logo
Bireysel Başvuru Kararları Kullanıcı Kılavuzu English

(Hidayet Karaca [GK], B. No: 2015/144, 14/7/2015, § …)
Kararlar Bilgi Bankasında yayınlanan karar metni
editöryal düzeltmelere tabi tutulmuş olabilir.
   


 

 

 

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

HİDAYET KARACA BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2015/144)

 

Karar Tarihi: 14/7/2015

R.G. Tarih- Sayı: 9/10/2015-29497

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Alparslan ALTAN

Başkanvekili

:

Burhan ÜSTÜN

Üyeler

:

Serruh KALELİ

 

 

Osman Alifeyyaz PAKSÜT

 

 

Recep KÖMÜRCÜ

 

 

Engin YILDIRIM

 

 

Nuri NECİPOĞLU

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Erdal TERCAN

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Hasan Tahsin GÖKCAN

 

 

Kadir ÖZKAYA

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

Raportör

:

Hüseyin TURAN

Başvurucu

:

Hidayet KARACA

Vekilleri

:

Av. Fikret DURAN, Av. Gültekin AVCI

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedeni bulunmaksızın, kanuna aykırı deliller kuvvetli suç şüphesi sayılarak tutuklanma; doğal hâkim ilkesine aykırı olarak kurulmuş, tarafsız ve bağımsız olmayan bir mahkeme tarafından tutuklanma; tutuklama ve tutuklamaya itiraz üzerine verilen kararların gerekçelerinin ilgili ve yeterli olmaması; gözaltı süresinin aşılması; soruşturma sürecinde kamu görevlilerinin insan haysiyeti ile bağdaşmayan eylemleri nedeniyle kötü muameleye maruz bırakılma; ifade hürriyetinin kısıtlanması, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği ile adil yargılanma haklarının ve ifade hürriyetinin ihlal edildiği iddiaları hakkındadır.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru, 6/1/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesi neticesinde başvuruda, Komisyona sunulmasına engel teşkil edecek bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.

3. İkinci Bölüm Üçüncü Komisyonunca 27/1/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.

4. Bölüm Başkanı tarafından 5/2/2015 tarihinde, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına ve başvuru belgelerinin bir örneğinin görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmesine karar verilmiştir.

5. Adalet Bakanlığı, görüşünü 18/3/2015 tarihinde Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

6. Adalet Bakanlığı tarafından Anayasa Mahkemesine sunulan görüş başvurucuya 15/4/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu 30/4/2015 tarihinde cevaplarını Anayasa Mahkemesine sunmuştur.

7. İkinci Bölüm tarafından 7/7/2015 tarihinde yapılan toplantıda başvurunun, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 28. Maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca görüşülmek üzere Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

A. Olaylar

8. Başvuru formu ve ekleri ile Bakanlık görüş yazılarından elde edilen bilgi ve belgeler çerçevesinde olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu, uluslararası yayın yapan Samanyolu Televizyonunun da (STV) bünyesinde bulunduğu Samanyolu Yayın Grubunun grup başkanlığı görevini yürütmektedir.

10. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca, Tahşiye Yayınevinin ortağı Mehmet Nuri Turan’ın şikâyeti üzerine, 2009 yılında “Tahşiyeciler” grubuna yönelik düzenlenen soruşturma ve kovuşturmada “El-Kaide silahlı terör örgütü yapılanması dâhilinde örgüt üyeliği” faaliyetlerinde bulundukları gerekçesiyle yaklaşık 17 ay tutuklu kalan ve hâlen Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmaları devam eden şikayetçi ile birlikte 29 kişi hakkında “iftira, sahtecilik, kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak suçları”nın işlenip işlenmediği hususlarının tahkiki amacıyla başvurucuyla birlikte gazeteci, yapımcı, senarist, yönetmen ve emniyet görevlilerinin de dâhil olduğu kişiler hakkında soruşturma başlatılmıştır.

11. Bu soruşturma kapsamında Mehmet Nuri Turan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği şikâyet dilekçesinde özetle, 6/4/2009 tarihinde Fetullah Gülen’in internet sitesinden yaptığı konuşmada Tahşiye ismini kullanarak El-Kaide terör örgütü ile bağlantılı örgütsel bir yapılanma meydana getirilerek silahlandırılıp eylemler yaptırılabileceği, adlarına da Tahşiyeciler denebileceği şeklindeki beyanları üzerine hedef gösterildiklerini, bu konuşmanın akabinde 11/4/2009 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğüne isimsiz ihbar mektupları gönderilerek haklarında takibat başlatıldığını, kendileri ile ilgi ve irtibatları olmamasına karşın bu soruşturma kapsamındaki kişilerden birinin evinde bomba ve askerî mühimmat ele geçirilmesi nedeniyle bu silahlarla irtibatlı oldukları belirtilerek örgüt üyeliği ile itham edildiklerini, gerçekte terör örgütü ile hiçbir bağlantılarının olmadığını, ortağı olduğu Tahşiye Yayınevinin yayınlarında ve örgüt lideri olarak gösterilen Mehmet Doğan’ın Fetullah Gülen’in dinler arası diyalog, diğer dinlere bakışı, zekat gibi konulara ilişkin görüş ve eylemlerine ilmî olarak muhalif olması ve bunları yüksek sesle dile getirmesi nedeni ile hedef gösterildiklerini, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde kanun ve nizamlara aykırı bir biçimde görev yapan örgütlü yapının, gerçekte hiç suç işlenmediği hâlde suç işlenmişçesine tahkikat yaptığını, belgeler düzenlediğini; bu belgelere göre tutuklandığını, haklarında kamu davası açıldığını ve yargılamasının devam ettiğini belirtmiştir. Başvurucu ve diğer şüpheliler hakkındaki soruşturmanın temeli bu şikâyetlere dayanmaktadır.

12. Başvurucu, birtakım sosyal medya hesaplarında 10-11/12/2014 tarihlerinde kendisinin de aralarında bulunduğu çok sayıda medya mensubuna yönelik operasyon yapılacağı haberlerinin yer alması üzerine UYAP üzerinden yapılan sorgulamada kendisi hakkında herhangi bir soruşturma bulunmadığı bilgisine ulaştığını beyan etmiştir.

13. Bunun üzerine başvurucu, 12/12/2014 tarihinde (gözaltı kararından bir gün önce) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına bizzat giderek hakkında soruşturma olup olmadığını, şayet bir soruşturma var ise ifade vermek istediğini beyan ettiğini ancak İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı H. S. Tarafından kendisine “herhangi bir soruşturma bulunmadığı, olsaydı kendisinin mutlaka bilgisinin olacağı”nın bildirildiğini iddia edilmiştir.

14. Bu görüşmeden bir gün sonra 13/12/2014 tarihinde başvurucu hakkında gözaltı ve yakalama, ev ve iş yerlerinde arama kararı alınmış, 14/12/2014 günü sabah saatlerinde ise gözaltı işlemini gerçekleştirmek amacıyla İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü görevlileri, başvurucunun ikametine gitmiş, başvurucunun iş yerinde bulunduğunu öğrendiklerinde evde bulunan oğluna, başvurucunun ifade vermek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelmesi gerektiğini söylemiştir.

15. Bunun üzerine başvurucu, 14/12/2014 günü sabah saatlerinde davet üzerine gittiği İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü görevlilerince, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2014/133596 soruşturma sayılı dosyası kapsamında gözaltına alınmıştır. Daha sonra gözaltı süresi üç gün uzatılmıştır.

16. Başvurucu, gözaltı ve gözaltı süresinin uzatılması kararlarına itiraz etmiş ancak itirazları İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliğince reddedilmiştir.

17. İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği, 13/12/2014 tarihli ve 2014/3044 Değişik İş sayılı kararıyla 4/12/2014 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 153. Maddesinin (2) numaralı fıkrası gereğince itiraz yolu açık olmak üzere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının E.2014/133596 sayılı soruşturma dosyası hakkında kısıtlılık kararı vermiştir.

18. Başvurucunun İstanbul Cumhuriyet Savcılığınca ifadesinin alınması esnasında, yapılan açık kaynak çalışmalarında Fetullah Gülen ile arasında geçtiği iddia edilen 20/9/2013 tarihli telefon görüşmelerine ilişkin soru sorulması üzerine başvurucunun avukatlarının bu konuda suç duyurusunda bulunduklarını belirterek itiraz etmesi nedeniyle başvurucuya savcılık makamınca açık kaynak çalışmasından elde edildiği belirtilen konuşma metni ile ilgili olarak soru sorulmaktan vazgeçilmiştir.

19. Başvurucu, İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 18/12/2014 tarihli ve 2014/334 Sorgu sayılı kararı ile “terör örgütü yöneticiliği” suçundan tutuklanmıştır. Mahkemenin tutuklama kararının gerekçesi şöyledir:

“…Şüphelinin örgütün yayın politikasına uygun yayınlar yaparak örgüt yöneticisi olduğu yönünde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunduğu, yüklenen suçun yasada öngörülen ceza miktarı, işlendiği iddia edilen suçun önemli ve ciddi sayılan katalog suçlardan olması nedeniyle tutuklama nedeninin ‘kanun gereğince’ var sayıldığı, şüphelinin tutuklanmasına engel bir halinin (tutuklama yasağı ve yargılama engeli bulunmaması gibi) bulunmadığı, alması muhtemel ceza göz önüne alındığında kaçma şüphesinin bulunduğu, işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik önlemi değerlendirildiğinde Anayasa’nın 13. Maddesinde ifade olunan ‘ölçülülük ilkesi’ uyarınca, daha hafif koruma önlemi olan adli kontrol tedbiri uygulamasının bu aşamada soruşturmaya konu suç ve şüpheli açısından ‘yetersiz’ kalacağı ve amaca hizmet etmeyeceği kanaatine varılarak 5271 sayılı CMK’nın 100 ve devamı maddeleri gereğince TUTUKLANMASINA” karar verilmiştir.

20. Mahkemece, genel olarak kuvvetli suç şüphesinin bulunduğuna gerekçe olarak, örgüt lideri olduğu iddia edilen şüpheli Fetullah Gülen’in “www.herkul.org” isimli internet sitesinde 6/4/2009 tarihinde yayımlanan video kaydında “Tahşiyeciler” olarak bilinen bir dinî grup hakkında olumsuz ifadelerde bulunması ve daha sonra bu video kaydında belirtilen konuşmaların 8/4/2009 tarihinde Zaman gazetesinde haberleştirilmesi ve 9/4/2009 tarihinde ise başvurucunun grup başkanlığını yaptığı STV’de yayımlanan bir dizideki diyalogda “Tahşiyeciler” isminin geçmesi, bir süre sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğünde görevli polisler tarafından, anılan dinî gruba mensup bazı kişiler hakkında soruşturma başlatılması, bu soruşturma nedeniyle gözaltına alınan kişilerin 17 aya kadar tutuklu kalması ve Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmaları gösterilmiştir.

21. Mahkeme, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 1. Ve 7. Maddeleri anlamında bir örgütün varlığı yönünde kuvvetli suç şüphesinin bulunduğuna ilişkin gerekçe olarak şunları göstermiştir:

İstanbul C. Başsavcılığının 2009/1016 soruşturma sayılı dosyasının şüphelilerinden ve halen Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanan sanıklar Mehmet Nuri Turan, Büinyamin Ateş, Burhan Bozgeyik ve Mustafa Kaplan’ın sahihi olduğu, BMB Yayın Grubuna bağlı Tahşiye, Rahle ve Cihangir adı ile dini görüş ve yorumlar içeren kitaplar bastıkları, bu kitaplarda şüpheli Fethullah Gülen’in temel paradigması olan dinler arası diyalog ve kurumlara zekat verilebileceğine ilişkin görüşler ile tesettür konusunda eleştiride bulundukları, şüpheli Fethullah Gülen’in başında bulunduğu Hizmet Hareketi adıyla bilinen yapının eleştirildiği, şüpheli üdafilerinden Av. Ö. T.’nın ibraz etmiş olduğu 03/12/2008 tarihli, bu dosyanın şüphelilerinden olan eski İstanbul istihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer’in imzasıyla dağıtım yerlerine gönderilen ‘Tahşiye Grubu Faaliyetleri’ konulu yazısı ile bu grup hakkında istihbari bilgilendirme yapıldığı, şüpheli Fethullah Gülen’in 06/04/2009 tarihinde www.herkul.org isimli internet sitesinde “irtica Paranoyası” adı altında video kaydının yayınlandığı ve burada açıkça “tahşiye diye bir şey icat edebilirler… adlarını da tahşiyeci derler, sonra kaleşnikoflar verirler, çuvaldızı bile olmayan insanlara terörist damgası vuracaklar… belli kişilerce karanlık karar kurullarında alınan kararlar…” şeklinde beyanatlar verdiği, bu beyanatlar sonrasında 08/04/2009 tarihli Zaman Gazetesinin 3. Sayfasında “terör örgütü üretenler yeni tezgah peşinde” başlığı ile bu beyanatın haberleştirildiği, 09/04/2009 tarihinde ise Tek Türkiye dizisinin 64. Bölümünde, “karanlık kurul” isimli bölümünde “yeni projemizin adı Tahşiye olacaktır… bu hareketin silahlı terör örgütü kapsamına alınmasını sağlayacağız, bu yerlere de daha önce terör eylemlerinde kullanılmış silahlar ve malzemeler bırakılıp baskınlarla bulunulması sağlanacak…” şeklinde diyaloglar geçtiği, 10/04/2009 tarihli Zaman Gazetesinde şüpheli H. G.’nin, 15/04/2009 tarihinde ise şüpheli A. Ş. Tarafından bu beyanatın köşe yazısı olarak yazıldığı ve yine 23/04/2009 tarihinde Tek Türkiye dizisinin 66. Bölümünde “karanlık kurul” sahnesinde “Tahşiye miydi, Tahşidat mıydı neydi… Rahle Mahle bir şey diyin işte, dini sembol olacak bir şey…” şeklinde diyaloglar içerdiği, 26/04/2009 tarihinde ise şüpheli Nuh Gönültaş’ın Bugün Gazetesinde “Tahşiyeciler Deşifre Oldu, Yeni Bir İsim Bulmalıyız” başlığıyla dizide yayınlanan diyaloglar ile ilgili köşe yazısı yazıldığı anlaşılmıştır.

Başka suçtan tutuklu şüpheli A. F. Y.’in 03/12/2008 tarihli yazısı ve akabinde yukarıda belirtildiği gibi beyanlar ve yayım ve yayınlar yapıldıktan sonra, kısa bir süre sonra 29/04/2009 tarihinde 20 kişi hakkında şüpheli E. D. İmzasıyla şüpheli E. E. Adına İstihbarat Şube Müdürlüğünden TEM Şube Müdürlüğüne yazı yazıldığı ve “Radikal Tahşiye Grubu” hakkında ihbarda bulunulduğu, ancak istihbari bilgilerin adli soruşturmada teyit edilmeden kullanılamayacağı kuralı ihlal edilerek 04/05/2009 tarihinde TEM Şube Müdür Vekili şüpheli E. E.’nın imzasıyla İstanbul C. Başsavcılığından soruşturma talep edildiği, talebe uygun şekilde 05/05/2009 tarihinde soruşturma izni verilerek İstanbul C. Başsavcılığının 2009/1016 soruşturma numarası üzerinden soruşturmanın yürütüldüğü, teknik ve fiziki takip kararları alınarak TEM Şube Müdürlüğü görevlileri tarafından uygulama yapıldığı, 04/11/2009 tarihine kadar “Radikal Tahşiye Grubu” adı ile soruşturma yürütülürken bu tarihten sonra bilgi notu ile örgütün adının “El Kaide yanlısı radikal Mehmet Doğan Örgütü” ismiyle soruşturma yürütülerek 10/12/2009 tarihinde tarihsiz, isimsiz ve imzasız ihbar mektubu ve CD gönderildiği ve 22/01/2010 tarihinde 16 ilde eş zamanlı olarak 122 kişiye yönelik operasyon yapıldığı ve bir kısım şüphelilerin tutuklanarak 17 aya kadar tutuklu kaldıkları, şüphelilerden T. Y.’ın bulunduğu … yerde yapılan aramada suça konu olduğu değerlendirilen el bombaları ve mermiler ile krokiler ele geçirildiği, el bombaları üzerinde yalnızca arama yapan polis memurlarının parmak izinin tespit edildiği, dönemin istihbarat şube müdürü şüpheli A. F. Y.’in 03/12/2008 tarihli yazısında A. T’un da bu yapılanmanın içerisinde olduğunu bildirmesine ve şüpheli T. Y.’ın arama tutanağında elde edilen taslak ve krokilerin eve A. T. İsimli kişi tarafından getirildiğinin beyan edilmesine karşın A. T. İsimli kişinin imza ve yazı örnekleri alınmadığı gibi şüpheli olarak da işlem görmediği ayrıca elde edilen krokilerde M. K. İsimli kişinin arama yapılan evde 38 adet parmak izi tespit edildiği halde bu hususun da araştırılmadığı, diğer taraftan, elde edilen suça konu olduğu belirtilen bir adet stok no: 1365-27- 0004080 imal tarihi 2004, kafile no : 1-71, 1 adet MKE yapımı sarı renkli sis kutusunun Ergenekon Terör Örgütü kapsamında 21/04/2009 tarihinde Beykoz ilçesi Poyrazköy Keçilik mevkiinde yapılan kazılarda ele geçen bir adet şeffaf poşete sarılmış vaziyette bulunan MKE yapımı stok no: 1365-27- 000-4080 ibaresi yazılı sarı renkli sis kutusu ile aynı seriden olduğu, ele geçen el bombalarından seri numarası tespit edilen y3P f M-8722 seri numaralı el bombasının Kartal ilçe Emniyet Müdürlüğünde bulunan 6 adet el bombası ile benzeştiğinin tespit edildiği görülmüştür.

 İstanbul C. Başsavcılığınca yapılan soruşturma dosyasında Samanyolu TV yayın grubu başkanı olan şüpheli Hidayet Karaca’nın şüpheli Fethullah Gülen ile arasında 20/09/2010, 28/09/2013, 10/10/2013 tarihlerinde geçen telefon görüşmelerinde şüpheli Hidayet Karaca’nın “Şefkat Tepe” dizisindeki “karanlık kurul” bölümlerinin dizide yer alıp almayacağını sorarak bu bölümlere ilişkin senaryoyu şüpheli Fethullah Gülene okuyarak bizzat onayını aldığı, soruşturmanın şüphelilerinden olan ve Tek Türkiye, Şefkat Tepe dizilerinin senaryo, hikaye yazarları ve yapımcı ve yönetmenleri beyanlarına göre bu dizilerde yer alan karanlık kurul veya karar kurulu bölümlerinin kendileri tarafından yazılmadığı, senaryolaştırılmadığı ve dizilerinde bulunmadığını beyan etmeleri karşısında, karanlık karar kurulu adıyla yayınlanan bölümlerin diziden farklı kişiler tarafından senaryolaştırılarak diziye eklendiğinin anlaşıldığı, bu haliyle şüpheli Fethullah Gülen’in Samanyolu TV Grubu ve Zaman Gazetesinin genel olarak yayın ve yayım politikalarını belirlediği, bu şekilde kamuoyu oluşturmaya çalışıldığı, nitekim İstanbul C. Başsavcılığının 2014/41637, 2014/115949 ve 2014/69722 sayılı soruşturma dosyalarındaki bir kısım şüphelilerin bu dosyanın da şüphelileri olduğu, bu soruşturma dosyaları sonucunda yapılan işlemler nedeniyle şüpheli Fethullah Gülen’in kontrolünde bulunan basın ve yayın organlarında şüphelilerin sahiplenilerek yayınlar yapıldığı, nitekim dershaneler konusunda şüpheli Fethullah Gülen’in beyanının gazete ve televizyonlarda yukarıda belirtilen şekillerde kamuoyu oluşturmak amacıyla kullanılarak haberler yapıldığı, aynı zamanda dizilerin karar kurulu bölümlerinde de bu olaylara yer verildiği ve şüpheli Hidayet Karaca ile şüpheli Fethullah Gülen arasındaki görüşmelerin inkar da edilmediği görülmüştür.

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun Terör Tanımı başlığını taşıyan 1. Maddesinde; “Terör; cebir ve şiddet kullanarak baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun Terör Örgütleri başlığını taşıyan 7. Maddesinde; “cebir ve şiddet kullanılarak baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle 1. Maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere Terör Örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar TCK’nun 314. Maddesi hükümlerine göre cezalandırılır, örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” Hükümlerine yer verildiği görülmüştür.

Örgütün niteliği değerlendirildiğinde, genel itibariyle Emniyet Müdürlüğü ve özellikle İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde İstihbarat ve TEM Şube Müdürlüklerinde görev yapan şüphelilerin devletin hiyerarşik yapısı dışında ayrı bir hiyerarşik yapı oluşturarak yasa dışı örgütlenme oluşturdukları Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal, ekonomik, askeri ve idari mekanizmasına yön veren kadroların ele geçirilerek etkisiz hale getirilmenin amaçlandığı, bugüne kadar cebir ve şiddet içeren eylem ve işlemleri tespit edilememiş olsa da, mahiyeti gereği silahlı olarak Emniyet Müdürlüğü bünyesinde oluşan bu birimin “terör örgütleri ile mücadele” adı altında yetkilerini görevlerinin gereklerine aykırı kullanmak suretiyle amaca ulaşmak için toplum üzerinde baskı, korkutma, yıldırma ve sindirme yöntemi kullanarak işlemler yaptıkları, nitekim Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 09/10/2013 gün ve 2013/9110 esas, 2013/12351 karar sayılı ilamında belirtildiği gibi, anayasal düzene karşı işlenen suçlarda manevi cebirin de yeterli olacağının öngörüldüğü dikkate alındığında, TMK 1 ve 7. Maddeleri anlamında bir örgütün varlığı yönünde kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu görülmüştür.”

22. Başvurucunun, atılı suçla birlikte iftira suçundan da tutuklanması talep edilmiş ancak Mahkeme, “TCK’nun 267/7. Fıkrasının Anayasa Mahkemesinin 17/11/2011 tarih ve 2010/115 esas, 2011/154 karar sayılı kararı ile iptal edildiği anlaşılmakla, atılı suçtan tutuklanma talebinin reddine” karar vermiştir.

23. Şüpheli ile birlikte tutuklanmaları için mahkemeye sevk edilen 8 kişi ise İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğince “adli kontrol tedbiri” kararı verilerek salıverilmişlerdir.

24. Başvurucu, tutuklama kararına itiraz etmiş ancak itirazı İstanbul 2. Sulh Ceza Hâkimliğinin 25/12/2014 tarihli ve 2014/3653 Değişik İş sayılı kararıyla “…İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği’nin kararında usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmadığı” gerekçesiyle reddedilmiştir.

25. Başvurucu, 6/1/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

26. Başvurucu hakkındaki dosya soruşturma aşamasında derdesttir.

B. İlgili Hukuk

27. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 314. Maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

“(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

28. 5271 sayılı Kanun’un 91. Maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

(1) Yukarıdaki Maddeye göre yakalanan kişi, Cumhuriyet Savcılığınca bırakılmazsa, soruşturmanın tamamlanması için gözaltına alınmasına karar verilebilir. (Değişik cümle: 25/05/2005-5353 S.K./8.mad) Gözaltı süresi, yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, yakalama anından itibaren yirmidört saati geçemez. (Ek cümle: 25/05/2005-5353 S.K./8.mad) Yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilme için zorunlu süre oniki saatten fazla olamaz.

(2) Gözaltına alma, bu tedbirin soruşturma yönünden zorunlu olmasına ve kişinin bir suçu işlediği şüphesini gösteren somut delillerin varlığına bağlıdır.

(3) Toplu olarak işlenen suçlarda, delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle; Cumhuriyet savcısı gözaltı süresinin, her defasında bir günü geçmemek üzere, üç gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebilir. Gözaltı süresinin uzatılması emri gözaltına alınana derhâl tebliğ edilir.

 

 (5) Gözaltı süresinin dolması veya sulh ceza hâkiminin kararı üzerine serbest bırakılan kişi hakkında yakalamaya neden olan fiille ilgili yeni ve yeterli delil elde edilmedikçe ve Cumhuriyet savcısının kararı olmadıkça bir daha aynı nedenle yakalama işlemi uygulanamaz.

(6) Gözaltına alınan kişi bırakılmazsa, en geç bu süreler sonunda sulh ceza hâkimi önüne çıkarılıp sorguya çekilir. Sorguda müdafii de hazır bulunur.”

29. Aynı Kanun’un 100. Maddesinin ilgili kısmı şöyledir;

(1) Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.

 (2) Aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:

 a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.

 b) Şüpheli veya sanığın davranışları;

 1. Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme,

 2. Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,

 Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.

 (3) Aşağıdaki suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı halinde, tutuklama nedeni var sayılabilir:

 a) 26.9.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;

 

 11. Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar (madde 309, 310, 311, 312, 313, 314, 315),

 …”.

30. Aynı Kanun’un 101. Maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

“(1) Soruşturma evresinde şüphelinin tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına Cumhuriyet savcısının istemi üzerine veya re’sen mahkemece karar verilir. Bu istemlerde mutlaka gerekçe gösterilir ve adlî kontrol uygulamasının yetersiz kalacağını belirten hukukî ve fiilî nedenlere yer verilir.

 (2) (Değişik fıkra: 02/07/2012-6352 S.K./97.md.) Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda;

 a) Kuvvetli suç şüphesini,

 b) Tutuklama nedenlerinin varlığını,

 c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,

 gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir. Kararın içeriği şüpheli veya sanığa sözlü olarak bildirilir, ayrıca bir örneği yazılmak suretiyle kendilerine verilir ve bu husus kararda belirtilir.”

31. Aynı Kanun’un 142. Maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

“Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir.”

IV. İNCELEME VE GEREKÇE

32. Mahkemenin 14/7/2015 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, başvurucunun 6/1/2015 tarihli ve 2015/144 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

33. Başvurucu,

 i. Tutuklama ve tutukluluğa itirazı değerlendiren Sulh Ceza Hâkimliklerinin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları açısından “mahkeme” özelliğini haiz olmadıklarını, “bağımsız” ve “tarafsız” olarak kabul edilemeyeceklerini, Anayasa’nın 37. Maddesinde öngörülen tabii hâkim ilkesine aykırı olarak kurulduklarını, tahliye talebi ve itiraz yolu bakımından kişilere başarı şansı sunmadıklarını, “mahkeme” niteliğinde olmayan hâkimliklerin yaptığı yargısal işlemlerin geçersiz olduğunu, bu hâkimliklerin kararlarıyla tutuklu bulundurulmasının Anayasa ve Sözleşme’ye aykırı olduğunu belirterek Anayasa’nın 37. Maddesinin,

 ii. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrasına göre “çelişmeli yargılama” ve “silahların eşitliği” ilkelerine uygun bir yargılama yapılmasının zorunlu olduğunu, tutuklanmasına neden olan soruşturma hakkında kısıtlılık kararı verildiğini, bu kısıtlama kararıyla suç şüphesi isnat edilmesinde kullanılan verilerin kendisi ve müdafilerinden gizlendiğini belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin,

 iii. Gözaltına alınması ile başlayıp ifadesinin alınması ve tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edilip sorgulanması ile devam eden süreçte hiçbir şekilde silahlı terör örgütü yöneticisi olma suçunun unsurlarının oluştuğuna dair, objektif gözlemcileri ikna edici makul bir şüphenin ortaya konulamadığını, kendisine isnat edilen silahlı terör örgütü suçlaması açısından şiddet eylemlerinin ve varsa ele geçirilen silahların gösterilmesinin zorunlu olduğunu, aksi takdirde kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerden bahsetmenin mümkün olmadığını, tutuklama kararında kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin neler olduğunun açıklanmadığını belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin,

 iv. Davet üzerine 14/12/2014 Pazar günü 08.30’da ifade vermek için İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bizzat gittiğini, burada gözaltına alındığını, gözaltı süresinin üç gün uzatıldığını, dört günlük gözaltı süresinin son saatlerinde tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildiğini, ifade verme sürecinin 18/12/2014 tarihinde saat 23.30’da sona erdiğini, 5271 sayılı Kanun hükümlerine göre ifade verme işlemi tamamlanan şüpheli hakkında derhâl karar verilmesi gerekirken İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından kararın 19/12/2014 tarihinde saat 14.00’te verileceğinin tefhim edildiğini, bu şekilde gözaltı süresinin dört günü geçtiğini, sorgusu tamamlandıktan sonra 14 saat boyunca tutulmasının yasal dayanağı olmayan keyfî bir uygulama olduğunu belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin,

 v. İstanbul l. Sulh Ceza Mahkemesinin 18/12/2014 tarihli ve 2014/334 Değişik İş sayılı tutuklama kararının “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma dosyasında Samanyolu TV Yayın Grubu Başkanı olan Hidayet Karaca’nın şüpheli F.G. ile arasında 20.09.2010; 28.09.2013; 10.10.2013 tarihlerinde geçen telefon görüşmelerinde şüpheli Hidayet Karaca’nın “Şefkattepe” dizisindeki “Karanlık Kurul” bölümlerinin dizide yer alıp almayacağını sorarak bu bölümlere ilişkin senaryoyu F. G.’ye okuyarak bizzat onayını aldığı” ve “… Şüpheli Hidayet Karaca ile Şüpheli F.G. arasındaki görüşmelerin inkar da edilmediği görülmüştür.” Şeklindeki gerekçesiyle Samanyolu TV Yayın Grubu Başkanı olan kendisi hakkında aynı soruşturmada şüpheli F.G. ile arasında geçtiği iddia edilen telefon görüşmelerinin tutuklanma nedeni olarak belirtildiğini, hukuka aykırı elde edilen delillerin ceza muhakemesinde kullanılamayacağı ilkesine aykırı bir şekilde ve hukuk güvenliğini ortadan kaldıran delillere dayalı olarak tutuklama kararı verildiğini, söz konusu tutuklama kararının açıkça keyfî olduğunu belirterek Anayasa’nın 19. Ve 38. Maddelerinin,

 vi. Gözaltı süresinin üç gün uzatıldığını, 84 saat boyunca ifade vermeksizin bekletildiğini, ifadeyi alan savcıya defalarca çok yorgun, uykusuz ve bitap düştüğünü söyleyerek ifade veremeyecek durumda olduğunu açıkça beyan ettiğini ancak kendini savunamıyor pozisyonuna düşmemek amacıyla yine de ifade vereceğinin beyan edildiğini, ifadesinin ardından adliyeye sevk edildiğini, adliye nezarethanesinde -7. Katta soğuk ve sağlıksız bir ortamda tutulduğunu; şeker, tansiyon, kolesterol, böbrek yetmezliği ve kronik faranjit rahatsızlıklarının bulunduğunu, bu yorgunlukla istirahat etmesine fırsat verilmeksizin sorguya sevk edildiğini, tamamen insan haklarına aykırı bir şekilde yasak yöntemle soruşturma işleminin yürütüldüğünü, adliye nezarethanesinde iken ilaç kullanmak amacıyla su talep etmesi üzerine görevli memurlardan biri tarafından terslendiğini, konunun Cumhuriyet başsavcı vekiline intikal ettirilmesinin ardından su verildiğini, bu uygulamaların insanlık onuruyla bağdaşmadığını, hukuka aykırı olduğunu, ifadesinin alınması sırasında yasak sorgu ve ifade yöntemlerine başvurulduğunu ve yanıltıcı beyanlarla soru sorulmaya devam edildiğini belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin,

 vii. Tutuklama ve tutukluluğa itiraza ilişkin kararların formül gerekçelerle reddedildiğini, kararlarda; üzerine atılı suçun, bu suçun kendisi tarafından işlenildiğini gösteren bağlantının, somut deliller ve bilgiler ile bunların kuvvetli suç şüphesi yoğunluğuna ulaştığının gösterilmediğini, somut delillere dayalı kuvvetli suç şüphesinin nasıl oluştuğunun kararda belirtilmediğini, kararda somut deliller gösterilmediği gibi somut olgulara dahi temas edilmediğini, adli kontrol tedbirlerinin neden yetersiz kalacağı hususunda hiçbir gerekçe gösterilmediğini, soruşturmanın düşünce ve ifade özgürlüğünü hedef aldığını belirterek Anayasa’nın 19., 36. Ve 141. Maddelerinin,

 viii. Soruşturma aşamasında savcılık makamı tarafından ifadesi alınırken sözü kesilerek gerçeğe aykırı beyanlarla uyarıldığını belirterek Anayasa’nın 36. Maddesinin

ihlal edildiğini ileri sürmüş, tahliye ve tazminat talebinde bulunmuştur.

B. Değerlendirme

34. Başvurucunun,

 i. Savcılık makamı tarafından ifadesi alınırken sözünün kesilmesi ve yanıltıcı beyanlarla soru sorulması şikâyetlerinin Anayasa’nın 36. Maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı,

 ii. Soruşturma işlemleri sırasındaki kötü muamele iddiaları ile ilgili şikâyetinin Anayasa’nın 17. Maddesinin üçüncü fıkrası,

 iii. Tabii hâkim ilkesine aykırı, tarafsız ve bağımsız olmayan bir mahkeme tarafından tutuklanması, tutuklama kararının şartlarının oluşmaması, tutuklama kararı gerekçesinin ilgili ve yeterli olmaması, gözaltına alma koşullarının oluşmaması ve makul şüphenin bulunmaması, hukuka aykırı delilin kuvvetli suç şüphesi sayılarak tutuklama kararı verilmesi, soruşturma dosyasına erişiminin kısıtlanması, gözaltı süresinin aşılması, sorgu sürecinde geçen sürenin uzun olması ve gazetecilik faaliyeti nedeniyle tutuklandığı yönündeki şikâyetlerinin Anayasa’nın 19. Maddesinde düzenlenen kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı,

 iv. Yürütülen soruşmanın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik olduğu şikâyetinin Anayasa’nın 26. Maddesinde düzenlenen ifade hürriyeti

kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

1. Adil Yargılanma Hakkının İhlali İddiası

35. Başvurucu, savcılık makamı tarafından ifadesi alınırken sözünün kesilerek gerçeğe aykırı beyanlarla uyarıldığını iddia etmiştir (bkz. § 33, vi, viii).

36. Adalet Bakanlığı görüşünde özetle, başvurucunun iddiasının savunma hakkı kapsamında incelenebileceği, açılmış bir kamu davası ve sonuca bağlanmış bir yargılamanın bulunmadığı ve soruşturmanın devam ettiği belirtilmiştir.

37. Başvurucu Adalet Bakanlığının görüşlerine karşı başvuru formundaki beyanlarını tekrar etmiştir.

38. Anayasa’nın 148. Maddesinin üçüncü fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”

39. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru hakkı” kenar başlıklı 45. Maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

“İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.”

40. Anılan Anayasa ve Kanun hükümlerine göre bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması gerekir. Temel hak ve özgürlüklere saygı, devletin tüm organlarının anayasal ödevi olup bu ödevin ihmal edilmesi nedeniyle ortaya çıkan hak ihlallerinin düzeltilmesi idari ve yargısal makamların görevidir. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddialarının öncelikle derece mahkemeleri önünde ileri sürülmesi, bu makamlar tarafından değerlendirilmesi ve bir çözüme kavuşturulması esastır (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, B. No: 2012/403, 26/3/2013, § 16).

41. Bu nedenle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, iddia edilen hak ihlallerinin derece mahkemelerince düzeltilmemesi hâlinde başvurulabilecek ikincil nitelikte bir kanun yoludur. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Bu ilke uyarınca, başvurucunun Anayasa Mahkemesi önüne getirdiği şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve kanıtları zamanında bu makamlara sunması ve aynı zamanda bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması gerekir (Ayşe Zıraman ve Cennet Yeşilyurt, § 17).

42. Somut olayda, başvurucu hakkındaki soruşturmanın sonuçlanmadığı, adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürülen bu iddiaların yargılama sürecinde ve kanun yolunda incelenmesi imkânının bulunduğu anlaşılmaktadır.

43. Buna göre başvurunun bu kısmının “başvuru yollarının tüketilmemesi” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

44. Serruh KALELİ, Hicabi DURSUN, Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA ve Rıdvan GÜLEÇ farklı gerekçe ile bu görüşe katılmışlardır.

2. Kötü Muamele İddiası

45. Başvurucu, kamu görevlilerinin yakalama ve gözaltı işlemleri sırasındaki eylemlerinin, insan haysiyetiyle bağdaşmayan, aşağılayıcı muamele niteliğinde olduğunu belirterek Anayasa’nın 17. Maddesinin üçüncü fıkrasının ihlal edildiğini iddia etmiştir (bkz. § 33, vi).

46. Adalet Bakanlığı görüşünde özetle; bireysel başvurunun ikincil niteliğinin gereği olarak olağan kanun yollarında ve genel mahkemeler önünde ileri sürülmeyen iddiaların Anayasa Mahkemesi önünde şikâyet konusu edilemeyeceğini, somut olayda başvurucuların, maruz kaldıklarını iddia ettikleri kötü muamele eylemleri nedeniyle sorumlular hakkında bireysel başvuru yoluna gitmeden önce yetkili makamlara başvurarak delillerini ibraz etmek suretiyle şikâyette bulunduklarına dair başvuru dilekçesinde ve ekinde bir bilgi bulunmadığını, başvuru yollarının tüketilmesi kuralına istisna tanınmasını gerektiren olağan kanun yollarının makul başarı sunmayan etkisiz yollar olduğuna dair başvurucuların ikna edici argümanlarının bulunmadığını belirtmiştir.

47. Başvurucu, Adalet Bakanlığı’nın görüşlerine karşı, bahse konu şikâyetlerin yetkili merciler önünde dile getirildiğini ve sürecin devam ettiğini ifade etmiştir.

48. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için ihlale neden olduğu iddia edilen işlem veya eylem için öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerekir (bkz. §§ 40-41).

49. Öte yandan 6216 sayılı Kanun’un 45. Maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca, ihlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması, başka bir deyişle bireysel başvuru yapıldığı tarihte başvuru koşullarının tamamının sağlanmış olması gerekir. Bununla birlikte bir başvuru yolu yoksa ya da olan başvuru yolları etkili değilse Mahkeme, somut olayın koşullarını dikkate alarak bir başvurunun incelenmesine karar verebilir (Ümit Ata, B. No: 2012/254, 6/2/2014, § 33).

50. Somut olayda, başvurucunun gerek gözaltında gerekse sorgu sırasında maruz kaldığı kötü muamele iddiaları ile ilgili olarak (bkz. § 33, iv) başvuru yollarının tüketildiğine dair belge ve bilgi sunmadığı görülmüştür. Ayrıca başvurucu tarafından Bakanlık görüşüne karşı verilen beyanda bu şikâyetle ilgili olarak yetkili mercilere başvurulduğu ve sürecin devam ettiği belirtilmiştir.

51. Başvurucunun şikâyetlerine konu iddialar dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilmesi kuralına istisna tanınmasını gerektiren bir durumun olmadığı görülmektedir.

52. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun kötü muamele iddiaları ile ilgili olarak kanunda öngörülmüş yargısal başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru yapıldığı anlaşıldığından başvurunun diğer kabul edilebilirlik şartları yönünden incelenmeksizin “başvuru yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

3. Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkının İhlal Edildiği İddiaları

a. Gözaltı Süresinin Aşıldığı İddiası

53. Başvurucu, kanuni gözaltı süresi dolmasına rağmen serbest bırakılmadığını, serbest konumda olmasına rağmen hakkında tutuklama kararı verildiğini, sorgusu tamamlandıktan sonra ise 14 saat boyunca tutulmasının yasal dayanağı olmayan keyfî bir uygulama olduğunu iddia etmiştir (bkz. § 33, iv).

54. Başvurucu, 14/12/2014 Pazar günü saat 9.00’da Cumhuriyet savcısının talimatıyla gözaltına alınmış, yasal gözaltı süresinin sonunda 18/12/2014 saat 8.21 itibarıyla tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilmiştir. Başvurucunun da aralarında bulunduğu şüphelilerin İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğindeki ifade verme süreci 18/12/2014 tarihinde saat 10.34’te başlamış, 23.30’da sona ermiştir.

55. Mahkeme, sorgu sürecinin süresini dikkate alarak 19/12/2014 günü saat 14.00’te başvurucunun da aralarında bulunduğu şüpheliler hakkında karar vermek için sorguya ara vermiş, belirtilen gün ve saatte kararını açıklamıştır.

56. Adalet Bakanlığı görüşünde özetle, bireysel başvurunun ikincil niteliğinin gereği olarak olağan kanun yollarında ve genel mahkemeler önünde ileri sürülmeyen iddiaların Anayasa Mahkemesi önünde şikâyet konusu edilemeyeceği, somut olayda başvuru yollarının tüketilmesi kuralına istisna tanınmasını gerektiren bir durumun olmadığı, başvurucunun öncelikle bu şikâyetiyle ilgili olarak 5271 sayılı Kanun’un 141. Ve devamı maddelerine göre tazminat talebinde bulunması gerektiği belirtilmiştir.

57. Başvurucu, Adalet Bakanlığı’nın görüşlerine karşı, 5271 sayılı Kanun’un 141. Ve 142. Maddelerinin ihlale derhâl son verme imkânı sunmadığı için etkisiz bir yol olması nedeniyle tüketilmesi gereken bir yol bulunmadığını belirtmiştir.

58. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için ihlale neden olduğu iddia edilen işlem veya eylem için öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerekir (bkz. §§ 40-41).

59. Ancak tüketilmesi gereken başvuru yollarının ulaşılabilir olmaları yanında, telafi kabiliyetini haiz ve tüketildiklerinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı şansı tanımaları gerekir. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir (Ramazan Aras, B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 29).

60. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 15/5/2012 tarihli ve E.2011/20114, K.2012/12183 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: “5271 sayılı CMK’nın; “Tazminat istemi” başlıklı 141. Maddesi incelendiğinde, bir kısım tazminat nedenleri konusunda karar verilmesi için, davanın esasıyla ilgili bir kararın verilmesi zorunluluğunun bulunmadığı dolayısıyla bu nedenlere dayalı istemlerde, davanın sonuçlanmasına gerek bulunmadığı yasal düzenlemeden açıkça anlaşılmaktadır. Örneğin, gözaltı süresi yasada açıkça belirtilmiş olup, yasadaki bu süre içinde hakim önüne çıkarılıp, çıkarılmadığının saptanmasının davanın esasıyla herhangi bir ilgisi bulunmadığı gibi bu konudaki talep konusunda karar verilmesi için davanın esası hakkında karar verilmesine de gerek bulunmamaktadır.” Buna göre kanuni gözaltı süresinin aşılması durumunda asıl davanın sonuçlanması beklenmeden 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesi hükümlerine göre tazminat talep edilmesi mümkündür.

61. Bir suç isnadıyla gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan kişinin, yasal gözaltı süresinin aşıldığı iddiasıyla yaptığı bireysel başvuruda ihlal sonucunun kişisel durumuna bir etkisi olması mümkün görünmemektedir. Zira gözaltı süresi aşılmış olsa dahi kişi, hâkim tarafından tutuklandığından gözaltı süresinin aşıldığı yönündeki bir tespit ve ihlal kararı “tutuklu” kişinin serbest kalmasına tek başına imkân vermeyecektir. Dolayısıyla bireysel başvuru kapsamında verilecek muhtemel bir ihlal kararı, ancak başvurucu lehine tazminata hükmedilmesi sonucunu doğurabilecektir.

62. Somut olayda kanuni gözaltı süresinin aşılıp aşılmadığı ve sorgu sürecinde geçen sürenin kanuni olup olmadığı 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesi kapsamında açılacak davada da incelenebilir. Nitekim Yargıtay içtihadı bu kapsamdaki taleplerle ilgili olarak davanın esasının sonuçlanmasına gerek olmadığı yönündedir. Bu madde kapsamında açılacak dava yoluyla yasal gözaltı süresinin aşıldığı tespit edildiğinde mahkemece tazminata da hükmedilebilecektir.

63. 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesinde belirtilen dava yolunun başvurucunun durumuna uygun telafi kabiliyetini haiz etkili bir hukuk yolu olduğu ve bu olağan başvuru yolu tüketilmeden yapılan bireysel başvurunun incelenmesinin ikincillik ilkesi gereği mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır (Hikmet Kopar ve diğerleri [GK], B. No: 2014/14061, 8/4/2015, § 71).

64. Açıklanan nedenlerle başvurunun gözaltı süresinin aşıldığına ilişkin kısmının “başvuru yollarının tüketilmemesi” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

65. Serruh KALELİ farklı gerekçe ile bu görüşe katılmıştır.

66. Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN bu görüşe katılmamışlardır.

b. Doğal Hâkim, Tarafsız ve Bağımsız Hâkim İlkelerinin İhlal Edildiği İddiası

67. Başvurucu, tutuklama kararı veren Sulh Ceza Hâkimlerinin “mahkeme” özelliğine haiz olmadığını, bu hâkimliklerin tabii hâkim ilkesine aykırı olarak kurulduklarından “bağımsız” ve “tarafsız” olarak kabul edilemeyeceğini iddia etmiştir (bkz. § 33, i).

68. Adalet Bakanlığı görüşünde özetle, tabii hâkim ilkesinin katı bir şekilde yargılamaya konu olaylardan önce kurulmuş mahkeme olarak yorumlanması durumunda her yeni kurulan mahkemenin kaçınılmaz olarak kurulduğu tarihe kadar meydana gelen adli olayların zaman aşımı süresince tabii hâkim ilkesine aykırı olacağı, tabii hâkim ilkesi açısından asıl önemli olanın somut olaydan sonra salt o olaya özgü olağanüstü mahkemelerin kurulmaması ve olaydan sonra o olaya özgü hâkimlerin atanmaması olduğu, yapılan kanun değişikliğinin gerekçesinden tüm ülke çapında koruma tedbirleri bakımından uzmanlaşma ve standardizasyonu sağlama maksadıyla bu hâkimliklerin kurulduğunun anlaşıldığı, atanan hâkimlerin, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından kariyer, ehliyet ve liyakatleri gözetilerek atandığı, somut olayda bağımsızlığı ve tarafsızlığı tartışılan Sulh Ceza Hâkimliklerinin, savcılığın taleplerinin aksine aynı soruşturma kapsamında tutuklanması talep edilen şüpheliler lehine verdikleri kararların da bulunduğu belirtilmiştir.

69. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanlarında özetle, isnat edilen suça dayanak olan faaliyetlerin 2009 yılına ait olmasına karşılık, işlendiği iddia edilen suçlar konusunda soruşturma işlemlerinin bu tarihten önce kurulu olan mahkemelerce yürütülmesi gerektiğini, bunun doğal hâkim ilkesine aykırı olduğunu oysa 2014 yılında yürürlüğe giren kanunla kurulan sulh ceza hâkimliklerinin, kendisinin de dâhil olduğu belli bir kesime ve özellikle de yolsuzluk soruşturmalarını yürüten polislere karşı yürütülecek soruşturmalarda yargısal faaliyetler gerçekleştirilmesi için özellikle kurulduğunu, buna ilişkin çok sayıda veri olduğunu belirterek bu mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olmadığını belirtmiştir.

70. Anayasa’nın 37. Maddesi şöyledir:

“Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.

Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.”

71. Suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerinin belirlenmiş olması şeklinde tanımlanan doğal yargıç kavramı, adil yargılanma hakkının en önemli ögesi olan “kanuni, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde yargılanma” hakkının temelini oluşturmaktadır. Anayasa’nın 37. Maddesinde düzenlenen doğal yargıç ilkesi, yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra kurulmasına ya da yargıcın atanmasına engel oluşturur, sanığın veya davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak vermez. İlkeyle suçun işlenmesinden sonra çıkarılacak bir yasa ile oluşturulacak mahkeme önüne davanın götürülmesi ve böylece “kişiye” ya da “olaya” özgü mahkeme kurulması yasaklanmıştır (AYM, E.2009/52, K.2010/16, K.T. 21/1/2010).

72. Ceza yargılaması usulüne ilişkin yasaların, kamu düzeni ile ilgili olmaları nedeniyle yürürlüğe girmelerinin ardından taraf iradelerinden bağımsız olarak derhâl uygulanmaları gerektiğinden her yargılama işleminin yapıldığı tarihte yürürlükte olan yasaya göre yürütülmesi zorunludur. Yargılama hukuku normlarının zaman bakımından uygulanmasında dikkate alınması gereken konu, yeni yasanın yürürlüğe girdiği tarihte muhakemenin sona ermiş olup olmadığıdır. Yargılama henüz kesin olarak bitmemişse yeni yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren yapılacak yargılama işlemlerinde kural olarak yeni yasanın uygulanması gerekir (AYM, E.2009/52, K.2010/16, K.T. 21/1/2010).

73. Bu kapsamda, bir kuralın belirli bir suçun işlenmesinden sonra bu suça ilişkin davayı görecek yargı yerini belirlemeyi amaçlamaması, yürürlüğü müteakip kapsamına giren tüm davalara uygulanması hâlinde doğal yargıç ilkesine aykırılık söz konusu olamaz (AYM, E.2009/52, K.2010/16, K.T. 21/1/2010).

74. Anayasa’nın 138. Maddesinin birinci fıkrasında, hâkimlerin görevlerinde bağımsız oldukları ve Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri, ikinci fıkrasında ise hiçbir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı belirtilerek hukuk devleti olmanın zorunlu bir gereği olan mahkemelerin bağımsızlığı teminat altına alınmıştır.

75. Sözleşme’nin 6. Maddesinde, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak, davanın tarafsız bir mahkemede görülmesini isteme hakkından açıkça söz edilmiştir. Anayasa’nın 36. Maddesinde ise mahkemelerin tarafsızlığından açıkça bahsedilmemekle beraber Anayasa Mahkemesi içtihadı uyarınca bu hak da adil yargılanma hakkının zımni bir unsurudur. Ayrıca mahkemelerin tarafsızlığı ve bağımsızlığının birbirini tamamlayan iki unsur olduğu nazara alındığında Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, Anayasa’nın 138., 139. Ve 140. Maddelerinin de tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır (Tahir Gökatalay, B. No. 2013/1780, 20/3/2014, § 60).

76. Bir mahkemenin idareye ve davanın taraflarına karşı bağımsız olup olmadığının belirlenmesinde, üyelerinin atanma şekli ve onların görev süreleri, dış baskılara karşı teminatların varlığı ve mahkemenin bağımsız olduğu yönünde bir görüntü sergileyip sergilemediği önem arz etmektedir (Yaşasın Aslan, B. No. 2013/1134, 16/5/2013, § 28).

77. Tarafsızlık ise, davanın çözümünü etkileyecek bir önyargı, tarafgirlik ve menfaate sahip olunmaması ve davanın tarafları karşısında ve onların leh ve aleyhlerinde bir düşünce veya menfaate sahip olunmamasını ifade eder. Tarafsızlığın öznel ve nesnel olmak üzere iki boyutu bulunmakta olup, bu kapsamda hâkimin birey olarak mevcut davadaki kişisel tarafsızlığının yanı sıra, kurum olarak mahkemenin kişide bıraktığı izlenimin de dikkate alınması gerekmektedir (Tahir Gökatalay, §§ 61-62).

78. Somut olayda bağımsız ve tarafsız olmadıkları iddia edilen Sulh Ceza Hâkimliklerinin, Cumhuriyet savcısının taleplerini reddederek aynı soruşturma kapsamında tutuklanması talep edilen şüpheliler lehine kararlar verdikleri de görülmektedir (bkz. § 23). Genel bir kanuni düzenlemeye dayanılarak ve HSYK tarafından yapılan atama sonucunda ilgili hâkimlerin anılan görevleri yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu nedenle gerçekliği ve niteliği kesin olarak tespit edilemeyen olgulardan, başvuruculara yönelik somut önyargılı bir işlem ve tutum gösterilmeksizin ilgili hâkimlerin siyasal veya kişisel nedenlerle bağımsız ve tarafsız davranmadıklarını kabul etmek mümkün değildir.

79. Nitekim Anayasa Mahkemesi, Sulh Ceza Hâkimliklerini ihdas eden kanun hükmünün iptali istemini, sulh ceza hâkimlerinin de diğer tüm hâkimler gibi HSYK tarafından atandıklarını ve Anayasa’nın 139. Maddesinde öngörülen hâkimlik teminatına sahip bulunduklarını, diğer tüm mahkemelerde olduğu gibi Anayasa’nın öngördüğü biçimde mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına uygun olarak teşkilatlandırıldıklarını, bunların yapılanması ve işleyişinde tarafsız davranamayacakları sonucuna ulaşılmasını gerektiren herhangi bir unsur bulunmadığını ayrıca somut, nesnel ve inandırıcı delillerle hâkimin tarafsızlığını yitirdiğinin ortaya konulması durumunda davaya bakmasını engelleyen usul hükümlerinin de bulunduğunu gerekçe göstererek reddetmiştir (AYM, E.2014/164, K.2015/12, K.T. 14/1/2015).

80. Açıklanan nedenlerle başvurunun doğal hâkim, tarafsız ve bağımsız hâkim ilkelerinin ihlali iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

81. Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN bu görüşe katılmamışlardır.

c. Tutuklamanın Hukuki Olmadığı İddiası

82. Başvurucu, hakkındaki suç isnadı ile ilgili olarak kuvvetli suç şüphesi ile tutuklama nedenlerinin bulunmadığını, tutuklama ve tutuklamaya itiraz sonucu verilen kararların gerekçelerinin ilgili ve yeterli olmadığını, tutuklama kararının şartlarının oluşmadığını, gözaltına alma koşullarının oluşmadığını ve bunun için gerekli olan makul şüphenin dahi bulunmadığını, kanuna aykırı olarak elde edilen delilin kuvvetli suç şüphesi sayılarak hakkında tutuklama kararı verildiğini, soruşturmanın düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik yapıldığını iddia etmiştir (bkz. § 33, iii, v, vii).

83. Adalet Bakanlığı görüşünde özetle; başvurucunun, kanuna aykırı olarak elde edilen delile dayanılarak tutuklama kararı verildiği şikâyetinin özü itibarıyla “kuvvetli suç şüphesi” bulunmadan hakkında tutuklama kararı verildiği iddiası kapsamında incelenebileceği, somut olayda soruşturma sürecinin hâlen devam ettiği, delillerin toplanma aşamasının henüz tamamlanmadığı ve kamu davası açılmadığı, bu safhada yargılamanın sonuna gelinmiş gibi davranılmasının beklenilemeyeceği, söz konusu delillerin henüz bir ceza yargılamasında kullanılmadığı ve mahkemece bu deliller gerekçe yapılarak bir hüküm tesis edilmediği, tutuklama kararının sadece hukuka aykırı olduğu iddia edilen delile dayandırılmadığı, tutuklama kararında gerekçenin gösterilmiş olduğu, soruşturmanın örgütlü suç kapsamında yürütüldüğü, 30 mağdur ve 2 müştekinin bulunduğu, çok sayıda şüpheli hakkında soruşturma yürütüldüğü; itiraz mercisinin, itiraz incelemesine konu mahkeme kararına ve bu karardaki gerekçelere katıldığı durumda buna ilişkin kararını gerekçelendirmemesinin gerekçeli karar hakkını ihlal etmediği belirtilmiştir.

84. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanlarında özetle, tutuklama nedenlerinin soyut nedenlere dayandırıldığını, hiçbir somut neden gösterilmediğini, tahliye talebi ve itirazı inceleyen mercinin kararının şablon ve matbu olduğunu, tutuklamaya neden olan eylemin ifade özgürlüğü kapsamında kalan ve bu nedenle suç olma ihtimali bulunmayan faaliyet kapsamında olduğunu, hukuka aykırı delile dayanılarak hakkında tutuklama kararı verildiğini belirtmiştir.

85. Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:

“Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabilir. Hakim kararı olmadan yakalama, ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yapılabilir; bunun şartlarını kanun gösterir.”

86. Anayasa’nın 19. Maddesinin birinci fıkrasında herkesin, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak konduktan sonra ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek şartıyla kişilerin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Dolayısıyla kişinin özgürlük ve güvenlik hakkının kısıtlanması ancak Anayasa’nın anılan maddesi kapsamında belirlenen durumlardan herhangi birinin varlığı hâlinde söz konusu olabilir (Ramazan Aras, § 43).

87. Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasında suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin; ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hâllerde hâkim kararıyla tutuklanabilecekleri hükme bağlanmıştır. Buna göre bir kişinin tutuklanabilmesi öncelikli olarak suç işlediği hususunda kuvvetli belirti bulunmasına bağlıdır. Bu, tutuklama tedbiri için aranan olmazsa olmaz unsurdur. Bunun için suçlamanın kuvvetli sayılabilecek inandırıcı delillerle desteklenmesi gerekir. İnandırıcı delil sayılabilecek olgu ve bilgilerin niteliği büyük ölçüde somut olayın kendine özgü şartlarına bağlıdır (Hanefi Avcı, B. No: 2013/2814, 18/6/2014, § 46).

88. Ancak bu nitelemeye bağlı olarak kişinin suçla itham edilebilmesi için yakalama veya tutuklama anında delillerin yeterli düzeyde toplanmış olması mutlaka gerekli değildir. Zira tutukluluğun amacı, yürütülen soruşturma ve/veya kovuşturma sırasında kişinin tutuklanmasının temelini oluşturan şüphelerin doğruluğunu kanıtlayarak veya ortadan kaldırarak adli süreci daha sağlıklı bir şekilde yürütmektir. Buna göre suç isnadına esas teşkil edecek şüphelere dayanak oluşturan olgular ile ceza yargılamasının sonraki aşamalarında tartışılacak olan ve mahkûmiyete gerekçe oluşturacak olguların aynı düzeyde değerlendirilmemesi gerekir (Mustafa Ali Balbay, B. No: 2012/1272, 4/12/2013, § 73).

89. Tutukluluk, 5271 sayılı Kanun’un 100. Ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. 100. Maddeye göre kişi, ancak hakkında suç işlediğine dair kuvvetli şüphelerin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama nedeninin bulunması hâlinde tutuklanabilir. Maddede tutuklama nedenlerinin neler olduğu da belirtilmiştir. Buna göre (a) şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa (b) şüpheli veya sanığın davranışları; 1) delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme 2) tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa tutukluluk kararı verilebilecektir. Kuralda ayrıca işlendiği konusunda kuvvetli şüphe bulunması hâlinde tutuklama nedeninin varsayılabileceği suçlar bir liste hâlinde belirtilmiştir (Ramazan Aras, § 46).

90. Diğer yandan Anayasa’da yer alan hak ve özgürlükler ihlal edilmediği sürece derece mahkemelerinin kararlarındaki kanunun yorumuna ya da maddi veya hukuki hatalara dair hususlar bireysel başvuru incelemesinde ele alınamaz. Tutukluluk konusundaki kanun hükümlerinin yorumu ve somut olaylara uygulanması da derece mahkemelerinin takdir yetkisi kapsamındadır. Ancak kanun veya Anayasa’ya bariz şekilde aykırı yorumlar ile delillerin takdirinde açıkça keyfîlik bulunması hâlinde hak ve özgürlük ihlaline sebebiyet veren bu tür kararların bireysel başvuruda incelenmesi gerekir. Aksinin kabulü bireysel başvurunun getiriliş amacıyla bağdaşmaz (Ramazan Aras, § 49).

91. Somut olayda başvurucu, hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 14/12/2014 tarihinde gözaltına alınmış, 18/12/2014 tarihinde ise tutuklanmıştır. Tutuklama kararının gerekçesi olarak isnat edilen suçlamaya ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2009/1016 sayılı soruşturma dosyası, Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yargılama, www.herkul.org adlı internet sitesindeki video kayıtları, STV’de yayımlanan “Tek Türkiye” dizilerinde geçen diyaloglar, gazete haberleri ve köşe yazıları, başvurucu ile bu soruşturma kapsamında olan şüpheli Fetullah Gülen arasında geçen telefon görüşmeleri ve diğer şüphelilerin (Şefkat Tepe ve Tek Türkiye dizilerinin yapımcı, yönetmen ve senaristleri) beyanları gösterilmiştir. Başvurucu atılı suçlamaları kabul etmemiştir.

92. Başvurucuya isnat edilen eylemin suç oluşturup oluşturmadığı, yapılacak yargılama sonucunda toplanan delillere göre davayı görecek olan mahkemece belirlenebilir. Keza bu belirlemenin hukuka uygun olup olmadığı kanun yollarında incelenebilir. Anayasa’ya bariz şekilde aykırı yorumlar ile delillerin takdirinde açıkça keyfîlik hâlinde hak ve özgürlük ihlaline sebebiyet veren durumlar hariç olmak üzere, isnat edilen eylemlerin suç oluşturup oluşturmadığı, tutuklamaya ilişkin olanlar da dâhil kanun hükümlerinin yorumu ve bunların somut olaylara uygulanması derece mahkemelerinin takdir yetkisi kapsamındadır.

93. Başvurucu hakkındaki tutuklama kararının gerekçelerine bakıldığında başvurucunun sorumlu olduğu STV kanalında yayımlanan Şefkat Tepe ve Tek Türkiye dizilerindeki Karanlık Kurul veya Karar Kurulu bölümlerinin (Bu bölümlerde başvurucu hakkında şikâyet dilekçesi veren kişiler hakkında soruşturma ve kovuşturma açılmasına neden olduğu belirtilen diyaloglar geçmektedir.) dizilerin senaristi tarafından yazılmadığı ve diziye sonradan eklendiği, bu diyalogların www.herkul org sitesinde yayımlanan video kaydından kısa bir süre sonra söz konusu dizilerde yayımlandığı, bu diyalogların Zaman gazetesinde haberleştirildiği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğündeki görevlilerin bu haber ve dizilerdeki diyalog ve internet sitesinde yayımlanan kayıt sonrası harekete geçerek Tahşiyeciler hakkında soruşturma başlattıkları vurgulanmıştır. Bu çerçevede başvurucunun suç işlemiş olabileceğinden şüphelenilmesi için kuvvetli belirtiler bulunmadığı hâlde tutuklandığı iddiasının yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır.

94. Öte yandan somut olayda başvurucu, tutuklama ve tutukluğa itiraz üzerine verilen kararlara karşı, tutuklama nedeni bulunmadığı ve kararların gerekçesinin yetersiz olduğu iddiasıyla bireysel başvuruda bulunmuştur. İlk tutuklamaya ilişkin yargısal denetimde kişinin bir suç işlemiş olabileceğine dair inandırıcı nedenlerin bulunup bulunmadığıyla ve özgürlükten yoksun bırakmanın bu bağlamda hukukiliğiyle sınırlı bir inceleme yapılmaktadır. Bu kapsamda bir suçun işlenmiş olabileceğine ilişkin ciddi belirtilerin varlığı, ilk tutuklama bakımından yeterli olabilir. Somut olaydaki soruşturmanın bu aşamasında mahkemelerin tutuklama ve itiraz üzerine verdikleri kararların gerekçesi incelendiğinde (bkz.§§ 21-24) kuvvetli suç şüphesinin ve tutuklama nedenlerinin bulunmadığı söylenemez.

95. Başvurucu, ayrıca kanuna aykırı olarak elde edilen delillere göre hakkında tutuklama kararı verildiğini ileri sürmüştür.

96. Belirli bir davaya ilişkin olarak delilleri değerlendirme ve gösterilmek istenen delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi esasen derece mahkemelerine aittir. Mevcut yargılamada sunulan delilin geçerli olup olmadığını ve delil sunma ve inceleme yöntemlerinin yasaya uygun olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi kapsamında olmayıp Mahkemenin görevi, başvuru konusu yargılamanın bütünlüğü içinde adil olup olmadığının değerlendirilmesidir (Muhittin Kaya ve Muhittin Kaya İnşaat Taahhüt Madencilik Gıda Turizm Pazarlama Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti., B. No: 2013/1213, 4/12/2013, § 27).

97. Delilleri değerlendirme yetkisi kural olarak yargılamayı yürüten mahkemeye ait olmakla birlikte, koruma tedbiri niteliğindeki bir kararın icrasının hukuka aykırı şekilde gerçekleştirilmesi ile elde edilen delillerin tek ve belirleyici delil olarak yargılamada kullanılması ve bu delillere göre bir karar verilmesi hâlinde bir bütün olarak yargılamanın hakkaniyeti zedelenebilir (Yaşar Yılmaz, B. No: 2013/6183, 19/11/2014, § 19).

98. Somut olayda, İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin başvurucu hakkında verdiği tutuklama kararı (bkz. § 21) incelendiğinde; kuvvetli suç şüphesinin varlığı ortaya konulurken soruşturma dosyasında elde edilen delillerin (bkz. § 93) kararda ayrıntılı bir biçimde değerlendirilerek sonuca ulaşıldığı, yalnızca açık kaynak çalışmalarından elde edildiği iddia edilen telefon görüşmelerine dayanılmadığı anlaşılmıştır.

99. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının “açıkça dayanaktan yoksun olması” sebebiyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

100. Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN bu görüşe katılmamışlardır.

d. Soruşturma Dosyasına Erişim İmkânı Verilmediği İddiası

101. Başvurucu, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlandığını, bu şekilde çelişmeli yargılama ve silahların eşitliği ilkelerinin ihlal edildiğini iddia etmiştir (bkz. § 33, ii).

102. Bakanlık görüşünde özetle, başvurucu hakkında düzenlenen tutuklama talep müzekkeresinde başvurucunun hangi eylemden dolayı suçlandığının ayrıntılı olarak anlatıldığı, savcılık sorgu tutanağında da hangi suçlarla suçlandığının bildirildiği ve buna göre sorular sorulduğu, tahliye dilekçesinde usul ve esasa ilişkin ayrıntılı beyanda bulunulduğu belirtilmiştir.

103. Başvurucu, Adalet Bakanlığının görüşüne karşı beyanlarında özetle, Bakanlığın görüşünü kabul etmediğini, kendisine yüklenen suç açısından temel öneme sahip delillerin, silahların, emniyet yazışmalarının neler olduğunun gösterilmediğini belirtmiştir.

104. Anayasa’nın 19. Maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:

“ Yakalanan veya tutuklanan kişilere, yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar herhalde yazılı ve bunun hemen mümkün olmaması halinde sözlü olarak derhal, toplu suçlarda en geç hakim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilir.”

105. Anayasa’nın 19. Maddesinin dördüncü fıkrası, yakalanan veya tutuklanan kimseye yakalama veya tutuklama sebeplerinin ve haklarındaki iddiaların hemen yazılı olarak bildirilmesini, yazılı bildirimin mümkün olmaması hâlinde sözlü olarak derhâl, toplu suçlarda ise en geç hâkim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilmesini öngörmektedir.

106. AİHM’e göre, yakalanan bir kimseye yakalanmasının temel maddi ve hukuki sebepleri teknik olmayan ve anlayabileceği basit bir dilde açıklanmalı ve böylece kişi, eğer uygun görürse yakalanmasının Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrası kapsamında kanuna uygunluğuna itiraz etmek üzere mahkemeye başvurma imkânına sahip olabilmelidir. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (2) numaralı fıkrası, verilen bilgilerin yakalanan kişiye isnat edilen suçların tam bir listesini içermesini gerektirmemektedir (Bordovskiy/Rusya, B. No: 49491/99, 8/2/2005, § 56; Nowak/Ukrayna, B. No: 60846/10, 31/3/2011, § 63).

107. Tutuklama işlemiyle sonuçlanan durumlarda, savcı ve sorgu hâkiminin ifade alması sırasında kişiye temel deliller açıklanmış ve müdafii tarafından tutukluluğa yönelik yapılan itirazda bu delillere atıfta bulunulmuş olması hâlinde dosyada salt gizlilik kararının varlığı Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrasının ihlalini doğurmaz (bkz. Ceviz/Türkiye, B.No: 8140/08, 17/7/2012, § 43). Böyle bir durumda kişi tutukluluğa temel teşkil eden belgelerin içeriği hakkında yeterli bilgiye sahiptir.

108. Somut olayda başvurucunun, Cumhuriyet savcılığı ve sorgu sürecinde alınan savunmaları incelendiğinde hakkındaki suç isnadına ilişkin temel bilgilere (müşteki beyanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 2009/1016 sayılı soruşturma dosyası, Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yargılama, www.herkul.org adlı internet sitesindeki video kayıtları, STV’de yayımlanan “Tek Türkiye” dizilerinde geçen diyaloglar) sahip olarak müdafileriyle birlikte ayrıntılı şekilde savunma yaptıkları görülmektedir. Yine başvurucunun tutukluluğuna yönelik yapılan itirazda usul ve esasa ilişkin ayrıntılı bir biçimde savunmada bulunulmuştur. Dolayısıyla başvuranın ve müdafisinin tutukluluğa temel teşkil eden bilgilere erişimlerinin olduğu anlaşılmaktadır.

109. Suç işlendiği şüphesine bağlı olarak özgürlükten yoksun bırakılmanın ilk aşamasında yapılan yargısal denetimin kapsamı ile suçlamalara dayanak olan temel unsurların başvurucuya veya müdafisine bildirilmiş, başvurucuya bunlara itiraz etme imkânı verilmiş olması ve tutuklamaya temel oluşturan delillerin nitelikleri dikkate alındığında salt kısıtlılık kararı nedeniyle (bkz. § 17) soruşturma dosyasına erişim imkânından yoksun bırakıldığı iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olduğu sonucuna varılmıştır.

110. Açıklanan nedenlerle, başvurucunun soruşturma dosyasına erişim imkânı verilmediğine ilişkin iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

4. İfade Hürriyetinin İhlal Edildiği İddiası

111. Başvurucu, mesleki faaliyetleri nedeniyle hakkında soruşturma yapıldığını ve bu kapsamda tutuklu bulunduğunu ileri sürerek ifade hürriyetinin ihlal edildiğini iddia etmiştir (bkz. § 33, vii).

112. Adalet Bakanlığı bu konuda bir görüş beyan etmemiştir.

113. 6216 sayılı Kanun’un 48. Maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

 “Mahkeme, … açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir.”

114. Bu hüküm uyarınca açıkça dayanaktan yoksun başvuruların Mahkemece kabul edilemezliğine karar verilebileceği belirtilmiştir.

115. AİHM, ceza yargılaması sürecinde tutukluluğun devamına ilişkin verilen kararlar nedeniyle kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiği durumda bununla bağlantılı olarak ifade hürriyeti açısından yaptığı değerlendirmede, tutuklama tedbirinin tamamen varsayımsal bir risk olarak değerlendirilemeyeceğini, aksine gerçek ve fiilî bir zorlama teşkil edeceğini, bu açıdan Sözleşme’nin 10. Maddesi tarafından koruma altına alınan ifade özgürlüğünün kullanımına bir “müdahale” oluşturacağını tespit etmiştir (Nedim Şener/Türkiye, 38270/11, 8/7/2014, § 96).

116. Başvuru konusu olayda başvurucunun suç işlediğinden şüphelenilmesi için kuvvetli belirtiler bulunmadığı hâlde salt mesleki faaliyetleri nedeniyle tutuklandığı iddiasının yerinde olmadığı sonucuna varıldığından (bkz, §§ 93-94) başvurunun bu kısmı hakkında da açıkça dayanaktan yoksunluk nedeniyle kabul edilemezlik kararı verilmesi gerekir.

117. Açıklanan nedenlerle başvurunun bu kısmının Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasıyla bağlantılı olarak “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

118. Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN bu görüşe katılmamışlardır.

V. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurucunun,

1. Adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak “başvuru yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle, KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, OYBİRLİĞİYLE,

2. Kötü muamele iddiası ile ilgili olarak “başvuru yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, OYBİRLİĞİYLE,

3. Gözaltı süresinin aşıldığı iddiası ile ilgili olarak “başvuru yollarının tüketilmemiş olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN’ın karşı oylarıyla, OYÇOKLUĞUYLA,

4. Doğal hâkim, tarafsız ve bağımsız hâkim ilkelerinin ihlali iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN’ın karşı oylarıyla, OYÇOKLUĞUYLA,

5. Kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedeni bulunmadığı hâlde tutuklama kararı verildiği ve itirazın gerekçesiz olarak reddedildiğine ilişkin iddialarının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN’ın karşı oylarıyla, OYÇOKLUĞUYLA,

6. Soruşturma dosyasına erişim imkânı verilmediği iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, OYBİRLİĞİYLE,

7. İfade hürriyetinin ihlal edildiği iddiasının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Alparslan ALTAN ve Erdal TERCAN’ın karşı oylarıyla, OYÇOKLUĞUYLA,

B. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde bırakılmasına, OYBİRLİĞİYLE,

14/7/2015 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY GEREKÇESİ

1. Başvurucu, hakkında kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedeni bulunmaksızın doğal hakim ilkesine aykırı olarak kurulmuş, tarafsız ve bağımsız olmayan bir mahkeme tarafından tutuklandığını, tutuklama ve tutuklamaya itiraz üzerine verilen kararların gerekçelerinin ilgili ve yeterli olmadığını, gözaltı süresinin aşıldığını, soruşturma sürecinde kamu görevlilerinin insan haysiyetiyle bağdaşmayan eylemleri nedeniyle kötü muameleye maruz kaldığını, hukuka aykırı delillere dayanılarak tutuklandığını, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlandığını, ifade ve basın özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Mahkememiz çoğunluğu tarafından, yasal gözaltı süresinin aşıldığına ilişkin iddiaların “başvuru yollarının tüketilmemiş olması”; kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedeni bulunmadığı ve itirazların gerekçesiz olarak reddedildiğine, tutuklama nedeni bulunmadığı ve itirazların gerekçesiz olarak reddedildiği, doğal hakim ilkesine aykırı, tarafsız ve bağımsız olmayan yargı merciince tutuklandıklarına, soruşturma dosyasına erişim imkânı verilmediğine, ifade hürriyetinin ihlal edildiğine ilişkin iddialarının “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir. Aşağıda belirtilen gerekçelerle Mahkememiz çoğunluğunun bu görüşüne katılmamız mümkün olmamıştır.

I. KANUNİ GÖZALTI SÜRESİNİN AŞILDIĞI İDDİASI

3. Başvurucu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan 2014/133596 numaralı soruşturma kapsamında 14/12/2014 günü kendisine yapılan davet üzerine 08:30’da ifade vermek için İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bizzat gittiğini, burada gözaltına alındığını, gözaltı süresinin üç gün uzatıldığını, dört günlük azami gözaltı süresinin son saatlerinde tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildiğini, ifade verme sürecinin 18/12/2014 tarihinde saat 23:30’da sona erdiğini, 5271 sayılı Kanun hükümlerine göre ifade verme işlemi tamamlanan şüpheli hakkında derhal karar verilmesi gerekirken, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından kararın 19/12/2014 tarihinde saat 14:00’de tefhim edildiğini, bu uygulama sonucunda gözaltı süresinin dört günü geçtiğini, sorgusu tamamlandıktan sonra 14 saat boyunca fazladan tutulmasının yasal dayanağı olmayan keyfi bir uygulama olduğunu belirterek kişi hürriyeti güvenliği haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

4. Bu şikayetle ilgili olarak, Çoğunluk görüşü doğrultusunda, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. Maddesinde öngörülen tazminat yolunun etkili bir tazmin yolu olmasına rağmen başvurucunun bu yola başvurmadan bireysel başvuruda bulunduğu gerekçesiyle “başvuru yollarının tüketilmemesi” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.

5. Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurularda Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 141. Maddesinde öngörülen tazmin yolunun etkili olup olmadığına ilişkin değerlendirme bakımından başvurucunun durumu ve talepleri büyük önem taşımaktadır. Halen tutuklu bulunan ve serbest bırakılmayı isteyen başvurucunun durumu ile tutukluluk durumu sona ermiş olan ve aykırılığın tespiti ile tazminata karar verilmesini isteyen başvurucunun durumu aynı değerlendirmeye tabi tutulmamalıdır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 2.7.2013 tarih ve 2012/239 sayılı Ramazan Aras kararında konuyla ilgili yaptığı değerlendirme aynen şöyledir:

“(26.) Anayasa’nın 148. Maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”

(27.) 6216 sayılı Kanun’un 45. Maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir: “İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.”

(28.) Anılan Anayasa ve Kanun hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmek için ihlale neden olduğu iddia edilen işlem veya eylem için öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerekir. Bireysel başvurunun ikincil nitelikte bir hak arama yolu olması nedeniyle, asıl olan hak ve özgürlüklere kamu otoritelerince saygı gösterilmesi ve olası bir ihlal durumunda bunun idari ve/veya yargısal olağan yollarla giderilmesidir. Bu nedenle bireysel başvuru yoluna ancak kanunda öngörülen olağan yollar tüketilmesine rağmen ihlalin ortadan kaldırılamadığı durumlarda gidilebilir.

(29.)Ancak tüketilmesi gereken başvuru yollarının ulaşılabilir olmaları yanında, telafi kabiliyetini haiz ve tüketildiklerinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı şansı tanımaları gerekir. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir.

(30.)Adalet Bakanlığının görüşünde işaret edildiği üzere 5271 sayılı Kanun’un tazminat isteminin düzenlendiği 141. Maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre, kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilenler ile kanuna uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu süre içinde hakkında hüküm verilmeyen kişilerin, maddî ve manevî her türlü zararlarını Devletten isteyebileceklerine ilişkin hükümlerin bu hususta bir başvuru mekanizması öngördüğü görülmektedir. Ancak, aynı Kanun’un tazminat isteminin koşullarının düzenlendiği 142. Maddesinin (1) numaralı fıkrasında “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde” tazminat isteminde bulunulabileceği ifade edilmiştir.

(31.)Somut olayda beş yıllık azami tutukluluk süresinin dolması nedeniyle tutukluluğun yasal dayanağının kalmadığı ve tutukluluğun makul süreyi aştığı iddia edilmektedir. Buna göre, yasal olarak mümkün olmadığı hâlde tutukluluğun devamına karar verilmiş ise madde kapsamında bunun mağduru maddi ve/veya manevi tazminat istemiyle dava açabilecektir. Aynı şekilde makul süreyi aşan tutukluluk da tazminat istemi nedenlerinden biridir.

(32.)Ancak başvurucunun başvuru tarihi itibariyle istemi tazminat değildir. Başvurucu, Kanun’da öngörülen azami tutukluluk süresinin dolmuş olduğunun tespitiyle tahliyesine karar verilmesini talep etmektedir. Bundan başka uzun süren tutukluluk hâlinden de şikâyetçidir.

(33.)5271 sayılı Kanun’un koruma tedbirleri nedeniyle tazminata dair düzenlemelerine bu açıdan bakıldığında, başvurucunun şikâyetiyle ilgili bir çözüm getirilmediği görülmektedir. Başvurulması hâlinde bu yol yalnızca maddi ve manevi zararların giderilmesini teminat altına almakta, fakat hukuka aykırı tutulduğu tespit edilse dahi kişiye serbest bırakılma konusunda bir imkân sunmamaktadır. Bireysel başvurunun esastan incelenmesinden önce tutukluluk hâli sona ermediği sürece, kişinin bu yola gitmesi somut talebi açısından etkili sayılamaz, dolayısıyla tüketilmesi gerekmez.

(34.)Bununla birlikte başvurucu hakkındaki davanın karara bağlanmış olması nedeniyle tutukluluk halinin hükmen tutukluluğa dönüştüğü, dolayısıyla her ne kadar başvuru anındaki talebi tahliye ise de, kararla birlikte bunun mümkün olamaması dikkate alındığında şikâyet konusu anayasal hakların ihlaline dair bir tespit ve tazminata hükmedilmesi hâlinde ihlalin giderilmesi mümkündür. Bu durumda 5271 sayılı Kanun’un 141. Vd. maddelerinde belirtilen yola öncelikle başvurulmasının zorunlu olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir.

(35.) Bakanlık, bu yola öncelikle gidilmesi gerektiğini bir kısım kararlara atıfla ileri sürmüştür. Bakanlığın görüşünde bahsettiği Yargıtay kararları belli durumlarda tazminat talebi için asıl hükmün kesinleşmesinin aranmadığını göstermektedir (Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 4/4/2012 tarih ve E. 2011/15700, K. 2012/9187; 15/5/2012 tarih ve E. 2011/20114, K.2012/12183 sayılı kararları). Tutukluluk süresinin verilen cezadan fazla olması nedeniyle makul görülmediği, bu nedenle tazminata hükmedilmesi gerektiğini belirten kararlara rastlamak da mümkündür (Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 17/12/2012 tarih ve E. 2012/20277, K.2012/27572; 3/1/2013 tarih ve E.2012/24083, K. 2013/1 sayılı kararları). Ancak bu örneklerin hiçbiri somut olay açısından bahse konu yolun etkili olduğuna örnek teşkil etmemektedir.

(36.) Açıklanan nedenlerle Bakanlığın başvuru yollarının tüketilmediği yönündeki görüşü kabul edilemez. Başvurucunun iddiaların dayanaktan yoksun olmadığı, ayrıca başka bir kabul edilemezlik nedeni de bulunmadığı için başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir”.

6. Söz konusu başvurunun esası incelenerek Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü ve yedinci fıkralarının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır.

7. Anılan kararda da belirtildiği üzere kural olarak bireysel başvuru yoluna ancak kanunda öngörülen olağan yollar tüketilmesine rağmen ihlalin ortadan kaldırılamadığı durumlarda gidilebilir. Bununla birlikte AİHM’nin de kabul ettiği yaklaşım doğrultusunda başvuru yollarının tüketilmesi kuralının bir dereceye kadar esneklikle ve aşırı şekilcilikten uzak biçimde uygulanması gerekir. Başvuru yollarının tüketilmesi kuralı mutlak olmadığı gibi otomatik olarak uygulanabilir nitelikte bir kural da değildir. Bu kurala uyulup uyulmadığının denetlenmesi sırasında her bir olayın özel şartlarına dikkat edilmesi gerekir. Yani bu kurala uyulup uyulmadığı denetlenirken başka şeylerin yanında, hukuk sistemindeki biçimsel hukuk yollarının varlığı değil, aynı zamanda bu yolların işlerlik kazandıkları genel hukuki ve siyasal bağlam ve ayrıca başvurucunun kişisel durumu da gerçekçi bir biçimde dikkate alınmak zorundadır (Akdıvar ve Diğerleri/ Türkiye, B.No: 21893/93, 16/9/1996, § 69). Başvurucuların tazminat değil tahliyeyi sağlamayı amaçladığı başvurularda başvuru yollarının tüketilmesi kuralının, insan haklarının gerçekten etkili korunması amacıyla esnek olarak yorumlanması gerekir.

8. AİHM’e göre tutulma konusunda, yöntemine uygun başvuruyla yapılan serbest bırakılma talebi etkili ve yeterli bir başvuru olup başvuranın, tutulma halinin devamının yasallığının adli denetimi ve serbest bırakılmayı sağlayacak diğer başvuru yollarını da yerine getirmek gibi bir sorumluluğu bulunmamaktadır (Wojik-Polonya, Başvuru No:26757/95, 7 Temmuz 1997 tarihli Komisyon kararı ve Pezone-İtalya, Başvuru No: 42098/98, 18 Aralık 2003). AİHM, ayrıca “yasada belirlenen yollar” haricinde tutulmama hakkının, tutulma nedeniyle tazminat alma hakkından farklı olduğunu kabul etmektedir. Zira, AİHS’nin 5. Maddesinin 1. Paragrafı sözü edilen ilk hakka, 5. Paragrafı ise ikinci hakka dairdir (Bkz. Değerli ve diğerleri-Türkiye, başvuru no: 18242/02, 5 Şubat 2008). Mevcut davada, tutulmasının kanuna aykırı olduğuna itiraz etmek ve özgürlüğüne kavuşmak için yapmış olduğu başvurular göz önüne alındığında başvuran, özü itibariyle aynı amacı taşıyan hatta daha yüksek başarı şansı da sunmayan Hükümet’in ifade ettiği hukuki yolları kullanmamakla suçlanamaz (Şahin Karataş/ Türkiye, B.No: 16110/03, 17/6/2008).

9. Eldeki işte başvurucu, hakkında yürütülen soruşturma aşamaları boyunca gerçekleştirilen nezaret, gözaltına alma, sorgu, tutuklama gibi işlemlerin tamamının temel hak ve özgürlüklerini ihlal ettiğini ve yapılan bu hukuka aykırılıklara rağmen halen tutuklu bulunmasının ihlali ağırlaştırdığını ileri sürmüştür. Bu durumda önceki aşamada gerçekleşen tüm ihlal iddiaları için etkili olup olmadığı tartışmalı olan Ceza Muhakemesi Kanununun 141. Maddesine göre tazminat yolunun tüketilmesi yolunun gösterilmesi bireysel başvurunun temel hakların etkili biçimde korunması işleviyle de bağdaşmaz. Kanuni süre dışına çıkan göz altı durumu sonrasında başvurucu serbest kalmış olsa idi artık geçmişte kalan bir ihlalin giderilmesi amacıyla anılan yolun tüketilmesi gerektiği söylenebilirdi. Çünkü böyle bir durumda başvurucu hali hazırda serbest olarak, kanuna aykırılığı bir mahkeme kararıyla tespit ettirebilir ve talebi halinde tazminat elde edebilirdi. Ancak somut olayda yakalama ile başlayıp halen devam eden bir hürriyetten mahrumiyet söz konusu olup, başvurucunun devam eden bu süreçle bağlantılı daha başka şikayetleri de mevcuttur. Bu nedenle incelemenin, bu şikayet ayıklanarak bir başka yasa yoluna bırakılması yerine, bütünlük içinde yapılması gerekir.

10. Nitekim, kanunda belirtilen azami tutukluluk sürelerinin aşıldığı şikayetleriyle ilgili olarak Mahkememiz istikrarlı kararlarında başvuruları, başka bir yol göstermeden kabul edilebilir bulmuş ve kanunda belirtilen azami tutukluluk süresinin aşılmış olduğunun tespit edildiği durumlarda ihlal kararları vermiştir (Bkz. B.No: 2012/239, 2/7/2013; 2013/1782, 17/7/2014; 2013/1420, 17/7/2014; 2013/496, ¾/2014; 2013/776, 20/3/2014; 2013/843, ¾/2014). Hatta bu başvurularda bireysel başvurunun karara bağlandığı tarih itibariyle başvurucuların derece mahkemelerince tahliye edilmiş olmaları ve dolayısıyla Mahkememizce verilecek bir ihlal kararının başvurucunun tahliyesi konusunda hukuki durumunda bir değişiklik oluşturmayacak olan durumlarda dahi Mahkememizce başvurunun kabul edilebilirliği sorun olarak görülmemiş ve başvurular kabul edilebilir bulunmuştur. Somut başvurudaki gözaltı süresinin aşıldığına ilişkin şikayetin, kanuni tutukluluk süresinin aşılmasına ilişkin şikâyetlerden bir farkı yoktur.

11. Gözaltı, kişinin suç işlediği kuşkusuyla özgürlüğünden yoksun bırakıldığı an başlayıp, savcı tarafından salıverildiği veya tutuklanması talebiyle hakim önüne çıkarıldığı ana kadar devam eden bir dönemi kapsar.

12. Anayasa’nın 19. Maddesinin beşinci fıkrasına ve 5271 sayılı Kanun’un 91.maddesine göre gözaltı süresi, yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, yakalama anından itibaren yirmi dört saati geçemez. Yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilme için zorunlu süre on iki saatten fazla olamaz. Toplu olarak işlenen suçlarda ise delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle; Cumhuriyet savcısı gözaltı süresinin, her defasında bir günü geçmemek üzere, üç gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebilir. Buna göre gözaltı süresi, bir veya iki şüphelinin yakalandığı durumda şüphelinin yakalama yerine en yakın hâkim veya mahkemeye gönderilmesi için gerekli yol süresi hariç yirmi dört saat; aynı soruşturma kapsamında üç veya daha fazla şüphelinin yakalandığı hallerde ise azami dört gündür. 5271 sayılı Kanun’un 91. Maddesinin (3) nolu fıkrasında öngörülmediği için, toplu işlenen suçlarda azami dört günlük gözaltı süresine ayrıca yol süresi ilave edilemez. Gözaltına alınan kişi serbest bırakılmazsa en geç bu süreler sonunda sulh ceza hâkimi önüne çıkarılıp sorguya çekilmesi gerekir.

13. Anayasa’nın 19. Ve 5271 sayılı Kanun’un 91. Maddesinde belirtilen azami gözaltı süreleri kesin süreler olup uzatılması mümkün değildir. Azami gözaltı süresinin önceden belirlenmiş olması nedeniyle gözaltı işlemini yapan makamlar, izin verilen sürenin aşılmaması için gerekli bütün tedbirleri almakla yükümlüdürler.

14. Kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin sınırlamaların, kanunda belirtilen esas ve usule uygunluğunu sağlama yükümlülüğü ilke olarak idari organlara ve derece mahkemelerine aittir. İdare organları ve mahkemeler esas ve usule ilişkin hukuk kurallarına uymakla yükümlüdürler. Anayasa’nın 19. Maddesinin amacı bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olup, maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların maddenin amacına uygun olması ve keyfi uygulamaya yol açmaması gerekir. Bu nedenle Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan hürriyetten yoksun bırakmanın şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi kuralı gereğince, başvurucunun tutukluluk durumunun “kanuni” dayanağının bulunup bulunmadığının, kanunun özgürlükten yoksun kılmaya izin verdiği hâllerde ise, kanunun hukuk devleti ilkesi gereği, keyfiliği önlemek için, uygulanmasında yeterli ölçüde erişilebilir, kesin ve öngörülebilir olup olmadığının Anayasa Mahkemesince incelenmesi gerekir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 45).

15. AİHM, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) numaralı fıkrasında güvence altına alınan özgürlük hakkının istisnalarının sınırlı sayıda olduğunu ve kimsenin özgürlüğünden keyfi bir şekilde yoksun kalmamasını sağlamak için bu istisnaların dar yorumlanmasının 5. Maddenin amacına uygun olduğunu, bu kapsamda iç hukukta 12 saat olarak belirlenen gözaltı süresinin kanunla düzenlenmiş olması nedeniyle mutlak olduğunu, bu sürenin “45 dakika” aşılmış olmasının Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) nolu fıkrasının (c) bendinin ihlali olduğuna karar vermiştir (Bkz.K.F./Almanya, B.No:25629/94, 27/11/1997, § 66-72) . AİHM 16 Nisan 2015 tarihli Gal/Ukrayna (B. No: 6759/11, § 24, 28) kararında ise başvurucunun 72 saatlik yasal gözaltı süresinden sadece 10 dakika geç yetkili hakim önüne çıkarılmasını Sözleşmenin 5. Maddesinin 1 ve 3. Fıkralarının ihlali olarak değerlendirmiştir. Bu açıdan AİHM adı geçen kararla ulusal hukukta yasa ile belirlenen gözaltı veya tutukluluk sürelerine kesin olarak uyulması gerektiğini, bu konuda herhangi bir mazeretin kabul edilemeyeceğini çok açık olarak ifade etmiştir. Nitekim AİHM aynı kararda yasal gözaltı süresinin aşılmasını hem yasaya aykırılık hem de keyfilik olarak nitelemiştir. AİHM’e göre iç hukuka uygun olsa dahi, bilhassa soruşturma makamlarının kötü niyet veya hileli davranışlarda bulunması (Mooren/Almanya [BD], B. No: 11364/03, 9/7/2009, §§ 72, 77 ve 78) ya da duruma göre böyle bir uygulamanın gerekli olmaması gibi hallerde (Nešťák/Slovakya, B. No: 65559/01, 27/2/2007, § 74) özgürlükten bırakma hali keyfî ve böylece Sözleşmeye aykırı olabilir.

16. Somut olayda, başvurucunun ifade verme süreci 18/12/2014 tarihinde saat 23:30’da sona ermiş, kanun hükümlerine göre ifade verme işlemi tamamlanan şüpheli hakkında derhal karar verilmesi gerekirken, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından karar 19/12/2014 tarihinde saat 14:00’de tefhim edilmiş, bu uygulama sonucunda gözaltı süresi yasal sınırı olan dört günü geçmiş, başvurucu, sorgusu tamamlanmasına rağmen 14 saat boyunca keyfi ve kanuni dayanaktan yoksun olarak fazladan tutulmuştur. Oysa kanuni gözaltı süreleri hususunda Anayasa’nın 19. Ve 5271 sayılı Kanun’un 91. Maddelerinde yer alan emredici hükümleri açıktır ve bu hükümlerin yapılacak farklı uygulamalarla aşılması olanaklı değildir.

17. Anayasa’nın 19. Maddesinin beşinci fıkrası yakalanan veya tutuklanan kişinin en geç azami gözaltı süreleri içinde hakim önüne çıkarılmasını düzenlemektedir. Maddede geçen“hakim önüne çıkarılır” ifadesinin anlamı, sevk edilen kişinin hakim tarafından Cumhuriyet savcısının sevk talebi kapsamında sorgusunun yapılması işlemidir. Amacı da keyfilik riskini asgariye indirmektir. Bu nedenle hakim denetimi maddenin en önemli güvencelerinden biridir. Bu kapsamda sevk işlemi hukuken yapılmış olmakla birlikte fiili olarak hakim tarafından sorgu işleminin başlamaması hakim önüne çıkarılma olarak kabul edilemez. Zira Anayasa’nın 19. Maddesi özgürlüğünden mahrum bırakılan bireylere teorik ve soyut değil, ancak gerçek ve fiilen elde edilebilen bir güvence sağlamaktadır.

18. Kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin sınırlamaların, kanunda belirtilen esas ve usule uygunluğunu sağlama yükümlülüğü ilke olarak idari organlara ve derece mahkemelerine aittir. İdare organları ve mahkemeler esas ve usule ilişkin hukuk kurallarına uymakla yükümlüdürler. Anayasa’nın 19. Maddesinin amacı bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olup, maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların maddenin amacına uygun olması ve keyfi uygulamaya yol açmaması gerekir. Bu nedenle Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan hürriyetten yoksun bırakmanın şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi kuralı gereğince, başvurucunun tutukluluk durumunun “kanuni” dayanağının bulunup bulunmadığının, kanunun özgürlükten yoksun kılmaya izin verdiği hâllerde ise, kanunun hukuk devleti ilkesi gereği, keyfiliği önlemek için, uygulanmasında yeterli ölçüde erişilebilir, kesin ve öngörülebilir olup olmadığının Anayasa Mahkemesince incelenmesi gerekir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 45).

19. Öte yandan başvurucunun sulh ceza hâkimliğindeki yaklaşık dört gün süren sorgu süresince tutulmalarının da Anayasa’nın 19. Maddesinin beşinci fıkrası kapsamında değerlendirilmesi gerekir.

20. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasında yakalanan veya tutulan bir kimsenin derhal bir yargıç veya hukuken yargılama yetkisine sahip diğer bir görevlinin önüne çıkarılması öngörülmüştür. AİHM’ne göre “derhal”liğin değerlendirilmesi, Sözleşme’nin 5. Maddesinin amacı ışığında yapılmalıdır. Bu madde, bireyin özgürlük hakkının devletin keyfi müdahalelerine karşı korunması gibi, temel bir insan hakkını içermektedir. Bireyin özgürlük hakkına idarece yapılan müdahalelerin yargısal denetimi, keyfilik riskini asgariye indirmeyi amaçlayan Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasındaki güvencelerin temel unsurudur.

21. Derhallik her bir olayda, o olayın özelliklerine göre değerlendirilmekle birlikte, bu özelliklere atfedilen önem hiçbir zaman, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasında güvence altına alınan hakkın özünü zedeleme, yani devletin derhal salıverme veya derhal yargısal makam önüne çıkarma yükümlülüğünü ortadan kaldırma noktasına getirmemelidir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Brogan ve Diğerleri/Birleşik Krallık, B. No: 11209/84, 29/11/1988, §§ 58-59). Kötü muamelelerin tespit edilebilmesi ve kişinin özgürlüğüne yapılabilecek her türlü haksız müdahalenin asgari düzeyde tutulabilmesi için, yakalanan bir kimsenin ilk kez mahkemeye çıkarılmasına ilişkin yargısal denetimin “derhal” gerçekleştirilmesi çok büyük önem taşımaktadır (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Medvedyev ve Diğerleri/Fransa [BD], no. 3394/03, 29/3/2010, §§ 120-21). Bu şartın getirdiği zaman kısıtlaması esnek bir şekilde yorumlanamaz.

22. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrası yakalanan veya tutulan bir kimsenin derhal bir yargıç veya hukuken yargılama yetkisine sahip diğer bir görevlinin önüne çıkarılmasını öngörmektedir. AİHM’e göre “derhalliğin” değerlendirilmesi, Sözleşme’nin 5. Maddesinin amacı ve gayesi ışığında yapılmalıdır. Bu madde, bireyin özgürlük hakkının devletin keyfi müdahalelerine karşı korunması gibi, temel bir insan hakkını içermektedir. Bireyin özgürlük hakkına idarenin yaptığı müdahalelerin yargısal denetimi, keyfilik riskini asgariye indirmeyi amaçlayan Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasındaki güvencelerin temel bir unsurudur.

23. Başvuru dosyasının incelenmesinden, 14/12/2014 günü kendisine yapılan davet üzerine saat 08:30’da ifade vermek için İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bizzat giden başvurucunun ifade verme sürecinin 18/12/2014 tarihinde saat 23:30’da sona erdiği görülmektedir. Ancak İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından kararın 19/12/2014 tarihinde saat 14:00’te verileceği başvurucuya tefhim edilmiştir. Dolayısıyla, 18/12/2014 günü saat 23:30 ile 19/12/2014 günü saat 14:00 arasında yaklaşık 14 saatlik tutmanın kanuni dayanağı bulunmamaktadır.

24. Yukarıda bahsedilen Anayasa ve Kanun hükümlerinde öngörülen süreler azami sınırı işaret eden sürelerdir. Kolluk ile adli makamların bu sınırları aşmayacak önlemleri almış olmaları gerekir. Aksi halde “derhal” hâkim huzuruna çıkarılmaya dair güvencenin hiçbir işlevi kalmayacaktır. Azami tutma süresi önceden bilindiğinden, tutmayla görevli makamlar, izin verilen sürenin aşılmaması için gerekli bütün tedbirleri almakla yükümlüdürler (Bkz. K.F./Almanya, B.No: 25629/94, 27/11/1997, § 72).

25. Diğer yandan, başvurucunun sorgu sürecinin toplamda üç buçuk günün üzerinde sürmesi, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasında belirtilen “derhal” kavramına yüklenen anlam açısından makul olarak değerlendirilemez. Somut olayda başvurucu, Emniyet Müdürlüğüne bizzat gitmiş, burada gözaltına alınmasının üzerine gözaltı süresi üç gün uzatılmıştır. Buna göre başvurucunun bu şekilde üç günden fazla bir süre boyunca adliye nezarethanesinde hakkında tutuklama kararı olmaksızın tutulmasının kanuni dayanağı bulunmamaktadır.

26. Çoğunluk gerekçesinde, Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 15/5/2012 tarihli ve E.2011/20114, K.2012/12183 sayılı kararına atıfla kanuni gözaltı süresinin aşılması durumunda asıl davanın sonuçlanması beklenmeden 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesi hükümlerine göre tazminat talep edilmesinin mümkün olduğu, gözaltı süresi aşılmış olsa dahi, kişi hâkim tarafından tutuklandığından gözaltı süresinin aşıldığı yönündeki bir tespitin ve ihlal kararının “tutuklu” kişinin serbest kalmasını tek başına sağlayamayacağı, bireysel başvuru kapsamında verilecek muhtemel bir ihlal kararı, ancak başvurucu lehine tazminata hükmedilmesi sonucunu doğurabileceği, somut olayda kanuni gözaltı süresinin aşılıp aşılmadığı ve sorgu sürecinde geçen sürenin kanuni olup olmadığı hususlarının 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesi kapsamında açılacak davada da incelenebileceği, bu kapsamdaki taleplerle ilgili olarak davanın esasının sonuçlanmasına gerek olmadığı, bu nedenlerle başvurunun gözaltı süresinin aşıldığına ilişkin kısmının “başvuru yollarının tüketilmemesi” nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

27. Öncelikle böyle bir yaklaşımın insan hak ve özgürlüklerini koruma amacından uzak olduğu ve suistimale açık olduğu belirtilmelidir. Bu yaklaşımın benimsenmesi halinde, soruşturma makamları, kişileri haklarında tutuklanmaları için yetecek kadar delil elde edinceye kadar gözaltında tutabilecek, bundan sonra da tutuklama kararı verildiği için gözaltında tutulan kişi sadece tazminat talebinde bulunabilecektir. Çoğunluk görüşünde yer verilen, “… gözaltı süresi aşılmış olsa dahi, kişi hâkim tarafından tutuklandığından gözaltı süresinin aşıldığı yönündeki bir tespit ve ihlal kararı “tutuklu” kişinin serbest kalmasına tek başına imkân vermeyeceği,…” şeklindeki gerekçe tutukluluğun başlangıcı ve devamı sırasında ortaya çıkabilecek her türlü hak ihlalleriyle ilgili olarak da kullanılabilecek bir gerekçedir. Böyle bir yaklaşım ise bireysel başvurunun temel hak ve hürriyetlerine etkin biçimde korunması amacı ile bağdaşmaz. Çoğunluğun görüşünde, azami gözaltı süresinin aşılması durumunda gidilebileceği ifade edilen tazminat yoluna ilişkin olarak uygulamada herhangi bir örnek olmadığı gibi bu tazminata hak kazanılması dahi oldukça şüphelidir.

28. Bu yaklaşım Anayasa Mahkemesinin içtihatları ile de uyumlu değildir. Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanmış içtihatlarında belirtildiği üzere, tüketilmesi gereken başvuru yollarının ulaşılabilir olmaları yanında, telafi kabiliyetini haiz ve tüketildiklerinde başvurucunun şikâyetlerini gidermede makul başarı şansı tanımaları zorunludur. Dolayısıyla mevzuatta bu yollara yer verilmesi tek başına yeterli olmayıp uygulamada da etkili olduklarının gösterilmesi ya da en azından etkili olmadıklarının kanıtlanmamış olması gerekir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 29). Bu kapsamda mevzuatta teorik olarak yer verilen kanun yolunun etkili ve telafi edici nitelikte olduğunun bu alana ilişkin verilmiş yargı kararlarıyla test edilmesi gerekir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Hebat Aslan ve Firas Aslan v Türkiye, B. No: 15048/09, 28/10/2014, § 93). Nitekim AİHM’e göre Sözleşme bireylere teorik değil gerçekçi bir güvence sunmaktadır (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Artico v İtalya, B. No: 6694/74, 13/5/1980 § 33) ve bu kapsamda gerçekçi bir güvencenin karşılığı, bu güvencelerin uygulamada özellikle yargısal kararlarla hayata geçirilmesinde yatmaktadır (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Hebat Aslan ve Firas Aslan v Türkiye, B. No: 15048/09, 28/10/2014, §§ 93-94).

29. Çoğunluğun gerekçesinde atıf yapılan Yargıtay 12. Ceza Dairesinin kararı doğrudan gözaltı süresinin aşılması ve sorgu sürecinde adliye nezarethanesinde alıkonulma uygulamaları ile ilgili değildir. Dolayısıyla, asıl yargılama sonuçlanmadan, 5271 sayılı Kanun’un 141. Maddesi hükmü gereğince dava açıldığına ve sonuçlandığına ilişkin genellik arz eden uygulama örnekleri bulunmamaktadır. Bu nedenle, uygulamada örneği bulunmayan bu yolun etkili ve tüketilmesi gereken yol olarak ileri sürülmesi, özgürlüğün kural, özgürlükten mahrumiyetin ise istisna olduğu bir hukuk sisteminde kabul edilemez.

30. Diğer taraftan gözaltı, kişinin suç işlediği kuşkusuyla yakalandığı an başlayıp, savcı tarafından salıverildiği veya tutuklanması talebiyle hâkim önüne çıkarıldığı ana kadar devam eden bir dönemi kapsar.

31. AİHM, K.F./Almanya kararında, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) numaralı fıkrasında güvence altına alınan özgürlük hakkının istisnalarının sınırlı sayıda olduğunu ve kimsenin özgürlüğünden keyfi bir şekilde yoksun kalmamasını sağlamak için bu istisnaların dar yorumlanmasının 5. Maddenin amacına uygun olduğunu, bu kapsamda iç hukukta on saat olarak düzenlenen gözaltı süresinin kanunla düzenlenmiş olması nedeniyle “mutlak” olduğunu, bu sürenin “45 dakika” aşılmış olmasının Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinin ihlali olduğuna karar vermiştir (Bkz: K.F./Almanya, B. No: 25629/94, 27/11/1997, §§ 66-72). AİHM’in, kanuni gözaltı süresinin aşılması konusunda verdiği birçok ihlal kararı bulunmaktadır (Birçok karar yanında bkz: Rüzgar/Türkiye, B. No: 9246/00, 4/5/2006; Zeynep Avcı/Türkiye, B. No: 37021/97, 6/2/2003; Sarı ve Çolak/Türkiye, B. No: 42596/98 ve 42603/98, 4/4/2006; Zervudackı/Fransa, B. No:73947/1, 27/7/2006 …).

32. Anayasa’nın 19. Maddesinde, gözaltı süresinin aşılabileceği hususunda herhangi bir istisnaya yer verilmemiştir. AİHM’in isabetle belirttiği gibi bu tür durumlarda idari veya yargısal makamlar usule ilişkin süreleri önceden bilmektedir ve dolayısıyla da sürecin kanunlara uygun şekilde ilerlemesini sağlamak adına her türlü tedbiri alma imkanına sahiptir (Bkz: K. F./Almanya, B. No. 25629/94, 27/11/1997, § 72). Bu nedenle de idari ve yargısal makamlar yasalarda öngörülen sürelerin işletilmesi konusunda her türlü tedbiri almakla yükümlüdürler.

33. Anayasa’nın 19. Maddesinin beşinci fıkrasında, yakalanan veya tutuklanan kişinin en geç azami gözaltı süreleri içinde hâkim önüne çıkarılması gerektiği hükme bağlanmıştır. Maddede geçen “hâkim önüne çıkarılır” ifadesinin anlamı, savcılıkça sevk edilen kişinin hâkim tarafından cumhuriyet savcısının sevk talebi kapsamında sorgusunun yapılması işlemidir. Bu bakımdan, sevk işlemi hukuken yapılmış olmakla birlikte fiili olarak hâkim tarafından sorgu işleminin başlamaması hâkim önüne çıkarılma olarak kabul edilemez. Zira bireysel başvuruda öngörülen güvenceler teorik veya soyut anlamda değil, gerçekte fiilen elde edilen güvencelere işaret etmektedir. Bu kapsamda kurallarda yer verilen güvencelerin fiilen de işletilmesi gerekir.

34. Başvurucunun bu şekilde nezarethanede tutulmasının kanuni dayanağı bulunmadığı gibi kendi iradesiyle sorgulanmak üzere teslim olması hususu dikkate alındığında Anayasa’nın 13. Maddesinde belirtilen temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasının koşulları kapsamında gerekli ve ölçülü bir tedbir olarak da kabul edilemez.

35. Bu kapsamda, 5271 sayılı Kanun’un 141. Ve 142. Maddelerinde öngörülen yol, yasal gözaltı süresinin aşılması durumunda başvurulabilecek etkili, uygulama örnekleri genellik arz eden, telafi kabiliyetini haiz bir hak arama yolu olarak görülemez.

36. Açıklanan gerekçelerle başka bir kabul edilemezlik nedeni de bulunmadığından işin esasının incelenmesi gerekmektedir. Bu nedenle çoğunluğun başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle başvurunun kabul edilemez olduğuna yönelik görüşüne katılmadık.

II. ÖZGÜRLÜK VE GÜVENLİK HAKKININ İHLALİ İDDİALARI

A. Kuvvetli Suç Şüphesinin Bulunmadığı Halde Tutuklama Kararı Verildiği Ve Tutukluluğa İtirazın Gerekçesiz Olarak Reddedildiği İddiaları

37. Başvurucu, gözaltına alınması ile başlayıp ifadesinin alınması, tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edilip sorgulanması ile devam eden süreçte silahlı terör örgütü yöneticisi olma suçunun unsurlarının oluştuğuna dair, objektif gözlemcileri ikna edici makul bir şüphenin hiçbir şekilde ortaya konulamadığını, kendisine isnat edilen silahlı terör örgütü suçlaması açısından şiddet eylemlerinin ve varsa ele geçirilen silahların gösterilmesinin zorunlu olduğunu, aksi takdirde kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerden bahsetmenin mümkün olmadığını, tutuklama kararında kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin neler olduğunun açıklanmadığını ve tutuklama nedenlerinin bulunmadığını belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

38. Başvurucu, bunlara ek olarak, tutuklama ve tutukluluğa itiraza ilişkin kararların formül gerekçelerle reddedildiğini, kararlarda, üzerine atılı suçun, bu suçun kendisi tarafından işlenildiğini gösteren bağlantının, somut deliller ve bilgiler ile bunların kuvvetli suç şüphesi yoğunluğuna ulaştığının gösterilmediğini, somut delillere dayalı kuvvetli şüphenin nasıl oluştuğunun kararda belirtilmediğini, kararda somut deliller gösterilmediği gibi somut olgulara dahi temas edilmediğini, adli kontrol tedbirlerinin neden yetersiz kalacağı hususunda hiçbir gerekçe gösterilmediğini belirterek Anayasa’nın 19., 36. Ve 141. Maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

39. Anayasa’nın 19. Maddesinin birinci fıkrasında herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak belirtildikten sonra, ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek şartıyla kişilerin özgürlüklerinden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Dolayısıyla kişinin özgürlük ve güvenlik hakkının kısıtlanması ancak Anayasa’nın anılan maddesi kapsamında belirlenen durumlardan herhangi birinin varlığı halinde söz konusu olabilir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 43).

40. Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasında, suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilecekleri hükme bağlanmıştır. Buna göre bir kişinin tutuklanabilmesi öncelikli olarak suç işlediği hususunda kuvvetli belirti bulunmasına bağlıdır. Bu, tutuklama tedbiri için aranan olmazsa olmaz unsurdur. Bunun için suçlamanın kuvvetli sayılabilecek inandırıcı delillerle desteklenmesi gerekir. İnandırıcı delil sayılabilecek olgu ve bilgilerin niteliği büyük ölçüde somut olayın kendine özgü şartlarına bağlıdır. Bu kapsamda kuvvetli şüphe yargılama makamlarının sezgilerine, korkularına, ideolojik, dini, siyasi veya ahlaki önyargılarına dayanamaz, mutlaka objektif maddi olgularla desteklenmelidir.

41. Kanuna uygun tutuklamanın koşulları olan kuvvetli suç şüphesi, kaçma ve delil karartma olasılığının bulunması şeklindeki tutuklama nedenleri tutukluluk durumunun her aşamasında birlikte varlığı gereken zorunlu koşullardır.

42. 5271 sayılı Kanun’un 101. Maddesine göre tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, kuvvetli suç şüphesini, kaçma ve delil karartma olasılığını, tutuklama nedenlerinin varlığını ve tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu gösteren delillerin somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilmesi gerekir. Ancak gerekçe sayesinde tutuklamanın yasal nedenlerle yapılıp yapılmadığı anlaşılabileceği gibi; sanığın ve müdafiin tutuklamanın nedeni konusunda bilgi edinerek savunmasını hakkıyla yapabilmesi, itiraz merciinin de buna göre inceleme yapabilmesi yine gerekçe sayesinde mümkün olacaktır.

43. Gerekçe, kararın akla uygun, çelişkisiz ve inandırıcı biçimde açıklaması demektir. Bu nedenle, sadece tutuklama nedeninin, yani kaçma veya delilleri karartma şüphesi bulunduğunun belirtilmiş olması, kanundaki terimlerin tekrarlanması kararın gerekçeli olduğu anlamına gelmez. Tutuklama kararı verilirken, isnat olunan suçların niteliğinin yanında, kişinin özel durumunun dikkate alınması, tutuklama yerine diğer alternatif koruma tedbirlerinin ölçülülük ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi de bir zorunluluktur.

44. Tutukluluk, 5271 sayılı Kanun’un 100. Ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. 100. Maddeye göre kişi ancak hakkında suç işlediğine dair kuvvetli şüphelerin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde tutuklanabilir. Maddede tutuklama nedenlerinin neler olduğu da belirtilmiştir. Buna göre, (a) şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa, (b) şüpheli veya sanığın davranışları; 1) delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, 2) tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa tutukluluk kararı verilebilecektir. Kuralda ayrıca işlendiği konusunda kuvvetli şüphe bulunması halinde tutuklama nedeninin varsayılabileceği suçlar bir liste halinde belirtilmiştir. Bir koruma tedbiri olan tutuklama bir kimsenin suçluluğu hakkında kesin karar verilmesinden önce özgürlüğünün geçici olarak kaldırılmasıdır. Bu özelliğiyle geçici bir tedbir olan tutuklamanın bir ceza olmadığı, cezalandırma maksadıyla kullanılamayacağı, asıl olanın tutuksuz yargılama olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

45. Cezalandırmada olduğu gibi koruma tedbirlerinin uygulanmasında da ölçülülük ilkesi önemli bir işleve sahip olmalıdır. Ölçülülük ilkesi, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran koruma tedbirlerinin hafiften ağıra doğru giden sıralama içinde uygulama yapılmasını gerektirir. Ceza muhakemesinin amacına daha hafif bir tedbirle ulaşılması mümkün ise öncelikle o tedbirin uygulanması gerekir. Aksi takdirde kişi özgürlüğüne yapılan müdahale ölçülülük ilkesine aykırı bir uygulama olacaktır.

46. Tutukluluk konusundaki kanun hükümlerinin yorumu ve somut olaylara uygulanması da derece mahkemelerinin takdir yetkisi kapsamında olmakla beraber kanun veya Anayasa’ya bariz şekilde aykırı yorumlar ile delillerin takdirinde açıkça keyfilik halinde hak ve özgürlük ihlaline sebebiyet veren bu tür kararların bireysel başvuruda incelenmesi gerekir. Aksinin kabulü bireysel başvurunun getiriliş amacıyla bağdaşmaz (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 49).

47. Somut olayda başvurucu, hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 14/12/2014 tarihinde gözaltına alınmış, 18/12/2014 tarihinde ise tutuklanmıştır. Tutuklama kararının gerekçesi olarak isnat edilen suçlamaya ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının E. 2009/1016 sayılı soruşturma dosyası, Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen yargılama, internet sitesindeki video kayıtları, gazete haberleri ve köşe yazıları gösterilmiştir.

48. Çoğunluk görüşünde; başvurucuya isnat edilen eylemin suç oluşturup oluşturmadığının, yapılacak yargılama sonucunda toplanan delillere göre davayı görecek olan mahkemece belirlenebileceği, bu belirlemenin hukuka uygun olup olmadığının kanun yollarında incelenebileceği, isnat edilen eylemlerin suç oluşturup oluşturmadığının, tutuklamaya ilişkin olanlar da dâhil kanun hükümlerinin yorumunun ve bunların somut olaylara uygulanmasının derece mahkemelerinin takdir yetkisi kapsamında olduğu, başvurucu hakkındaki tutuklama kararının gerekçeleri dikkate alındığında, başvurucunun suç işlemiş olabileceğinden şüphelenilmesi için kuvvetli belirtiler bulunmadığı halde tutuklandığı iddiasının yerinde olmadığı sonucuna varıldığı ifade edilmiştir. Ayrıca, ilk tutuklamaya ilişkin yargısal denetimde kişinin bir suç işlemiş olabileceğine dair inandırıcı nedenlerin bulunup bulunmadığıyla ve özgürlükten yoksun bırakmanın bu bağlamda hukukiliğiyle sınırlı bir inceleme yapıldığı belirtilerek somut olaydaki soruşturmanın bu aşamasında mahkemelerin tutuklama ve itiraz üzerine verdikleri kararların gerekçesi incelendiğinde kuvvetli suç şüphesinin ve tutuklama nedenlerinin bulunmadığının söylenemeyeceği ifade edilmiştir.

49. Tutuklama tedbirinin Kanuna uygun kabul edilebilmesi için kuvvetli suç şüphesi ile birlikte tutuklama nedenlerinden en az birinin tutukluluğun her aşamasında mevcut olması zorunludur. 5271 sayılı Kanun’un 101. Maddesine göre tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya tahliye isteminin reddine ilişkin kararların gerekçelerinde, kuvvetli suç şüphesinin, tutuklama nedenlerinin varlığının ve tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu gösteren delillerin “somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilmesi” gerekir.

50. Özgürlük hakkının temel amacı bireyin keyfi bir şekilde özgürlüğünden mahrum bırakılmamasını garanti altına almaktır (Benzer yöndeki AİHM yaklaşım için bkz: McKay/Birleşik Krallık [BD], B. No: 543/03, 3/10/2006, § 30). Bu açıdan istisnai durumlarda ve yalnızca kısıtlamayla ilgili ikna edici bir gerekçe bulunması durumunda özgürlük ve güvenlik hakkına getirilecek kısıtlamalara müsaade edilmesi mümkündür.

51. Gerekçe, kararın akla uygun, çelişkisiz, inandırıcı açıklaması demektir. Bu nedenle, somut olayda olduğu gibi, sadece tutuklama nedeninin, yani kaçma veya delilleri karartma şüphesi bulunduğunun belirtilmiş olması, kararın gerekçeli yazıldğı anlamına gelmez. Bu kapsamda tutuklama tedbirine başvurulmazsa kaçma ve delilleri karartmanın mümkün olabileceği konusunda objektif bir gözlemciyi ikna edebilecek maddi bilgi ve belgelerin karar gerekçesinde açıklanması ve gerekli kişiselleştirmelerin yapılması gerekir. Diğer bir ifadeyle kaçma ve delilleri karartma şüphesi ile bunu doğrulayan bilgi ve belgeler arasında mantıklı ve ikna edici bağlantı kurulması gerekir.

52. Adli makamlarca verilen tutuklama kararlarında herhangi bir gerekçenin bulunmaması, Anayasa’nın 19. Maddesi çerçevesinde tutmanın keyfi olmaması prensibine açıkça aykırılık teşkil eder (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Stasaitis/Litvanya, B. No: 47679/99, 21/03/2002, §§ 66-67). Benzer şekilde aşırı şekilde kısa ya da sadece tutmaya izin veren yasal düzenlemeye atıfta bulunan bir tutuklama kararı, kişiyi keyfilikten yeterli ölçüde koruyamaz.

53. Kişi hürriyeti ve güvenliğine ilişkin sınırlamaların, kanunda belirtilen esas ve usule uygunluğunu sağlama yükümlülüğü ilke olarak idari organlara ve derece mahkemelerine aittir. İdare organları ve mahkemeler esas ve usule ilişkin hukuk kurallarına uymakla yükümlüdürler. Anayasa’nın 19. Maddesinin amacı bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olup, maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların maddenin amacına uygun olması ve keyfi uygulamaya yol açmaması gerekir (B. No: 2013/1137, 2/7/2013, § 44).

54. Bu nedenle Anayasa’nın 19. Maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan hürriyetten yoksun bırakmanın şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi kuralı gereğince, başvurucunun tutukluluk durumunun “kanuni” dayanağının bulunup bulunmadığı hususu “kanunilik şartı” olarak nitelendirilebilir. Bu düzenleme, Sözleşme’nin 5. Maddesindeki düzenleme ile uyum içindedir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Medvedyev ve Diğerleri/Fransa [BD], B No: 3394/03, 29/3/2010, § 79).

55. Tutuklama nedenleri 5271 sayılı Kanun’un 100. Maddesinde sınırlı olarak sayılmış olup, bu nedenlerin genişletilmesi mümkün değildir (Sınırlı sayım konusundaki AİHM yaklaşımı için bkz: Khayredinov/Ukrayna, B. No: 38717/04, 14/10/2010, § 26). Mevcut olayda İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 18/12/2014 tarihli ve 2014/334 sorgu sayılı tutuklama kararında “… Şüphelinin örgütün yayın politikasına uygun yayınlar yaparak örgüt yöneticisi olduğu yönünde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunduğu, yüklenen suçun yasada öngörülen ceza miktarı, işlendiği iddia edilen suçun önemli ve ciddi sayılan katalog suçlardan olması nedeniyle tutuklama nedeninin ‘kanun gereğince’ var sayıldığı, şüphelinin tutuklanmasına engel bir halinin (tutuklama yasağı ve yargılama engeli bulunmaması gibi) bulunmadığı, alması muhtemel ceza göz önüne alındığında kaçma şüphesinin bulunduğu, işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik önlemi değerlendirildiğinde Anayasa’nın 13. Maddesinde ifade olunan ‘ölçülülük ilkesi’ uyarınca, daha hafif koruma önlemi olan adli kontrol tedbiri uygulamasının bu aşamada soruşturmaya konu suç ve şüpheli açısından ‘yetersiz’ kalacağı ve amaca hizmet etmeyeceği kanaatine varılarak 5271 sayılı CMK’nın 100 ve devamı maddeleri gereğince tutuklanmasına …” ifadeleri tutuklamanın gerekçesi olarak gösterilmiştir.

56. Başvurucunun tutuklanmasına ilişkin karar incelendiğinde; başvurucunun sadece “Şüphelinin örgütün yayın politikasına uygun yayınlar yaparak örgüt yöneticisi olduğu yönünde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunduğu” ve “işlendiği iddia edilen suçun önemli ve ciddi sayılan katalog suçlardan olması” gerekçelerine dayanıldığı görülmektedir. Yani derece mahkemesi kararında kuvvetli suç şüphesi açısından “Şüphelinin örgütün yayın politikasına uygun yayınlar yaparak örgüt yöneticisi olduğu yönünde kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunduğu” gerekçesine dayanılırken, tutuklama nedenleri açısından “suçun vasfı” ve “katalog suçlar” kategorisine dayanılmıştır.

57. Bir kişinin, soyut “suç şüphesi” iddiası ve “katolog suçlar” gerekçesiyle özgürlüğünden mahrum bırakılması, birey lehine açık kanuni düzenlemenin bulunduğu ve özgürlük karinesinin geçerli olduğu bir hukuk sisteminde kabul edilemez. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarına göre, bir tutuklama kararı verilirken, isnat olunan suçların niteliğinin yanında, kişinin içinde bulunduğu somut durumunun dikkate alınarak, tutukluluk kararlarının gerekçelerinin “kişiselleştirilmesi” de ayrı bir zorunluluktur. Bir tutuklama kararının hukuki ve meşru kabul edilebilmesi ancak bu şartları karşılaması durumunda söz konusu olabilir. Dolayısıyla, sadece “suç şüphesi”ne ve isnat edilen “suçun vasfı”na dayanılarak verilen tutuklama kararlarının herhangi bir kanuni dayanağı bulunmadığı gibi bireyler lehine olan özgürlük karinesine de açıkça aykırıdır. Bu bağlamda başvurucunun özgürlük ve güvenlik hakkı kanuna açıkça aykırı bir şekilde kısıtlanmıştır.

58. Somut olayda ayrıca, başvurucunun kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgulara değinilmediği gibi, delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapma girişiminde bulunma olasılığından da hiçbir şekilde bahsedilmemiştir.

59. Kaçma şüphesi, bir kişinin tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilebilecek kanuni hususlardandır. Kaçma tehlikesinin varlığına işaret eden unsurlardan biri, mahkûmiyet halinde kişinin alabileceği hapis cezasının ağırlığıdır. AİHM’e göre, ulusal bir mahkemenin, tutukluluğun devamına dair kararında “suçun niteliği”ne atıfta bulunması, aslında isnat edilen suçun ağırlığına ve dolayısıyla kaçma tehlikesinin varlığına dair bir “karine”ye atıfta bulunduğu şeklinde anlaşılabilir. İsnat edilen suç için öngörülen hapis cezasının ağırlığı, salıverme talebinin reddedilmesi için bağımsız bir neden olarak gösterilemez. İsnat edilen suça verilebilecek cezanın ağırlığının, kendiliğinden sanığın kaçma tehlikesi bulunduğu gerekçesiyle tutukluluğun devamını haklı kılmayacağı açıktır. Kaçma tehlikesiyle ilgili olarak sanığın karakteri, ahlaki durumu, ikametgahı, mesleği, malvarlığı, aile bağları, kovuşturulduğu ülkedeki bağlantıları, tutukluluğa karşı gösterdiği tepki, bir başka ülkeye gerçekten kaçmayı planlayıp planlamadığı, kaçmayı planladığı ülkeyle bağlantıları gibi unsurlar, kaçma şüphesi hususunda incelenmesi gereken diğer unsurlardır (Bkz: Yağcı ve Sargın/Türkiye, B. No: 16419/90 ve 16426/90, 8/6/1995, § 51).

60. Nitekim Yağcı ve Sargın/Türkiye davasında AİHM, başvurucuların Türkiye’ye tamamen kendi istekleriyle dönmüş oldukları ve cezai soruşturmaya uğrayacaklarını bilmiyor olmalarının mümkün olmadığını belirterek, başvurucuların kaçma tehlikesi bulunduğu düşüncesiyle tutukluluklarının devamına karar verilmesini eleştirmiştir (Yağcı ve Sargın/Türkiye, B. No: 16419/90 ve 16426/90, 8/6/1995, § 52). Aynı şekilde AİHM, Pantea/Romanya davasında da başvurucunun, ifade vermek üzere savcının davetine uyarak geldiği ve mahkeme koridorunda beklemesine rağmen soruşturulmaktan kaçındığı gerekçesiyle tutuklanmasını “hukukun öngördüğü usule” uyulmadığı gerekçesiyle Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) fıkrasının (c) bendinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz: Pantea/Romanya, B. No: 33343/96, 3/6/2003, §§ 221-23).

61. Adli makamların, suç işlediğinden şüphelendikleri bir kişinin hemen erişebilecekleri bir yerde bulundurulmasını istemelerinin esas nedeni, soruşturma ve kovuşturmanın gereği gibi yapılabilmesinin sağlanması ve eğer bu kişi mahkûm edilecek olursa cezasının infaz edilebilmesi için mevcudiyetine ihtiyaç duyulmasıdır. Kaçma tehlikesi, sadece kişinin alabileceği cezanın ağırlığına göre değerlendirilemez. Kaçma tehlikesinin varlığını doğrulayan ya da bu tehlikenin tutuklu yargılamayı haklı kılacak diğer ilgili faktörlere bağlı bir değerlendirme yapılması gerekir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Panchenko/Rusya, B. No: 45100/98, 8/02/2005, § 106).

62. Somut olayda başvurucunun, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan 2014/133596 numaralı soruşturmaya binaen 14/12/2014 günü kendisine yapılan davet üzerine 08:30’da ifade vermek için İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bizzat gittiği gerçeği karşısında, tutuklama kararında, “kaçma şüphelerinin bulunduğu” yönündeki bir gerekçenin bulunması, kaçma şüphesine ilişkin hiçbir somut olgunun ortaya konulamaması veya kaçma şüphesinin başvurucunun içinde bulunduğu somut durumla ilişkilendirilmemesi, somut tutuklamanın açıkça Kanun’a aykırı ve ölçüsüz olduğunu göstermektedir.

63. Tutuklama kararında ayrıca başvurucunun “şüphelinin tutuklanmasına engel bir halinin” bulunmadığı gibi bir gerekçenin kullanıldığı da görülmektedir. Bu ifadenin tutuklama gerekçesinde yer almasının, ispat külfetinin tersine çevrildiği şeklinde bir izlenim uyandırdığı açıktır. Oysa Anayasa’nın 19. Maddesi kapsamında “özgürlüğün kural, özgürlükten mahrumiyetin istisna olduğu” dikkate alındığında: “kişinin neden tutuklanmaması gerektiğini açıklama yükümlülüğü” hiçbir şekilde bulunmazken, aksine “devletin kişinin neden tutuklanması gerektiğine ilişkin açıklama yükümlülüğü” bulunmaktadır. Tutuklama gerekçesinde ayrıca “daha hafif koruma önlemi olan adli kontrol tedbiri uygulamasının bu aşamada soruşturmaya konu suç ve şüpheli açısından ‘yetersiz’ kalacağı ve amaca hizmet etmeyeceği kanaatine varılarak” başvurucunun tutuklandığı ifade edilmiştir. Ancak, adli kontrol tedbirinin hangi gerekçelerle yetersiz kalacağı ve “amaca hizmet etmeyeceği” kanaatine varılırken hiçbir somut neden ortaya konulmamıştır. Oysa 5271 sayılı Kanun’un 101/1 fıkrası uyarınca tutuklama kararı verilebilmesi için adli kontrol uygulamasının neden yetersiz kalacağını belirten hukuki ve fiili nedenlere yer verilmesi gerekir. Ancak tutuklama kararına bakıldığında şablon bir ifade kullanıldığı ve adli kontrolü yetersiz kılacak hukuki ve fiili nedenlerin belirtilmediği görülmektedir.

64. Hakkında soruşturma başlatıldığından haberdar olan ve davet üzerine bizzat emniyete giden, kaçacağı yönünde hiçbir somut veri bulunmayan bir kişinin tutuklanması veya tutukluluğunun devamına karar verilmesi, ikna edici gerekçelerle ve somut bulgulara dayalı olarak temellendirilmelidir.

65. Başvurucunun sadece “suç şüphesi” ve isnat edilen “suçun vasfı”na dayanılarak tutuklanması, tutukluluk ve tutukluluğun devamına ilişkin gerekçelerde gerekli kişiselleştirmelerin yapılmaması, Anayasa Mahkemesinin ve bu arada AİHM’in istikrar kazanmış içtihatlarına açıkça aykırı olması nedeniyle başvurucunun bu şikâyetlerinin kabul edilebilir olduğunu düşündüğümüzden, bu iddiaların açıkça dayanaktan yoksun olduğuna ilişkin çoğunluk görüşüne katılmadık.

B. Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilen Delillere Dayanılarak Tutuklanma İddiası

66. Başvurucu, İstanbul l. Sulh Ceza Mahkemesinin 18/12/2014 tarihli ve 2014/334 Değişik İş sayılı tutuklama kararının “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma dosyasında Samanyolu TV Yayın Grubu Başkanı olan Hidayet Karacanın Şüpheli F.G. ile arasında 20.09.2010, 28-09.2013, 10.10.2013 tarihlerinde geçen telefon görüşmelerinde şüpheli Hidayet Karacanın “Şefkattepe” dizisindeki “Karanlık Kurul” bölümlerinin dizide yer alıp almayacağını sorarak bu bölümlere ilişkin senaryoyu F.G.’ye okuyarak bizzat onayını aldığı” ve “… Şüpheli Hidayet Karaca ile Şüpheli F.G. arasındaki görüşmelerin inkar da edilmediği görülmüştür” şeklindeki gerekçesiyle, Samanyolu TV Yayın Grubu Başkanı olan kendisi hakkında aynı soruşturmada şüpheli plan F.G. ile arasında geçtiği iddia edilen telefon görüşmelerinin tutuklanma nedeni olarak belirtildiği, iddia edilen görüşmelerin 5271 Kanun’un 135. Maddesinde yer alan iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması hakkındaki koruma tedbirine aykırı ve yasal olmayan bir dinleme olduğunu, hukuka aykırı elde edilen delillerin ceza muhakemesinde kullanılamayacağı ilkesine aykırı bir şekilde ve hukuk güvenliğini ortadan kaldıran delillere dayalı olarak tutuklama kararı verildiğini, söz konusu tutuklama kararının açıkça keyfi olduğunu belirterek Anayasa’nın 19. Ve 38. Maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

67. Çoğunluk gerekçesinde, koruma tedbiri niteliğindeki bir kararın icrasının hukuka aykırı şekilde gerçekleştirilmesi ile elde edilen delillerin tek ve belirleyici delil olarak yargılamada kullanılması ve bu delillere göre bir karar verilmesi halinde bir bütün olarak yargılamanın hakkaniyetinin zedelenebileceği belirtildikten sonra, somut olayda tutuklamaya karar veren İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliğinin yalnızca hukuka aykırı olarak elde edilen telefon görüşmelerine dayanmadığı, tek ve belirleyici delilin bu olmadığı, soruşturma dosyasındaki diğer deliller de değerlendirilerek sonuca ulaşıldığı belirtilerek bu gerekçeyle başvurucunun bu iddialarının açıkça dayanaktan yoksun olduğu sonucuna varılmıştır.

68. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan “aşağıda belirtilen haller dışında ve hukukun öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz” hükmü gereğince herhangi bir özgürlükten yoksun bırakmanın Sözleşme açısından haklı görülebilmesi için öncelikle “hukukun öngördüğü usule uygun” olarak gerçekleştirilmiş olması gerekir. AİHM’e göre buradaki “hukuk” kavramı ulusal hukuka işaret etmektedir. Yani özgürlükten mahrum bırakma Sözleşme öncesinde ulusal hukukun esasa ve usule ilişkin kurallarına uygun olmak zorundadır. Anayasa’nın 19. Maddesinin ikinci fıkrasında da “şekil ve şartları kanunda gösterilen … halleri dışında kimse hürriyetinden yoksun bırakılamaz” şeklinde aynı içerikte bir düzenleme bulunmaktadır.

69. Sözleşme’ye göre tutmanın hukukun öngördüğü usule uygun olması şartında yer alan “usul” terimi ile esas olarak bir mahkemenin tutmaya karar verirken izlediği yol ya da gözaltına alma uygulamasına ilişkin kurallar kastedilmektedir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Van der Leer/Hollanda, B. No: 11509/85, 21/2/1990; Fox, Campbell ve Hartley/Birleşik Krallık, B. No: 12244/86, 27/3/1991, § 29). Hukuka uygunluk şartı, bireylerin özgürlüklerinden yoksun bırakıldıkları tüm durumlar açısından öncelikle aranması gereken şarttır.

70. Sözleşme’de yer alan usule uygunluk koşulu, Anayasa’nın 19. Maddesinin ikinci fıkrasında hürriyetten yoksun bırakmanın “şekil ve şartlarının kanunda gösterilmesi” koşulu olarak yer almıştır. Kanunda öngörülmeyen koşullarda gerçekleştirilen özgürlükten yoksun bırakma uygulamasının başlangıç itibariyle Anayasa’ya aykırı olduğu açıktır. Bu nedenle, tutuklamanın kanunda açıkça öngörülmeyen bir gerekçeye dayanılarak geçekleştirilmesi kabul edilemez.

71. Anayasa Mahkemesi birçok kararında keyfilik konusuna vurgu yaparak Anayasa’nın 19. Maddesinin amacının, bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olduğunu, maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların maddenin amacına uygun olması ve keyfi uygulamaya yol açmaması gerektiğini belirtmiştir (Örneğin: Murat Narman, B. No: 2012/1137, 2/7/2013, § 44).

72. Tutuklamanın ulusal hukuka uygunluğu, özgürlüğünden mahrum bırakılan birey ile ilgili ilk olarak “temel bir usule uygun” davranılıp davranılmadığının ya da alınan tedbire ilişkin “yasada bir hüküm” bulunup bulunmadığının belirlenmesini içerir. Bu bakımdan ulusal hukukta tutmaya izin veren bir düzenlemenin bulunması başlı başına yeterli olmayıp aynı zamanda bu düzenlemenin uygulanmasına ilişkin kuralların da öngörülmüş olması gerekir.

73. Anayasa Mahkemesi de, Anayasa’nın 19. Maddesinin amacının bireyi keyfi bir şekilde özgürlüğünden alıkoymaya karşı korumak olduğunu ve 19. Maddede öngörülen istisnai hâllerde kişi özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların keyfi uygulamaya yol açmaması gerektiğini belirtmektedir. Bu nedenle AYM birçok kararında, hürriyetten yoksun bırakma uygulamasının ulusal hukukta “kanuni” dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerektiğini, “kanun”un özgürlükten yoksun kılmaya izin verdiği hâllerde ise hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak keyfiliği önlemek için, uygulanmasında yeterli ölçüde erişilebilir, kesin ve öngörülebilir olup olmadığının incelenmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Ulusal makamların iç hukuku açıkça ihlal etmeleri, aynı zamanda Sözleşme’nin 5. Maddesinin ihlal edildiği anlamına gelmektedir.

74. Somut olayda, derece mahkemesi kararına bakıldığında başvurucu hakkında aynı soruşturmada şüpheli plan F.G. ile arasında geçtiği iddia edilen telefon görüşmelerinin tutuklanma nedeni olarak gösterildiği anlaşılmaktadır. Oysa başvurucu söz konusu telefon kaydının mahkeme kararı olmaksızın elde edildiğini belirtmekte ve derece mahkemesinin buna rağmen hukuka aykırı bu delili karar gerekçesinde kullandığını ifade etmektedir. Bu uygulamanın, 5271 Kanun’un 135. Maddesinde yer alan iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması hakkındaki koruma tedbirine aykırı olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu yönde bir hukuka aykırılığın Anayasanın 19. Maddesinde yer alan şekil ve şartları kanunda gösterilen haller dışında kimsenin hürriyetinden yoksun bırakılamayacağına ilişkin düzenlemesinde yer alan kanuna uygun olma şartını karşılamadığı açıktır.

75. Bu belirlemeler karşısında, başvurucunun bu iddialarının kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerektiğini düşündüğümüzden, iddiaların yerinde olmadığı gerekçesiyle “açıkça dayanaktan yoksun” olduğuna yönelik çoğunluk görüşüne katılmadık.

III. TABİİ HÂKİM, TARAFSIZ ve BAĞIMSIZ HÂKİM İLKESİ İLE ETKİN BAŞVURU HAKKININ İHLALİ İDDİASI

76. Başvurucu, tutuklama ve tutukluluğa itirazı değerlendiren Sulh Ceza Hâkimliklerinin, Sözleşme ve AİHM kararları açısından “mahkeme” özelliğini haiz olmadığını, bu hâkimliklerin Anayasa’nın 37. Maddesinde öngörülen tabii hakim ilkesine aykırı olarak kurulduklarını, 2014 yılının temmuz ayında kurulan sulh ceza hakimliklerinin tahliye talebi ve itiraz yolu bakımından kişilere başarı şansı sunmadığını, sulh ceza hakimliklerinin verdiği karara yapılan itirazı inceleyen diğer sulh ceza hakimi önündeki yargılamanın da kişiye herhangi bir başarı şansı sunmadığını, bu hakimliklerin Sözleşme bağlamında “bağımsız” ve “tarafsız” olarak kabul edilemeyeceğini, “mahkeme” niteliğinde olmayan hakimliklerin bu sıfatla yaptığı yargısal işlemlerin geçersiz olduğunu, bu hakimliklerin kararlarıyla tutuklu bulundurulmasının Anayasa ve Sözleşme’ye aykırı olduğunu belirterek Anayasa’nın 37. Maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

77. Başvuru dilekçesinde ayrıca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Fransa ziyareti dönüşünde 23/6/2014 tarihinde bazı basın mensuplarına verdiği demecinde “… Şimdi yaptığımız bazı yasal düzenlemeler Cumhurbaşkanı’nın önünde. Onaylanınca, hızlı adımlar atılacak … İçeride, dışarıda olanlar var. Kaçmış olanlar var. Kırmızı bültenler yayımlamaktan dava açmaya kadar her şey olacak. Onlar nasıl bize yüzlerce dava açtı, biz de onlara yüzlerce, binlerce dava açacağız. O zaman olay farklı gelişecek. …. Bir proje geliştiriyoruz. O bitince süreç hızlanacak” şeklinde beyanlarda bulunduğu belirtilerek, başlatılmasında ve devamında siyasi saiklerin etkili olduğu mevcut soruşturma kapsamında gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklama işlemlerinin doğal hakim ilkesine aykırı olduğu ifade edilmiştir.

78. Çoğunluk görüşünde, genel bir kanuni düzenlemeye dayanılarak ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından yapılan atama sonucunda ilgili hâkimlerin anılan görevleri yaptıklarının anlaşıldığı, bu nedenle, gerçekliği ve niteliği kesin olarak tespit edilemeyen olgulardan, siyasi tartışmalarda ortaya konulan değerlendirme ve yorumlardan hareketle, başvurucuya yönelik somut önyargılı bir işlem ve tutum gösterilmeksizin, ilgili hâkimlerin siyasal veya kişisel nedenlerle bağımsız ve tarafsız davranmadıklarını kabul etmenin mümkün olmadığı ifade edilmiştir.

79. Doğal hâkim ilkesi Anayasa Mahkemesinin norm denetimi sonucunda verdiği 17/7/2013 tarih, E.2012/146, K.2013/93 sayılı kararında şöyle tanımlanmıştır:

Doğal hâkim güvencesi, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında da doğal hâkim kavramı, suçun işlenmesinden veya davanın doğmasından önce davayı görecek yargı yerini kanunun belirlemesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla, doğal hâkim ilkesi, yargılama makamlarının uyuşmazlığın meydana gelmesinden sonra kurulmasını veya davanın taraflarına göre hâkim atanmasını engeller.

Bir yargı yerinin, kuruluş, görev, işleyiş ve izleyeceği yargılama usulü itibariyle hukuki yapılanmasının, doğal hâkim ilkesine uygunluğunun sağlanabilmesi için, bu alana iliş­kin belirlemenin kanunla yapılmış olması tek başına yetmez. Ayrıca sözü edilen belirlemenin, yargılanacak olan uyuşmazlığın gerçekleş­eşinden önce yapılmış olması da gerekir. Bu nedenle, doğal hâkim ilkesinin bünyesinde, “kanuniliğin” yanı sıra “önceden belirlenmiş” olmaya da yer veril­miştir.”

80. AİHM, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasının içerdiği en temel özelliklerden birinin, keyfilik riskini en aza indirmeyi ve hukukun üstünlüğünü korumayı amaçlayan yargısal denetim olduğunu belirtmiştir. Yargısal denetime ilişkin şartlara uygun usulleri geliştirme yargı makamlarının görevidir, ancak bu usuller aynı zamanda Sözleşme ile uyumlu olmalıdır. Yargısal denetim, Sözleşme’nin 5.maddesinin (3) numaralı fıkrasına göre “hakim” veya “adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli” tarafından gerçekleştirilmelidir. Maddede belirtilen hakim, her biri yakalanan kişi için bir teminat oluşturan belli şartları karşılamalıdır. Söz konusu şartların en önemlilerinden biri, onun yürütmeden ve taraflardan bağımsız olmasıdır. AİHM, Sözleşme’nin 6. Maddesinin (1) numaralı fıkrası bakımından bağımsız ve tarafsız sayılmayacak Devlet Güvenlik Mahkemesi bünyesinde görev yapan askeri hâkimin, tutuklama kararı verebilecek bağımsız hakim statüsüne de sahip olmadığını belirterek Sözleşme’nin 5. Maddesinin (3) numaralı fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz: Bülbül/Türkiye, B. No: 47297/99, 22/5/2007, §§ 23-24).

81. Genel olarak tarafsızlık ise, davanın çözümünü etkileyecek bir önyargı, tarafgirlik ve menfaate sahip olunmaması ve davanın tarafları karşısında ve onların leh ve aleyhlerinde bir düşünce veya menfaate sahip olunmamasını ifade eder. Tarafsızlığın öznel ve nesnel olmak üzere iki boyutu bulunmakta olup, bu kapsamda hâkimin birey olarak, mevcut davadaki kişisel tarafsızlığının yanı sıra, kurum olarak mahkemenin kişide bıraktığı izlenimin de dikkate alınması gerekmektedir (B. No. 2013/1780, 20/3/2014, §§ 61-62). Bu kapsamda hâkim ön yargılı olamayacağı gibi yargıladığı kişilere ve topluma tarafsız olduğu görünümünü vermekle de yükümlüdür. Bu nedenle salt olarak adaletin yerine getirilmesi yeterli olmayıp aynı zamanda tarafsız biçimde yerine getirildiğinin yargılanan taraflarca görülmesi ve buna inanılması da gerekir.

82. AİHM, nesnel tarafsızlık testinde önemli olanın, demokratik bir toplumda mahkemelerin halkta ve ceza davalarında yargılanan sanıklarda oluşturacağı güven duygusu olduğunu vurgulamıştır. Nesnel tarafsızlık incelenirken, mahkemenin tarafsız olmadığını iddia eden tarafın görüşü önemli ama sonuca etkili değildir. Mühim olan, tarafsızlıkla ilgili şüphelerin nesnel olarak haklı gösterilip gösterilmediğidir. Şayet hâkimin tarafsızlığına yönelik meşru bir şüphe varsa o hâkim davadan çekilmelidir (Bkz: Hauschildt/Danimarka, B. No: 10486/83, 24/5/1989, § 48). Bunun için hâkimin gerçekten taraflı veya önyargılı davranmış olması gerekmez.

83. Yargıtay, bir karında, görevli olduğu mahkemede yargılanan sanık hakkında daha önce yazmış olduğu kitapta olumsuz değerlendirmelerde bulunan hâkimin tarafsız olamayacağı hususundaki sanığın şikâyetinin haklı olduğuna karar vermiştir. Kararın ilgili kısmı şöyledir: “… Yansız, adil, yasa ve yöntemine uygun bir yargılama beklentisi sanık için en doğal hak, bu beklentinin gerçekleştirilmesi de yargılama makamları açısından yasal bir zorunluluktur. … Anılan kitaptaki olumsuz bakış açısının, mahkeme başkanının yargılamada yansız kalamayacağı yönünde sanıkta endişe oluşturması haklı bir gerekçedir ve aksinin düşünülmesi yani hakimin yansız olması da bu gerçeği değiştirmeyecektir …” (Bkz: Yargıtay 7. CD., E.2007/2099, K.2007/5107, K.T. 27/6/2007).

84. Hâkimin bağımsızlığı ve tarafsızlığı, birbirlerinden farklı olmalarına karşın, aynı zamanda birbirleriyle iç içe bulunan kavramlardır. Gerçekten, bağımsız olmayan bir hâkimden tarafsız hüküm vermesi beklenemez. Zira bağımsız olmayan, birtakım baskılara maruz kalan bir hâkimin, hukuka ve vicdanına göre değil de baskı uygulayan güçlerin talepleri doğrultusunda karar verme olasılığı yüksektir. Bu anlamda bağımsızlık kurumsal bir araç olarak tarafsızlığa hizmet etmektedir.

85. Kuvvetler ayrılığı sisteminin geçerli olduğu bir yönetim sisteminde yürütmenin, bir mahkeme önündeki davayı etkilemek amacıyla müdahale etmesi açıkça nesnel tarafsızlık ilkesini ihlal eder. Nitekim Sovtransavto Holding/Ukrayna davasında AİHM, başvurucu Rus şirketinin Ukrayna’da açtığı dava devam ederken, Ukrayna Cumhurbaşkanı’nın Yüksek Tahkim Kurulunun dikkatini devletin menfaatlerini korumanın gerekliliğine çekmesini, davanın sonucunu etkileyip etkilemediğine bakmaksızın, Tahkim Kurulunun bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili meşru bir şüphe oluşturduğuna hükmetmiştir (Bkz: Sovtransavto Holding/Ukrayna, B. No: 48553/99. 25/7/2002).

86. Bu noktada doğal hâkim ilkesine aykırı bir şekilde kurulan yargı mercilerinin bağımsız ve tarafsız olamayacakları açıktır. Zira politik kurumların yargıya müdahale etmek ve onu yönlendirmek amacıyla doğal hâkim ilkesine aykırı olarak kurdukları yargı mercilerinin, kendilerini kuran irade doğrultusunda karar alacakları, en azından yargılanan şahıslarda ve toplumda bu yönde makul bir şüphe/güvensizlik oluşturacağı beklenir. Dolayısıyla da bir suçun işlendiği tarihten sonra kurulan mahkemelerin, yargılanan kişide kendisini cezalandırmak üzere kurulduğu ve dolayısıyla tarafsız olmadığı şeklinde meşru bir kuşku uyandırması doğaldır. Bu aşamada bu mahkemelerin somut olarak tarafsızlığı ihlal eden kararlar vermesi gerekmez. Tarafsız karar alamayacaklarına ilişkin şüphelerin nesnel olarak desteklenmesi yeterlidir.

87. Yukarıda belirtilen açıklamalar bütün olarak değerlendirildiğinde başvurucunun, tutuklama ve bu kararlara yapılan itirazlara bakmakla görevli sulh ceza hâkimliklerinin, kendilerinin aleyhlerinde kararlar vermek üzere kuruldukları, nesnel tarafsızlık kapsamında “adaletin sağlandığına ilişkin görünümün” sağlanamadığı, bu nedenle bu hâkimliklerin somut soruşturmaların koşullarında “doğal hâkim” ilkesine aykırı olarak kuruldukları, tarafsız ve bağımsız olmadıkları hususunda başvurucu ve üçüncü kişiler nezdinde meşru şüpheler oluştuğu ve bu nedenle de başvurucunun bu şikâyetlerinin kabul edilebilir olduğu görüşünde olduğumuzdan çoğunluk görüşüne katılmadık.

IV. SORUŞTURMA DOSYASINA ERİŞİM İMKÂNINDAN YOKSUN KALMA İDDİASI

88. Başvurucu, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrasına göre “çelişmeli yargılama” ve “silahların eşitliği” ilkelerine uygun bir yargılama yapılmasının zorunlu olduğunu, tutuklanmasına neden olan soruşturma hakkında kısıtlılık kararı verildiğini, bu kısıtlama kararıyla suç şüphesi isnat edilmesinde kullanılan verilerin kendisi ve müdafilerinden gizlendiğini, kendisine isnat edilen silahlı terör örgütü suçlaması açısından şiddet eylemlerinin ve varsa ele geçirilen silahların gösterilmesinin zorunlu olduğunu, aksi takdirde kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerden bahsetmenin mümkün olmadığını, İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin kararında kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin neler olduğunun açıklanmadığını belirterek Anayasa’nın 19. Maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

89. Çoğunluğun görüşünde, başvurucunun, Cumhuriyet savcılığı ve sorgu sürecinde alınan savunmaları incelendiğinde kendisine isnad edilen suç hakkında temel bilgilere sahip olarak müdafileriyle birlikte ayrıntılı şekilde savunma yaptıklarının görüldüğü, tutukluluğa yönelik itirazda usul ve esasa ilişkin olarak ayrıntılı bir biçimde savunma yapabildiği, tutukluluğa temel teşkil eden bilgilere erişebildiği, suç işlendiği şüphesine bağlı olarak özgürlükten yoksun bırakılmanın ilk aşamasında yapılan yargısal denetimin kapsamı ile suçlamalara dayanak olan temel unsurların başvurucuya veya müdafiine bildirilmiş ve başvurucuya bunlara itiraz etme imkânı verilmiş olması dikkate alındığında, salt kısıtlılık kararı nedeniyle soruşturma dosyasına erişim imkânından yoksun bırakıldığı iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olduğu ifade edilmiştir.

90. Anayasa’nın 19. Maddesinin sekizinci ve Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkraları, her ne sebeple olursa olsun hürriyeti kısıtlanan kişiye tutuklanmasının yasallığı hakkında süratle karar verebilecek ve tutulması kanuni değilse salıverilmesine hükmedebilecek bir mahkemeye başvurma hakkı tanımaktadır. Anılan Anayasa ve Sözleşme hükümleri esas olarak, tutukluluğun yasallığına ilişkin itiraz başvurusu üzerine, bir mahkeme nezdinde yürütülmekte olan davalardaki tahliye talepleri veya tutukluluğun uzatılması kararlarının incelenmesi açısından bir güvence oluşturmaktadır (B. No: 2012/1158, 21/11/2013, § 30). Anayasa’nın 19. Maddesinin dördüncü fıkrasında ise yakalanan veya tutuklanan kimseye yakalama veya tutuklama sebeplerinin ve haklarındaki iddiaların hemen yazılı olarak bildirilmesini, yazılı bildirimin mümkün olmaması halinde sözlü olarak derhal, toplu suçlarda ise en geç hâkim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilmesini öngörmektedir.

91. AİHM’e göre Sözleşme’nin 5. Maddesi anlamındaki “mahkeme”nin taşıması gereken temel yargısal niteliklerden birisi “çelişmeli yargılama” ve “silahların eşitliği” ilkelerine uygun yargılama yapılmasıdır (Bkz: Nikolova/Bulgaristan [BD], B. No: 31195/96, 25/3/1999, § 58; Altınok/Türkiye, B. No: 31610/08, 29/2011, § 45). Silahların eşitliği ilkesinin en önemli sonuçlarından biri, soruşturma dosyasına ulaşabilme hakkıdır (Bkz: A. Ve Diğerleri/Birleşik Krallık [BD], B. No: 51776/08, 29/11/2009, § 204). Hangi yöntem seçilirse seçilsin, bu yöntemde savunma tarafının dosyaya giren beyanlardan haberdar olması ve bu beyanlara karşı yorumda bulunabileceği gerçek bir fırsata sahip bulunması gerekir (Bkz: Altınok/Türkiye, B. No: 31610/08, 29/11/2011, § 59). Tutuklamaya dayanak belgelerin, kişilere yöneltilen suçlamalara uygun bir şekilde itiraz etmeleri için yetersiz olması Sözleşme’nin ihlalini oluşturur (Bkz: A. Ve Diğerleri/Birleşik Krallık [BD], B. No: 51776/08, 29/11/2009, §§ 212-24). Benzer şekilde, kilit nitelikteki bir delilin savunma tarafına verilmemesi Sözleşme’yi ihlal eder (Bkz: Garcia Alva/Almanya, B. No: 23541/94, 13/02/2001, §§ 42-43).

92. Silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarının usuli haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelmektedir (B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Kural olarak başvurucular, davanın karşı tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar vermiş olduğunu veya bu durumdan olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildirler. Taraflardan birine tanınan, diğerine tanınmayan avantajın, fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil bulunmasa da silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş sayılır (B. No: 2013/6428, 26/6/2014,§ 70).

93. Çelişmeli yargılama ilkesi ise taraflara dava malzemesi hakkında bilgi sahibi olma ve yorum yapma hakkının tanınmasını ve bu nedenle tarafların yargılamanın bütününe aktif olarak katılmasını gerektirmektedir. Çelişmeli yargılama ilkesi, silahların eşitliği ilkesi ile yakından ilişkili olup, bu iki ilke birbirini tamamlar niteliktedir. Zira çelişmeli yargılama ilkesinin ihlal edilmesi durumunda, davasını savunabilmesi açısından taraflar arasındaki denge bozulacaktır (B. No: 2013/1780, 20/3/2014,§ 25).

94. AİHM, müdafinin dosya içeriğini incelemesinden mahrum bırakılmasını silahların eşitliği ilkesinin ihlali olarak değerlendirmektedir. Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrası uyarınca tutukluluğa itirazı değerlendiren mahkemede tarafların, yani savcı ve sanığın eşitliğini sağlamak için tarafların davaya katılma hakkına itina gösterilmesi gerekir. Eğer müdafi, müvekkilinin tutukluluğunun hukukiliğine etkili biçimde itiraz edebilmesi için önem arz eden dosya içeriğini inceleme hakkından mahrum bırakılıyorsa, tarafların eşitliği sağlanmamış demektir (Bkz: Ceviz/Türkiye, B. No: 8140/08, 17/7/2012, § 41). AİHM ayrıca, Sözleşme’nin 5. Maddesinin (4) numaralı fıkrası uyarınca tutukluluğa itirazı inceleyen mahkeme önünde yürütülen bir duruşmanın çelişmeli olması ve iddia makamı ile sanık arasında silahların eşitliği ilkesini temin edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Şayet, avukatın, müvekkilinin tutukluluk halinin yasallığına etkili bir biçimde itiraz edebilmesi için büyük önem taşıyan dosya unsurlarına erişimi reddedilmişse, silahların eşitliği ilkesi ihlal edilmiş olur (Bkz: Erkan Ekin/Türkiye, B. No: 13176/05, 23/2/2010). Savcı dosyanın tamamına hakim olduğu halde, başvurucuya tutukluluğun devamını haklı göstermek için dayanılan gerekçelere gereği gibi itiraz etme imkânı verilmemesi silahların eşitliği ilkesine aykırıdır (Lamy/Belçika, B. No: 10444/83, 30/3/1989, § 29). Nitekim Anayasa Mahkemesi birçok kararında, savcılık beyanlarının başvurucuya bildirilmemesini silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerine aykırı bulmuştur (Birçok karar yanında bkz: B. No: 2013/1134, 16/5/2013, §§ 32-37).

95. Başvuru belgelerinden, başvurucu ve müdafilerine soruşturma dosyasının tamamının örneğinin savcılık tarafından verilmediği anlaşılmaktadır. Cumhuriyet savcılığının bu uygulaması, 5271 sayılı Kanun’un somut olay tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 153. Maddesi gereğince açıkça kanuni dayanaktan yoksundur. Nitekim AİHM kişilerin özel hayatın korunması veya kamu yararının gerekli kıldığı durumlarda dosyaya erişimin kısıtlanabileceği, ancak bu istisnanın geçerli olabilmesi için öncelikle gerekliliğin kesin surette ortaya konulması ve bu gibi durumlarda bireylere savunmalarını yapabilecekleri alternatif usuli güvencelerin sağlanması gerektiğini ifade etmektedir.

96. Oysa somut olayda, başvurucuya, dosyaya erişimin kısıtlanması karşısında savunmalarını yapabileceği alternatif usuli güvencelerin sağlanmadığı görülmektedir. Bu kapsamda başvurucunun erişemediği bilgi ve belgelere karşı savunma yapabilmesinin ve tutukluluk durumuna etkili bir itirazda bulunabilmesinin olanaksız olduğu açıktır. Bu nedenle somut olayda yargılamanın temel güvencelerinden olan “silahların eşitliği” ve “çelişmeli yargılama” ilkeleri ihlal edilmiştir.

97. Diğer taraftan çoğunluğun görüşünde, gözaltına alınan kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasının ilk ve zorunlu yargısal denetimin sınırları dikkate alındığında, suçlamaya dayanak delil ve olgulara erişim koşullarının, adil yargılanma hakkı ilkelerinin bütünüyle uygulandığı kovuşturma aşamasındaki şartlarla aynı biçimde değerlendirilemeyeceği ifade edilmiştir.

98. Bu yaklaşım tarzının özgürlük ve güvenlik hakkı ile adil yargılanma hakkının koruma alan ve standartlarının birbirinden farklı olduğu gerçeğinden uzak olduğu belirtilmelidir. Özgürlüğünden mahrum bırakılan bir kişiye Anayasa’nın 19. Maddesi ile sağlanan olanaklar daha yüksek bir koruma sağlamaktadır. Ayrıca soruşturma aşamasının ceza yargılaması açısından temel öneme sahip olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Zira yargılamanın kovuşturma aşaması büyük oranda soruşturma aşamasında elde edilen bilgi ve belgelere göre şekillenmektedir. Dolayısıyla soruşturma aşamasında şüpheliler aleyhine gerçekleşen adil yargılanma hakkının unsurlarındaki bir eksikliğin, kovuşturma aşamasında sanık aleyhine telafi edilmesi güç zorluklar doğurması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle de özellikle ceza yargılaması söz konusu olduğunda adil yargılanma hakkının silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama gibi temel güvencelerinin daha en başta soruşturma aşamasında şüphelilere tanınması gerekir. Aksi bir durum kovuşturma aşaması da dâhil yargılamanın tümünü hakkaniyete uygun yargılama ilkesi açısından sorunlu hale getirir.

99. Bu belirlemelere göre, başvurucunun soruşturma dosyasına erişim imkânı verilmediğine ilişkin iddialarının yargılamanın temel güvencelerinden olan “silahların eşitliği” ve “çelişmeli yargılama” ilkeleri kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümüzden, bu iddiaları “açıkça dayanaktan yoksun olması” nedeniyle kabul edilemez bulan çoğunluk görüşüne katılmadık.

V. İFADE VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLALİ İDDİALARI

100. Başvurucu, mevcut soruşturmanın siyasi saiklerle başlatılarak devam ettirildiğini, kendisinin basın mensubu ve bir medya grubunun yöneticisi olduğunu, mevcut iktidar partisi hakkındaki yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarını kamuoyuna sunmaya gayret eden az sayıdaki basın kuruluşlarından birinin idarecisi olduğunu, yöneticisi olduğu kanallardan birinde yayımlanan programlar gerekçe gösterilerek hiçbir somut delile dayanılmaksızın keyfi bir şekilde günlerce usulsüz olarak gözaltında tutulduğunu, konumu ve mesleki faaliyetleri göz önünde tutulduğunda ifade özgürlüğünün ve daha geniş bir anlamda basın özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

101. Çoğunluk görüşünde, başvurucunun suç işlediğinden şüphelenilmesi için kuvvetli belirtiler bulunmadığı hâlde salt mesleki faaliyetleri nedeniyle tutuklandığı iddiasının yerinde olmadığı sonucuna varıldığından başvurunun bu kısmının da açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğu ifade edilmiştir.

102. 1982 Anayasasında belirtilen “demokratik toplum” kavramı, çağdaş ve özgürlükçü bir anlayışla yorumlanmalıdır. “Demokratik toplum” ölçütü, Anayasa’nın 13. Maddesi ile AİHS’in bu ölçütün kullanıldığı 9., 10. Ve 11. Maddeleri arasındaki paralelliği açıkça yansıtmaktadır. Bu itibarla demokratik toplum ölçütü, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik temelinde yorumlanmalıdır (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976, § 49; Başkaya ve Okçuoğlu/Türkiye, B. No: 23536/94, 24408/94, 8/7/1999, § 61).

103. Nitekim Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatları uyarınca, “Demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamalar, demokratik toplum düzeni gerekleriyle uyum içinde sayılamaz. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak yasayla sınırlandırılabilirler.” (AYM, E.2006/142, K.2008/148, K.T. 24/9/2008). Başka bir ifadeyle yapılan sınırlama hak ve özgürlüğün özüne dokunarak, kullanılmasını durduruyor veya aşırı derecede güçleştiriyorsa, etkisiz hale getiriyorsa veya ölçülülük ilkesine aykırı olarak sınırlama aracı ile amacı arasındaki denge bozuluyorsa demokratik toplum düzenine aykırı olacaktır (B. No: 2013/409, 25/6/2014, § 94).

104. Genel olarak örgütlenme özgürlüğü ve özel olarak da basın özgürlüğü Anayasa’da benimsenen temel değerlerden biri olan siyasal demokrasiyi somutlaştıran özgürlükler arasında yer alır ve demokratik toplumun temel değerlerinden birini oluşturur. Anayasa Mahkemesi daha önceki kararlarında demokrasinin temellerinin çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik olduğunu vurgulamıştır (B. No: 2013/409, 25/6/2014, § 95). Buna göre basın özgürlüğünü kullanan bireyler, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik gibi, demokratik toplumun temel ilkelerinin korumasından yararlanırlar. Başka bir deyişle şiddete teşvik etme veya demokratik ilkelerin reddi söz konusu olmadığı sürece, basın özgürlüğü çerçevesinde dile getirilen bazı görüşler veya bunların dile getirilme biçimi yetkili makamların gözünde kabul edilemez olsa dahi, ifade, örgütlenme ve sendikal özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler demokrasiye hizmet edemez ve hatta tehlikeye düşürür. Hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik bir toplumda, farklı düşüncelerin sendikal özgürlükler veya başka yollarla dile getirilmesine imkan tanınmalıdır (benzer değerlendirmeler için bkz. Oya Ataman/Türkiye, B. No: 74552/01, 5/3/2007, § 36).

105. Demokratik bir sistemde, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuki sınırlar içinde kullanmalarını sağlamak açısından basın ve kamuoyu denetimi en az idari ve yargısal denetim kadar etkili bir rol oynamakta ve önem taşımaktadır. Halk adına kamunun gözcülüğü işlevini gören basının işlevini yerine getirebilmesi özgür olmasına bağlı olduğundan basın özgürlüğü, herkes için geçerli ve yaşamsal bir özgürlüktür (bkz. AYM, E.1997/19, K.1997/66, K.T. 23/10/1997), (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz.Lingens/Avusturya, B. No: 9815/82, 8/7/1986, § 41; Özgür radyo-Ses Radyo Televizyon Yapım ve Tanıtım AŞ/Türkiye, B. No: 64178/00, 64179/00, 64181/00, 64183/00, 64184/00, 30/3/2006, § 78; Erdoğdu ve İnce/Türkiye, B. No: 25067/94, 25068/94, 8/7/1999, § 48; Jersild/Danimarka, B.No: 15890/89, 23/9/1994, §31).

106. Hak ve özgürlüklere yapılacak her türlü sınırlamada devreye girecek bir başka güvence de Anayasa’nın 13. Maddesinde ifade edilen “ölçülülük ilkesi”dir. Bu ilke, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda öncelikli olarak dikkate alınması gereken bir güvencedir. Anayasa’nın 13. Maddesinde demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük kriterleri iki ayrı ölçüt olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki ölçüt arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Nitekim Anayasa Mahkemesi amaç ile araç arasında makul bir ilişki ve dengenin bulunup bulunmadığını inceler (B. No: 2013/409, 25/6/2014, § 96).

107. Anayasa Mahkemesinin kararlarına göre ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile araç arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkılarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir (B. No: 2012/1051, 20/2/2014, § 84; B. No: 2013/409, 25/6/2014, § 97). Bu sebeple sendika hakkına yapılan müdahalelerde, hedeflenen amaca ulaşabilmek için seçilen müdahalenin elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.

108. İfade hürriyetinin kullanımına yapılan müdahalenin ölçülülük değerlendirmesinde, uygulanan yaptırımın ağırlık ve niteliğinin de dikkate alınması gerekir. AİHM’e göre uygulanan yaptırım hafif olmasına rağmen eğer başvurucu üzerinde caydırıcı bir etki meydana getiriyorsa bu sorunlu görülmektedir. Anılan yaptırımın AİHM’e göre yukarıda belirtilen kriterler bağlamında haklı kılınmış olması gerekir (Axel Springer AG/Almanya [BD], B. No: 39954/08, 7/2/2012, § 95).

109. Mahkeme Cumpănă ve Mazăre/Romanya kararında basın alanında işlenen hukuka aykırılıklarda hapis cezasına hükmedilmesinin, Sözleşme’de güvence altına alınan diğer haklar ağır bir şekilde ihlal edilmedikçe, özellikle kin ve nefret söylemi veya şiddete teşvikte olduğu gibi, 10. Maddede güvence altına alınan basın hürriyeti ile uyumlu olmadığını belirtmiştir (Cumpănă ve Mazăre/Romanya [BD], B. No: 33348/96, 17/12/2004, § 115), AİHM’e göre “… cezaların belirlenmesi ulusal makamların tekelinde olsa da Mahkeme basın alanında işlenen bir suç için hapis cezası öngörülmesi, Sözleşmenin 10. Maddesinde teminat altına alınan gazetecilerin ifade hürriyeti ile ancak çok istisnai koşullarda uyumlu olabilir. Bu durum özellikle diğer temel hak ve özgürlüklere çok ağır bir saldırı söz konusu olduğunda, örneğin şiddete başvuruyu teşvik veya kin ve nefret söyleminin yayılması hallerinde, kabul edilebilir (Feridun Yazar/Türkiye, B. No: 42713/98, 23/9/2004, § 27; Sürek ve Özdemir/Türkiye [BD], B. No: 23927/94 ve 24277/94, 8/7/1999, § 63).

110. AİHM, birçok kararında başvurucunun yaptırım özellikle hapis cezası tehdidi altında bulunmasını dahi ifade hürriyeti açısından bir sorun olarak değerlendirmiştir. Başvurucunun bir yıl boyunca tutuklu kaldığı ve halen ağır bir cezaya çarptırılma tehdidi altında bulunduğu Nedim Şener/Türkiye davasında AİHM, başvurucunun mağdur olduğuna karar vermiş somut olayın koşullarında ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine hükmetmiştir (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014). Başvurucu hakkındaki dava henüz sonuçlanmamış olmasına rağmen, bu konudaki kabul edilebilirliğin esasa sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle kabul edilebilirlik koşulları açısından bir sorun görülmeyerek ifade özgürlüğünün ihlali şikayetinin esasının incelenmesine karar verilmiştir. Esas inceleme aşamasında da, hakkında henüz bir mahkûmiyet hükmü kurulmuş olmasa da yargılama ve tutuklama sürecinde yapılan uygulamalarla başvurucunun ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verilmiştir (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014, § 94)

111. Her ne kadar usuli gerekçelerle ceza kovuşturmasından vazgeçilmiş olsa da, suçlu olarak mahkûm olma ve cezalandırılma ihtimalinin varlığı devam ediyorsa, ilgilinin söz konusu cezalandırıcı yasal düzenlemenin doğrudan etkisi altında kaldığı ve dolayısıyla Sözleşme’nin ihlalinin mağduru olduğu geçerli şekilde ileri sürebilir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Bowman/Birleşik Krallık, B. No: 24839/94, 19/2/1998, § 107).

112. Aynı zamanda ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı etkisi olan bazı şartlar –henüz kesinleşmiş bir karar ile mahkûm olmamış– ilgililere söz konusu özgürlüğe bir müdahalenin mağduru olma sıfatı tanımaktadır. Örneğin, halkın bir kesimi veya devlet tarafından hassas olarak kabul edilen bir konuda yapılacak bazı muhtemel çalışmalar için ceza kovuşturması tehdidi altında olmak (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Altuğ Taner Akçam/Türkiye, B. No. 27520/07, 25/10/2011, §§ 70-75) veya ulusal mahkemelerin içtihatlarına uygun olarak ceza mahkemeleri tarafından henüz kesin olmayan bir şekilde mahkûm olmak (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014; Dink/Türkiye, B. No. 2668/07, 6102/08, 30079/08, 7072/09 ve 7124/09, 14/9/2010, § 105) gibi durumlarda kişinin mağdur statüsüne sahip olduğu kabul edilmektedir.

113. AİHM, Nedim Şener/Türkiye kararında iki kitabın yazımına katkıda bulunduğundan dolayı başvurucunun hakkında bir terör örgütüne üye olduğu için açılan ceza kovuşturması çerçevesinde bir yıldan daha fazla bir zaman boyunca tutuklu olarak kaldığını belirtmiştir. Mahkeme, ağır şekilde cezalandırılan suçlar için yürütülen bir ceza yargılaması çerçevesinde başvurucuya uygulanan tutuklamanın tamamen varsayımsal bir risk olarak değerlendirilemeyeceğini, aksine gerçek ve fiili bir zorlama olduğunu ve dolayısıyla başvurucunun Sözleşme’nin 10. Maddesi tarafından koruma altına alınan ifade özgürlüğünün kullanımına bir “müdahale” olduğunu değerlendirmiş, aynı gerekçelerle Sözleşme’nin 10. Maddesi bağlamında Hükümet tarafından ileri sürülen iç hukuk yollarının tüketilmediği itirazını reddetmiştir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Yılmaz ve Kılıç/Türkiye, B. No. 68514/01, 17/7/2008, §§ 37-44).

114. AİHM, başvurucu hakkında henüz bir mahkûmiyet kararı verilmemiş olsa da “ifade özgürlüğü üzerinde caydırıcı etkisi olan bazı şartların –henüz kesinleşmiş bir karar ile mahkûm olmamış– ilgililere söz konusu özgürlüğe bir müdahalenin mağduru olma sıfatı tanıdığına” işaret ederek somut olayda yazımına katkıda bulunduğu iki kitap gerekçe gösterilerek başvurucunun tutuklanmasının “varsayımsal bir risk değil … gerçek ve fiili bir zorlama olduğu”na karar vermiştir.

115. Öte yandan Yılmaz ve Kılıç/Türkiye kararında AİHM başvurucuların silahlı bir örgütün faaliyetlerine yardım etmekten (PKK ve Öcalan lehine slogan) tutuklandıklarını ve bu yöndeki delilin de başvurucuların katıldıkları bir gösteride söz konusu örgüt lehine slogan atması olarak gösterildiğini tespit etmiştir. Başvurucular, ulusal mahkemeler önünde savunmalarını örgüte yardım etme suçlaması üzerine kurmuşlar, başvuruculardan biri olayların nitelendirilmesine itiraz ederken diğeri delillerin tespitine itiraz etmiştir. AİHM, özü itibarıyla bu şikâyetin ulusal makamlar önünde dile getirildiğini kabul ettikten sonra Hükümetin aslında olayın ifade özgürlüğüyle hiçbir bağlantısı olmadığı, dolayısıyla başvurucuların bu hakkın mağduru olmadıkları itirazını ele almıştır. AİHM, anılan itirazın ifade hürriyetine müdahalede bulunup bulunmadığına bağlı olduğunu ve bu konunun işin esasının incelenmesinde karara bağlanacağını ifade etmiştir. AİHM ifade hürriyetine müdahale olup olmadığını belirlemek için olayın ulusal makamlarca nitelendirilmesine bakmamak gerektiğini ifade ederek, mahkumiyete esas delilin ifadenin biçimlerinden biri (gösteri) olduğunu tespit etmiş ve başvurucuların ifade hürriyetine bir müdahalenin olduğunu kabul etmiştir (Benzer yöndeki AİHM yaklaşımı için bkz: Sever ve Aslan/Türkiye (kk.), B. No: 33675/02, 12/4/2007; Emir/Türkiye, B. No: 10054/03, 3/5/2007, § 34, Çakar/Türkiye, B. No: 42741/98, 23/10/2003; Şirin/Türkiye (kk.), B. No: 47328/99, 15/3/2005). Dolayısıyla hükümetin mağdur sıfatı yönünden itirazını reddetmiştir.

116. Özetle AİHM, somut olayda her ne kadar Hükümet davanın ifade hürriyeti ile bağlantısı olmadığını iddia etse de başvurucuların mahkûmiyetlerinin delilinin bir gösteriye katılma ve attıkları sloganlar olması nedeniyle, aslında ifade biçiminin yaptırıma tabi kılınması nedeniyle ifade hürriyetinden ihlal kararı vermiştir.

117. Neticede bu iki olay bağlamında AİHM’in başvurucu hakkındaki delilin, aslında ifade hürriyetinin kullanımı kapsamında değerlendirilebileceği hallerde bir ifade hürriyeti sorununun bulunduğu; bu durumda kişilerin salt tutuklanmalarının bile ifade hürriyetini ihlal edebileceği söylenebilir.

118. AİHM Nedim Şener/Türkiye kararında ifade hürriyeti bağlamında “müdahalenin orantılılığını ölçmenin söz konusu olduğu durumlarda verilen cezaların niteliği ve ağırlığı gibi unsurların da dikkate alınması” gerektiğini belirttikten sonra somut olay çerçevesinde aşağıda yer verilen bazı değerlendirmelerde bulunmuştur.

119. Kararda, AİHM, yerel makamların, başvurucunun böylesine uzun süren bir dönem boyunca “ikna edici” ve “yeterli” olarak nitelendirilemeyecek gerekçelerle tutuklu olarak bulunduğunu değerlendirdiği 5. Maddenin (3) numaralı fıkrasının ihlaline ilişkin vardığı sonuçları hatırlatmış (§ 120), başvurucu hakkında uygulanan tedbirlerin niteliği ve ağırlığını da dikkate alarak, içinde bulunulan şartlar ne olursa olsun, söz konusu tedbirlerin Sözleşme’nin 10. Maddesi tarafından öngörülen meşru amaçlara orantısız bir müdahale oluşturduğunu değerlendirmiştir (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014, § 121).

120. AİHM, aynı zamanda, yeterli ve uygun bir gerekçe olmaksızın başvurucuyu bu kadar “uzun süre boyunca özgürlüğünden yoksun bırakarak adli makamların, başvurucunun genel kamu yararını ilgilendiren konularda görüşlerini ifade etme iradesi üzerinde caydırıcı bir etki ortaya çıkardıklarını” değerlendirmiştir. Mahkeme, “özgürlükten yoksun bırakma şeklindeki bir tedbir uygulanmasının, kendisi gibi devlet organlarının faaliyetleri ve tutumları hakkında araştırma yapmak ve yorumda bulunmak isteyen diğer bütün araştırmacı gazeteciler üzerinde kendi kendini sansürleme ortamı oluşturabileceğine dair başvurucunun görüşüne de katıldığını” ifade etmiştir. AİHM, bu son nokta ile ilgili olarak, “Hükümet, karşıtlarının veya medyanın haksız eleştirilerine ve saldırılarına cevap vermek için, özellikle başkaca imkânlarının olduğu durumlarda, cezalandırma yolunu seçerken daha çekinceli davranmak zorundadır” şeklindeki içtihadına atıf yapmıştır (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014, §§ 114 ve 122). Bu gerekçeler dikkate alındığında AİHM, uygulanan tedbirlerin, yani başvuranın tutuklanmasının ve bir yıldan daha fazla bir süre boyunca tutuklu olarak kalmasının, üstün bir kamu yararına hizmet etmediğini, söz konusu tedbirlerin her halükarda güdülen meşru amaçlar ile orantılılık içinde olmadığını ve bu niteliği dolayısıyla da demokratik bir toplumda gerekli olmadığını değerlendirmiştir ve Sözleşme’nin 10. Maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir (Nedim Şener/Türkiye, B. No: 38270/11, 8/7/2014, § 123).

121. Bu olayda AİHM, kişi hürriyeti ve güvenliği bağlamında verdiği ihlal kararının ardından 10. Madde açısından da orantısız bir tedbirle karşı karşıya olduğunu ifade etmektedir. Öte yandan AİHM kararında başvurucu hakkındaki uygulanan tedbirin neden orantısız olduğunu başka gerekçelerle de açıklamaktadır. Bu gerekçeler şöyledir:

i. Bahse konu tedbir, başvuranın genel kamu yararını ilgilendiren konularda görüşlerini ifade etme iradesi üzerinde caydırıcı bir etki ortaya çıkarmıştır.

ii. Bahse konu tedbir, başvurucu gibi devlet organlarının faaliyetleri ve tutumları hakkında araştırma yapmak ve yorumda bulunmak isteyen diğer bütün araştırmacı gazeteciler üzerinde kendi kendini sansürleme ortamı oluşturabilecektir.

iii. Hükümet, karşıtlarının veya medyanın haksız eleştirilerine ve saldırılarına cevap vermek için, özellikle başkaca imkânlarının olduğu durumlarda, cezalandırma yolunu seçerken daha çekinceli davranmak zorunda olduğunu unutmuştur.

122. Kişilerin ceza kanunlarına aykırı davranışları sözkonusu olduğunda kural olarak eylemi gerçekleştiren şahsın kimliği, mesleği ve özel nitelikleri önemli değildir. Ceza kanunları kanunda öngörülen istisnalar dışında herkese eşit olarak uygulanır. Tutuklama tedbiri bakımından da aynı açıklamalar geçerlidir. Ancak, kişi özgürlük ve güvenliği hakkını doğrudan etkileyen bu tedbire başvurulurken, uygulanan tedbir ile hakkında tedbir uygulanan kişinin veya olayın özelliğine göre özgürlük ve güvenlik hakkı yanında başka temel hak ve özgürlüklerin de sınırlandırılması veya ortadan kaldırılması sözkonusu olacaksa somut olayın özellikleri de gözetilmek suretiyle tedbir ile temel hak ve özgürlükler arasında adil bir denge kurulmalıdır.

123. Nitekim Anayasa Mahkemesi Mustafa Ali Balbay (B.No:2012/1272, 4.12.2013) ve Mehmet Haberal (B.No:2012/849, 4.12.2013) kararlarında başvurucuların milletvekili sıfatı taşımaları nedeniyle tutukluluğun devamı kararlarında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının yanında seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının da gözetilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Her iki kararda tekrarlanan gerekçenin ilgili bölümü şöyledir;

“Anayasa’nın 83. Maddesinde 14. Maddeye atıfla getirilen istisna, Anayasa’nın 67. Maddesindeki seçilme hakkı da dikkate alındığında dar ve özgürlük lehine yorumlanmalıdır. Bu nedenle tutukluluğunun devamı hakkında karar verilen kişi milletvekili olduğu takdirde, çatışan değerlere bir yenisi eklenmekte ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının yanında, seçilmiş milletvekilinin tutuklu olması nedeniyle yasama faaliyetine katılamaması sonucu mahrum kalınan kamu yararının da dikkate alınması gerekmektedir. Bu çerçevede mahkemelerin milletvekili seçilen kişilerin tutukluluğunun devamına karar verirken hem kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından hem de seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kullanılmasından kaynaklanan yarardan çok daha ağır basan korunacak bir yararın varlığını somut olgulara dayanarak göstermeleri gerekir. Bunun sonucu olarak makul sürenin aşılıp aşılmadığı incelenirken, başvurucunun milletvekili seçilmesiyle birlikte ileri sürmüş olduğu iddiaların tutukluluğun devamına ilişkin kararlarda gerektiği gibi değerlendirilip değerlendirilmediğine de bakılmalıdır. Dolayısıyla, başvurucunun seçilmiş bir milletvekili olarak siyasi faaliyette bulunma ve temsil hakkı ile davanın tutuklu sürdürülmesindeki kamu yararı arasında ölçülü bir denge kurulduğu takdirde, tutukluluğun devamına ilişkin gerekçelerin ilgili ve yeterli oldukları sonucuna varılabilir.

Bu nedenle, seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. Maddesi kapsamındaki bir suç isnadıyla yargılanan bir milletvekilinin tutukluluk halinin incelenmesi sırasında, bu koruma tedbirinin seçilme hakkını işlevsiz hale getirebileceği göz ardı edilmemelidir. Bütün Milleti temsil etmek üzere belli bir süre için seçilen milletvekilinin, şayet varsa, bu hakkını kullanmasına engel olmayacak koruma tedbirlerinin uygulanabilirliği üzerinde özenle durulmalıdır. 5271 sayılı Kanun’un 109. Maddesinin (3) numaralı fıkrasında buna imkân tanıyan hükümlere yer verildiği, maddede 6352 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikler sonucunda bunların sayısının artırıldığı görülmektedir.

Tutuklamanın devamına karar verilirken, davanın genel durumu yanında, tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur. Başvurucunun tahliye taleplerini inceleyen mahkemeler, bu talepleri reddederken gerekçelerini yeterince kişiselleştirmemiş, aynı zamanda milletvekili seçilmiş olan başvurucunun kaçacağına ya da delilleri karartacağına dair inandırıcı somut olgular ortaya koyamamıştır”.

124. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun bu kararlarında benimsediği yaklaşım esas alındığında tutukluluğunun devamı hakkında karar verilen kişi gazeteci olduğu takdirde, çatışan değerlere bir yenisi eklenmekte ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının yanında, kişinin basın özgürlüğünü kullanamaması sonucu mahrum kalınan kamu yararının da dikkate alınması gerekmektedir. Bu çerçevede mahkemelerin gazetecilerin tutukluluğunun devamına karar verirken hem kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından hem de basın ve ifade özgürlüğünün kullanılmasından kaynaklanan yarardan çok daha ağır basan korunacak bir yararın varlığını somut olgulara dayanarak göstermeleri gerekir. Dolayısıyla, başvurucunun basın ve ifade özgürlüğünü kullanması ile davanın tutuklu sürdürülmesindeki kamu yararı arasında ölçülü bir denge kurulduğu takdirde, tutukluluğun devamına ilişkin gerekçelerin ilgili ve yeterli oldukları sonucuna varılabilir.

125. Tutuklama ve tutukluluğun devamına ilişkin olarak verilen kararlarda davanın genel durumu yanında, tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur. Özellikle kişi hakkında uygulanan tutuklama tedbiri ile birlikte özgürlük ve güvenlik hakkı yanında ifade özgürlüğü, seçilme ve milletvekili olarak siyasi faaliyette bulunma hakkı, sendika hakkı gibi genel katılım içeren temel hak ve özgürlüklere de sınırlama getirildiği hallerde tedbirin ölçülü olup olmadığı ve gerekçelerin ilgili ve yeterli bulunup bulunmadığı hususları üzerinde hassasiyetle durulması gerekmektedir. Zira diğer koruma önlemlerine göre daha ağır sonuçlar doğuran tutuklama tedbirine yoğun ve geniş kapsamlı olarak başvurulmasının anılan temel hak ve özgürlüklerin içini boşaltabileceği ve işlevsiz hale getirebileceği göz ardı edilmemelidir.

126. Bu nedenle, bir suç isnadıyla yargılanan bir basın mensubunun tutukluluk halinin incelenmesi sırasında, bu koruma tedbirinin basın ve ifade özgürlüğünü işlevsiz hale getirebileceği göz ardı edilmemelidir. Öngörülen tedbir ile sınırlanması veya ortadan kaldırılması söz konusu olan temel hak ve özgürlük arasında yapılacak dengelemede, kişinin bu hak ve özgürlüğünü kullanmasına engel olmayacak diğer koruma tedbirlerinin uygulanabilirliği üzerinde özenle durulmalıdır. Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, CMK. 100. Maddede belirtilen tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebileceğini öngören 109. Maddesinde buna imkân tanıyan hükümlere yer verildiği, maddede 6352 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikler sonucunda bunların sayısının artırıldığı görülmektedir.

127. Başvuru konusu olayda, tutuklamanın devamına karar verilirken, davanın genel durumu yanında, tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur. Başvurucunun tahliye taleplerini inceleyen mahkemeler, bu talepleri reddederken gerekçelerini yeterince kişiselleştirmemiş, diğer alternatif koruma tedbirlerinin uygulanmasını ölçülülük açısından değerlendirmemiş, aynı zamanda bir medya kuruluşunun yöneticisi olan başvurucunun kaçacağına ya da delilleri karartacağına dair inandırıcı somut olgular ortaya koyamamıştır.

128. Belirtilen nedenlerle, başvurucunun bu başlık altında dile getirdiği haksız ve kanuna aykırı tutuklama nedeniyle basın özgürlüğünün ihlal edildiğine ilişkin şikâyetlerinin kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerektiğini düşündüğümüzden, çoğunluğun başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğu yönündeki görüşüne katılmadık.

 

Başkanvekili

Alparslan ALTAN

Üye

Erdal TERCAN

 

 

 

FARKLI GEREKÇE

Başvurucunun, iddialarından biride kanuni gözaltı süresi dolmasına rağmen serbest bırakılmayıp, tutuklandığı ve tamamlanan sorgusu sonrasında tutulduğu 14 saatlik sürenin yasal dayanağı olmadığı ve keyfilik içerdiğidir.

Mahkememiz gözaltı süresinin aşılması yönündeki iddianın yasallığının öncelikle 5271 sayılı yasanın 141. maddesi kapsamında açılacak bir davada incelenmesi gerektiğini, bu nedenle şikayeti başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez bulmuştur.

Başvuru konusu olayla ilgili tespitler değerlendirildiğinde başvurucunun, 14.12.2014 tarihinde saat 09:00’da gözaltına alındığı, sürenin birer günden üç defa uzatıldığı, 18.12.2014 günü saat 08:21’de ise tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildiği anlaşılmaktadır.

İstanbul 1.Sulh Ceza Hakimliğinin 2014/334 sayılı sorgu tutanağında başvurucunun 18.12.2014 gün ve saat 10:34’de sorgu işlemine başlanıldığı ve 23:30’da sona erdiği sorgu sonuçlarının değerlendirilmesi ve kararın tefhiminin de 19.12.2014’de saat 14:00’de yapıldığı görülmektedir.

Başvurucunun iddiası, sorgu sırasında tutulduğu sorgu hali bittikten sonra karar tefhimine kadar geçen 14 saatlik bekletilme süresidir.

Anayasa’nın 19. maddesinin beşinci fıkrası şöyledir:

“(Değişik ilk cümle: 03/10/2001 - 4709 S.K./4. md.) Yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hakim önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir.”

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun gözaltı başlığını taşıyan 91. maddesine göre yakalanan kişinin, Cumhuriyet Savcılığınca bırakılmaması halinde gözaltına alınması yönünde karar verebileceği ve gözaltı süresinin yakalama yerine en yakın hakim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süre hariç, 12 saati geçemeyeceği düzenlenmiştir. Aynı maddenin 3. fıkrasına göre, toplu olarak işlenen suçlarda, delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle; Cumhuriyet savcısının gözaltı süresinin, her defasında bir günü geçmemek üzere, üç gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla iç hukukumuzda gözaltı süresinin, toplu olarak işlenen suçlarda delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle en fazla dört güne kadar uzatılabileceği düzenlenmiştir.

Maddenin düzenleniş şeklinden, şüphelinin mahkeme veya hakim önüne çıkarılması ile gözaltı süresinin sona ereceği anlaşılmaktadır. Şüphelinin çıkarıldığı mahkeme veya hakim huzurundaki sorgusunda geçen süre yasal gözaltı süresine dahil edilmemektedir. Yani kanunda öngörülen gözaltı süresi, Cumhuriyet savcısının şüpheli veya şüpheliler hakkındaki gerekli araştırma ve delilleri toplanması için öngörülmüş bir süre olup, en geç belirlenen süre sonunda Cumhuriyet savcısı tarafından şüpheli/şüpheliler ya serbest bırakılmalıdır veya tutuklama istemi ile mahkemeye sevk edilmiş olmalıdır.

Başvurucu yönünden gözaltı süresinin kabul edilebilecek bitiş anı, 18.12.2014 saat 09:00’da olup takip eden bir buçuk saatlik süre içerisinde sorgu hakiminin önüne çıkarıldıkları, en yakın hakim ya da mahkemeye gönderilmesi için geçecek süre, toplu olarak işlenen suç kapsamında kaldığı nedeniyle sanık sayısı da gözetildiğinde gözaltının 5271 sayılı Yasa’nın 91. maddesinde belirtilen sürelerinin içinde kaldığı anlaşılmaktadır.

Ancak başvurucunun sorgunun tamamlanmasını takiben 14 saat bekletildikten sonra hakkında özgürlükten yoksunluk kararı verilmesinin, keyfi ve meşru olmadığı iddia edilmektedir.

Anayasa’nın 19. maddesi 5. fıkrasında yer alan en çok dört gün geçtikten sonra (karar anı 19/12/2014 saat 14:00) hakkında hürriyetinden yoksun bırakılma kararı verilemez kuralının amaçsal ve sistematik yorumu ile, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde yer alan, derhal hakim önüne çıkma zorunluluğu ile özgürlüğünden yoksun kılınan kişi hakkında yasaya aykırılık halinde tutmanın yasaya uygunluğunun denetlenmesi için mahkemeye başvurma hakkı birlikte gözetildiğinde;

Anılan konularda Anayasal şikayetin Mahkememizce esas yönünden değerlendirilmesinde herhangi bir açıkça dayanaktan yoksunluk hali bulunmamaktadır.

Anayasa’nın 19. maddesinin birinci fıkrasında herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak konduktan sonra, ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek şartıyla kişilerin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Dolayısıyla kişinin özgürlük ve güvenlik hakkının kısıtlanması ancak Anayasa’nın anılan maddesi kapsamında belirlenen durumlardan herhangi birinin varlığı halinde söz konusu olabilir (B. No: 2012/239, 2/7/2013, § 43).

AİHM, Sözleşme’nin 5. maddesinin (1) numaralı fıkrasında güvence altına alınan özgürlük hakkının istisnalarının sınırlı sayıda olduğunu ve kimsenin özgürlüğünden keyfi bir şekilde yoksun kalmamasını sağlamak için bu istisnaların dar yorumlanmasının, 5.maddenin amacına uygun olduğunu, bu kapsamda iç hukukta 12 saat olarak düzenlenen gözaltı süresinin kanunla düzenlenmiş olması nedeniyle mutlak olduğunu, bu sürenin 45 dakika aşılmış olmasının Sözleşme’nin 5. maddesinin (1) nolu fıkrasının (c) bendinin ihlali olduğuna karar vermiştir (K.F./Almanya, B.No: 25629/94, 27/11/1997, §66-72).

Başvurucu hakkında Bakanlıkça verilen cevapta “Bu itibarla bu yasal gözaltı süresinin aşıldığı ve keyfi bir şekilde tutulduğu yönündeki şikayetlerinin açıkça dayanaktan yoksun olup olmadığının incelenmesi sırasında göz önüne alınmak üzere yukarıda belirtilen hususların da Anayasa Mahkemesi’nin dikkatine sunulması gerektiği değerlendirilmektedir.” demek suretiyle iç hukuk düzenlemelerinin varlığına ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına dikkat çekmektedir.

O halde; tartışılması gereken, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliğinin sorgu işlemlerinin uzun sürme ihtimaline binaen şüphelilerin 18.12.2014 saat 23:28'de biten sorgulamalarına rağmen adliyenin bekleme salonlarında tutulmalarına ve karar vermek üzere sorgunun ertesi gün saat 14:00’e bırakılmasına dair ara kararının haksız ve keyfi bir uygulama olup olmadığının anlaşılabilmesi için Açıkça Dayanaktan Yoksun olmayan başvurunun kabul edilip dosyanın esas yönünden incelenmesi gerekirken, başvurucunun iddiasını daha etkili olduğu açık bir dava yolu ile tüketmesi gerekir anlamına gelen Başvuru Yollarının Tüketilmemesi nedeniyle başvurunun kabul edilemezliği şeklinde oluşan çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.

 

 

 

 

Üye

Serruh KALELİ

 

 

 

 

 

FARKLIOY GEREKÇESİ

Başvurucu, savcılık makamı tarafından ifadesi alınırken sözünün kesildiğini ve gerçeğe aykırı beyanlarla uyarılmak suretiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Dosyada örneği mevcut olan belgelerin incelenmesinden, başvurucunun ifadesini alan Cumhuriyet Savcısı tarafından düzenlenen ve başvurucunun şikayetine konu olan “Şüphelinin savunmasında soruşturma makamı itham eder tarzda sorgu yapıldığı, taraflı davrandığı savunması nedeniyle bu aşamadan itibaren bu nitelikte savunma yaptığı takdirde savunma delil tespitine devam edilemeyeceği, istediği takdirde susma hakkını kullanabileceğini, yahut müdafileri tarafından savunma yapılabileceği, devam edilen savunma delil tespiti sürecinde benzer mahiyette itham ve savunmalarda bulunması halinde savunma delil tespitine son verileceği ihtar edildi.” ibarelerini içeren tutanağın, başvurucunun “…İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca açılmış olan bir soruşturma ve emniyetin tahkikata başlaması nasıl bir dizi ile alaka kurulabilir ki, tahkikatı yapan Başsavcılığın ve operasyon yapan emniyet yetkililerin cevaplaması gereken soruyu dizi ile hiçbir alakam olamayan ve yukarıda bahsi geçen yazarların yazdıklarından bile haberim olmayan bir konunun içerisinde bulunuyorum. Medya haberleri bir konu üzerinde haber yapabilir. Kişilik haklarına eğer bir saldırı var ise muhatap tarafından tekzip, tazminat davaları açılır. Ve suç duyurusunda bulunulur. 2009 yılında yapılmış ve yayınlanmış bir diziden 6 yıl sonra ne değişti de bugün örgüt yöneticisi olmakla suçlanıyorum. Şikayetleri varsa o gün müracaat ederlerdi, onunda yeri RTÜK ve Basın Kanunudur. Ayrıca sorgu öncesine kadar dosyayı göstermediler, sorgudan kısa bir an önce alelacele hakkımdaki iddiaların bir kısmını görebildim. Ve burada da şahsımdan direk şikayetçi olan kimse yoktur. Bu da buraya kadar bana sorulan soruların ve bundan sonra sorulacak soruların hayali bir zoraki örgüt kapsamına sokulmam için ve davanın da açıldığı tarih makul şüphe yasasının geçtiğinin hemen ertesi günü bu da bu soruşturmanın tamamen bağımsız, özgür, biat etmeyen, demokratik hukuk devletine yakışır yayınlar yapmaya çalışan Samanyolu yayın grubunun susturulmasına yönelik bir soruşturmadır.” şeklinde ifade vermesi üzerine düzenlendiği anlaşılmaktadır.

Cumhuriyet Savcısının şikayete konu olan sözleri incelendiğinde, başvurucunun rahat bir biçimde ifade vermesine müdahale eder görünümde olduğu değerlendirilebilir ise de, olayın bütününe bakıldığında, başvurucunun kendisine yöneltilen suçlamalara karşı yapacağı savunmasını kısıtlayacak, kullanılamaz hale getirecek, iradesini zorlayacak veya sakatlayacak ağırlıkta olmadığı soruşturma yapan makamların bağımsızlığına ve tarafsızlığına yönelik ithamlarda bulunulmadan ifadeye devam edilmesi istemini içerdiği anlaşıldığından başvurucunun savunma hakkına müdahalede bulunulmadığı sonucuna varılmıştır.

Dolayısıyla başvurunun bu kısmının, diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin “açıkça dayanaktan yoksun” olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği görüşüyle kararın bu kısmına belirtilen farklı gerekçeyle katılıyoruz.

 

   

Üye

Hicabi DURSUN

Üye

Muammer TOPAL

 

Üye

Kadir ÖZKAYA

Üye

Rıdvan GÜLEÇ

 

I. KARAR KİMLİK BİLGİLERİ

Kararı Veren Birim Genel Kurul
Karar Türü (Başvuru Sonucu) Kabul Edilemezlik vd.
Künye
(Hidayet Karaca [GK], B. No: 2015/144, 14/7/2015, § …)
   
Başvuru Adı HİDAYET KARACA
Başvuru No 2015/144
Başvuru Tarihi 6/1/2015
Karar Tarihi 14/7/2015
Resmi Gazete Tarihi 9/10/2015 - 29497
Basın Duyurusu Var

II. BAŞVURU KONUSU


Başvuru, kuvvetli suç şüphesi ve tutuklama nedeni bulunmaksızın, kanuna aykırı deliller kuvvetli suç şüphesi sayılarak tutuklanma; doğal hâkim ilkesine aykırı olarak kurulmuş, tarafsız ve bağımsız olmayan bir mahkeme tarafından tutuklanma; tutuklama ve tutuklamaya itiraz üzerine verilen kararların gerekçelerinin ilgili ve yeterli olmaması; gözaltı süresinin aşılması; soruşturma sürecinde kamu görevlilerinin insan haysiyeti ile bağdaşmayan eylemleri nedeniyle kötü muameleye maruz bırakılma; ifade hürriyetinin kısıtlanması, soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği ile adil yargılanma haklarının ve ifade hürriyetinin ihlal edildiği iddiaları hakkındadır.

III. İNCELEME SONUÇLARI


Hak Müdahale İddiası Sonuç Giderim
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı) Sözlü yargılanma hakkı (aleni yargılanma, duruşmada hazır bulunma vs.) Başvuru Yollarının Tüketilmemesi
Kötü muamele yasağı Yakalama ve/veya gözaltı sırasında güç kullanımı Başvuru Yollarının Tüketilmemesi
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı Yakalama, gözaltı Başvuru Yollarının Tüketilmemesi
Adil yargılanma hakkı (Suç İsnadı) Bağımsız ve tarafsız mahkemede yargılanma hakkı (ceza) Açıkça Dayanaktan Yoksunluk
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı Tutukluluk (suç süphesi ve tutuklama nedeni) Açıkça Dayanaktan Yoksunluk
Tutukluluk (süre) Açıkça Dayanaktan Yoksunluk
Tutulan kişinin yargı merciine başvuru hakkı (hakim önüne çıkarılma) Açıkça Dayanaktan Yoksunluk
İfade özgürlüğü Diğer Açıkça Dayanaktan Yoksunluk

IV. İLGİLİ HUKUK



Mevzuat Türü Mevzuat Tarihi/Numarası - İsmi Madde Numarası
Kanun 5237 Türk Ceza Kanunu 314
5271 Ceza Muhakemesi Kanunu 91
100
101
142

9.10.2015

BB 36/15

Kişi Hürriyeti ve Güvenliği ile İlgili Kabul Edilemezliğe İlişkin Hidayet KARACA Kararı Basın Duyurusu

 

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu, 14/7/2015 tarihinde Hidayet Karaca ’nın başvurusunda (B. No: 2015/144), açıkça dayanaktan yoksunluk ve başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedenleriyle başvurunun kabul edilemez olduğuna karar vermiştir.

 

Olaylar

Samanyolu Yayın Grubunun grup başkanlığı görevini yürütmekte olan başvurucu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen bir soruşturma kapsamında 14/12/2014 tarihinde gözaltına alınmış, 18/12/2014 tarihinde “terör örgütü yöneticiliği” suçundan tutuklanmıştır.
 

Başvurucu hakkındaki soruşturma henüz sonuçlanmamıştır.
 

Başvurucunun İddiaları
 

Başvurucu, gözaltı süresinin aşıldığını, tutuklama ve tutukluluğa itirazı değerlendiren sulh ceza hâkimliklerinin tabii hâkim ilkesine aykırı olarak kurulduklarını, anılan hâkimliklerin bağımsız ve tarafsız olmadıklarını, tutuklamanın hukuki olmadığını, soruşturma hakkında kısıtlılık kararı verilerek soruşturma dosyasına erişiminin engellendiğini, savcılıkta ifade verdiği sırada sözünün kesildiğini, gözaltı sürecinde kötü muameleye maruz bırakıldığını, mesleki faaliyetleri nedeniyle hakkında soruşturma yapıldığını belirterek anayasal haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
 

Mahkemenin Değerlendirmesi
 

Gözaltı süresi yönünden
 

Anayasa Mahkemesi, suç isnadıyla gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan kişinin, yasal gözaltı süresinin aşıldığı iddiasıyla yaptığı bireysel başvuruda ihlal sonucunun kişisel durumuna etkisi olmayacağını, gözaltı süresi aşılmış olsa dahi kişi hâkim tarafından tutuklandığından gözaltı süresinin aşıldığı yönündeki bir tespit ve ihlal kararının “tutuklu” kişinin serbest kalmasına tek başına imkân vermeyeceğini belirtmiştir.
 

Bu kapsamda yasal gözaltı süresinin aşılıp aşılmadığının ve sorgu sürecinde geçen sürenin kanuni olup olmadığının, davanın esasının sonuçlanmasına gerek olmadan 5271 sayılı Kanun’un 141. maddesi kapsamında açılacak davada incelenebileceği sonucuna varıldığından başvurunun bu kısmının başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
 

Tarafsız ve bağımsız yargı merci yönünden
 

Anayasa Mahkemesine göre suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerinin belirlenmiş olması şeklinde tanımlanan doğal yargıç kavramı, adil yargılanma hakkının en önemli öğesi olan “kanuni, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde yargılanma” hakkının temelini oluşturmaktadır. Anayasa'nın 37. maddesinde düzenlenen doğal yargıç ilkesi, yargılama makamlarının, suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra kurulmasına veya sanığın ve davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak vermemektedir. İlkeyle suçun işlenmesinden sonra kurulacak mahkemede davanın görülmesi ve böylece “kişiye” ya da “olaya” özgü mahkeme kurulması yasaklanmaktadır.
 

Bu kapsamda, bir kuralın belirli bir suçun işlenmesinden sonra bu suça ilişkin davayı görecek yargı yerini belirlemeyi amaçlamaması, yürürlüğünü müteakip kapsamına giren tüm davalara uygulanması hâlinde doğal yargıç ilkesine aykırılık söz konusu olmaz.
 

Somut olayda genel bir kanuni düzenlemeye dayanılarak ve yetkili kurul tarafından yapılan atama sonucunda ilgili hâkimlerin anılan görevleri yaptıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla gerçekliği ve niteliği kesin olarak tespit edilemeyen olgulardan, siyasi tartışmalarda ortaya konulan değerlendirme ve yorumlardan hareketle, başvurucuya yönelik somut ön yargılı bir işlem ve tutum gösterilmeksizin ilgili hâkimlerin siyasal veya kişisel nedenlerle bağımsız ve tarafsız davranmadıklarını kabul etmek mümkün değildir. 
 

Bu nedenle başvurunun bu kısmının, açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.

 

Tutuklama kararı yönünden
 

Anayasa Mahkemesine göre suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hâllerde hâkim kararıyla tutuklanabilirler. Bu çerçevede bir kişinin tutuklanabilmesi öncelikli olarak suç işlediği hususunda kuvvetli belirti bulunmasına bağlıdır. Bu, tutuklama tedbiri için aranan olmazsa olmaz unsurdur. Bunun için suçlamanın kuvvetli sayılabilecek inandırıcı delillerle desteklenmesi gerekir. İnandırıcı delil sayılabilecek olgu ve bilgilerin niteliği, büyük ölçüde somut olayın kendine özgü şartlarına bağlıdır.
 

Bu kapsamda kişinin suçla itham edilebilmesi için yakalama veya tutuklama anında delillerin yeterli düzeyde toplanmış olması mutlaka gerekli değildir. Zira tutukluluğun amacı, kişinin tutuklanmasının temelini oluşturan şüphelerin doğruluğunu kanıtlayarak veya ortadan kaldırarak adli süreci daha sağlıklı bir şekilde yürütmektir. Buna göre suç isnadına esas teşkil edecek şüphelere dayanak oluşturan olgular ile ceza yargılamasının sonraki aşamalarında tartışılacak olan ve mahkûmiyete gerekçe oluşturacak olguların aynı düzeyde değerlendirilmemesi gerekir.

Somut olayda başvurucu hakkındaki tutuklama kararlarının gerekçesi olarak video kayıtları, bir televizyon dizisinde geçen diyaloglar, gazete haberleri ve köşe yazıları, başvurucunun telefon görüşmeleri ve diğer şüphelilerin beyanları gösterilmiştir.
 

İlk tutuklamaya ilişkin yargısal denetimde kişinin bir suç işlemiş olabileceğine dair inandırıcı nedenlerin bulunup bulunmadığıyla ve özgürlükten yoksun bırakmanın bu bağlamda hukukiliğiyle sınırlı bir inceleme yapılmaktadır. Bu kapsamda bir suçun işlenmiş olabileceğine ilişkin ciddi belirtilerin varlığı ilk tutma bakımından yeterli olabilir. Somut olayda soruşturmanın bu aşamasındaki tutuklama kararının gerekçeleri incelendiğinde suç şüphesinin ve tutuklama nedenlerinin bulunmadığının kabul edilemeyeceği belirtilmiştir.
 

Bu nedenle başvurunun bu kısmının, açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
 

Soruşturma dosyasına erişim yönünden
 

Anayasa Mahkemesine göre yakalanan bir kimseye yakalanmasının temel maddi ve hukuki sebepleri teknik olmayan ve anlayabileceği basit bir dilde açıklanmalı ve böylece kişi, uygun görürse yakalanmasının kanuna uygunluğuna itiraz etmek üzere mahkemeye başvurma imkânına sahip olabilmelidir. Tutuklama işlemiyle sonuçlanan durumlarda, savcı ve sorgu hâkiminin ifade alması sırasında kişiye temel deliller açıklanmış ve müdafii tarafından tutukluluğa yönelik yapılan itirazda bu delillere atıfta bulunulmuş olması hâlinde, kişinin tutukluluğa temel teşkil eden belgelerin içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu kabul edilmelidir.
 

Somut olayda başvurucunun, Cumhuriyet savcılığı ve sorgu sürecinde alınan savunmaları incelendiğinde hakkındaki suç isnadına ilişkin temel bilgilere sahip olarak müdafileriyle birlikte ayrıntılı şekilde savunma yaptığı, yine başvurucunun tutukluluğuna yönelik yapılan itirazda usul ve esasa ilişkin ayrıntılı bir biçimde savunmada bulunduğu görülmektedir.
 

Suç işlendiği şüphesine bağlı olarak özgürlükten yoksun bırakılmanın ilk aşamasında yapılan yargısal denetimin kapsamı ile suçlamalara dayanak olan temel unsurların başvurucuya ve müdafilerine bildirilmiş, başvurucuya bunlara itiraz etme imkânı verilmiş olması dikkate alındığında başvurucunun soruşturma dosyasına erişim imkânından yoksun bırakıldığı iddiasının kabulü mümkün değildir.
 

Bu nedenle başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
 

Diğer şikâyetler yönünden
 

Başvurucunun, gözaltı sürecinde kötü muameleye maruz bırakıldığı ve savcılıkta ifade verdiği sırada sözünün kesildiği iddiaları yönünden olağan başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuruda bulunulduğu; mesleki faaliyetleri nedeniyle hakkında soruşturma yapıldığı iddiasının ise tutuklama kararındaki gerekçelere göre açıkça dayanaktan yoksun olduğu sonucuna varılarak başvurunun bu kısımları yönünden de kabul edilemezlik kararı verilmiştir.

Bu basın duyurusu Genel Sekreterlik tarafından kamuoyunu bilgilendirme amacıyla hazırlanmış olup bağlayıcı değildir.

  • pdf
  • word
  • whatsapp
  • yazdir
T.C. Anayasa Mahkemesi