TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
ANAYASA MAHKEMESİ
|
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
IŞIL KANTARCI BAŞVURUSU
|
(Başvuru Numarası: 2018/17640)
|
|
Karar Tarihi: 14/10/2020
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM
|
|
KARAR
|
|
Başkan
|
:
|
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Üyeler
|
:
|
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
|
|
Burhan ÜSTÜN
|
|
|
Hicabi DURSUN
|
|
|
Selahaddin MENTEŞ
|
Raportör
|
:
|
Olcay ÖZCAN
|
Başvurucu
|
:
|
Işıl KANTARCI
|
Vekili
|
:
|
Av. Cevdet Şahin FLORAT
|
I. BAŞVURUNUN
KONUSU
1. Başvuru, tapu siciline güvenilerek satın alınan
taşınmazın dava yoluyla tapusunun iptal edilerek orman vasfıyla Hazine adına
tescili sebebiyle uğranılan zararın tazmin edilmesi istemiyle açılan davanın
zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ihlal
edildiği iddiasına ilişkindir.
II. BAŞVURU
SÜRECİ
2. Başvuru 29/5/2018 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden
yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik
incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul
edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet
Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirilmesine gerek
olmadığını bildirmiştir.
III. OLAY VE
OLGULAR
7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle
olaylar özetle şöyledir:
8. Başvurucu 1982 doğum tarihli olup İzmir'de ikamet
etmektedir.
9. Başvurucunun murisi M.T.K., İzmir'in Urla ilçesine
bağlı Özbek köyünde bulunan 880 m² yüz ölçümlü tarla niteliğindeki 110
parsel sayılı taşınmazı 1991 yılında tapuda satış yoluyla devralmıştır.
10. Orman Genel Müdürlüğü, başvurucunun murisine ait
taşınmazın orman vasıflı arazi olduğu gerekçesiyle tapusunun iptali ve orman
olarak tescili istemiyle 10/2/1995 tarihinde dava açmıştır. Urla Asliye Hukuk
Mahkemesi (Mahkeme) 5/12/1995 tarihinde davayı kabul etmiş ve taşınmazın tapu
kaydının iptali ile orman olarak tesciline karar vermiştir.
11. Temyiz edilen karar Yargıtay 20. Hukuk Dairesince
(Daire) onanarak 6/9/1999 tarihinde kesinleşmiştir.
12. Başvurucunun murisi, tapuda satın alınan taşınmazın
orman vasıflı olduğu kabul edilerek Hazine adına tescil edilmesi nedeniyle
22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesi hükmü
uyarınca tazminat ödenmesi istemiyle 28/4/2014 tarihinde Maliye Hazinesi
aleyhine dava açmıştır.
13. Mahkeme 21/4/2015 tarihinde davayı reddetmiştir.
Kararın gerekçesi özetle şu şekildedir:
i. Mahkemenin 5/12/1995
tarihli kararı ile başvurucunun murisi adına kayıtlı taşınmazın tapu kaydının
iptal edilerek orman vasfıyla Hazine adına tesciline karar verildiği ve bu
kararın 6/9/1999 tarihinde kesinleştiği belirtilmiştir.
ii. 4721 sayılı
Kanun'un 1007. maddesine dayanılarak açılan davalar için 11/1/2011 tarihli ve
6098 sayılı Borçlar Kanunu'nun 146. maddesindeki (22/4/1926 tarihli ve 818
sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi) on yıllık genel zamanaşımı
süresinin uygulanacağına işaret edilmiştir. Bu nedenle taşınmazın orman vasfı
ile Hazine adına tescil edilmesine ilişkin kararın kesinleştiği 6/9/1999
tarihinden itibaren on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ifade edilmiştir.
14. Başvurucunun murisi M.T.K. yargılama sırasında
18/7/2016 tarihinde vefat etmiştir.
15. Temyiz edilen karar Daire tarafından 23/11/2017
tarihinde onanmıştır. Daire de onama kararında, taşınmazın orman vasfı ile
Hazine adına tescil edilmesine ilişkin kararın kesinleştiği 6/9/1999 tarihinden
itibaren davanın açıldığı 28/4/2014 tarihine kadar on yıllık zamanaşımı
süresinin dolduğuna vurgu yapmıştır.
16. Başvurucu ve murisin diğer mirasçısı tarafından
yapılan karar düzeltme istemi Daire tarafından 12/4/2018 tarihinde reddedilmiş
ve karar kesinleşmiştir.
17. Nihai karar başvurucu vekiline 7/5/2018 tarihinde
tebliğ edilmiştir.
18. Başvurucu 29/5/2018 tarihinde bireysel başvuruda
bulunmuştur.
IV. İLGİLİ
HUKUK
A. Ulusal Hukuk
19. Konu hakkında bkz. Yaşar Çoban [GK], B. No:
2014/6673, 25/7/2017, §§ 37-38.
1. Yargıtay
Kararları
20. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 18/11/2009
tarihli ve E.2009/4-383, K.2009/517 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...
Bu aşamada, kadastro işlemlerinden doğan
zararın, tapu sicilinin tutulmasından kaynaklanan zarar kapsamında
değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hususunun açıklanmasında yarar
bulunmaktadır.
...
Davaya konu somut olayda, yapılan
kadastro işlemine süresi içinde Hazine adına itiraz etmekle yükümlü olan
görevliler üzerlerine düşen görevlerini yapmamışlardır. Tapu işlemleri kadastro
tespiti işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve
tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir
bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan T.M.K. 1007 anlamında
Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir.
Burada Devletin sorumluluğu kusursuz
sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni
hakların yanlış tescili sonucu değişmesi yada yitirilmesi ile bu haklardan
yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen
ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan
zararları da ödemekle yükümlüdür. Bu itibarla, kadastro görevlilerinin
dayanaksız yada gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve
taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da aynı kapsamda düşünmek
gerekir.
...
Sonuç itibariyle; davacının, Devletin
kusursuz sorumluluğundan kaynaklanan bir zararının oluştuğu ve bu zararın
tazminini Devletten isteyebileceği, Devletin kadastro işlemlerinden kaynaklanan
sorumluluğunun da TMK’nun 1007.maddesi kapsamında olması gerektiği, bu nedenle
görülmekte olan davanın adli yargıda bakılması gerektiği sonucuna varılmıştır.
..."
21. Yargıtay HGK'nın 13/6/2018 tarihli ve E.2017/5-2025,
K.2018/1189 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"...somut olayda 818 sayılı BK’nın
60. maddesinde (6098 sayılı TBK’nın 72. maddesi) öngörülen ve haksız fiil
sorumluluğunun tabi olduğu 1 ve 10 yıllık zamamaşımı sürelerinin mi yoksa aynı
Kanunun 125. maddesinde (6098 sayılı TBK’nın 146. maddesi) yer alan 10 yıllık
genel zamanaşımı süresinin mi uygulanmasının gerektiği, burada varılacak sonuca
göre davanın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.
...
Devletin sorumluluğundan söz edebilmek
için, tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir
işleminin ve bununla zararlı sonuç arasında nedensellik bağının varlığı
gerekmekle birlikte, eylemin kusura dayanıp dayanmamasının bir önemi yoktur. Eş
söyleyişle, Devletin sorumluluğu, kusursuz bir sorumluluktur.
...
Bununla birlikte Devletin TMK’nın 1007.
maddesi kapsamında sorumluluğu sınırsız olmayıp, belli bir zamanaşımı süresine
tabidir. İşte tam bu noktada kısaca zamanaşımı kavramına ve bu konudaki yasal
düzenlemelere değinmekte fayda bulunmaktadır.
Özel hukukta teknik bir kavram olan
zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde Kanunun kabul etmiş
olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir. Çekişmelerin bir an önce
sonuçlandırılmayıp uzun süre askıda bırakılmasının toplumun barış ve huzurunu
bozacağı düşünülerek yargı yoluyla hak aramaya konulan zaman sınırı olarak
öngörülen zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren, ortadan kaldıran bir olgu
olmayıp, doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma
aracıdır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 60.
maddesinin birinci fıkrasında haksız fiilden zarar görenin zararının tazmini
istemiyle açacağı davaların bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ayrıca
düzenlenmiştir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun
“Müruru zaman” başlıklı 60. maddesinde; “Zarar ve ziyan yahut manevi zarar
namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın
zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her hâlde zararı
müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz…”
hükmü yer almaktadır.
BK’nın 60. maddesinin birinci fıkrasına
göre, tazminat davası açma hakkı zarar görenin, zararı ve haksız eylemi
öğrenmesinden itibaren başlayacak ve bir yılda zamanaşımına uğrayacaktır.
Burada önemli olan zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmektir.
Diğer bir anlatımla, bir yıllık sürenin
başlaması için zarar görenin, zarar ile birlikte tazmin borçlusunu da öğrenmiş
olması gerekir. Kusur sorumluluğunda failin öğrenilmesi gerekir.
Aynı Kanunun “On senelik müruru zaman”
başlıklı 125. maddesi ise; “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı
takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.” şeklinde bir düzenleme
içermektedir. Anılan maddenin birinci fıkrasında süreler belirlendikten sonra
maddenin ikinci fıkrasında ceza dava zamanaşımına yollamada bulunulmuştur.
818 sayılı BK’nın 125-140. (6098 sayılı
Türk Borçlar Kanunu’nun 146-161.) maddeleri arasında düzenlenen genel
zamanaşımı hükümlerine göre alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü
süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka
bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü
kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi
keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan
alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (Obligatio naturalis)
hâline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına
uğramış olması onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için
borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir
defide bulunması gerekir (HGK’nın 05.05.2010 gün ve 2010/8-231 E., 255 K.
sayılı kararı).
Bu nedenle zamanaşımı hukuki niteliği
itibariyle maddi hukuktan kaynaklanan bir defi olup usul hukuku anlamında ise
bir savunma aracıdır (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt: 2,
s.1761; Von Tuhr. A.: Borçlar Hukuku, C. I-II, Ankara 1983, C. Edege çev.,
s.688 vd.; Canbolat, F: Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri
Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, s.255 vd.;
HGK’nun 06.04.2011 gün ve 2010/9-629 E., 2011/70 K. sayılı kararı).
Yasada hangi hakların zamanaşımına
uğrayacağı, hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem hâlinde düzenlenmiş
değildir. Mevcut hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu
hukukundan kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabidir.
BK’nın 125. maddesine göre özel hukukta
aksine bir hüküm bulunmadıkça alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına
tabidir. 10 yıllık süre ise kusursuz sorumlulukta kanunen sorumlu görülen
kişinin öğrenilmesi ile başlar.
Yukarıda ifade edildiği gibi TMK’nın
1007. maddesi uyarınca Devletin sorumluluğunun objektif-kusursuz sorumluluk
hâli olduğunun kabul edildiğine ve bu sorumluluk hâlinin 818 sayılı BK’nın 41.
ve devamı maddelerinde düzenlenen haksız fiil sorumluluğu ile ilgisi
bulunmadığına göre, aynı Kanunun 60. maddesinde (6098 sayılı BK’nın 72.
maddesi) yer alan zamanaşımı kurallarının uygulanma imkânı olmadığı gibi,
TMK’nın 1007. maddesine dayanılarak açılan davalar için ayrıca zamanaşımı
süresinin öngörülmediği dikkate alındığında, 818 sayılı BK’nın 125.
maddesindeki (6098 sayılı BK’nın 146. maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı
süresinin devletin sorumluluğu için uygulanması gerekir.
...''
22. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 21/12/2015 tarihli ve
E.2015/3740, K.2015/12886 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Mahkemece, kadastro tespitinin 1953
yılında yapıldığı, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesine göre 10
yıllık süre içinde tespite itiraz edilmemesi nedeniyle tutanakların
kesinleştiği, esasen ortada devletin sorumluluğunu gerektirecek tapu sicilinin
yanlış tutulmasından kaynaklanan bir yolsuz tescil durumunun da olmadığı
gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından
temyiz edilmiştir.
Dava, 4721 sayılı TMK'nın 1007. maddesi
gereğince açılan tazminat ile tapu iptali ve tescil davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına, kararın
dayandığı gerekçeye göre; çekişmeli taşınmazın kadastro tespitinin 1953 yılında
yapıldığı ve davacıların kadastro tespitine itiraz etmemeleri nedeniyle 1963
yılında kesinleşerek davalı gerçek kişiler adına tapu kaydı oluştuğu, bu
tarihten itibaren davacıların mülkiyet hakkına dayanarak tazminat isteme
haklarının kalmadığı, kaldı ki; TMK'nın1007. maddesine dayanılarak açılan
tazminat davaları için ayrıca zamanaşımı öngörülmediğinden, 6098 sayılı Borçlar
Kanununun 146. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125.) maddesinde yazılı 10
yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanmasının söz konusu olduğu davada,
tespitin kesinleştiği 1963 yılından itibaren 10 yıllık süre içinde dava
açılmaması nedeniyle bu sürenin de geçtiği, davalı Hazinenin de zamanaşımı
itirazında bulunduğu gözönüne alındığında davanın reddine karar verilmesinde
isabetsizlik bulunmadığına göre, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi
ile usûl ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA
..."
23. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 23/11/2017 tarihli ve
E.2016/2493, K.2017/9897 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"Davacılar vekili, 24/10/2014
havale tarihli dilekçesinde özetle; İzmir ili, Merkez, Narlıdere 156 ada 1406
parsel sayılı taşınmazın müvekkillerin murisi tarafından 1976 yılında satın
alındığını, ancak Orman Genel Müdürlüğü tarafından açılan dava sonucu tapu
kaydının iptal edilerek, orman sınırları içine alındığını ileri sürerek,
fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak suretiyle şimdilik 15.000,00.-TL
tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan
tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Hazine ise süresinde verdiği
cevap dilekçesinde: tapu iptali ve tescil kararının kesinleştiği tarihten
itibaren zamanaşımı süresinin geçtiğini ileri sürmüştür.
Mahkemece, davanın 10 yıllık zamanaşımı
süresinde açılmamış olması sebebiyle reddine karar verilmiş, hüküm davacılar
vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK'nın 1007. maddesi uyarınca
açılan tazminat davasıdır.
İncelenen dosya kapsamına ve kararın
dayandığı gerekçeye göre, İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1981/602 E. -
1983/403 K. sayılı kararının kesinleştiği 28/11/1983 tarihi ile davanın açıldığı
24/10/2014 tarihleri arasında 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu
anlaşıldığından, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve
kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA,
..."
24. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 10/5/2018 tarihli ve
E.2016/7929, K.2018/3624 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...Dava, tapu kaydının mahkeme
kararı ile iptal edilmesi nedeniyle uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK'nın
1007. maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamına, kararın
dayandığı gerekçeye, Orman Yönetimi tarafından açılan dava sonucu İzmir 4.
Asliye Hukuk Mahkemesinin 1999/805 E. - 2001/752 K. sayılı ilamıyla davacıların
miras bırakanının maliki olduğu 198 ada 75 parsel sayılı taşınmazın 53.519 m2
yüzölçümlü kesiminin kesinleşen orman tahdidi içinde kaldığı gerekçesiyle tapu
kaydının iptaline ve orman niteliği ile Hazine adına tesciline karar verilerek
temyiz edilmeksizin 03.12.2001 tarihinde kesinleştiğine, eldeki tazminat
davasının ise 28.04.2015 tarihinde açıldığına, 6098 sayılı Türk Borçlar
Kanununun 146. maddesinde düzenlenen 10 yıllık dava açma zamanaşımı süresinin
dolduğuna, davalı Hazine süresi içinde zamanaşımı definde bulunduğuna göre
yazılı şekilde hüküm kurulmasında isabetsizlik bulunmadığından hükmün ONANMASINA,
...''
25. Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 7/5/2019 tarihli ve
E.2019/1461, K.2019/3223 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre
dava, 4721 sayılı TMK'nın 1007. maddesi gereğince tapu sicilinin tutulmasından
kaynaklı tazminat davasıdır.
İncelenen mahkeme dosyasına, kararın
dayandığı gerekçeye, dava konusu yeniköy 237 parsel sayılı taşınmazın 1969
yılında yapılan kadastro sırasında 14/8/1956 tarih 96 sıra numaralı tapu
kaydına dayanarak T.T. adına tespit edildiği, Orman Yönetimi tarafından
kadastro tespitine itiraz edilmesi sonucu tapulama mahkemesinin 1982/110 E. -
1985/298 K. sayılı ilamı ile taşınmazın tapuda orman olarak kayıtlı olan
taşınmaz sınırları içinde kalması nedeni ile davanın kabulüne, taşınmazın Hazine
adına tescil edilmiş ormana ait kaydın müseccel bulunduğu birliğin tapu
kütüğüne aktarılmasına karar verildiği, anılan hükmün 23/9/1991 tarihinde
kesinleştiği, eldeki davanın 10 yıllık zamanaşımı süresi dolduktan sonra
16/3/2015 tarihinde açıldığı, davalı Hazinenin süresi içinde zamanaşımı definde
bulunduğu, davacının tescil talebi açısından ise Tapulama Mahkemesinin
kararının orman yönetimi ve tespit malikinin mirasçıları için kesin hüküm
oluşturduğu, belirlenerek hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığına
göre, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun
olan hükmün ONANMASINA,
..."
2. Bölge Adliye
Mahkemesi Kararları
26. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesinin 2018
yılında açılan davaya ilişkin 18/1/2019 tarihli ve E. 2019/52, K.2019/90 sayılı
kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava, tapu kaydının yanlış kişi adına
tescilinden kaynaklı uğranılan zararın, 4721 sayılı TMK'nın 1007. maddesi
uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle
reddine karar verildiği, hükmün davacılar vekili tarafından istinaf kanun
yoluna getirildiği görülmüştür.
...
Dava konusu taşınmazın tapu kaydı ve
kadastrol tutanaklarının incelenmesinde Mehmet Karakuyu adına 24/12/1979
tarihinde tapuya tescil edildiği görülmüştür. 3402 sayılı kadastro kanunun 12/3
maddesine göre tapulama tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl
geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz edilip
dava açılamaz.
...
10 yıllık zamanaşımı süresi içinde TMK
1007 maddesine göre kadastral işlemlere dayanılarak tazminat talep hakkı
18/11/2009 tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihatı ile tanınmışsa da gerek
kadastro tutanağının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık sürenin gerekse
Anayasa mahkemesinin 2014/6673 esas sayılı dosyasında belirtilen makul süre bu
davada dava tarihi itibariyle geçmiş olduğundan mahkemenin vermiş olduğu karar
doğrudur.
...''
27. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesinin 25/2/2019
tarihli ve E.2018/606, K.2019/75 sayılı kararının ilgili bölümü şöyledir:
"...
Dava, TMK 1007. maddesi uyarınca tapu
sicilinin tutulmasından kaynaklı tazminat istemine ilişkindir.
İstinaf edilmek suretiyle Dairemiz önüne
gelen uyuşmazlık, orman niteliğinde olduğu gerekçesiyle tapusu iptal edilen
taşınmaz nedeniyle TMK.nun 1007. maddesi uyarınca açılacak davalarda zamanaşımı
süresinin bulunup bulunmadığı, varsa bu sürenin başlangıcının zararın oluştuğu
tarihten mi yoksa 18/11/2009 tarihli Yargıtay HGK ile yargı yolu açılması
sonucu HGK kararından itibaren mi zamanaşımının başlayacağına ilişkindir.
Tazminat istemine konu 111 parsel sayılı
taşınmaz, Mart 1951 tarih C.139, S:64, N:136 sayılı tapu kaydı ve 176 tahrir
nolu vergi kaydı dayanak alınarak 40900 m² yüzölçümü ve beyanlar hanesinde
"4753 sayılı Kanunun 7nci bölümünün 61, 62, 63 maddelerine göre takyide
tabidir" belirtmesi ile D.G. adına tesbit edilmiş ve itiraz edilmeksizin
4/7/1978 tarihinde kesinleşmekle tapu siciline tescil edilmiştir.
...
Yukarıda belirtilen bilgiler ışığında
somut olay değerlendirildiğinde; hâlen tapu sicilinde muris adına tescilli
bulunan 111 parsel sayılı taşınmaz, 4753 sayılı Kanun hükümleri uyarınca oluşan
Mart 1951 tarih 136 sıra sayılı tapu kaydı dayanak alınarak 1978 yılında 766
sayılı Kanun hükümlerine göre yapılıp kesinleşen kadastro çalışmaları sonucunda
muris D.K. adına tescil edildiği, Antalya 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 5/6/1985
tarihli 1984/262-350 E.K. sayılı kararı uyarınca Devlet Ormanı sayılan
yerlerden olduğu gerekçesiyle tapu kaydının iptaline karar verildiği ve temyiz
edilmeksizin hükmün 12/11/1986 tarihinde kesinleştiği, tapu sicilinde terkin
işlemi yapılmasa da TMK 705/2 maddesi uyarınca mülkiyetin mahkeme işleminin
kesinleştiği 12/11/1986 tarihi itibariyle Hazineye geçtiği, tescilin açıklayacı
nitelikte bulunduğu, 10 yıllık zamanaşımının, mülkiyetin geri alınma imkanı
olmaksızın yitirilmesi tarihinden itibaren 12/11/1996 tarihinde dolduğu, ancak
bu tarih itibariyle bulunan yargısal içtihatların, Devletin tapu sicilinin
tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan
hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli
kararından sonra Yargıtay içtihadlarının değiştiği ve TMK.nun 1007. maddesinde
öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal
duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar
yapmalarını da kapsadığının belirtilmesi sonucu tazminat talep etme yolunun
açıldığı, bu durumun AİHM de yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunun kabul edildiği,
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş bulunan eldeki dava
yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava açılabilmesi imkanı
yönünden Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen hak ihlali kararı nazara
alınarak makul bir sürenin öngörülmesi gerektiği, davacıların eldeki
davayı4/5/2015 tarihinde açtığı, ancak 02 Aralık 1991 tarihli Köy Hizmetleri
Genel Müdürlüğü Arazi ve İskan Dairesi Başkanlığının yazısından muris ve dava
dışı başkaca kişilere ait taşınmazların mahkeme hükmü nedeniyle iptali
nedeniyle Varsak Köyü 1612 parselden arazi tahsisinin 3202 sayılı Kanunun 9/k
maddesi uyarınca istendiği, daha sonra mirasçılarca 09/12/2010 tarihli dilekçe
ile talebin yenilendiği ve Antalya Valiliği Defterdarlık Milli Emlak Dairesi
Başkanlığı Batı Antalya Emlak Müdürlüğü tarafından 3/2/2015 tarihli 2661 sayılı
yazı ile Mülga 4753 sayılı Kanun kapsamında ödenen bedellere karşılık hak
sahiplerine taşınmaz verilmesinin mümkün olmadığı ve ödendiği belgelenecek
bedellerin denkleştirici adalet ilkesi doğrultusunda hak sahiplerine iade
edilmesinin bakanlık Makamının 1/7/2014 tarihli ve 828 sayılı
"Olur"ları ile uygun görüldüğü bildirildiği belirtilerek dava dışı
kişilere bedel ödemesinde bulunulduğu, ancak davacılara bir ödeme yapıldığının
bildirilmediği, 3/2/2015 tarihli bildirimden itibaren davanın yaklaşık 2 ay
sonra açıldığı, davacıların ve murislerinin arazi tahsisine ilişkin başvuruları
yönünden idare yazışmalarının 3/2/2015 tarihine kadar devam ettiği, nihayetinde
3/2/2015 tarihi itibariyle mahkeme kararı ile iptal edilen taşınmazları yerine
idarece arazi verilmeyeceğinin anlaşıldığı nazara alınarak 08/11/2009
tarihinden itibaren oluşan iç hukuk yolu itibariyle eldeki davanın makul süre
içinde açıldığı ve böylece kamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının
korunması arasında adil bir dengenin kurulabileceği kabul edilerek başvurucu
davacılar vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün kaldırılması ve dava
dosyasının ilk derece mahkemesine gönderilmesi yönünde aşağıdaki hüküm
kurulmuştur."
28. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 37. Hukuk Dairesinin
26/3/2019 tarihli ve E.2018/2019, K.2019/898 sayılı kararının ilgili bölümü
şöyledir:
"...
Dosya kapsamından dava konusu Şile
İlçesi, Çayırbaşı köyü 191 parsel sayılı taşınmazın davacı adına kayıtlı
olduğu, taşınmazın kısmen orman tahdidi içinde olması nedeniyle Orman İdaresi
tarafından açılan dava sonucu Şile Asliye Hukuk Mahkemesinin 1995/106 Esas,
2002/8 Karar sayılı ilamı ile taşınmazın 840 m2 lik kısmının tapu kaydının
iptali ile orman vasfı ile Hazine adına tesciline karar verildiği, kararın
5/4/2002 tarihinde kesinleştiği, tapunun bedelsiz olarak iptal edilmesi
nedeniyle davacının 12/7/2017 tarihinde eldeki tazminat davasını açtığı
anlaşılmaktadır.
TMK'nın 1007. maddesine dayanılarak
açılan davalar6098 sayılı Borçlar Kanununun 146. maddesindeki (818 sayılı
Kanunun 125. maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresine tabidir.
Dosya kapsamına, kararın dayandığı
gerekçeye, dava konusu parsele ilişkin Şile Asliye Hukuk Mahkemesinin 1995/106
Esas, 2002/8 Karar sayılı ilamının kesinleştiği 5/4/2002 tarihten itibaren 10
yıllık zamanaşımı süresinin geçmiş olmasına, yerleşik yargıtay uygulamalarına
göre zamanaşamı süresinin iptal kararının kesinleştiği tarihten itibaren
başlamasına göre verilen karar usul ve yasaya uygun olduğundan davacı vekilinin
istinaf itirazlarının reddine karar vermek gerekmiş, aşağıdaki şekilde hüküm
kurulmuştur.''
B. Uluslararası Hukuk
29. Konu hakkında bkz. Yaşar Çoban, §§ 41-47.
V. İNCELEME VE GEREKÇE
30. Mahkemenin 14/10/2020 tarihinde yapmış olduğu
toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Başvurucunun
İddiaları
31. Başvurucu, murisi tarafından tapuda satın alınan
taşınmazın tazminat ödenmeksizin orman sınırları içerisine alındığını
belirtmiştir. Başvurucu bedeli ödenmeyen taşınmaz için 2014 yılında muris
tarafından açılan tazminat davasının zamanaşımı gerekçesiyle reddedildiğini
ifade etmiştir. Sonuç olarak başvurucu bu gerekçelerle mülkiyet ve mahkemeye
erişim haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
B. Değerlendirme
32. Başvuru konusu ile ilgili ilkeler daha önce Anayasa
Mahkemesi tarafından 25/7/2017 tarihli kararda ortaya konulmuştur (Yaşar Çoban,
§§ 54-75). Buna göre her ne kadar başvurucu mülkiyet hakkının ihlal edildiğini
ileri sürmüşse de başvurucunun bütün şikâyetleri ilgili olduğu adil yargılanma
hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkı yönünden incelenmiştir.
33. Anayasa Mahkemesince Yaşar Çoban kararında
Yargıtayın 18/11/2009 tarihinden önceki içtihadının, devletin tapu sicilinin
tutulmasından doğan sorumluluğunun tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan
hataları kapsamadığı yolunda olduğu, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli
kararından sonra içtihadın değiştiği belirtilmiştir. Bu içtihatta 4721 sayılı
Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen sorumluluğun kadastro görevlilerinin
dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve
taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da kapsadığı belirtilmiştir.
Yargıtay hukuk daireleri de bu tarihten sonra Yargıtay HGK'nın bu içtihadı
doğrultusunda karar vermiştir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM)
Yargıtay HGK'nın bu içtihadından sonra yeni bir iç hukuk yolu oluştuğunu kabul
ederek kabul edilemezlik kararları vermiştir (Yaşar Çoban, §§ 45, 46,
68). Anayasa Mahkemesi de daha önceki kararlarında Yargıtay içtihadına
dayanarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunun
kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların telafisi yönünden
de etkili olduğu sonucuna ulaşmıştır (Nazmiye Akman, B. No: 2013/1012,
16/4/2013, § 25; Ahmet Hilmi Serter, B. No: 2014/10954, 17/11/2016, §§
41, 42; Hatice Avcı ve diğerleri, B. No: 2014/9788, 22/9/2016, §§
74-76).
34. Yargıtay 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca
açılacak tazminat davalarının 6098 sayılı Kanun'un 146. maddesi (818 sayılı
mülga Kanun'un 125. maddesi) gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi
olduğunu kabul etmektedir (bkz. § 21). Buna göre kadastro tespiti nedeniyle
mülkiyet kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat
davasının açılması gerekmektedir (Yaşar Çoban, § 69).
35. Somut olayda, başvurucunun murisi tarafından 1991
yılında tapuda satın alınan ve tarla vasıflı olan taşınmaz açılan dava
sonucunda orman vasfıyla Hazine adına tescil edilmiştir. Derece mahkemeleri
başvurucunun murisi aleyhinde açılan davanın kesinleştiği 6/9/1999 tarihinde
başvurucunun murisinin taşınmazın mülkiyetini kaybettiğini belirterek 2014
yılında 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesine dayanılarak açılan davada 6098
sayılı Kanun'un 146. maddesindeki (818 sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) on
yıllık genel zamanaşımı süresinin geçtiğine ve bu nedenle davanın reddinin
yerinde olduğuna hükmetmiştir.
36. Başvurucunun murisi aleyhinde açılan dava 6/9/1999
tarihinde kesinleşmiştir. Dolayısıyla derece mahkemelerince verilen kararlar
gözetildiğinde en son 6/9/2009 tarihinde dava açılmış olması gerekmektedir.
Ancak anılan tarihteki Yargıtay içtihadı 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinin
tapu kütüğünün oluşumu sırasında yapılan hataları kapsamadığı biçimindedir.
Diğer bir ifadeyle o tarihteki içtihat itibarıyla 4721 sayılı Kanun'un 1007.
maddesinde düzenlenen sorumluluk davası, başvurucunun tazminat iddiasını
incelemeye ve gerekirse başvurucu lehine tazminata hükmedilmesine elverişli bir
yol değildir. Bu dava, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra
başvurucunun tazminat talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle
gelmiştir (Yaşar Çoban, § 71).
37. Yaşar Çoban kararında ifade edildiği üzere
18/11/2009 tarihinde oluşan bu hukuki yol için zamanaşımı süresinin bu tarihe
kadar dolduğunun tespit edilmiş olması 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde
öngörülen tazminat yolunu etkisizleştirmektedir. Sonradan oluşan bir hukuk
yoluna ilişkin zamanaşımı süresinin kişinin bu yola başvurmasını kesin olarak
imkânsız hâle getirecek bir tarihte başlayacağının kabulü, sınırlamanın istisna
olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte 6098 sayılı Kanun'un 146.
maddesi (818 sayılı mülga Kanun'un 125. maddesi) gereğince on yıllık zamanaşımı
süresinin hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacına matuf olduğu
gözetildiğinde bu sürenin tamamen göz ardı edilmemesi gerektiği de açıktır.
Başvurucunun dava açma hakkını kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasında dava
açmanın süreye bağlanmış olmasını anlamsız kılmayacak şekilde bir denge
kurulmalıdır. Bu denge kurma çabasının, on yıllık zamanaşımı süresinin bu
hukuki yolun oluştuğu 18/11/2009 tarihinden itibaren yeniden işleyeme
başlayacağının kabulünü zorunlu kılmadığının altı çizilmelidir. Aksi takdirde
zamanaşımı süresinin öngörülmesi anlamsız hâle gelecek ve kamu yararı ile
bireysel yarar arasında gözetilmesi gereken denge kamu yararı aleyhine bozulmuş
olacaktır. Önemli olan husus 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi
dolmuş bulunanlar yönünden 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi kapsamında dava
açılabilmesine imkân tanınmış olmasıdır (Yaşar Çoban, § 72-73).
38. Yaşar Çoban kararında 18/11/2009
tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini
mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi gerektiği belirtilmiş ve bu sürenin
ne kadar olacağının takdiri derece mahkemelerine ve Yargıtaya bırakılmıştır.
39. Bu durumda yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda
18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolmuş olan somut başvuruya konu
davanın, bu tarihten sonra makul bir süre içinde açılıp açılmadığının tespit
edilmesi gerekmektedir. Belirlenecek bu sürenin dava açılmasını mümkün kılacak
yeterliliğe sahip ve öngörülebilir olması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Fakat bu süre, dava açma hakkının kullanabilmesindeki bireysel yarar ile hukuki
güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki dengeyi
de bozmamalıdır. Hesaplamada uyuşmazlığın dava edilebilmesini süreye tabi kılan
zamanaşımı düzenlemesi de dikkate alınmalıdır. Nitekim uyuşmazlık için
belirlenen on yıllık zamanaşımı süresi kadar veya daha fazla bir sürenin
öngörülmesi halinde hukuki güvenlik ve istikrar ilkesinin zedeleneceği açıktır.
Ayrıca bu dava, Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından sonra tazminat
talebinin incelenmesi bakımından etkili ve elverişli hâle geldiğinden bu
tarihten hemen sonra davanın açılmasını beklemek de hakkaniyete uygun
düşmeyecektir. Zira bu süre, Yargıtay HGK içtihadının toplum tarafından
bilinebilir hale geleceği bir zaman diliminden daha kısa da olmamalıdır.
40. Sonuç olarak 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi
kapsamında Yargıtay HGK'nın 18/11/2009 tarihli içtihadından önce zamanaşımı
süresi dolmuş bulunan tazminat talepleri hakkında bu tarihten itibaren makul
bir süre içerisinde dava açılabileceğinin kabulü gerekmektedir. Bu sürenin ne
kadar olacağının takdirinin derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi
konumunda olan Yargıtaya ait olduğu kuşkusuz olmakla birlikte, somut olayda
derece mahkemelerinin bu yönde bir değerlendirmeye yer vermedikleri ve dava
açılmasını mümkün hâle getirebilecek şekilde makul bir süre tespiti yoluna
gitmedikleri anlaşılmaktadır. Derece mahkemeleri başvurucunun murisi tarafından
28/4/2014 tarihinde açılan davada, 18/11/2009 tarihinden önce zamanaşımı
süresinin dolduğunu tespit etmişlerdir. Yukarıda yer verilen değerlendirmeler
de dikkate alındığında, 18/11/2009 tarihinden 4 yıl 5 ay 10 gün sonra açılan
davanın makul kabul edilebilecek bir sürede açılmadığı sonucuna varılmıştır.
Dolayısıyla 18/11/2009 tarihinde etkili hâle gelen hukuk yolu için bu süreden
sonra makul denilebilecek sürede dava açmayan başvurucunun murisinin davasının
zamanaşımından reddedilmesi suretiyle başvurucuya yüklenen külfetin orantısız
olduğundan bahsedilemez. Bu nedenle kamu yararı ile bireyin mahkemeye erişim hakkı
arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulmadığı
değerlendirilmiştir.
41. Açıklanan gerekçelerle başvurunun diğer kabul
edilebilirlik nedenleri incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması
nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin
iddianın açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ
OLDUĞUNA,
B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde
BIRAKILMASINA 14/10/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.