava, tapu kaydının yanlış kişi adına
tescilinden kaynaklı uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK'nın 1007. maddesi
uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle
reddinekarar verildiği, hükmün davacılar vekili tarafından istinaf kanun yoluna
getirildiği görülmüştür.
...
Dava konusu taşınmazın tapu kaydı ve kadastrol
tutanaklarının incelenmesinde Mehmet Karakuyu adına 24/12/1979 tarihinde tapuya
tescil edildiği görülmüştür. 3402 sayılı kadastro kanunun 12/3 maddesine göre
tapulama tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra
kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz edilip dava açılamaz.
...
10 yıllık zamanaşımı süresi içinde TMK 1007
maddesine göre kadastral işlemlere dayanılarak tazminat talep hakkı 18/11/2009
tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatı ile tanınmışsa da gerek kadastro
tutanağının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık sürenin gerekse Anayasa
mahkemesinin 2014/6673 esas sayılı dosyasında belirtilen makul süre bu davada
dava tarihi itibariyle geçmiş olduğundan mahkemenin vermiş olduğu karar
doğrudur.
...''
29. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesinin 25/2/2019
tarihli ve E.2018/606, K.2019/75 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava, TMK 1007. maddesi uyarınca tapu
sicilinin tutulmasından kaynaklı tazminat istemine ilişkindir.
İstinaf edilmek suretiyle Dairemiz önüne gelen
uyuşmazlık, orman niteliğinde olduğu gerekçesiyle tapusu iptal edilen taşınmaz
nedeniyle TMK.nun 1007. maddesi uyarınca açılacak davalarda zamanaşımı
süresinin bulunup bulunmadığı, varsa bu sürenin başlangıcının zararın oluştuğu
tarihten mi yoksa 18/11/2009 tarihli Yargıtay HGK ile yargı yolu açılması
sonucu HGK kararından itibaren mi zamanaşımının başlayacağına ilişkindir.
Tazminat istemine konu 111 parsel sayılı
taşınmaz, Mart 1951 tarih C.139, S:64, N:136 sayılı tapu kaydı ve 176 tahrir
nolu vergi kaydı dayanak alınarak 40900 m² yüzölçümü ve beyanlar hanesinde
'4753 sayılı Kanunun 7nci bölümünün 61, 62, 63 maddelerine göre takyide
tabidir' belirtmesi ile Durmuş Göç adına tesbit edilmiş ve itiraz edilmeksizin
04/7/1978 tarihinde kesinleşmekle tapu siciline tescil edilmiştir.
...
Yukarıda belirtilen bilgiler ışığında somut
olay değerlendirildiğinde; hâlen tapu sicilinde muris adına tescilli bulunan
111 parsel sayılı taşınmaz, 4753 sayılı Kanun hükümleri uyarınca oluşan Mart
1951 tarih 136 sıra sayılı tapu kaydı dayanak alınarak 1978 yılında 766 sayılı
Kanun hükümlerine göre yapılıp kesinleşen kadastro çalışmaları sonucunda muris
Durmuş Köç adına tescil edildiği, Antalya 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 5/6/1985
tarihli 1984/262-350 E.K. sayılı kararı uyarınca Devlet Ormanı sayılan
yerlerden olduğu gerekçesiyle tapu kaydının iptaline karar verildiği ve temyiz
edilmeksizin hükmün 12/11/1986 tarihinde kesinleştiği, tapu sicilinde terkin
işlemi yapılmasa daTMK 705/2 maddesi uyarınca mülkiyetin mahkeme işleminin
kesinleştiği 12/11/1986 tarihi itibariyle Hazineye geçtiği, tescilin açıklayacı
nitelikte bulunduğu, 10 yıllık zamanaşımının, mülkiyetin geri alınma imkanı
olmaksızın yitirilmesi tarihinden itibaren 12/11/1996 tarihinde dolduğu, ancak
bu tarih itibariyle bulunan yargısal içtihatların, Devletin tapu sicilinin
tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan
hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli
kararından sonra Yargıtay içtihadlarının değiştiği veTMK.nun 1007. maddesinde
öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal
duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar
yapmalarını da kapsadığının belirtilmesi sonucu tazminat talep etme yolunun
açıldığı, bu durumun AİHM de yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunun kabul edildiği,
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan eldeki dava
yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava açılabilmesi imkanı
yönünden Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen hak ihlali kararı nazara
alınarak makul bir sürenin öngörülmesi gerektiği, davacıların eldeki
davayı4/5/2015 tarihinde açtığı, ancak 02 Aralık 1991 tarihli Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü Arazi ve İskan Dairesi Başkanlığının yazısından muris ve dava
dışı başkaca kişilere ait taşınmazların mahkeme hükmü nedeniyle iptali
nedeniyle Varsak Köyü 1612 parselden arazi tahsisinin 3202 sayılı Kanunun 9/k
maddesi uyarınca istendiği, daha sonra mirasçılarca 09/12/2010 tarihli dilekçe
ile talebin yenilendiği ve Antalya Valiliği Defterdarlık Milli Emlak Dairesi
Başkanlığı Batı Antalya Emlak Müdürlüğü tarafından 3/2/2015 tarihli 2661 sayılı
yazı ile Mülga 4753 sayılıKanun kapsamında ödenen bedellere karşılık hak
sahiplerine taşınmaz verilmesinin mümkün olmadığı ve ödendiği belgelenecek
bedellerin denkleştirici adalet ilkesi doğrultusunda hak sahiplerine iade
edilmesinin bakanlık Makamının 1/7/2014 tarihli ve 828 sayılı 'Olur'ları ile
uygun görüldüğü bildirildiği belirtilerek dava dışı kişilere bedel ödemesinde
bulunulduğu, ancak davacılara bir ödeme yapıldığının bildirilmediği, 3/2/2015
tarihli bildirimden itibaren davanın yaklaşık 2 ay sonra açıldığı, davacıların
ve murislerinin arazi tahsisine ilişkin başvuruları yönünden idare
yazışmalarının 3/2/2015 tarihine kadar devam ettiği, nihayetinde 3/2/2015
tarihi itibariyle mahkeme kararı ile iptal edilen taşınmazları yerine idarece
arazi verilmeyeceğinin anlaşıldığı nazara alınarak 08/11/2009 tarihinden
itibarenoluşan iç hukuk yolu itibariyle eldeki davanın makul süre içinde
açıldığı ve böylecekamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının korunması arasında
adil bir dengenin kurulabileceği kabul edilerek başvurucu davacılar vekilinin
istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün kaldırılması ve dava dosyasının ilk
derece mahkemesine gönderilmesi yönünde aşağıdaki hüküm kurulmuştur."
30. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 37. Hukuk Dairesinin
26/3/2019 tarihli ve E.2018/2019, K.2019/898 sayılı kararının ilgili bölümü
şöyledir:
"...
Dosya kapsamından dava konusu Şileİlçesi,
Çayırbaşı köyü 191parsel sayılı taşınmazın davacı adına kayıtlı olduğu,
taşınmazınkısmen orman tahdidi içinde olması nedeniyle Orman İdaresi tarafından
açılan dava sonucu Şile Asliye HukukMahkemesinin 1995/106 Esas, 2002/8 Karar
sayılı ilamı ile taşınmazın 840 m2 lik kısmının tapu kaydının iptali ileorman
vasfı ile Hazine adına tesciline karar verildiği, kararın 5/4/2002 tarihinde
kesinleştiği, tapunun bedelsiz olarak iptal edilmesi nedeniyledavacının
12/7/2017 tarihinde eldeki tazminat davasını açtığı anlaşılmaktadır.
TMK'nın 1007. maddesine dayanılarak açılan
davalar6098 sayılı Borçlar Kanununun 146. maddesindeki (818 sayılı Kanunun 125.
maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresinine tabidir.
Dosya kapsamına, kararın dayandığı gerekçeye,
dava konusu parsele ilişkinŞile Asliye HukukMahkemesinin 1995/106 Esas, 2002/8
Karar sayılı ilamının kesinleştiği 5/4/2002 tarihtenitibaren 10 yıllık
zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına, yerleşik yargıtay uygulamalarına göre
zamanaşamı süresinin iptal kararının kesinleştiği tarihten itibaren başlamasına
göre verilen kararusul ve yasaya uygun olduğundan davacı vekilinin istinaf
itirazlarının reddine karar vermek gerekmiş, aşağıdaki şekilde hüküm
kurulmuştur.''
B. Uluslararası Hukuk
31. Konu hakkında bkz. Yaşar
Çoban, §§ 41-47.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
32. Mahkemenin 29/1/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru
incelenip gereği düşünüldü:
A. Tazminat Davasının
Zamanaşımından Reddedilmesine İlişkin Şikâyet Yönünden
1. Başvurucunun İddiaları
33. Başvurucu, tapuda satın alınan taşınmazın orman olduğu
gerekçesiyle aleyhinde açılan davanın kabul edilerek taşınmazın Hazine adına
tescil edildiğini ancak kararın tapuda infaz edilmediğini belirtmiştir.
Başvurucu 2016 yılına kadar taşınmazın emlak vergilerini ödediğini, taşınmazın
boğaz içine yapılması planlanan üçüncü köprü kapsamında kamulaştırıldığını ve
malik olarak kendisi ile satın alma tutanağı düzenlendiğini ileri sürmüştür.
Başvurucu, 4721 sayılı Kanun'un 705. maddesinin Anayasaya aykırı olan
kısımlarına göre karar verilmesinin hatalı olduğunu, tazminat davasının
zamanaşımı gerekçesiyle reddedildiğini ve aleyhindeki Yargıtay karar düzeltme
ilamına karşı yasa yoluna başvuramadığını iddia etmiştir. Başvurucu sonuç
olarak bu gerekçelerle hak arama hürriyeti ve mülkiyet hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
2. Değerlendirme
34. Başvuru konusu ile ilgili ilkeler daha önce Anayasa
Mahkemesi tarafından 25/7/2017 tarihli kararda ortaya konulmuştur (Yaşar Çoban, §§ 54-75). Buna göre her ne
kadar başvurucu mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüşse de
başvurucunun bütün şikâyetleri ilgili olduğu adil yargılanma hakkı kapsamında
mahkemeye erişim hakkı yönünden incelenmiştir.
a. Kabul Edilebilirlik
Yönünden
35. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine
karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan
mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin başvurunun kabul edilebilir
olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
i. Hakkın Kapsamı ve
Müdahalenin Varlığı
36. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında herkesin yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına
sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın
36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur.
Diğer yandan Anayasa'nın 36. maddesine adil
yargılanma ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin
taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınan adil
yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi'ni (Sözleşme) yorumlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM), Sözleşme'nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim
hakkını içerdiğini belirtmektedir (Özbakım
Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No:
2014/13156, 20/4/2017, § 34).
37. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama
özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden
gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi
ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi
için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir.
Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden
yararlanmak mümkün olmaz (Mohammed Aynosah,
B. No: 2013/8896, 23/2/2016, § 33).
38. Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı
değerlendirmelerde mahkemeye erişim hakkının bir uyuşmazlığı mahkeme önüne
taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını
isteyebilmek anlamına geldiğini ifade etmiştir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).
39. Somut olayda başvurucu tarafından açılan davanın
zamanaşımından reddedilerek esasının incelenmemesi nedeniyle başvurucunun
mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahalenin bulunduğu görülmektedir.
ii. Müdahalenin İhlal
Oluşturup Oluşturmadığı
40. Anayasa Mahkemesince Yaşar
Çoban kararında Yargıtayın 18/11/2009 tarihinden önceki içtihadının,
devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün
oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK'nın
18/11/2009 tarihli kararından sonra içtihadın değiştiği belirtilmiştir. Bu
içtihatta 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen sorumluluğun kadastro
görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar
düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da kapsadığı
belirtilmiştir. Yargıtay Hukuk Daireleri de bu tarihten sonra Yargıtay HGK'nın
bu içtihadı doğrultusunda karar vermiştir. Nitekim AİHM de Yargıtay HGK'nın bu
içtihadından sonra yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunu kabul ederek kabul
edilemezlik kararları vermiştir (bkz. Yaşar
Çoban, §§ 45, 46, 68). Anayasa Mahkemesi de daha önceki kararlarında
Yargıtay içtihadına dayanarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen
tazminat yolunun kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların
telafisi yönünden de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012,
16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter,
B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§ 41, 42; Hatice
Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§ 74-76).
41. Yargıtay, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca
açılacak tazminat davalarının 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesi (818 sayılı
mülga Kanun'un 125. maddesi) gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi
olduğunu kabul etmektedir (bkz. § 23). Buna göre kadastro tespiti nedeniyle
mülkiyet kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat
davasının açılması gerekmektedir (Yaşar
Çoban, § 69).
42. Somut olayda, başvurucuya ait taşınmaz açılan dava sonucunda
orman vasfıyla Hazine adına tescil edilmiştir. Daire, başvurucu aleyhinde
açılan davanın kesinleştiği 22/9/1995 tarihinde başvurucunun taşınmazın
mülkiyetini kaybettiğini belirterek 2011 yılında 4721 sayılı Kanun'un 1007.
maddesine dayanılarak açılan davada 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesindeki (818
sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) on yıllık genel zamanaşımı süresinin
geçtiğine ve bu nedenle davanın reddinin yerinde olduğuna hükmetmiştir.
43. Başvurucu aleyhinde açılan dava 22/9/1995 tarihinde
kesinleşmiştir. Dolayısıyla Daire kararı gözetildiğinde en son 22/9/2005
tarihinde dava açılmış olması gerekmektedir. Ancak anılan tarihteki Yargıtay
içtihadı 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin tapu kütüğünün oluşumu sırasında
yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir. Diğer bir ifadeyle o tarihteki
içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde düzenlenen sorumluluk
davası, başvurucunun tazminat iddiasını incelemeye ve gerekirse başvurucu
lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir yol değildir. Bu dava, Yargıtay
HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra başvurucunun tazminat talebinin
incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle gelmiştir (Yaşar Çoban, § 71).
44. Yaşar Çoban
kararında ifade edildiği üzere 18/11/2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için
zamanaşımı süresinin bu tarihe kadar dolduğunun tespit edilmiş olması 4721
sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunu etkisizleştirmektedir.Sonradan
oluşan bir hukuk yoluna ilişkin zamanaşımı süresinin kişinin bu yola
başvurmasını kesin olarak imkânsız hâle getirecek bir tarihte başlayacağının
kabulü, sınırlamanın istisna olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bununla
birlikte 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un 125.
maddesi) gereğince on yıllık zamanaşımı süresinin hukuki güvenlik ve istikrarın
sağlanması amacına matuf olduğu gözetildiğinde bu sürenin tamamen göz ardı
edilmemesi gerektiği de açıktır. Başvurucunun dava açma hakkını
kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin
sağlanmasındaki kamu yararı arasında dava açmanın süreye bağlanmış olmasını
anlamsız kılmayacak şekilde bir denge kurulmalıdır. Bu denge kurma çabasının,
on yıllık zamanaşımı süresinin bu hukuki yolun oluştuğu 18/11/2009 tarihinden
itibaren yeniden işlemeye başlayacağının kabulünü zorunlu kılmadığının altı
çizilmelidir. Aksi takdirde zamanaşımı süresinin öngörülmesi anlamsız hâle
gelecek ve kamu yararı ile bireysel yarar arasında gözetilmesi gereken denge
kamu yararı aleyhine bozulmuş olacaktır. Önemli olan husus, 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunanlar yönünden 4721 sayılı
Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava açılabilmesine imkân tanınmış olmasıdır
(Yaşar Çoban, § 72-73).
45. Yaşar Çoban
kararında 18/11/2009 tarihinden
önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini mümkün kılacak
makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilmiş ve bu sürenin ne kadar
olacağının takdiri derece mahkemelerine ve Yargıtaya bırakılmıştır. Ancak
anılan karar sonrasında derece mahkemeleri ve Yargıtay tarafından 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini
mümkün kılacak ve öngörülebilir makul bir süre belirlenmediği anlaşılmaktadır
(bkz. §§ 24-30).
46. Bu durumda yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş olan somut başvuruya konu
davanın, bu tarihten sonra makul bir süre içinde açılıp açılmadığının tespit
edilmesi gerekmektedir. Belirlenecek bu sürenin dava açılmasını mümkün kılacak
yeterliliğe sahip ve öngörülebilir olması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Fakat bu süre, dava açma hakkının kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki dengeyi
de bozmamalıdır. Hesaplamada uyuşmazlığın dava edilebilmesini süreye tabi kılan
zamanaşımı düzenlemesi de dikkate alınmalıdır. Nitekim uyuşmazlık için
belirlenen on yıllık zamanaşımı süresi kadar veya daha fazla bir sürenin
öngörülmesi hâlinde hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin zedeleneceği açıktır.
Ayrıca bu dava, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra tazminat
talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle geldiğinden bu
tarihten hemen sonra davanın açılmasını beklemek de hakkaniyete uygun
düşmeyecektir. Zira bu süre, Yargıtay HGK içtihadının toplum tarafından
bilinebilir hâle geleceği bir zaman diliminden daha kısa da olmamalıdır.
47. Sonuç olarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan tazminat talepleri
hakkında bu tarihten itibaren makul bir süre içerisinde dava açılabileceğinin
kabulü gerekmektedir. Bu sürenin ne kadar olacağının takdirinin derece
mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtaya ait
olduğu kuşkusuz olmakla birlikte, somut olayda derece mahkemelerinin bu yönde
bir değerlendirmeye yer vermedikleri ve dava açılmasını mümkün hâle
getirebilecek şekilde makul bir süre tespiti yoluna gitmedikleri
anlaşılmaktadır. Derece mahkemeleri başvurucu tarafından 24/8/2011 tarihinde
açılan davada, 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresinin dolduğunu tespit
etmişlerdir. Yukarıda yer verilen değerlendirmeler de dikkate alındığında,
18/11/2009 tarihinden 1 yıl 9 ay 6 gün sonra açılan davanın makul kabul
edilebilecek bir sürede açıldığı sonucuna varılmıştır. Bu nedenle başvurucu
tarafından açılan davanın 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolunun
bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle zamanaşımından reddedilmesi
suretiyle başvurucuya yüklenen külfet, kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim
hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozmuş ve
mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.
48. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence
altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi
gerekir.
B. Karar Düzeltme Kararına Karşı Yasa Yoluna
Gidilememesine İlişkin Şikâyet Yönünden
49. Başvurucu; Yargıtayın temyiz incelemesi sonucunda verdiği
kararın lehine olduğunu, yapılan karar düzeltme istemi sonucunda ise aleyhinde
karar verildiğini ancak aleyhinde verilen karara karşı yasa yoluna
başvuramadığını ileri sürmüştür. Başvurucunun iddiaları adil yargılanma hakkı
kapsamında mahkemeye erişim hakkı yönünden incelenmiştir.
50. Başvurucunun mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine
karar verildiğinden karar düzeltme ilamına karşı yasa yoluna başvurulamamasına
ilişkin şikâyetinin bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un
50. Maddesi Yönünden
51. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrasının
ilgili kısmı ve (2) numaralı fıkrası şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun
hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı
verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması
gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme
kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden
yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama
yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata
hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir.
Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal
kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse
dosya üzerinden karar verir.”
52. Başvurucu, yeniden yargılama yapılması veya maddi tazminat
ödenmesi talebinde bulunmuştur.
53. Anayasa Mahkemesinin Mehmet
Doğan kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan
kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875,
7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal
kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin
devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle
sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül
Alkaya ve diğerleri, B.No: 2016/12506, 7/11/2019).
54. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine
karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz
edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin, yani
ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle
ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan
karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması,
varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu
bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
55. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı durumlarda Anayasa
Mahkemesi, 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile
İçtüzük’ün 79. maddesinin 1 numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın
bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme,
usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan
kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya
özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi
tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde,
usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili
mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir
takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan
mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin
ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin
sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir. (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri, §§ 57-59,
66-67).
56. İncelenen başvuruda 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen
hukuk yolunun bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle davanın
zamanaşımından reddedilmesinden dolayı mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği
sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı
anlaşılmaktadır.
57. Bu durumda mahkemeye erişim hakkının ihlalinin sonuçlarının
ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar
bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü
düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına
göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda
yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini
ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere
uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin
yeniden yargılama yapılmak üzere Beykoz 2. Asliye Hukuk Mahkemesine
gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
58. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden
yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat talebinin
reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
59. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000
TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL tutarındaki yargılama giderinin
başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın
KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye
erişim hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mahkemeye erişim hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Beykoz
2. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2014/59 ve E.2014/248) GÖNDERİLMESİNE,
D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,
E. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam
3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve
Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına;
ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine
kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE
29/1/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.