TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
S.S.TEOS TATİL KÖYÜ ALTYAPI KOOPERATİFİ BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2017/20651)
|
|
Karar Tarihi: 21/10/2020
|
|
İKİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Kadir ÖZKAYA
|
Üyeler
|
:
|
M. Emin KUZ
|
|
|
Rıdvan GÜLEÇ
|
|
|
Yıldız SEFERİNOĞLU
|
|
|
Basri BAĞCI
|
Raportör
|
:
|
Eren Can BENAKAY
|
Başvurucu
|
:
|
S.S. Teos Tatil Köyü Altyapı
Kooperatifi
|
Vekili
|
:
|
Av. Tuncay AKINCI
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, taşınmazın kadastro mahkemesince tespit
harici bırakılması dolayısıyla uğranılan zararın tazmin edilmesi istemiyle
açılan davanın zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim
hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru 12/4/2017 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik
incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet
Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve
Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden erişilen bilgi ve belgeler
çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:
8. İzmir'in Urla ilçesi Yağcılar köyü Yukarı Demircili ve
Ömerali mevkii 512 parsel numaralı 14.880 m² yüz ölçümlü ve arsa niteliğindeki
taşınmaz, O.Y. adına kayıtlı iken 5/12/1970 tarihinde başvurucu Sınırlı Sorumlu
Teos Tatil Köyü Alt Yapı Kooperatifi (başvurucu) tarafından satın alınmıştır.
9. Başvurucuya ait Aralık 1970 tarihli ve 7 sıra numaralı
tapu kaydı kadastro sırasında revizyon görerek 392 parsel olarak başvurucu
adına tahdit ve tespiti yapılmıştır. Kadastro tespitine itiraz üzerine Urla
Kadastro Mahkemesinin 13/5/1982 tarihli kararıyla taşınmaz sahil şeridinde
olması nedeniyle tespit harici bırakılmıştır. Karar 17/8/1983 tarihinde
kesinleşmiştir.
10. Başvurucu, taşınmazın kadastro mahkemesince tespit
harici bırakılmasına karar verildiğini belirterek mülkiyet kaybı nedeniyle
fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 20.000 TL tazminatın tahsiline
karar verilmesi istemiyle 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni
Kanunu'nun 1007. maddesi uyarınca 27/5/2011 tarihinde tazminat davası açmıştır.
11. Urla Asliye Hukuk Mahkemesi 10/4/2014 tarihinde
davayı kabul etmiştir. Mahkeme kararında, mülkiyet hakkı ve tapu kütüğüne güven
ilkesi gereği bu tür davalarda zamanaşımı ve hak düşürücü sürenin
uygulanamayacağı belirtilmiş; başvurucunun mülkiyet hakkından mahrum
bırakıldığına, bu hakla kamu yararı arasında makul ve adaletli bir oran kurmak gerektiğine
işaret edilmiştir.
12. Temyiz edilen karar Yargıtay 20. Hukuk Dairesince
(Daire) 17/11/2015 tarihinde bozulmuştur. Kararın gerekçesinde özetle;
i. Taşınmazın Urla Kadastro Mahkemesinin 13/5/1982
tarihli ve E.1978/41, K.1982/89 sayılı ilamıyla tespit harici bırakılmasına
karar verildiği belirtilmiştir.
ii. 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesine dayanılarak
açılan davalar için 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Borçlar Kanunu'nun 146.
maddesindeki (22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125.
maddesi) on yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanacağı, Urla Kadastro
Mahkemesinin 13/5/1982 tarihli kararının 17/8/1983 tarihinde kesinleştiğinden
on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ifade edilmiştir.
13. Karar düzeltme istemi Daire tarafından 4/5/2016
tarihinde reddedilmiştir.
14. Mahkeme, bozma kararına uymuş ve 16/12/2016 tarihinde
davayı zamanaşımından reddetmiştir. Kararın gerekçesinde 17/8/1983 tarihinden
başlayarak on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu üzerinde durulmuştur.
15. Kararın temyizi üzerine Dairenin 13/6/2017 tarihli
kararı ile hüküm onanmıştır.
16. Karar düzeltme talebi Daire tarafından 28/6/2018
tarihinde reddedilmiştir.
17. Nihai karar 13/7/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir.
18. Başvurucu 12/4/2017 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
IV. İLGİLİ
HUKUK
19. İlgili hukuk için bkz. Yaşar Çoban [GK], B.
No: 2014/6673, 25/7/2017, §§ 37-47.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
20. Mahkemenin 21/10/2020 tarihinde yapmış olduğu
toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun İddiaları
21. Başvurucu; Kadastro Mahkemesince taşınmazının haksız
bir şekilde tescil harici bırakıldığını, parsel numarasının değiştirildiğini ve
yüz ölçümünün düşürüldüğünü ileri sürmüştür. Başvurucu; Yargıtay HGK'nın
18/11/2009 tarihli kararı gözönünde bulundurularak açmış olduğu davasında
zamanaşımı süresinin 18/11/2009 tarihinden itibaren başlatılması gerektiğini,
açmış olduğu davasının zamanaşımı nedeniyle reddedildiğini belirtmiştir. Sonuç
olarak başvurucu, mahkemeye erişim hakkının ve mülkiyet hakkının ihlal
edildiğini ileri sürmüştür.
B. Değerlendirme
22. Başvuru konusu ile ilgili ilkeler daha önce Anayasa
Mahkemesi tarafından 25/7/2017 tarihli kararda ortaya konulmuştur (Yaşar
Çoban, §§ 54-75). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri
sürmüşse de bütün şikâyetleri adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim
hakkı yönünden incelenmiştir.
1. Kabul Edilebilirlik Yönünden
23. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul
edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı
anlaşılan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul
edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
2. Esas Yönünden
a. Hakkın
Kapsamı ve Müdahalenin Varlığı
24. Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında
herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve
savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim
hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün
bir unsurudur. Diğer yandan Anayasa'nın 36. maddesine adil yargılanma
ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası
sözleşmelerle de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine
dâhil edildiği vurgulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni (Sözleşme)
yorumlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme'nin 6. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirtmektedir (Özbakım
Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156,
20/4/2017, § 34).
25. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak
arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve
özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan
en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından
görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden
faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının
tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının
sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz (Mohammed Aynosah, B.
No: 2013/8896, 23/2/2016, § 33).
26. Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı
değerlendirmelerde mahkemeye erişim hakkının bir uyuşmazlığı mahkeme önüne
taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını
isteyebilmek anlamına geldiğini ifade etmiştir (Özkan Şen, B. No:
2012/791, 7/11/2013, § 52).
27. Somut olayda başvurucu tarafından açılan davanın
zamanaşımından reddedilerek esasının incelenmemesi nedeniyle başvurucunun
mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahalenin bulunduğu görülmektedir.
b. Müdahalenin
İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
28. Anayasa Mahkemesince Yaşar Çoban kararında
Yargıtayın 18/11/2009 tarihinden önceki içtihadının devletin tapu sicilinin
tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan
hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli
kararından sonra içtihadın değiştiği belirtilmiştir. Bu içtihatta 4721 sayılı
Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin
dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıt düzenlemelerini ve
taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da kapsadığı belirtilmiştir.
Yargıtay hukuk daireleri de bu tarihten sonra Yargıtay HGK'nın bu içtihadı
doğrultusunda karar vermiştir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de
Yargıtay HGK'nın bu içtihadından sonra yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunu kabul
ederek kabul edilemezlik kararları vermiştir (Yaşar Çoban, §§ 45, 46,
68). Anayasa Mahkemesi de daha önceki kararlarında Yargıtay içtihadına
dayanarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunun
kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların telafisi yönünden
de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012,
16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter, B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§
41, 42; Hatice Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§
74-76).
29. Yargıtay 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca
açılacak tazminat davalarının11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanunu'nun 146. maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) gereğince on
yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğunu kabul etmektedir. Buna göre kadastro
tespiti nedeniyle mülkiyet kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl
içinde tazminat davasının açılması gerekmektedir (Yaşar Çoban, § 69).
30. Somut olayda başvurucunun taşınmazı Urla Kadastro
Mahkemesinin 13/5/1982 tarihli kararıyla tescil harici bırakılmıştır. Daire,
Urla Kadastro Mahkemesinin 13/5/1982 tarihli kararının kesinleştiği tarih olan
17/8/1983 tarihinden itibaren 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesindeki (818
sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) on yıllık genel zamanaşımı süresi içinde
dava açılması gerekirken 2011 yılında açılan davada genel zamanaşımı süresinin
geçtiğine ve bu nedenle davanın reddi gerektiğine hükmetmiştir.
31. Başvurucu tarafından taşınmazının tescil harici
bırakılmasından sonra dava açılmamıştır. Dolayısıyla Dairenin kararına göre en
son 1993 yılında dava açılmış olması gerekmektedir. Ancak anılan tarihteki
Yargıtay içtihadı 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin tapu kütüğünün oluşumu
sırasında yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir. Diğer bir ifadeyle o
tarihteki içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde düzenlenen
sorumluluk davası, başvurucuların tazminat iddiasını incelemeye ve gerekirse
başvurucular lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir yol değildir. Bu
dava, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra başvurucuların
tazminat talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle gelmiştir (Yaşar
Çoban, § 71).
32. Yaşar Çoban kararında ifade edildiği üzere
18/11/2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için zamanaşımı süresinin bu tarihe
kadar dolduğunun tespit edilmiş olması 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde
öngörülen tazminat yolunu etkisizleştirmektedir. Sonradan oluşan bir hukuk
yoluna ilişkin zamanaşımı süresinin kişinin bu yola başvurmasını kesin olarak
imkânsız hâle getirecek bir tarihte başlayacağının kabulü, sınırlamanın istisna
olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesi
(818 sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) gereğince on yıllık zamanaşımı
süresinin hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacına matuf olduğu
gözetildiğinde bu sürenin tamamen gözardı edilmemesi gerektiği de açıktır.
Başvurucuların dava açma hakkını kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasında dava
açmanın süreye bağlanmış olmasını anlamsız kılmayacak şekilde bir denge
kurulmalıdır. Bu denge kurma çabasının on yıllık zamanaşımı süresinin bu hukuki
yolun oluştuğu 18/11/2009 tarihinden itibaren yeniden işleyeme başlayacağının
kabulünü zorunlu kılmadığının altı çizilmelidir. Aksi takdirde zamanaşımı
süresinin öngörülmesi anlamsız hâle gelecek ve kamu yararı ile bireysel yarar
arasında gözetilmesi gereken denge kamu yararı aleyhine bozulmuş olacaktır.
Önemli olan husus 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş
bulunanlar yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava
açılabilmesine imkân tanınmış olmasıdır (Yaşar Çoban, §§ 72, 73).
33. Yaşar Çoban kararında 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini
mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilmiş ve bu sürenin
ne kadar olacağının takdiri derece mahkemelerine ve Yargıtaya bırakılmıştır.
Ancak anılan karar sonrasında derece mahkemeleri ve Yargıtay tarafından
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava
açabilmelerini mümkün kılacak ve öngörülebilir makul bir süre belirlenmediği
anlaşılmaktadır.
34. Bu durumda yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş olan somut başvuruya konu
davanın bu tarihten sonra makul bir süre içinde açılıp açılmadığının tespit
edilmesi gerekmektedir. Belirlenecek bu sürenin dava açılmasını mümkün kılacak
yeterliliğe sahip ve öngörülebilir olması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Fakat bu süre, dava açma hakkının kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki dengeyi
de bozmamalıdır. Hesaplamada uyuşmazlığın dava edilebilmesini süreye tabi kılan
zamanaşımı düzenlemesi de dikkate alınmalıdır. Nitekim uyuşmazlık için
belirlenen on yıllık zamanaşımı süresi kadar veya daha fazla bir sürenin öngörülmesi
hâlinde hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin zedeleneceği açıktır. Ayrıca bu
dava, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra tazminat talebinin
incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle geldiğinden bu tarihten hemen
sonra davanın açılmasını beklemek de hakkaniyete uygun düşmeyecektir. Zira bu
süre, Yargıtay HGK içtihadının toplum tarafından bilinebilir hâle geleceği bir
zaman diliminden daha kısa da olmamalıdır.
35. Sonuç olarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi
kapsamında 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan tazminat
talepleri hakkında bu tarihten itibaren makul bir süre içinde dava
açılabileceğinin kabulü gerekmektedir. Bu sürenin ne kadar olacağının
takdirinin derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan
Yargıtaya ait olduğu kuşkusuz olmakla birlikte somut olayda derece
mahkemelerinin bu yönde bir değerlendirmeye yer vermedikleri ve dava açılmasını
mümkün hâle getirebilecek şekilde makul bir süre tespiti yoluna gitmedikleri
anlaşılmaktadır. Derece mahkemeleri başvurucu tarafından 27/5/2011 tarihinde
açılan davada 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresinin dolduğunu tespit
etmişlerdir. Yukarıda yer verilen değerlendirmeler de dikkate alındığında
18/11/2009 tarihinden 1 yıl 6 ay 8 gün sonra açılan davanın makul kabul
edilebilecek bir sürede açıldığı sonucuna varılmıştır. Bu nedenle başvurucu
tarafından açılan davanın 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolunun
bu tarihten önce tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle zamanaşımından reddedilmesi
suretiyle başvurucuya yüklenen külfet, kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim
hakkı arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozmuş ve
mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.
36. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde
güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar
verilmesi gerekir.
M. Emin KUZ bu görüşe farklı gerekçe ile katılmıştır.
C. 6216 Sayılı
Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
37. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı
şöyledir:
“(1) Esas inceleme sonunda,
başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal
kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için
yapılması gerekenlere hükmedilir…
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme
kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden
yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama
yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata
hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir.
Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal
kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse
dosya üzerinden karar verir.”
38. Başvurucu, ihlalin tespiti ile yeniden yargılamaya
karar verilmesi talebinde bulunmuştur.
39. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan kararında
ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel
ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875, 7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir
kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin
sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi
ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül
Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).
40. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal
edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle
getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için
ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması,
ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan
kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların
giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması
gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
41. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya
mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı
Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1)
numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan
kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili
mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki
benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla
yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim
yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına
bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki
yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden
yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi
bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal
yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı
nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını
gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§
58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66-67).
42. İncelenen başvuruda 18/11/2009 tarihinde etkili hâle
gelen hukuk yoluna ilişkin makul bir süre içinde dava açıldığı hâlde davanın
zamanaşımından reddedilmesinden dolayı mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği
sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı
anlaşılmaktadır.
43. Bu durumda mahkemeye erişim hakkının ihlalinin
sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki
yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü
düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına
göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda
yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini
ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere
uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin
yeniden yargılama yapılmak amacıyla dosyanın ilgili mahkemeye gönderilmesine
karar verilmesi gerekmektedir.
44. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve
3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama
giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan
mahkemeye erişim hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Kararın bir örneğinin mahkemeye erişim hakkının
ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak
üzere Urla Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2016/328 ve K.2016/792) GÖNDERİLMESİNE,
D. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet
ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya
ÖDENMESİNE,
E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun
Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde
yapılmasına; ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten
ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,
F. Kararın bir örneğinin bilgi için Yargıtay 20. Hukuk Dairesine
GÖNDERİLMESİNE,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına
GÖNDERİLMESİNE 21/10/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
FARKLIGEREKÇE
Taşınmazın kadastro mahkemesince tescil harici
bırakılmasından dolayı uğranılan zararın tazmin edilmesi talebiyle açılan
davanın zamanaşımından reddedilmesi sebebiyle mahkemeye erişim hakkının ihlal
edildiğine karar verilmiştir.
Kararın gerekçesinde; Yargıtayın 18/11/2009 tarihli
kararından önceki içtihadı devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan
sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı
yolunda iken içtihat değişikliği ile 4721 sayılı Kanunun 1007. maddesinde
öngörülen tazminat yolunun bunlar yönünden de etkili hâle geldiği, on yıllık
zamanaşımı süresinin bu içtihat değişikliği ile oluşan hukukî yol için
18/11/2009 tarihinde yeniden işlemeye başlayacağı söylenemese de, bu tarihten
önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açmalarını mümkün kılacak
makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilerek, somut olayda başvurucuların
mezkûr içtihat değişikliğinden 1 yıl 6 ay 8 gün sonra açtıkları davanın makul
kabul edilebilecek bir sürede açıldığı sonucuna varılmış ve davanın
zamanaşımından reddedilmesinin kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim hakkı
arasında kurulması gereken adil dengeyi başvurucu aleyhine bozarak anılan hakka
yapılan müdahaleyi orantısız kıldığı gerekçesiyle ihlal kararı verilmiştir (§§
28-36).
Oybirliğiyle alınan ihlal kararına katılmakla birlikte,
somut olayda zamanaşımından reddedilen davanın mezkûr içtihat değişikliğinden 1
yıl 6 ay 8 gün sonra açıldığı ve bu sürenin makul olduğu belirtilerek ihlal
sonucuna varılmasının isabetli olmadığını düşünüyorum.
Bilindiği gibi, konuya ilişkin ilke kararımızda,
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan davalar bakımından,
Yargıtayın içtihat değişikliğinden sonra ortaya çıkan ve AİHM ile Anayasa
Mahkemesi tarafından da etkili bir hukuk yolu olduğu kabul edilen 4721 sayılı
Kanunun 1007. maddesi kapsamında tazminat davası açılmasını mümkün kılacak
makul sürenin ne kadar olacağının takdirinin derece mahkemelerine ve özellikle
içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtaya ait olduğunda kuşku bulunmadığı
belirtilmiştir (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 73).
İncelenen başvuruya konu red kararının, yukarıda
belirtilen ilke kararımızdan önce verildiği (16/12/2016) ve onandığı
(13/6/2017) dikkate alındığında, makul sürenin belirlenmesinde takdir
yetkisinin derece mahkemelerine ve özellikle Yargıtaya ait olduğuna ilişkin
tespitten ayrılmanın uygun olmadığı açıktır.
Somut başvuruda da içtihat değişikliğinden başvuruya konu
davanın açılmasına kadar geçen sürenin makul olup olmadığı Mahkememizce
değerlendirilmeden, bu değerlendirmenin derece mahkemelerince yapılması gerektiği
ve bu süreye ilişkin bir inceleme yapılmadan zamanaşımı sebebiyle davanın
reddine karar verilmesinin mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahaleyi
orantısız kıldığı gerekçesiyle ihlal kararı verilmesinin ilke kararımıza uygun
olacağı düşüncesiyle çoğunluğun kararına farklı gerekçeyle katılıyorum.